Dördüncü Mustafa’dan sonra padişah olan II. Mahmud, yaptığı reformlarla, Osmanlı Devleti’nde çok önemli değişikliklerin temelini atmıştır.Batılılaşmacı bir Sultan olan II. Mahmud’un[1] hilâfet-saltanat dönemi, ıslahatlar açısından iki dönemde ele alınabilir. Birincisi 1826 yılından önceki dönem, diğeri ise 1826’dan sonraki dönemdir.[2]
1826 Öncesi Dönem
1826’dan önceki dönem çok önemli bir zaman dilimini ifade etmese de konumuz açısından önem taşıyan bir olayı ihtiva etmektedir. Bu olay, Sened-i İttifak’tır.
Bir anayasa olmamakla birlikte Türk anayasacılık tarihinde önemli bir siyasî belge olan[3] Sened-i İttifak,[4] Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın çağrısına uyarak İstanbul’a gelen bazı Anadolu ve Rumeli ayan, eşraf ve hanedanının, valilerin, Ulemâ’nın ve Alemdar Paşa’nın bir araya gelerek yaptıkları toplantıdan, meşveret-i âmmeden doğmuş bir belgedir (Evâsıt-ı Şâban 1223/Eylül veya Ekim 1808). Bu belgeye merkez adına imza atanlar arasında en yüksek derecede Ulemâ da bulunmaktadır.[5] Sened-i İttifak’ın yaptırımı, ahlâkî ve dinîdir; taraflar karşılıklı olarak vaatlerini Allah’a ve Peygamberine yemin ederek pekiştirmişlerdir.[6]
Alemdar’ın ve devlet merkezinde Ayân hakimiyetinin ortadan kaldırılması ile hükümsüz bir vesika hâline düşmüş[7] olmakla birlikte Sened-i İttifak’ın başlıca önemi, belki de bu türden bir şeyin Osmanlı’da ilk kez olması, daha sonraları iptal edilmiş olsa da Tanzimatçıların işlerini kolaylaştıracak şekilde Padişah’ın otoritesini ve yetkilerini bir bakıma sınırlandırması,[8] Padişahı Ayan ve eşrafa karşı sorumlu kılması, Padişah tarafından hânedanlara emniyet[9] ve hukukî garanti verilmesidir. Nitekim bunun bu anlama geldiğini, II. Mahmud’un Enderun-i Hümayun ricaliyle Sened-i İttifak’ı müzakere ederken Eğri Boyun Ömer Ağa II. Mahmud’a ifade etmiştir: “Bu sened, sizin istiklalinize dokunur; lâkin reddi dahi kabil değildir. Çaresiz tasdik olunubda sonra bunun fesh ve ilgası çaresine bakmalıdır.” Sultan Mahmud da bunu bilerek imzalamış fakat Ayana ve onlara eğilimi olanlara öfke ve kinle dolmuştur.[10]
Sultan-halifenin güçlü otoritesini belli ölçülerde sınırlamak gayesini güden bir belge olması dolayısıyla, Sened-i İttifak’ın modern Türk devletinin oluşum süreci tarihinde ilk âmme hukuku kaidesi sayılabileceği ileri sürülmüştür.[11]
Nizam-ı Cedîd hareketi, Yeniçeri Ocağı’nın buna karşı ihtilâli, Alemdar Mustafa Paşa dönemindeki gelişmeler gibi bir dizi önemli hadiselerin bir bakıma sonucu olarak ortaya çıkan Sened-i İttifak, Gülhane Hattı’nın ilân edilmesi sürecine girilmesinde önemli rol oynadığı için büyük önem taşımaktadır. Tarihî oluş içerisinde bu iki hareket birbirine sıkı şekilde bağlıdır. Sened-i İttifak ve Gülhane Hattı, siyasî bir mücadelenin birbirini kovalayan iki safhasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla ölü bir vesika olarak kalmış olmasına rağmen, Sened-i İttifak’ın büyük bir tarihî manası bulunmaktadır.[12]
Siyasî tarih bakımından Sened-i İttifak, büyük ayânın devlet iktidarını kontrol altına alma teşebbüsünü ifade eder.[13]
Araştırmamız açısından önemli hususlardan biri, bu belgeye merkez adına imza atanlar arasında en yüksek derecede Ulemâ’nın, Şeyhülislâm, Nakîbüleşraf ve Kadıaskerlerin yer almasıdır.[14] Bir başka önemli husus, belgede ortaya konan şartların, yapılacak işlerde esas tutulması gerektiğinden zamanla değişmesini önlemek üzere bundan sonra Sadrazam ve Şeyhülislam olacak kimselerin makamlarına geçtikleri zaman, bu senedi imzalamaları ve harfi harfine uygulamasına çalışmaları gerektiği hususudur.
Senet, Alemdar’ın teşebbüsüyle ortaya çıkmakla birlikte senedin maddelerinde dinî hususların, şeriat kurallarının ve Ulemânın ağırlıklı olarak yer tuttuğu görülmektedir. Bu nedenle Halil İnalcık, belgenin şeklî olarak şer’î bir belge özelliği taşıdığını söylemektedir. Ona göre Sened-i İttifak şer’î bir yemin vesikası, mîsak şeklinde kaleme alınmıştır. Mîsak süresiz bir zaman dilimi için geçerli olmak üzere aktedilmiştir.[15]
Yedi şart ve bir zeylden oluşan Sened-i İttifak’ın en önemli yanlarından biri, giriş kısmında çok açık bir biçimde devlet işlerinin kötüleştiği, içte ve dışta nüfuzunun kalmadığı, gerek devlet erkanı ve vekilleri arasında ve gerekse Ayan ve hanedanlar arasında ayrılıkların başgösterdiği, Saltanat-ı seniyyenin gücünün dağıldığı, bütün bunlardan toplumun bütün kesimlerinin olumsuz yönde etkilendiği ve yine bunlar sebebiyle saltanatın temelinin yıkılmak derecesine geldiği gibi kötü durumların küçük büyük herkes tarafından itiraf edildiği ve dolayısıyla olanlardan ders ve ibret alınması gerektiği gibi önemli hususlara işaret edildikten sonra “deâyim-i nizam-ı din u devleti ikame ve ihya-i kelimetullâhi’l-ulyâ niyyet-i hayriyyesiyle” devlet ve toplumdaki bu dağılıp çözülmenin ittifaka dönüşmesini ve devletin tam güç elde etme yollarının ortaya çıkmasını sağlamanın, uhde-i diyânet ve zimmet-i sadakate farz olduğunun herkese malum olduğunun zikredilmesi ve akabinde çeşitli meclisler düzenlenerek herkesin yekvücut, ittihadla ihya-i din ve devlete çok çalışması gerektiğinin vurgulanmasıdır.[16]
Sosyolojik açıdan merkez-çevre güçlerinin karşılıklı tartılması[17] noktasında önemli bir belge olan Sened-i İttifak’ın ilk dört maddesinde Padişah’ın otoritesi tasdik edilirken, hemen beşinci maddede çok önemli ve büyük bir şart olarak hanedan ve ayanın hak ve durumlarının, devletin keyfi davranışlarına karşı emniyet altına alınması isteniyordu.[18] Bu ise Osmanlı Devleti geleneğinde yepyeni bir durumdu.
Diyebiliriz ki iki taraflı bir belge, mîsak ya da sözleşme olan[19] Sened-i İttifak ile, Padişah Ayana emniyet, Ayan da Padişaha sadakat veriyordu.[20] Konumuz açısından bir başka önemli husus, belgede, devletin halkla ilişkilerinin düzenli yürümesi, halka zulüm yapılmaması, fakirlere ve reayaya haksızlık içerisine girilmemesi gibi önemli hususlar üzerinde durulması, bu tip durumların Şeriat-ı Mütahharaya ve Şeriat-ı Ğarraya aykırı olduğunun ve bu şekilde aykırı davrananların devlete haber verilerek cezalandırılması gerektiğinin vurgulanmasıdır.
1826 Sonrası Dönem
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına giden yolda Eşkinci Ocağı’nın kurulması önemli bir olaydır. Mayıs 1826’da -Şeyhülislâm’dan fetva alınarak- [21] kurulmasına karar verilip oluşturulan Eşkinci Ocağı,[22] Nizam-ı Cedîd’in durumuna düşerek kısa sürede Yeniçeri Ocağı’nın hedefi hâline gelmiştir. Talime başlandıktan üç ay sonra, 15 Haziran 1826 tarihinde Yeniçeriler ayaklanmıştır. Bu ayaklanma, II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak için kolladığı fırsat için iyi bir vesile olmuştur. Yeniçeri kışlaları yerle bir edilmiş, Yeniçeri Ocağı önce fiilen, bir süre sonra da resmen kaldırılmıştır. Bilindiği gibi Eşkinci Ocağı yerine de Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu kurulmuştur.[23]
İşte II. Mahmud’un sultanlığının ikinci dönemi 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ilga edilmesiyle birlikte başlar. II. Mahmud’un reformlar konusunda atak olduğu, otorite ve iktidarını güçlendirdiği, merkeziyetçi bir devlet kurmaya çalıştığı dönem, 1826-1839 yılları arasıdır.
Siyasî çözülmenin had safhaya ulaştığı bir zamanda[24] Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması[25] Osmanlı Devleti tarihinde çok önemli bir vak’adır. Vak’a-i Hayriyye olarak adlandırılan bu olayın önemli sonuçları olmuştur. Konumuz açısından en önemli sonuçlarından biri Seyfiyye’nin siyasî alanda nispeten etkisizleşmesi ve İlmiyye’nin yaptırım gücünün ve devlet içindeki yüksek düzeyinin düşmesidir.[26] Bu durum, Osmanlı tarihinde lâikleşme süreci ve serüveninde önemli bir gelişmedir.[27] Ulemânın gücünde azalma olması, devlet bünyesindeki dengenin, Ulemâ aleyhine ve sultanın otoritesi lehine bozulmasına neden olmuştur.[28]
İşin ilginç yanı Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması hareketi olan Vak’a-i Hayriyye’ye Şeyhülislâm ve diğer Ulemânın iştirak etmiş olması, bu konuda II. Mahmud’u desteklemesi, hatta teşvik ve öncülük etmesidir.[29] Ulemâ, bu şekilde davranmasına rağmen, Yeniçeriliğin kaldırılması, belki de en çok onun aleyhine olmuştur. Gerçekten de Yeniçeri Ocağı’nın ilgası, Ulemâ için ciddî bir darbe olmuştur. Ulemânın önemli bir destek gücü ortadan kalkmıştır. Bu olaydan dolayı denilebilir ki II. Mahmud, hesap ederek ya da etmeyerek Ulemâ gücünün kaynaklarını zayıflatmada seleflerinden daha başarılı olmuştur.[30]
II. Mahmud’un Ulemâya karşı geliştirdiği tavır, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından önce ve sonra olmak üzere iki şekilde gerçekleşmiştir. Ocağın ilgasından öncesinde ve ilgasında Ulemâ ile çok iyi ilişkiler geliştirmiş, İlmiyye sınıfını yanına almaya çalışmış, Ulemânın dinî meşrulaştırımından yararlanmak istemiştir.[31] Gerçekten de bu dönemde Ulemâ, II. Mahmud’un reform çabalarının bizzat içinde yer almış, reformların dini meşrulaştırmasında önemli ve etkin roller oynamıştır.[32] Aynı şekilde Ulemâ, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasına giden süreçte ve kapatılmasında nicelik ve nitelik yönlerinden ağırlığını ortaya koymuştur.[33]
Esasen II. Mahmud, reformları yürütebilmek için Ulemâ’nın desteğini almanın önemini, daha doğrusu zorunluluğunu kavramış bir sultan olarak hareket etmiştir.[34] Bunun için öncelikle Ulemâyı tam itaati altına almaya çalışmıştır. Bu doğrultuda 1825’de Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi’yi, Şeyhülislâmlıktan alarak Kadızade Mehmed Tahir Efendi’yi getirmiştir. Diğer anahtar makamları – Kadıaskerlik, İstanbul Kadılığı, Hekimbaşılık ve diğerleri- da kendisine sadık kimselerden istedikleriyle doldurmuş ve dolayısıyla Ulemânın öncülerini kontrolü altında tutmayı başarmıştır.[35]
Fakat Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra II. Mahmud’un Ulemâya karşı tavrının değişime uğradığını, Ulemâ sınıfının gücünü kırma yolunda teşebbüslerde bulunduğunu[36] müşahede etmekteyiz. Askerî, siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik, sınaî, sağlık ve eğitimle ilgili pek çok alanda reform çabalarına girişen II. Mahmud,[37] Vak’a-i Hayriyye’den sonra önemli destek gücünü yitiren Ulemâ sınıfının görev, yetki ve sorumluluk alanlarının daralmasını beraberinde getirecek adımlar atmış ve Ulemâ ile ilişkilerini belli ölçülerde gevşetmiştir.
Yeniçeriliğin kapatılmasından önce Ulemânın nispî gücünün artması ve II. Mahmud’un İlmiyye ile iyi ilişkiler geliştirmesi, zor durumda olan devletin yaptığı ve yapacağı reform faaliyetlerinin meşrûiyetini sağlama ihtiyacı ile açıklanabilir. Bu meşrûiyetin sağlanmasında Ulemâ iyi bir araç olmuştur. Ocağın ilgasından sonra İlmiyye’nin nispî gücünün azalması, yetki alanlarının daralması ise, çeşitli kurumsal reformların yapılmasıyla kendini gösteren fonksiyonel farklılaşma çerçevesinde izah edilebilir.[38]
Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra Usûl-i Nizâmi Müstahsene ismiyle geniş bir reform hareketine başlamış olan II. Mahmud,[39] 1826’da İhtisab Nezâreti’ni kurdurarak, şehirlerin belediye hizmetleriyle kolluk işlerinin bu kuruluşa geçmesini sağlamıştır. Bu ise daha önce mülkî, beledî ve dinî işleri hep birlikte sorumluluğunda bulunduran Kadı’nın görev alanlarının daralmasına[40] ve yalnız yargı alanı ile sınırlandırılmasına giden yolun ortaya çıkmasına neden olmuştur.[41]
II. Mahmud, Ulemâyı etkileyecek önemli adımlarından birini daha atmıştır. O zamana kadar Ulemânın ve Şeyhülislâm’ın gücünü aldığı önemli kuruluşlardan olan vakıflara müdahele ederek, Ulemânın vakıflar üzerindeki kontrolünü kaybetmesine ve gücünün zayıflamasına katkıda bulunmuştur. Vakıfları tek bir yetki altında toplamak amacıyla Evkaf Müdürlüğü’nü (daha sonra Nezareti-1836) kurmuştur. Böylece II. Mahmud, Ulemânın önemli bir gelir kaynağı olan vakıfları doğrudan doğruya devletin denetimine sokarak, vakıf gelirlerinin devletin kontrolüne girmesinin ve İlmiyye’nin daha sıkı hiyerarşik bir örgüt hâline gelerek dinî işlere hasredilmesinin, din kurumu denetiminin merkezîleştirilmesinin yolunu açmıştır.[42]
Giriştiği reform çabalarından dolayı Büyük Petro’ya benzetilen II. Mahmud,[43] merkez örgütünde Ulemâ’yı etkileyecek önemli bir görev ihdas etmiştir: Seraskerlik Aslında bu, daha önceleri ordu komutanlarına verilen bir unvandı. 1835’den sonra yapılan düzenleme ile Genelkurmay Başkanlığı’na karşılık gelen bu kurum, Sadrazamlık ve Şeyhülislâmlıkla eş değerde kabul edilmiştir.[44] Böylece Şeyhülislâmlık, Sadrazamlık ve Seraskerlik aynı düzeye getirilmiş oldu.[45] Seraskerlik, daha sonraki dönemlerde İlmiyye’ye karşı bir denge unsuru sağlamış ve klâsik dönemdeki gibi, fakat bu kez merkeziyetçi devlet ve hükümetin yanında yer alacak ordunun ortaya çıkmasında amil olmuştur.[46]
II. Mahmud yaptığı dayatmacı reformları, kılık kıyafetle ilgili uygulamaları[47] ve Batılılaşma çabalarında izlediği yöntemi nedeniyle halk arasında “Gavur Padişah” olarak ün saldı. II. Mahmud’un Ulemâyı olumsuz yönde direkt etkileyen önemli uygulamalarından biri, batılılaşma yolunda eğitim faaliyetlerine müteallik uygulamalardır. Askerî okulların açılması, Rüşdiye okullarının ve Mekteb-i Ulûm-i Edebiyye’nin kurulması, Mekteb-i Maarif-i Adlî’nin açılması, belki de en önemlisi, Harbîye ve Tıbbîye’nin açılması,[48] II. Mahmud döneminde Ulemânın ilim ve eğitime olan nüfuzunu bölüp parçalayan veya buna zemin hazırlayan Ulemânın yönetimde söz hakkına sahip olacak kişilerin yetişmesinde etkisinin azalması gibi durumları beraberinde getirmiştir.
Türkiye’de lâikleşme sürecinde Harbîye ve Tıbbîyye’nin çok büyük payları bulunmaktadır. Bu okulları Batı aydınlanma düşüncesinin ve Batı siyaset anlayışının Türkiye’ye girişinde çok önemli etkileri olmuş ve bu etkiler, devletin dinden uzaklaşması serüveninde büyük rol oynamıştır.[49]
Eğitim alanında yapılan reformlar çerçevesinde modern birtakım terimler de Türkçeye girmeye başlamıştır. Yeni bilgi ve teknikler için ilim yerine fen terimi, fenlerle ilgili işler için nâfia (yararlı işler) terimi ve eğitim noktasında yeni ve bilinmeyen bilgilerle tanışma, hatta aydınlanma anlamında maarif terimi[50] Medrese dışı gelişmeleri ifade etmesi ve eğitimde siyasî zihniyetin değişmeye başladığını göstermesi bakımlarından önemli yeniliklerdir. O dönemde gerek resmî dildeki değişimler, gerek tercüme eserler, gerek bazı sadeleştirme çabaları, gerekse Takvim-i Vekâyi’ gazetesi dilin değişmesinde çok önemli işlevler görmüşlerdir.[51] Bu dil değişmesi, Osmanlı siyasî değişimlerinde önemli bir etken olmuştur.
II. Mahmud’un hilâfet-salatanatı döneminde, Tanzimat’a zemin hazırlayacak önemli değişikliklerden biri, bürokratik uzmanlaşma doğrultusunda yapılan kurumlaşma ve yapılanmadır. Dâhiliyye, Hâriciyye, Maliye, Evkaf-i Hümâyun, Dîvân-ı Deâvî gibi nezaretlerle; Meclis-i Hâss-ı Vükelâ, Meclis-i Alî-i Umûmî, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye gibi meclisler bu çerçevede zikredilebilir.[52]
Bu ve benzeri bütün değişimler, hem Ulemâ’yı hem de din-devlet ilişkisini etkilemiş, Tanzimat zihniyetinin oluşumuna da katkıda bulunmuştur.
Fakat şu hususun altını da çizmek gerekmektedir: Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra II. Mahmud, izlediği politikalarla, her ne kadar Ulemânın görev ve etkinlik alanlarını daraltıp azaltmışsa da bu, Ulemânın büyük güç kaybına uğradığı/uğratıldığı veya siyasî sahada tümden pasifleştiği anlamına gelmez. Ulemâ hâlâ önemli bir mevkidedir. Zira devlet, toplum katında yaptıklarını meşrulaştırma için Ulemâ desteğine muhtaçtı. Daha yapılacak pek çok reform vardı. Bunun için de İlmiyye örgütü gerekliydi. Bu yüzden İlmiyye, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra da her ne kadar nispî gücünde azalma olsa da reformları desteklemiş ve reformların içinde yer almıştır.[53] Askerî okulların açılmasında,[54] Tıbbiyye’nin kurulması ve çalıştırılmasında Ulemâ etkinlik göstermiş, Devlete yardım etmiş[55] ve yapılanların meşrulaştırıcısı olmuşlardır.
II. Mahmud, Ulemânın aleyhine birtakım sonuçlar doğuran icraatlarda bulunmakla birlikte, devletin dinî meşrulaştırımında meşrulaştırıcılar olarak Ulemânın önemli rolünün ortadan kalkmaması ve meşrûiyet krizi yaşanmaması veya meşrûiyetin unutulmaması için gerekli meşrulaştırımı hatırlatıcı önlemler almıştır. Bilindiği gibi meşrulaştırım -özellikle kriz, çözülme veya çöküş dönemlerinde- unutulabilir. Bu durumda meşrûiyet kaybı ve krizi ortaya çıkabilir. Öyleyse meşrûiyet krizini doğuracak olan unutkanlığın ortadan kalkması için meşrulaştırım tekrarlanmalıdır.[56] İşte II. Mahmud, muhtemel bir meşrulaştırım unutkanlığına karşı, daha önceki sultanların başvurduğu yöntemle, Ulemâyı görevlendirmiştir. II. Mahmud, Ulemânın başı Şeyhülislâm Yâsincizâde Abdülvehhab Efendi’yi[57] (1758-1833), hatırlatıcı rolü üstlenerek Devlet-i Aliyye’yi ve tabiatıyla II. Mahmud’un otoritesini haklılaştırıp geçerli kılacak dinî meşrulaştırım için bir risâle yazmakla görevlendirmiştir. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonraki yıllarda Hülâsatü’l-Beyân fî İâati’s-Sultan[58] (1247) adıyla Arapça ve Türkçe yazdığı risâlede Abdülvehhab Efendi, adından da anlaşılacağı üzere Sultan’a itaat hususunda deliller getirmekte, bu cümleden olmak üzere yirmibeş hadîsi ve bazı ayetleri zikredip şerhederek Halife- sultan’a itaatin farz olduğunu ispat etmeye çalışmaktadır.
Abdülvehhab Efendi’nin Risâlesi’nde zikre değer en önemli hususlardan biri, kullandığı kelime ve ıstılahları özenle seçmesi ve bu çerçevede Halife, İmâmü’l-Müslimîn, Emîrü’l-Mü’minîn[59] gibi dinî sıfatlarla nitelediği II. Mahmud’un yaptığı veya yapmaya çalıştığı reformları ihyâ-yı dîn, icra-yı sünnet, siyâset-i adliyye, tecdid ü ihyâ, kavanîn-i askeriyye ve usûl-ü mülkiyye, “cism-i devlet yeniden can bulmuş”, “hayr u salah-ı ümmet ve refâh u râhat-i mülk ü millet” gibi ifadeleri kullanarak[60] izah etmeye, meşru göstermeye çalışmasıdır. Bu ifadeler de göstermektedir ki o dönemde Osmanlı devlet diline modern unsurlar girmeye başlamış ve bu, din dilini de etkilemiştir.
Bu Risâle ortaya koymuştur ki II. Mahmud yeniliklerini -Ulemâ’ya rağmen bile olsa- yaparken Ulemânın meşrulaştırıcı işlevinden yararlanmasını bilmiştir, toplumuna meşrulaştırım hatırlatmasında bulunarak olası bir meşrûiyet krizi ve kaybını önlemeye çalışmıştır.
Abdülvehhab Efendi’ye ek olarak Molla Keçecizâde Mehmed İzzet’in Lâyihası ve Mehmed Esad’ın Üssü Zaferi de dinî meşrulaştırım ve meşrulaştırım hatırlatmasına örnek olarak zikredilebilir.[61]
II. Mahmud Dönemi’nde, III. Selim zamanına kadar uygulanan Meşveret Meclisi’nden farklı olarak kurulan Dâr-ı Şûra-yı Bâbıalî (hükûmet şurası), Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliyye (24 Mart 1838), Dâr-ı Şûra-yı Askeriyye meclisleri Osmanlı devlet geleneğinde yeni oluşumlardı. Bunlar gördükleri işlevlerle, hem Sultan’ın otoritesinin nispeten sınırlandırılmasını, hem İlmiyye’nin görev alanlarının daralmasını hem de devlet kurumlarında ilmî ve dinî yeterliliği olmayan yeni bürokrat kalemin etkin olmasını beraberinde getirmişlerdir. Bu meclislerden ilki, merkezî hükümet organı ile; ikincisi adalet organları ile; üçüncüsü ise ordu ile ilgili yeni kurallar koymak için kurulmuşlardır.[62]
Bunlardan özellikle Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-i Adliyye, Devlet-i Aliyye’nin bütün önemli işlerinin konuşma ve düzenleme merkezi olup[63] gerekli kanun tasarılarını ve nizamnâmelerini hazırlamak, devlet adamlarıyla ilgili davalara bakmak, devlet ve milletin işlerini görüşmek amacıyla kurulmuştur.[64] Bugünkü Danıştay ve Yargıtay kurullarının yetkilerini kendisinde toplayan ve bir başkan ile dokuz üye ve iki sekreterden oluşan Meclisin hazırladığı kanun projeleri, Padişah’ın Hatt-ı Hümayunu ve Şeyhülislâm’ın fetvasıyla kanun hâline gelirdi.[65] Herhâlükarda bu en üst adalet kurulu, Tanzimat’ın oluşum sürecinde önemli bir mevkiye sahiptir.
II. Mahmud Dönemi’nde İlmiyye’nin devlet bünyesindeki konumunu etkileyen önemli bir gelişme de Sadrazamlığı Başvekâlet’e dönüştürerek[66] Padişah’a karşı etkin olma pozisyonundan çıkardığı gibi Şeyhülislâmlığın da Padişahı kontrol edebilecek bir güç olmaktan çıkarılmaya çalışılması ve devlet işlerindeki etkinliğinden uzaklaştırılması çabalarının olmasıdır.
Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra Yeniçeri Ağasının karargâhını Meşihat Dairesi (Bâb-ı Meşihat) olarak kullanmaya başlayan Şeyhülislâmlığı[67] bir bakıma İslâm milletinin liderliğiyle ve dinî hukuk alanıyla sınırlandırılmak istenmiştir. Bu ise adalet ile Şeriatın, din ile dünyanın ayrılmasının önemli temellerinden olmuştur.[68] Halife-sultan Mahmud’un, düşünülen vergiler, medrese softalarının askere alınması, din kurulunun iznini almadan haciz ve müsaderelere girişmesi, vakıf işlerini ele alması, Frenk âdetlerine karşı aşırı ilgi göstermesi gibi konularda Şeyhülislâm’ın verdiği bir muhtırayı yırtıp atarak “Ulemânın sadece din işlerine karışması gerektiği, hükûmet işlerini yönetme hakkının yalnızca Sultan’a ait olduğu” şeklindeki sözü dünyevîleşme eğiliminin ve İlmiyye’nin sınırlandırılmak istenmesinin önemli belgesidir.[69] Bu söz ve bunun doğrultusundaki eylemleri, II. Mahmud’un siyaset alanında Ulemâya karşı olumsuz tutuma girdiğini göstermektedir.[70]
II. Mahmud Dönemi’nde, Tanzimat’ın kanunlaştırma hareketlerine zemin hazırlaması bakımından önemli iki Ceza Kanunnâmesi kabul edilmiştir (1254/1838).[71] Bunlardan biri Kadıasker, Kadı ve Nüvvab’a, diğeri ise memurîne özgüdür. Özellikle kadıların suistimallerine set çekmek amacıyla çıkarılmış olan Tarîk-i İlmiyye’ye Dair Ceza Kanunnâme-i Hümayunu, o dönemde İlmiyye’nin durumunun bozukluğunu da görmesi bakımından önemli bir kanundur.
Memurların işleyecekleri suçları ve bunların cezalarını kapsayan ve keyfî cezaların kaldırıldığını belirten memurîne mahsus ceza kanununun da Osmanlı Devleti ceza hukukundan zulüm suçu ve siyaseten katl gibi cezaların kalkması yolunda bir adım atılması yönünde önemli bir metindir.[72]
Her ne kadar bu kanunlarda belirtilen cezalar gayrimuayyen ve şer’î ise[73] de kanun fikrinin oluşumunda, idare-halk ilişkilerinin değişmesinde ve Tanzimat’a gelinmesinde büyük işlevler görmüşlerdir.
Din-devlet ve devlet-toplum ilişkileri açısından II. Mahmud döneminin özel bir yönü de mülkiyet hakkı, din ve vicdan özgürlüğü ve eşitlik alanındadır. Yeniçeriliğin tasfiyesinden sonra II. Mahmud, devlet hizmetinde bulunmuş kişilerin ölünce mallarına el konulması usulü olan müsâdereyi kaldırarak, bunların miras ve mülkiyet haklarına güvence getirmiştir. Her ne kadar bu yasak, hemen kurumsallaşmasa da o zaman için en azından ilke bazında önemli bir değişimdi.[74]
Gerek bu kanun ve usuller, gerekse idare, ceza, eğitim ve ordu alanlarında çıkan diğer birtakım kurallar, yani nizâmât-ı esâsiyye, kamu hukukuna doğru atılmış adımların ilk belirtileridirler. Bu alan geliştikçe Şeriat hukukunun alanı daralmıştır. Bunun ilk sonuçları Tanzimat döneminde görülecektir. Önemli olan, ama ancak II. Mahmud’un hükümdarlığı süresinden sonra güçlenen bir yenilik, kanun yapma işi ile görevli kişisel olmayan yasama mekanizmasının şekillenmeye başlamasıdır ki bu 1876’da Kanûn-i Esâsî dönemine kadar devam eden bir çizgi olmuştur.[75]
Esasen modern anlamda yasama, ancak Tanzimat döneminde kanunlaştırma (codification) akımı ile başlamış olmakla birlikte bunun temelleri II. Mahmud zamanında atılmıştır. II. Mahmud’un “Bundan böyle teb’amdan Müslümanları ancak camide, Hıristiyanları kilisede, Musevileri havrada tanımak isterim.”[76] türünden sözleri, bunların devlet katında eşit oldukları düşüncesini getirmiş ve Tanzimat’taki eşitlik maddesinin ortaya çıkışında etkili olmuştur. Gerçi bu söz, milliyetçilik akımlarını önlemek için de söylenmiş olabilir; ancak sonuç bu noktaya varmıştır.[77]
Bu dönemde Ulemâyı ve dinî grupları ilgilendiren önemli bir gelişme de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından bir süre sonra Bektaşî tarikatının da yasaklanmasıdır.[78] Bektaşîlik ile Yeniçeri Ocağı arasındaki yakınlık, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasıyla birlikte Bektaşîliğin de yasaklanmasına sebep olmuştur. Yeniçeriliğin ilgasında olduğu gibi, Bektaşîliğin yasaklanması olayında da Ulemâ ve diğer tarikatlar Halife-sultan’ın yanında yer almışlardır. Niyazi Berkes’e göre Ulemâ ve “Sünnet Ehli Tarikatlar”, Bektaşîliğe indirdikleri darbenin faturasını, er geç dünyevî aydın kütlesinin karşısında kalmakla ödeyeceklerdir.[79]
II. Mahmud, devlet-tarikat ilşkilerinde, Bektaşîliği yasaklamasının dışında da birtakım düzenlemelere gitmiştir. II. Mahmud dönemine kadar Osmanlı Devleti tarikat ve tekkelerin özgürlük alanlarına pek dokunmamış, bir bakıma onları sivil özerk birer grup ve örgüt olarak telâkki etmişken; II. Mahmud döneminde durumları değişmiştir. II. Mahmud, 1227/1811 ve 1252/1836 tarihli fermanlarında tekke ve tarikatlarla ilgili birtakım prensipler koymuş ve bunlara uyulmasını istemiştir. 1811 tarihli fermandan da anlaşıldığına göre II. Mahmud, tekkeleri, şeyh seçimini devletin kontrolüne almak, boşalan tekke şeyhliklerine Şeyhülislâm’ın görüşü alınarak şeyh ataması yapmak gibi hususları gerçekleştirmek istemiştir.[80]
Kanaatimizce bu olay, Osmanlı Devleti’nde din-devlet ilişkisi bağlamında farklı bir durumdur. Bu olay, devletin “sivil dinî alan”a müdahele etmeye çalıştığını ve dolayısıyla tümden “resmî din” anlayışına adım atmak istediğini ifade etmesi bakımından çok önemlidir. Devletin toplumun gayriresmî alanlarına müdahele ve resmî din oluşturma anlayışı Cumhuriyet’e giden çizgide giderek artan oranda izlenen bir devlet politikası olmuştur.
II. Mahmud döneminde yapılan birtakım değişikliklerle, özellikle Yeniçeriliğin ilgasından sonra kadılar, Kadılık görevlerinde yardımcıları olan birtakım kişi, kurum ve sosyal grupları ve dolayısıyla birtakım fonksiyonlarını yavaş yavaş kaybetmiş, ellerinden beledî görevleri de alınmıştır.[81]
II. Mahmud’un kadıların fonksiyonlarında azaltma doğrultusunda yaptığı işlerden biri de mahallelerin yönetiminde imamların görevlerine ortak bir kurum olarak muhtarlık teşkilâtını tesis etmesidir (1829). Bilindiği gibi klâsik dönem Osmanlı taşra yönetiminde imam, padişah beratı ile tayin ediliyordu; mülkî ve beledî amir olan Kadı’nın mahalle düzeyindeki temsilcisi gibiydi. Muhtarlık teşkilâtının kurulmasıyla vergi salınması ve toplanması, mahalle veya köyün güvenlik işleri muhtarların yetkisi dahiline verilmiş ve imam da aynı derecede sorumlu tutulmuştur.[82] Dolayısıyla muhtarlık müessesesi, -her ne kadar muhtarlar imamların kefaletiyle seçilseler de- imamların yetki ve sorumluluklarını almaya başlamıştır. Böylece imamların görev ve işlevleri de dinî alanla sınırlandırılmaya doğru yol almıştır.[83]
Ulemâ, bürokrasi ve orduyu kendine tamamen bağlayarak merkeziyetçi, bürokratik, sağlam bir sultan otoritesi inşa eden ve reformlarını öyle yürütmeye çalışan Sultan Mahmud’un, çökme sürecine girmiş olan devleti çeşitli çabalarıyla ayakta tutmaya çalışırken, dine oldukça fazla yer vermesi ve Hilâfet kurumunu işleterek[84] Ulemânın gönlünü alması da zikredilmesi gereken hususlardandır. Bu yönüyle aslında II. Mahmud, tam olarak II. Abdülhamid zamanında kendini gösterecek olan İslâmcılık akımına da zemin hazırlamış olabilir. Osmanlı Devleti’nde Hilâfet kurumunun özellikle Batı’ya karşı kullanılması olayının kökeni daha gerilere gitse de, II. Mahmud döneminde daha sık bir şekilde işletilmiş ve devreye sokulmuştur. Sultan Mahmud, yönetiminde Hilâfet vurgusuyla hem içte reformlarını gerçekleştirmiş, hem de dıştan gelen baskılara cevap verme yoluna gitmiştir.
Bu çerçevede II. Mahmud döneminde devlet için çok önemli problem hâline gelen milliyetçilik meselesine kısaca değinmemizde fayda bulunmaktadır. Din-devlet ilişkileri açısından önemli olduğunu başından beri vurgulamaya çalıştığımız gayrimüslim azınlıklar veya Yahudi ve Hıristiyan milletler meselesi, II. Mahmud döneminde önemli bir problem hâline gelmişti. 18. yüzyılda Batılılarla temasa geçmeleri ve bazı antlaşmalarla da Batılı ülkelerden himaye almaları sonucunda bağımsızlık özlemi taşıyan gayrimüslim milletlerin, 19. yüzyıldan itibaren söz konusu özlemlerini eyleme dönüştürme çabalarına girişmeye başladıkları görülmektedir. Bağımsız Yunanistan için yapılan eylemler bunların en önemlilerindendir.[85] Bu eylemlerden Osmanlı’nın Türk olmayan Müslüman tebaasının da etkilendiğini, Araplarla Arnavutlar arasında da bu çerçevede yavaş yavaş kıpırdanmaların başladığını gören II. Mahmud, Halifelik makamını bu olumsuzlukları önlemede siyasal bir araç olarak güçlendirmeye çalışmıştır.[86]
Devlet kurumlarında rüşvet,[87] zulüm, kayırma vb. olumsuzlukların en üst düzeyde görüldüğü bir dönemde Hilafet-saltanat koltuğuna oturan II. Mahmud, yaptığı icraatlardan dolayı halkıyla da kötü bir ilişkiye girmişti. Gidişattan memnun görünmeyen ve Mehdi beklentisi içinde bulunan halk ondan nefret ediyordu.[88] Ancak Halife Mahmud, Hilâfete, dine ve Ulemâya dayanarak bu olumsuz duruma rağmen politikalarını uygulamıştır.
Özetle batılılaşmanın zorunluluğuna inanılmaya başlanan,[89] şer’î devlet-akıl devleti ayrımı gündeme getirilip tartışılan[90] II. Mahmud dönemi, Türkiye’nin din-devlet ilişkilerinin Tanzimat öncesi tarihinde önemli hadd-i fasıllardan biridir. II. Mahmud’un devlet alanında getirdiği merkeziyetçi bürokratik anlayış, oluşturduğu yeni kurumlar, Batı ile geliştirdiği ilişkiler, devlet içinde açmaya çalıştığı dünyevî alanlar, Ulemânın yetkilerini sınırlandırma girişimleri, Eylül 1838’de İngiltere ile imzaladığı Ticaret Sözleşmesi, izlediği Tanzimatlı politikalar vs. Tanzimat’ın oluşumunu sağlayan önemli olaylardır.
Ayrıca Tanzimat, Tanzimat-ı Hayriyye, Nizâm-ı müstahsene gibi nizam kökünden gelen veya nizamla birlikte kullanılan ve Tanzimat döneminin oluşumunda önemli işlev gören kavramlar, II. Mahmud döneminin son yıllarında kullanılmıştır.[91]
Tanzimat Fermanı’nın hazırlanması ve icrasında baş aktörlerden biri olan M. Reşid Paşa da II. Mahmud’un ıslahat mektebinde yetişmiş, Batı’yı o dönemde tanımıştır.[92]
II. Mahmud, saltanatının son zamanlarında Tanzimat-ı Hayriyye’nin ilânı plânlarını yapmış, fakat Âkif Paşa’nın kendisine “hukuk-u Şâhâneniz tahdîd olunacak” sözünün de etkisiyle bundan vazgeçmiştir.[93]
Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 647-655