Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

II. Bölüm: Saptırmalar ve İşkenceler

0 14.686

Necmettin SEFERCİOĞLU 

Ankara’da yapılan görkemli gösteri ve yürüyüş, Sovyetler Birliğinin II. Dünya Savaşını sonlandıran bir zafer kazanma yolunda ilerlemesi karşısında, o zamana kadar yürüttüğü Alman yanlısı politikaya yön değiştirme telâşına düşen Cumhurbaşkanına ve emrindekilere iyi bir fırsat gibi göründü: Yayınlarında Türk dünyasına ilişkin yazı, yorum ve haberlere çokça yer veren Türkçüler, tutsak Türklerin büyük çokluğu işgalindeki topraklarda ya­şayan Sovyetler Birliği yöneticilerini zaten tedirgin etmekte idi. Türkçülük aleyhine bir kampanya açılması ve başlıca Türkçülerin tutuklanıp cezalandırılması, Sovyetlere yönelişe, yâni SSCB’nin kandırılabilmesine (!) yarayabilirdi.[1]

Ayrıca; Maarif Vekili’nin, 03 Mayıs’ın kahramanı olarak görülen Atsız ve kardeşi Nejdet Sançar ile görülecek hesapları vardı: Atsız (1934; 102-105.), “Alaylı âlimler” adlı yazısında Yücel’in, 18 önemli yanlışını belirlediği Türk edebiyatına toplu bir bakış adlı kitabını ağır bir dille eleştirmiş, yazısını “Hasan Âli Bey! Çizmeden yukarı çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı yazmaya kalkıyor muyum?” diyerek bitirmiş; Orhun’daki son yazısında ise onu istifaya çağırmıştı. Sançar ise, 1939 yılında, görevli olduğu Sivas Öğretmen Okulu’nu ziyaret eden Bakanı karşılamamakla kalmamış; onunla, okulun müdürü ve öğ­retmenleri önünde, çetin bir tartışma yapmıştı (Sançar (1947): 14-25). Herhalde, böylece, onların yaptığı saygısızlıkların (!) öcü de alınabilecekti.

O yıllarda İnönü’nün annesine mevlit ve aşir okumakla da ünlü olan ve bundan dolayı Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne sıkça, serbestçe gidebilen Hasan Âli Yücel, durumu hemen İnönü’ye aktarmış ve Rusya’ya yönelmede Türkçüleri kullanma yönünde olurunu almış olarak faaliyete geçmiş olmalıydı. İşte, soruşturmanın yönü, muhtemelen, bu sebeplerle saptırılmıştı.

Zaten Bakan önceden tedbirini almış ve Atsız’ın özel Boğaziçi Lisesi’ndeki görevine 07 Nisan 1944 günü son verdirtmişti (Atsız, vb., 16.03.1951: 13). Hemen Atsız ve tanınmış Türkçülerin ev ve işyerlerinde aramalar yapıldı. Bulunan bazı mektuplar, vb. delil sayılarak gözaltılar ve tutuklamalar o yöne çevrildi. Ankara’da gözaltına alınan bazı gençler de İstanbul’a gönderildi. Atsız-Sabahattin Ali dâvâsı dolayısıyla Ankara’da bulunan Atsız ise, Istanbul’a gitmek üzere hazırlık yaptığı otelde, tutuklandı ve daha sonra İstanbul’a trenle gönderildi.[2]

O arada, çoğu Ankara ve İstanbul’da bulunan, yurdun değişik yerlerinde görevli olan veya yaşayan bazı kişiler de, ya Atsız’a mektup yazmış olmaları ya da Orhun dergisinin açtığı ankete katılmış bulunmaları bahane edilerek, tutuklandılar. Bunların Ankara’ya getirilenleri ile sonradan gözaltına alınmış olanları İstanbul’a gönderildiler[3] (Sefercioğlu, 2001: 16.).

Gözaltına alınıp tutuklananların kimisi sivil, kimisi askerdi. Sivil olanlar Sirkeci’deki, o yıllarda Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Hanı’ına, asker olanlar ise o zaman Istanbul’un Tophane semtinde bulunan Askerî Cezaevine kapatıldılar.[4]

Bundan sonra, oralara getirilip tutuklananlar için bir cehennem hayatı başladı. Onların hepsi “ihtilâttan men” edilmişlerdi; en yakınları, hattâ ailelerinden biri ile dahi karşılaşmaları, görüşmeleri yasaktı. Tıkıldıkları tek kişilik, penceresiz ve ışıksız hücrelerde, birbiri ile karşılaşmaları, konuşmaları ve görüşmeleri de mümkün değildi. Bu yüzden oraya kimlerin getirildiğini bilmiyorlardı. Ancak bazılarını, hücrelerini bekleyen polis veya askerlerle bir isteklerini iletmek için koridorda konuşurlarken, duyabildikleri seslerden tanıyabiliyorlardı.

Daha sonra ilk soruşturma başladı. Bu dönemde tutuklular, önceden hazırlanmış bir “ifade” metnini imzalamaya zorlandılar; imzalamayanlar, çeşitli işkencelere uğratıldılar. O dayanılmaz günleri, Atsız (2004: 8990) , bir koçaklamasında şöyle dile getirir:

Burda güneş açmıyor,
Ümit kuşu uçmuyor,
Yok yok, kervan göçmüyor,
Dakikalar geçmiyor

Bir kadının melâli,
Bir yavrunun hayâli,
Bir evin öksüz hâli,
Gözlerimden kaçmıyor.

Döndüm vuslat yolundan,
Yandım firkat çölünden.
Tanrı rahmet selinden,
Bir damlacık saçmıyor.

Karardı gündüzlerim,
Kış oluyor yazlarım,
Dumanlanan gözlerim,
Uzak yakın seçmiyor.

Bir gönülüm: Muratsız.
Bir kartalım: Kanatsız.
Kendinden geçse Atsız,
Dakikalar geçmiyor…

İtham ve İftira Kampanyaları

03 Mayıs 1944’ün ardından Türkçülere ve Türkçülüğe yönelik bir itham ve iftira kampanyası başlatıldı. Bu, yayın organlarındaki yazılarla, radyodaki konuşmalarla kal­madı; Hükümet adına yayımlanan bir bildiri ve Cumhurbaşkanıın 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ndaki söylevi ile doruk noktasına ulaştı. Bunlarda, kampanyanın adı “Irkçılık ve Turancılık” olarak yayılmış, açılacak dâvânın da adı konulmuştu.

Yayınlar. 03 Mayıs 1944’den sonraki günlerde gazeteler de hemen faaliyete geçirilmiş, yazıları ve haberleri ile kamuoyunu yanıltmaya yöneltilmişlerdi. 07 Mayıs’ta başlayan bu kampanyanın öncüsü, kuşkusuz, üst üste 11 yazı yayımlayan Falih Rıfkı Atay’dı. Onu, 8 yazı ile Hüseyin Cahit Yalçın, 5’er yazı ile Necmettin Sadak ve Âsım Us, 4’er yazı ile M. Zekeriya Sertel ve Nadir Nadi, 3’er yazı ile Hakkı Nezih Beller, Ethem İzzet Benice, Ahmet Emin Yalman, 2 yazı ile Tahsin Banguoğlu, 1’er yazı ile Yavuz Abadan, Selâhattin Batu, Nasuhi Baydar, Burhan Belge, Cemil Bilsel, Emin Erişirgil, M. Faruk Gürtunca, Refik Halit Karay, Peyami Safa, Reşat Şemsettin Sirer, T.İ. (Nurettin Artam), Ahmet Kutsi Tecer, Bedrettin Tuncel, ve Kemal Turan izliyordu. Ayrıca, Tasviri efkâr imzalı 4, Ülkü imzalı 2 ve Yeni sabah imzalı 1 yazı yayımlanmıştı.

Anılan bu yazılar, Maarif Vekilliği’nin resmî yayını ve Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları dizisinin 4.sü olarak çıkarılan IrkçılıkTurancılık (1947) adlı bir kitapta toplanmıştı.[5] Bu da Türkçülüğe yönelik devlet terörünün önemli kanıtlarından biri idi.

Resmî Tebliğ. Bir yandan gözaltılar ile tutuklamalar sürer, gazetelerde itham ve iftira yazıları yayımlanır iken, Bakanlar Kurulu, 18 Mayıs 1944 günü, Anadolu Ajansı aracılığı ile bir “resmî tebliğ” yayımladı.[6] O bildiri de, Hükümetin 03 Mayıs 1944 sonrasındaki olaylara bakışını açıkça gösteriyordu. Bu durum, mâsum bir gençlik eyleminin nasıl saptırılabileceğinin, “resmen” nasıl çarpıtılabileceğinin ve yargıya talimat verilişin tipik bir örneği idi. O belgede, Atsız’ın yazısında örnekleri ile kanıtlanan Millî Eğitim kuramlarındaki komünist etkinlikleri, örgütlenmesi ve propagandaları görmezden gelinirken Türkçülerin benzer eylemler içinde bulunduğu, hiçbir belge ve olaya dayanılmadan iddia ediliyor ve bir avuç suçsuz ülkücünün bu iftiralara kurban edilmek istenmesinden çekinilmiyordu.

19 Mayıs 1944 söylevi. O günlerin en çarpıcı olaylarından biri, İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1944 günü verdiği Gençlik ve Spor Bayramı’nı açış söylevi idi. O söylevin büyük bir bölümünü “Irkçılık-Turancılık” konusuna ayıran Cumhurbaşkanı, bu eylemi ile, henüz soruşturma evresinde olan, haklarında bir dâvâ bile açılmamış bulunan kişileri peşin olarak mahkûm ediyor ve bütün suçları vatan ve milletlerini sevmek olan o genç insanları “fesatçı”, “vatan haini” olarak nitelendiriyordu.[7] Söylev, açılma hazırlıkları süren dâvânın gelişim ve sonucunu olumsuz yönde etkileyecek bir yönerge niteliğinde idi. Haklarında dâvâ açılacak olası sanıkların nelerle suçlanması gerektiği konusunda da ipuçları veriyordu. Bu söylevde yer alan iddialar, soruşturma yapan görevlilerin işini kolaylaştırıyor; onlara, sanık adaylarını itham çabalarında yol gösteriyordu.[8] Bu söylevin olumsuz etkileri ve izleri, yakında başlayacak dâvânın iddianamesinde, ilk soruşturma kararında ve dâvâ sonucunu ortaya koyan I. Sıkıyönetim Mahkemesi ilâmında açıkça görülecekti.

İşkenceler

Göz altılı ve tutuklu sanık adaylarının İstanbul’a gönderilmesinden sonra, Ankara’daki, Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel, yazar Falih Rıfkı Atay ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’dan oluşan düzenci ekibinin fiilî görevi sona ermiş; sorgulama ve işkence işi, sorgulamaları yönetmek üzere İstanbul’a gönderilen Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Kâmuran Çuhruh ile İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, Emniyet Müdürlüğü I. Şube Şefi Sait Koçak ve bir askerî hâkim yüzbaşı olan Kâzım Alöç’den oluşan ekipçe üstlenilmişti. Tophane Cezaevindeki sorgulamalar ise askerî yetkililerce yürütülüyordu..

İstanbul’da başlatılan ilk soruşturmalar sırasında, gözaltına alınmış / tutuklanmış olan Türkçülere birçok değişik işkenceler uygulandı. O işkenceler, sanık adaylarına, sorgulayanlarca hazırlanmış “ifade” metinlerini imzalatmak için yapılıyordu. O metinlerde, sanık adaylarının Irkçı ve Turancı oldukları, devleti Turancı serüvenlere açık bir yapıya kavuşturmak için hükûmet darbesi yapacak gizli bir örgüt kurdukları, bu yolda çalışmak için ant içtikleri, vb. yazılı idi. Bunları sözle de ikrar etmeleri isteniyordu. Bazıları ülkenin değişik yerlerinden alınarak getirilmiş bulunan bu kişilerin, gerçekten varsa, o örgütü nasıl kurdukları, orada nasıl ve ne zaman çalıştıkları sorgulanmıyordu. Önemli olan Cumhurbaşkanı ve Maarif Vekili ile yandaşlarının hazırladığı senaryo ifadeyi okumadan, karşı çıkmadan imza etmeleri ve ona uygun “sözlü ifade” vermeleri idi. Bu, elbette, mümkün olamazdı. O durum karşısında, yapılacak tek iş kalıyordu: İşkence!..

İşkence uygulamasına zaten gözaltılar ile birlikte başlanmıştı. Tutuklanan herkese uygulanan en etkili işkence, “ihtilâttan men” idi. Onlar, yan yana olan hücrelerinde, birbiri ile de karşılaşıp görüşemiyorlardı. Sanık adaylarının, kitap, dergi ve gazete okumaları yasaktı. Hepsi de aydın kişi olan bu genç insanların okumadan yoksun kalmaları, kuşkusuz, işkencelerin en korkunçlarından biri idi.

İşkenceler yalnızca sanık adayları ile sınırlı kalmamış kimilerinin ailelerine de uygulanmıştı. Sözgelişi, Atsız ve Nejdet Sançar’ın evdeşleri, dolayısıyla aileleri de bu zu­lümlere uğramışlardı. Atsız’ın evdeşi, Erenköy Lisesi Tarih öğretmeni Bedriye Atsız hiçbir soruşturma geçirmeden ve sebep belirtilmeden, 13 Mayıs 1944’de ‘vekillik emrine’ alındı, 16 Mayıs 1944’te de tutuklandı (Sançar, 1947: 10.). Bedriye Atsız, dört buçuk yaşındaki oğlu Yağmur’u, gözaltına alındığı sırada evinde temizlik işi için bulunan hanıma emanet etmek zorunda kaldı. Evin çevresi polislerle çevrili olduğu ve kimsenin eve gir­mesine izin verilmediği için, onlar da evde “mahpus” kaldılar. İki buçuk ay o yabancı kadınla yaşayan Yağmur, günlerini durmadan “benim annemle babam vardı, onlar neredeler?” diye ağlayarak geçirdi (Müftüoğlu, 1977: 68.). Bedriye Atsız 26 Temmuz 1944’te salıverilmesine rağmen, ‘vekillik emrinde bulunma’ durumu, öğretmeni olduğu liseden Kartal Ortaokulu öğretmenliğine atanışına kadar, 23 ay sürdü. Benzer bir uygulama da, Nejdet Sançar’ın evdeşi, Balıkesir Lisesi kimya öğretmeni Reşide Sançar’ın başına geldi. O da 20 Haziran 1944 günü, ‘vekillik emrine’ alındı. O işkenceden, 20 Ekim 1944’te, kendisine haber verilmeden Zonguldak Lisesi kimya öğretmenliğine atanarak kurtuldu[9] (Sançar, 1947: 1213.). Her ikisi de çok az miktardaki ‘vekillik emri’ aylığı ile geçinerek yaşamağa çalıştılar. Bazen o bile verilmedi.

Gözaltılı / tutukluların sivil olanları, Sirkeci’deki ünlü Sansaryan Hanı’nın çatı katındaki, bir yatağın zor sığdığı, varsa penceresi tavandaki küçük bir delikten ibaret, 15 watt’lık lâmba ile aydınlatılan hücrelerde tutuluyorlardı. Tahta bir kerevet üzerindeki yataklar kir ve pislik yüklü idi. İçlerinde bit, pire, tahtakurusu gibi haşere orduları dolaşıyordu. Bir de oralara bazen ikinci bir sanık adayı getiriliyor, onun içerideki ile birlikte kalması isteniyordu. Sonradan gelenlerin arasında yabancı, komünist olanlar vardı. (Yüksel, 1947: 2. S.). Tek kişilik dar yatağa iki kişinin sığması mümkün olmadığı için, biri yatarken öbürü ayakta, uyanık kalmak zorunda idi. O kattaki, suyu çoklukla akmayan tek helâya gitmek, koridordaki tek lavaboyu kullanmak da başka işkencelerden idi. Kimi nöbetçi polisler o yöndeki isteklere çoklukla cevap vermezler, insanları saatlerce bekletirler, korkunç sıkıntılar içinde bırakırlardı. Sonradan bir de kattaki tek helânın kapısını, ihtiyaç giderirken bile, sürekli açık tutturma işkencesi başlatılmıştı.

Çoğu tutuklunun günlük yiyeceği üç yüz gramlık bir ekmekten ibaretti. Yemek, ancak parası olan için, dışarıdan getirtilebilirdi; ama çoğunun parası yoktu. Bu manevî baskılarla yetinilmiyor, bazı tutuklulara başka maddî işkenceler de uygulanıyordu:

Bunlardan biri, tutukluyu Sansaryan Hanı’nın bodrum katındaki “mezarlık hücresi”nde konuk etmekti. Duvarlarından lâğım suları sızan, tabanları vıcık vıcık çirkef olan, yatılacak yeri taş bir çıkıntıdan ibaret bulunan bu beş yerden birinde Atsız, bir hafta süreyle çile doldurdu. Hücreye konulurken yanında olan şapkası, bir haftada küf bağlamıştı.

Başka bir etkili işkence yöntemi, hoşa gitmeyen ifadeler veren ve/ya hazır yazılı ifadeleri imzalamayan sanık adaylarını, “tabutluk” veya “mutena hücre” denilen, dik tutulan tabut biçim ve oylumundaki oyuklara tıkmaktı. Bunlar, çatı katındaki hücrelerin 19 ve 20 numaralı olanları idiler. Derinliği 40’ar, genişliği 50’şer sm. olan bu oyukların yüksekliği 2,5 m. idi; tavanında 1500 watt’lık ışık veren ampuller, duvarlarında kalın zincirler vardı. Yola getirilmesi düşünülen gözaltılı tutuklu oraya ayakta olarak sokulur, kollarından ve bacaklarından zincirlerle bağlanarak duvara asılır, kapısı kapatıldıktan sonra tepedeki ışık yakılır, işkence edilen “pes” edinceye veya bayılıncaya kadar orada tutulurdu. Türkçülerin bu tabutluklar da aç ve susuz, 48 saat kalanları veya orada birkaç kez konuk edilenleri vardı (Tanyu, 1950: 19.). Böylece maddî işkencenin en korkunçlarından biri daha gerçekleşmiş olurdu. Türkçülerden o işkenceye, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek ve sonradan salıverilmiş olmasına rağmen Osman Yüksel lâyık görülmüştü. Tabutlukların bir görevi de, gözaltılı / tutuklulara gösterilip, istenilen ifadeyi vermezlerse oraya tıkılacakları tehdidinin yapılmasına, gözdağı verilmesine hizmetti.

Dayak, falaka, küfür yaygın işkence türlerindendi. Bunlardan nasiplenen birçok Türkçü sanık adayı vardı. Onların biri Sait Bilgiç, bir diğeri de sonradan sanıklıktan kurtulmuş bulunan Mehmet Külâhlıoğlu idi. Hikmet Tanyu’ya uygulanan başka bir işkence, başına tabanca dayanarak yapılan tehdit idi. İşkencelerden Prof. Dr. Zeki Velidî Togan’ın payına da verildiği hücreyi haşerelerden temizlemek düştü: İlk günlerinde oradaki bitler ordusu, onu gece boyunca uyutmadı; O da öldürebildiklerini, kanlarını hücrenin duvarına, askerî kıta düzeninde sıra ile aktararak belirtti. Ayrıca, iki gün aç ve susuz bırakıldı. Bu aç ve susuz bırakma işkencesi sıklıkla herkese uygulandı. (Tanyu, 1950: 78.; Müftüoğlu, 1977: 8197.).

Tophane’deki Askerî Cezaevinde tutulan sanık adayları bu tür maddî işkencelere uğramadılar. Fakat onlar da “ihtilâttan” ve okumadan yasaklı idiler. Hücreleri dar, havasız ve tek kişilikti. Yatakları, Sansaryan Hanında bulunanlarınki gibi eski, tiksinilecek kadar pisti. Hasan Ferit Cansever, verildiği hücredeki yatağa giremediği için, durumu öğrenilip evinden yatak gönderilinceye kadar, üç gün, bir tabure üstünde uyumağa (tünemeğe) çalışmak zorunda kalmıştı. Ötekiler ise, böyle bir imkânları bulunmadığı için, çaresiz, o yataklarda yatmak zorunda kaldılar. Alparslan Türkeş, oradaki işkenceleri, “Hücrenin rutubeti, ışıksızlık, güneş yüzü görememek, bir şey okuyamamak, atalet beni yıpratmıştı.” sözleri ile belirtir. (Müftüoğlu, 1977: 95).

İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesince yürütülen Türkçülük dâvâsının bir duruşmasında, sanıklar ilk soruşturmalar sırasında Emniyet Müdürlüğü’nde yapılan işkencelerden yakınınca, kendisi de o işkencelerin uygulayıcılarından olan ünlü savcı Kâzım Alöç,

“Efendim, biz bunları huzurunuza misafir olarak değil, hükûmeti devirmek isteyen vatan hainleri, katiller ve caniler olarak sevk ettik. Kendilerini Pera Palas otelinde oturtacak değildik. Bunları huzurunuza reisicumhur namzedi olarak da çıkarmadık. Onun için elbette her nevi zulmü görmüşlerdir ve göreceklerdir.” (Orkun. 01.12.1950: 9.)

diyerek yapılan işkenceleri açık bir dille itiraf etti. Fakat bu sözler, sanıkların “Biz vatan haini değiliz. Bu sözleri aynen savcıya iade ederiz” biçimindeki karşı çıkmalarına ve sanık avukatlarından Kenan Öner’in

Huzurunuzda muhakeme edilmekte olan vatandaşlar henüz hükümlü olmayıp sadece sanık durumundadırlar. Savcının bu sözleri söylemeye hakkı yoktur. Lütfen, savcı Kâzım Alöç’ün bu beyanlarının aynen zabta geçirilmesini talep ederim.”

yolundaki ısrarlarına rağmen, isteği duruşma tutanağına geçirtilememişti. Oysa, dâvâlar sonunda bütün sanıklar aklanacak, savcının itham ve itirafları acı bir ‘şecaat arzı’ olarak kalacaktı (Müftüoğlu, 1977: 182183.).

İşkenceler konusu, gerek 07 Eylül 1944 günü başlayan dâvânın duruşmaları sırasında, gerek 1947’deki ÖnerYücel Davasında, gerekse daha sonraki yıllarda sıkça söz konusu oldu. Ayrıca, ‘Türkçülük Dâvâsı’nın ilk soruşturmaları sırasında 15 çeşit işkence uygulandığını belirleyen Hikmet Tanyu (1950: 78.), uzun uğraşıları sonunda, işkence ve zulümlerin dâvâ konusu yapılmasını başararak bunları yapanların yargılanması yolunu açtı. Fakat işkenceciler, 1950 yılında Demokrat Parti iktidarının çıkardığı af kanunundan yararlanıp yargılanmaktan kurtuldular (Tanyu, 1950: 148.).


Kaynak:
Necmettin SEFERCİOĞLU
3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvâsı
TÜRK OCAKLARI ANAKARA ŞUBESİ
[1] Konuyu irdeleyen birçok yerli ve yabancı düşünür ve yazarlar da bu görüştedirler.
[2] Aynı trenle İstanbul’a götürülen, fakat Atsız’a yaklaştırılmayan Osman Yüksel, bu yolculuk serüvenini dergisinde (Yüksel, 1947: 2. Sayı) ayrıntılı olarak yazdı (Müftüoğlu, 1977: 63-68.).
[3] Bu Türkçüler Ardahan, Aydın, Balıkesir, Bandırma, Bitlis, Isparta, Samsun, Zonguldak’ta gözaltına alınmıştı.
[4] Aynı suçun(!) zanlısı olan kişilerin iki ayrı yerde toplanmalarını anlamak güçtür. Çünkü yasal olarak onların aynı yerde bulunmaları gerekirdi. Bu farklı durum, sorgulana sırasında onlara uygulanan sorgu ve işkenceleri de farklılaştırmıştır.
[5] TİTE (1944): 25-225. Kitap bu yazıları aktarmakla kalmamış, “Sayın Millî Şefimiz İsmet İnönü’nün nutukları” (3-9. s.); Sayın Başvekil Şükrü Saracoğlu’nun bütçe müzakereleri dolayısıyla B.M.M.’-ndeki beyanatlarından parçalar” (10.); “Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel’in 19 Mayıs nutukları” (12.); “Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel’in Maarif bütçesinin müzakeresi dolayısiyle B.M.M.’ndeki beyanatlarından parçalar” (13-15.); “Maarifçilerin Millî Şef’e arizaları” (16.); C.H.P. Genel Sekreteri M.Ş. Esendal’ın Parti teşkilâtına yaptıkları tamim” (17-20.); “Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel’in, Sayın Millî Şef İsmet İnönü’nün 19 Mayıs nutukları dolayısıyle Maarif Teşkilâtına yaptıkları tamim” (22-24.) başlıklı metinlere de yer vermişti.
[6] Bk. III. ek
[7] Bk. IV. ek.
[8] Maarif Vekilliği, bakanlık örgütüne gönderdiği bir genelge (TITE, 1944: 22-24.) ile, söylevin bütün okulların sınıflarında okunup açıklanmasını da istemişti.
[9] Reşide Sançar, Zonguldak’a atandığı kendisine duyurulmadığı için oradaki görevine ancak iki ay sonra başlayabildi. Bu atamayı, sorgulama için Zonguldak’tan İstanbul’a gelen Ziya Özkaynak aracılığı ile öğrenebilmişti.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.