Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

II. Abdülhamid’in Mısır Sorununa Yaklaşımı Ve İstanbul Konferansı

0 10.154

Osmanlı Devleti’nin Berlin Kongresi’nden sonra, benimsediği politikalar çerçevesinde Mısır sorununa yaklaşımı 19. yüzyılın son çeyreğini konu alan Osmanlı tarihinin önemli sorunlarından bir tanesidir. Bu bağlamda, Mısır sorununa bir çözüm bulmak amacıyla İstanbul’da düzenlenen konferansta II. Abdülhamid’in tutumu ayrıca bir öneme sahiptir.

Hükümeti devre dışı bırakarak Osmanlı Devleti’nin dış politikasını elinde tutan Abdülhamid’in öncelik verdiği alan, Avrupa’nın yayılmacı tavırları karşısında, Osmanlı Devleti’nin siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumaktı.

Aslında, Osmanlı Devleti’nin bu yaklaşımı, Abdülhamid’den önce Tanzimat devrinde (1839-1856) başlayan ve Islahat Fermanı devrinde (1856-1876) devam eden süreçte yapılan reformlara paralel olarak benimsenen bir politikadır. Tanzimat döneminin en önemli politikalarından biri, devletin güvenliğini sağlamak ve Avrupa’dan gelecek muhtemel saldırıları engellemek için, Osmanlı Devleti’ni Avrupa devletleri arasında oluşan sisteme (Concert Européen) katmaktı. Bu bağlamda, Kırım Savaşı (1853-1855) sırasında Avrupalı güçlerle ittifak yapmakta başarılı olan Osmanlı diplomasisi, 1856 yılında Paris Antlaşması’nı yaparak Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın bir parçası olarak görülmesinde, önemli bir sonuç aldı. Buna göre Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı bu devletler tarafından garanti altına alındı. Bu durumu ihlal eden hareketleri başlatan devletlerin tavırları, bir “savaş sebebi” (causus belli) olarak görüleceğini belirten adı geçen anlaşma, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü sağlayacak kuvvetli bir dayanaktı. Fakat, bu yazılı garantilere rağmen Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını isteyen güçler, bu amaçlarını uygulamaktan vazgeçmediler. Paris Antlaşması’nın Osmanlı Devleti’ne sağladığı güvenliğin, uzun vadeli bir garanti taşımadığının görülmesi için, aradan biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin iç sorunlarına müdahale etme politikalarını terk etmedikleri için, Paris Antlaşması’nın sağladığı garantinin gereklerini kendileri yerine getirmekten kaçınıyorlardı.

Öte yandan, Kırım Savaşı ile Avrupa siyasetinde güç kaybeden Rusya, 1871 yılında Fransa ile yakınlaşarak Paris Antlaşması’nın Karadeniz’e ait hükümlerini ortadan kaldırmayı başardı. Bu gelişme, Kırım Savaşı’ndan sonra, Rusya’nın durdurulmasıyla kazanılan, Osmanlı Devleti’nin güvenliği ve toprak bütünlüğü garantisine, büyük bir darbe vurdu. Osmanlı Devleti 1877 yılında, Rusya ile tek başına savaşmak zorunda kaldığı zaman, Paris Antlaşması’nın yanıltıcı güvenliğinin işe yaramaz olduğunu gördü. İstanbul yakınlarına kadar gelen Ruslar, İngiltere’nin öncülüğünde, Paris Antlaşması’nı imzalayan diğer devletlerden Fransa ve Avusturya-Macaristan’ın tehditleriyle geri çekilmek zorunda kaldı.

Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti altına alan bu devletler, Berlin Kongresi sürecinde Rusların ele geçirdiği yerlerden bazısından çekilmesini sağlamakla birlikte, kendileri için stratejik değeri olan bazı Osmanlı topraklarını, aralarında paylaşmaktan kaçınmadılar. İngiltere Kıbrıs, Avusturya-Macaristan Bosna Hersek, Fransa da Tunus üzerindeki emperyalist hedeflerini bu ortamda gerçekleştirme yolunu seçtiler. Berlin Kongresi’nin diğer sonuçlarına göre, Osmanlı Devleti Balkanlar’daki önemli topraklarından çekilmek zorunda bırakıldı. Sırbistan, Karadağ ve Romanya, Osmanlı Devleti ile tüm bağlarını koparıp bağımsız oldular. Doğu Rumeli özerk bir eyalet haline getirildi. Böylece Osmanlı Devleti, büyük bir nüfus ve üretim kaybıyla karşılaştı. Osmanlı Devleti topraklarının beşte ikisini ve toplam nüfusunun da beşte birini kaybetti. Ayrıca, Osmanlı Devleti Rusya tarafından çok ağır bir savaş tazminatı ödemeye zorlandı. Bu tazminat da Osmanlı Devleti’nin tüm borçlarını altıda bir oranında artırarak bütçesine büyük bir yük getirdi. Bir başka ekonomik sorun da Osmanlı Devleti’nin ödeyemediği dış borçlarından kaynaklanmaktaydı. Bunun sonucunda, 1881 yılında, Osmanlı maliyesinin yönetimi, büyük ölçüde Duyun-i Umumi tarafından idare edilmeye başlandı. Görüldüğü gibi, 1856 yılından itibaren Rusya tehlikesinden göreceli olarak emin bir şekilde yaşayan Osmanlı Devleti, 1877 yılında aynı tehlike ile tekrar çok açık bir biçimde karşılaştı. Bu durumda, Osmanlı Devleti savaşa girmenin ne kadar ağır bir fatura ödeme riski taşıdığını, acı da olsa tecrübe etmişti. 1880’lerden sonra biçimlenen Abdülhamid’in devlet politikasının köşe taşlarından birini bu tecrübe oluşturmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Mısır Hidiviyeti, aşırı borçlanmanın yol açtığı sebeplerden dolayı 1876 yılından itibaren bir takım ekonomik ve sosyal sorunlarla uğraşıyordu. 1879 yılında, olaylardan sorumlu tutulan Mısır Hidivi değiştirilmesine rağmen, Mısır’daki sorun gittikçe büyümekteydi. Yukarıda belirtildiği gibi, Mısır sorunu esnasında, Osmanlı Devleti birçok iç ve dış sorunlarla karşı karşıyaydı. Mısır krizi, Osmanlı Devleti açısından çok sorunlu bir zamanda ortaya çıktığı için, olayları kontrol etmede bir takım eksikliklerin olması kaçınılmazdı. Ancak Osmanlı Devleti, Mısır sorununu çözmek için ne kendisini sonu belli olmayan bir maceraya sokmak istiyor, ne de sorununun kendisine yüklediği külfetten kaçınmak istiyordu. Osmanlı Devleti, 1876 yılından itibaren Mısır sorununun çözümü için reel politikalar izledi. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak şeklinde, kabaca formüle edilen “Doğu siyaseti”ni değiştirince, Osmanlı Devleti güvenliğini sağlayacak yeni politikalar geliştirmek zorunda olduğunu gördü. Bu sıkıntılı ortamda Osmanlı devlet adamları, bir yandan İngiltere’ye alternatif yeni stratejik partner arayışlarına giriştiler, bir yandan da Mısır sorununa çözüm bulma siyasetleri üzerinde uğraş verdiler.

19. yüzyılın Avrupalı büyük güçleri, Berlin Kongresi’nden sonra, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarından uzaklaştırılması için uyguladıkları dış politikalarını, Osmanlı Devleti’nin nüfuzu ve egemenliği altındaki, Asya ve Afrika’daki toprakları söz konusu olunca, daha farklı bir biçime sokmuşlardır. İkinci politikalarının birincisinden farkı, ekonomik çıkarların daha baskın bir rol oynamasıdır. Bunun için Afrika’yı bizzat işgal ederek topraklarına katmayı amaçlayan bir politika izlemişlerdir. Bu politikalarını uygularken kendi aralarında mümkün olduğunca çatışmadan uzak bir şekilde anlaşma ve paylaşma esasını göz önünde bulundurmuşlardır.

1876 yılına kadar Afrika’nın ancak %10’u Avrupalı güçler tarafından işgal edilmişti. Bu tarihten sonra büyük paylaşma başladı.10 İngiltere’nin Kıbrıs ve Mısır’ı, Fransa’nın Tunus’u, İtalya’nın Kızıldeniz’deki Musavva’yı işgalini bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Kısacası, büyük güçler hem kendi aralarında, hem de topraklarında bir çeşit sömürge paylaşımı yaptıkları Osmanlı Devleti’ne diplomatik baskı kullanarak, savaşmadan bu devletin egemenliği ve nüfuzu altındaki Kuzey Afrika’yı işgal etmişlerdir. Osmanlı Devleti ise, bu güçlere savaş açarak bir sonuç alamayacağını ve daha büyük kayıplarla karşılaşacağını bildiğinden -1877 Rus tecrübesinin de gösterdiği gibi- söz konusu işgallere karşı, diplomatik yolları kullanarak tepkisini göstermiş ve uluslararası gelişmelerin kendi lehine dönmesini bekleyerek hukuki varlığını fiilen geri almaya çalışmıştır. Bu açıdan Osmanlı Devleti’nin dış politikasını büyük ölçüde elinde tutan II. Abdülhamid’in Mısır sorununun görüşüldüğü İstanbul Konferansı sırasında ortaya koyduğu politikalar, ayrıca öneme sahiptir.

Dr. Süleyman KIZILTOPRAK

Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.