Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali BEYHAN
Gizli istihbâratın tarihi, her halde insanoğlunun “devlet mefhûmuyla tanıştığı tarih” kadar eskidir. Gerek İslâm coğrafyasında ve gerek diğer coğrafyalarda kurulan bütün devletler istihbârata önem vermişlerdir.
Zirâ bir hükümdârın “sâhib-i haber ve münhî” tayin etmesi ve bunlara sahip olması basîret ve adalete uygunluk olarak kabul edildiği gibi, aksi zaafiyete ve zulme hamledilmiştir.[1]
Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren, bilhassa mücâvir devletler hakkında bilgi toplama faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu, daha çok, devletin aleyhinde olabilecekleri önceden haber alma ve bununla “tertipleri bozma” amacına yönelik olmuştur. Osmanlı Devleti’nin başlangıçta, yabancı devletlere karşı martolosları casus olarak kullandığı ve bunlar vasıtasıyla bilgi topladığı bilinmektedir. Nitekim Sultân II. Murad’ın Kosova Savaşı (1448) sırasında Martolos Doğan’ı Macarlar hakkında bilgi toplamaya memur ettiğini biliyoruz.[2] Böyle bir istihbarat çalışması, Pîrî Mehmed Paşa’nın tavsiyesi doğrultusunda, Çaldıran Seferi esnasında İran Ordusu hakkında yapılmış, Osmanlı casusları İran içlerine kadar gönderilerek İran’ın askerî gücü ve durumuna dair önemli bilgiler sağlanmıştır. Yavuz’un Mısır Seferi öncesinde de bu tür istihbarî bilgilerin elde edilmesi cihetine gidilmiş, İran-Memlûk Devletleri arasında Osmanlı Devleti’ne karşı gizli münasebetlerin bulunduğu tespit edilmiştir.[3]
II. Abdülhamid Dönemi’den Önce Hafiyye Teşkilâtı
Arşiv vesikalarında ve kroniklerde casus ve casuslukla ilgili bilgiler mevcuttur. Nizâm-ı Cedîd’in tatbiki sırasında, bu hareket hakkında ileri-geri konuşmalara müsaade edilmediği, bunun için de sıkı bir tecessüs ve tarassut faaliyetinde bulunulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, İstanbul-Tophane Semti’nden Mehmed isminde bir şahıs, adı geçen semtte Çavuşbaşı Mahallesi’nde Berber Hacı Bayram’ın dükkânında, “ittifâk-ı ârâ ile tertîb ü tasvîb olunan Nizâm-ı Cedîd şurûtu” aleyhine konuştuğu, halkı bu harekete karşı tahrik edici sözler sarfettiği tespit edilmiş; bu şahıs, bu gerekçe ile “li-ecli’t-te’dîb bâ-emr-i âli” Rodos’a sürülmüş ve mahallin kadısına, adı geçenin ikinci bir emre kadar orada gözetim altında tutulması sıkı sıkıya tenbih edilmiştir.[4]
Toplum içinde, her zaman “kefere câsusları ve erbâb-ı nifâk” ın mevcut olabileceği gerçeği yöneticiler için bir endişe kaynağı olmuş, bu endişeden dolayı bazı tedbirlere başvurulmuştur. Örnek olarak 22 Eylül 1821 tarihli bir belgede bu endişe dile getirilerek alınması gereken tedbirler belirtilmiş, özetle; “ehl-i İslâm beyninde nice kefere câsusları ve erbâb-ı nifâk mevcûd olarak dâima ortalığa nifâk u fesâd bırakmak içün dürlü dürlü erâcîf ü ekâzîb ihtirâ’iyle neşr u işâ‘a eyledikleri” sözleriyle casusların yaptıkları dile getirilmiş ve bu faaliyetlerin doğuracağı tehlikelere işaret edilmiştir: “…her bir şeyden evvel bu gûne fesâdın def‘i çâresine bakılmaz ise ma’aza’llahu te’âlâ ehl-i İslâm beynine nifâk u mübâyenet hulûl ederek, taraf taraf düşmenlerimiz ayakda ve fursat gözetmekte iken bu sûret, cümle Ümmet-i Muhammed hakkında ne derece vahâmet-i âkibeti müstelzim olacağı cümle indinde muhakkak u meczûm”dur. Bu gibi tehlikelerin bertaraf edilmesi için de alınması gereken tedbirler sıralanmış ve yapılması gereken işler emredilmiştir: “Mukaddem tenbîh ü te’kîd olunduğu üzre erâcîfe dâir söz söyleyenler hafî vü celî taharrî vü tecessüs olunup, her kangı zümreden olur ise olsun derhal ahz ve zâbiti marifetleriyle te’dîb olunacakları peşînce i‘lân ile ba’dehu ahz olunanların hâtır ve gönüle bakılmayarak ve kimesne tarafından tesâhub ve şefâ’at olunmayarak icrâ-yı lâzime-i te’dîblerine ibtidâr olunması husûsuna irâde-i seniyye-i Mülûkâne müte‘allik”tir.[5]
Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra, yeni ordunun teşkilâtlandırılması için 1827 Nisan’ında Ağa Hüseyin Paşa yerine, Asâkir-i Mansûre Seraskerliği’ne getirilen Mehmed Hüsrev Paşa’nın İstanbul’da II. Mahmud’a karşı oluşan veya oluşabilecek muhalefetleri ortaya çıkarmak ve sindirmek için bir casusluk şebekesi oluşturduğu söylenir.[6] Bu bilgi toplama, istihbârat edinme, sadece dış hedefli değil, iç hedefli de olmuştur. Geniş imparatorluk coğrafyasında valilerin, ümerânın ve nüfûz sahiplerinin faaliyetlerine yönelik bilgi edinme, onları disiplin altında tutma gereği, doğal olarak böyle bir ihtiyacı doğurmaktaydı. Keza tarih boyunca saltanat kavgalarında, devlet adamlarının, saray mensuplarının iktidâr mücâdelelerinde, rakiplerin birbirlerine karşı “casusluk, karşı-casusluk” faaliyetlerinde bulundukları bir gerçektir.[7] Meselâ, Hüseyin Avni Paşa’nın sadareti esnasında (1874-1875), Abdülaziz’in hal‘i meselesinde Ahmed Cevdet Paşa’ya güvenmediğinden, onu Yanya’ya vali olarak göndermek sûretiyle İstanbul’dan uzaklaştırmak istediği, onun evini tarassut altında tuttuğu, bu işe Zabtiye Nâzırı Hüsnü Paşa’yı memur ettiği ve Hüsnü Paşa’nın da tarassut ve tecessüs için hafiyyeler tayin ettiği bilinmektedir.[8] Bu tür faaliyetler sade vatandaşa karşı da yürütülmüştür. Osmanlı başkentinin her hangi bir mahallesinde, mesela bir berber dükkânında “devlet sohbeti” yapıldığı gerekçesiyle dükkânın mühürlenmesi, dükkân sahibinin ve sohbete katılanların cezalandırılmaları, sade vatandaşa karşı istihbârat yapıldığını göstermektedir.[9]
Bu şebekenin, daha sonraki yıllarda, Tanzimat’ın ilanından sonra faaliyetlerini umûmileştirdiği görülmektedir. Bu faaliyetler, “tecessüs-i ahvâl” adı altında ve Zabtiye Nezâreti’ne bağlı olarak yürütülmüştür. Tecessüs-i ahvâl” için “me’mûr-ı mahsûs” olarak iki tip memur istihdam edilmiştir. Bu memurlardan bir kısmı muvazzaf, yani Zabtiye Nezâreti’ne bağlı çalışan daimi memurlardır. Bu tür memurlar, görev için bir yere gönderildiklerinde, kendilerine maaşlarından fazla olarak “bârgîr ücreti” diğer bir ifâde ile ulaşım gideri ödeniyordu. Diğer tip memurlar ise, daimi statüde çalışmayan, ancak duruma, zamana göre; görevi yerine getirebilecek özellikleri haiz kişiler arasında seçilerek görevlendirilen memurlardı. Bu tip memurlara, “bârgîr ücreti” ile beraber, günlük masraflarını karşılamak üzere on ile yirmi kuruş arasında değişen bir ücret takdir ediliyordu. Ayrıca, eğer bu tür memurlar, maiyyetlerinde yardımcı eleman çalıştırıyorlarsa onlara da ücret veriliyordu.[10]
Organize bir istihbârat örgütü olarak, Osmanlı Devleti’nde bir teşkilâtın, Mustafa Reşid Paşa zamanında, Paris Türk Elçiliği’nde müşâvir sıfatıyla çalışan Sefels Soldenhof’un, Fransız istihbârat örgütünü esas alarak hazırladığı rapor ışığında kurulduğu ve başına da Korfulu Civinis Efendi’nin miralay rütbesiyle getirildiği, yine bu örgütün oluşmasında İngiliz diplomat Stratfor Canning’in tavsiyelerinin büyük ölçüde rol oynadığı ileri sürülmüştür. Fakat bu gizli örgütün, daha çok tanınmış paşaların, finans çevrelerinin, diplomatların ve ünlü sîmâların özel hayatlarını tarassut etmekten öte bir şey yapmadığı belirtilmektedir.[11]
II. Abdülhamid ve Hafiyye Teşkilâtı
II. Abdülhamid Devri, yakın dönem Osmanlı Tarihi’nin önemli ve önemli olduğu ölçüde de tartışmalı bir dilimini teşkil eder. Bu dönemin önemi ve çokça tartışılması bazı nedenlere bağlıdır. Bu nedenleri iki başlık altında toplamak mümkündür. Birinci neden, Sultan Abdülhamid Devri’nde Osmanlı Devleti’ne yönelik yıkıcı faaliyetlerin artması, bu faaliyetlerin içinde hem iç ve hem dış unsurların rol almış olmalarıdır.[12] İkinci neden, birinci nedene bağlı olarak, ya da birinci nedenin neticesi olarak yüzyılımızın başında, tarih sahnesine veda eden Osmanlı Devleti’nin mihveri durumundaki Anadolu topraklarına komşu coğrafyalarda meydana gelen siyasal değişimler ve bu değişimlerin doğurduğu problemlerin günümüze yansımasıdır.
Tartışmaların merkez noktasında Sultan Abdülhamid’in şahsiyeti ve yönetim tarzı oturmaktadır: Onun zâlim olduğu veya olmadığı, döneminin devr-i istibdâd olduğu veya olmadığı tartışılmıştır. Bu tartışmalarda, Hafiyye Teşkilatı ve Jurnalcilik, “istibdâdın bir manivelası”, istibdâd idâresinin rûhu olarak görülmüş ve ön plana çıkarılmıştır.[13]
Peki hafiyye nedir? Bunun bir teşkilâtı var mıydı? Var idiyse bu teşkilât neler yapmıştır? Bu konuda yazılanlar ne derece doğrudur? Bu soruların cevaplarını bulmak, her şeyden önce, konunun anlaşılması için gereklidir. Hafiyye, kelime olarak gizli tahkikat memuru anlamında kullanılmıştır. İşleri gizlice soruşturan, tahkik eden kişiye hafiyye memuru veya kısaca hafiyye denilmiştir. Bu kelimeyle ilintili olarak, geniş bir anlam zenginliğine sahip bulunan jurnal sözcüğü, diğer anlamları yanında, “polis tarafından düzenlenen rapor” anlamını da ifâde eder. Bu anlamıyla jurnal, yakın tarihimizde, bilhassa II. Abdülhamid Dönemi için bir “tarih terimi” hüviyetini kazanmış ve hafiyye memurlarının, görevleri icabı düzenledikleri raporlar anlamında kullanılmıştır.
II. Abdülhamid devrinde bir hafiyye teşkilâtı elbette vardı. Ancak bu teşkilâtın görünür bir vechesi bulunmamaktadır. Yani devlet teşkilâtı içinde şematik bir görünümü yoktur. Hafiyye teşkilâtının Zabtiye Nezareti’ne bağlı olduğu, bu nezarete bağlı olarak çalıştığı bilinmektedir. Her ne kadar Zabtiye Nezareti teşkilat şeması içinde görünmese de, Hafiyye Teşkilatı’nın, bu nezarete bağlı olduğunu teyid eden pek çok arşiv belgesi mevcuttur. Meselâ 21 Haziran 1876 (28 Ca. 1293) tarihini taşıyan bir belgede[14] “tahkOkât-ı hafiyye içün şehrî elli bin guruşa kadar Zabtiye Nezareti’ne me’zûniyet verilmesi” öngörülmektedir.
Teşkilâtın, Said Paşa’nın, ilk sadâretinde, bir hafiyye talimatnâmesi yazdırarak padişahın iradesini almak sûretiyle kurduğu ileri sürülmüştür.[15] Said Paşa’nın ilk sadareti 19 Ekim 1879 tarihine rastlar.[16] Bu teze göre Hafiyye teşkilâtının kuruluşu bu tarihten sonra olmalıdır. Halbuki teşkilâtın bu tarihten önce mevcudiyeti söz konusudur. Daha önce zikredilen 21 Haziran 1876 tarihli belge, böyle bir teşkilâtın Said Paşa’dan üç yıl önce var olduğunu göstermektedir. Bu belge, aynı zamanda, Hafiyye teşkilâtının II. Abdülhamid’in saltanatından önce de mevcudiyetinin bir delilidir. Bilindiği gibi, Sultan Abdülhamid’in tahta çıkış tarihi 31 Ağustos 1876 tarihidir. Denilebilir ki, Said Paşa, mevcut olan bir teşkilâtı, polis teşkilâtı çerçevesinde yeniden ele almış ve ıslah etmiştir.[17]
Hafiyye Teşkilâtı’nın ıslahında ve geliştirilmesinde yabancı uzmanlardan yararlanılmıştır. Bunlardan en önemlisi Mösyö Bonin’dir. Fransa polis “umuru ve nizâmatı” hakkında bilgi vermek ve gerekli düzenlemeleri yapmak üzere, 1884 tarihinde Fransa’dan getirtilmiş ve kendisine aylık elli lira maaş artı on lira ev kirası tahsis edilmişdir.[18] Bu zatın hazırladığı lâyihada, Hafiyye teşkilâtının maksadı ve önemi açıkça belirtilmiş ve Zabtiye Nezareti’nin bünyesinde bulunduğu vurgulanmıştır. Buna göre bu teşkilât, Zabtiye Nezareti’ne bağlı olacak ve; “Zât-ı şevket-simât-ı cenâb-ı pâdişahînin hNkuk-ı mukaddeselerinin muhafazası ve şân u şevket-i saltanat-ı seniyyelerinin vikiyesi ve Devlet-i aliyyeleriyle tebe‘a-i Osmâniyyenin emniyyetlerinin ibkası” hususlarında görev yapacaktır.[19] Bu lâyihada, üç temel hedef göze çarpmaktadır. Bu üç temel hedef, bir devletin çatısını meydana getiren üç temel unsura işâret etmektedir. Birincisi; hükümdârın, hükümrânlığı elinde tutan kişinin, şahsî hukukunun korunması husûsudur. İkincisi, hükümdârlığın hukukunun muhafazasıdır. Üçüncüsü, Devletin ve ulusun emniyetinin devamı ve korunmasıdır. Böylece, hafiyye teşkilatının amacı ve görevi belirtilmiştir ki bu, modern bir istihbarat örgütünün de görev ve amaçlarını özetlemektedir.
II. Abdülhamid’in Hafiyye Teşkilâtı Üzerindeki Hakimiyeti
II. Abdülhamid Devri’nde önemli bir yeri olan Hafiyye Teşkilâtı’nın temellerinin, Sultan Abdülhamid’den önce atıldığı bir gerçektir. Fakat II. Abdülhamid, bu teşkilatı, hukuken Zabtiye Nezareti’ne bağlı olarak görülse de, fiilen kendisine bağladığı gibi, aynı zamanda daha da geliştirmiş ve bunu da kendince haklı bazı argümanlara dayandırmıştır. Bir defa devlet ricâline güvenmemektedir. Çünkü amcası Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren bir devlet ricâli ile karşı karşıyadır. Tahta çıktığı sırada, hayatta olmamakla beraber, amcasını hal’eden grubun lideri eski Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın İngiltere’den “yüklüce bir para aldığını” Londra Sefiri Musurus Paşa söylemektedir.[20] İngiltere’de tedavi için bulunduğu Londra’da, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi hususunda İngiliz devlet adamları ile müzakerede bulunduğu ve İngiltere’nin desteğini temine çalıştığı bilinmektedir.[21]
Grubun ikinci önemli adamı Mithat Paşa sadrazamdır ve Sadrazam’ın “Âl-i Osman’ın yerine Âl-i Mithat gelse ne lâzım gelir” dediğini, yakın dostu Namık Kemal tarafından bizzat II. Abdülhamid’e haber verilmiştir.”[22] Ayrıca, Mithat Paşa’nın Suriye’deki valiliğinin son demlerinde, “Suriye Vilayeti’nde bir idâre-i mümtâze teşkiline” çalıştığı konuşulmaktadır.[23] Keza, Başmabeyinci Hacı Ali Paşa’nın İngiltere ile münasebet içinde bulunduğu öğrenilmiştir.[24]
Bununla beraber, bazı devlet ricalinin, taşıdıkları rutbeyi, üniformayı ve hatta sorumluluğu unutarak, bir devlet adamına yakışmayacak davranışlar sergilemesi, II. Abdülhamîd’in güven duygularını sarsmış olacaktır. Mesela, Harbiye Nâzırı ve Başkomutan vekili Nazım Paşa’nın, Beyoğlu’nda üniforması ile sarhoş bir vaziyette dolaşması, kendisinin Erzurum’a gönderilmek suretiyle İstanbul’dan uzaklaştırılmasına neden olmuştur. Ama hiç te hakkı olmadığı halde, bu sürgün olayı Nazım Paşa’ya “hürriyet kahramanı” unvanını kazandırmıştır.[25]
Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, hemen ardından şüpheli ölümü; V. Murad’ın tahta çıkarılması ve hal’edilmesi keyfiyyeti, hep Bâb-ı âli’nin öncülüğü ile gerçekleştirilmiş olduğundan, II. Abdülhamid’in tahta çıktığında hazır bulduğu devlet ricaline, genel bir ifade ile Bâb-ı âli’ye karşı itimadını sarsmıştır. Sultan Abdülhamid, amcası Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi hadisesinin üç önemli ismi, Mithat, Hüseyin Avnî ve Redif Paşalar için “hâin-i saltanat ve şâyân-ı la“net” sıfatlarını kullanmaktadır.[26] Bu itimatsızlık ortamında, durumu kontrol altına almanın en güvenilir yolu “tecessüs ve tarassut” ön plana çıkmış, zaman içinde Bâb-ı âli’nin gücü bu yolla zayıflatılarak, hükûmet etme gücü Sultan’a, yani Saray’a geçmiştir.[27]
Dolayısıyla güvenmediği insanları kontrol altında tutmanın yolu buradan geçmektedir. İkincisi, kendi cedlerinin istihbârata önem verdiklerini bilmektedir. II. Abdülhamid’e göre bir hükümdâr, “tebe’asının ne düşündüğünü, hangi şikâyetleri olduğunu” bilmek durumundadır.[28] Bu iki önemli neden, II. Abdülhamid’in Hafiyye Teşkilâtı’nı, fiilen kendisine bağlamasını intaç etmiştir.
Hafiyye Memurları ve Statüleri
Hafiyye Teşkilâtı’nda iki tip memur göze çarpar. Bunlardan birincileri, devletten bu iş için maaş alanlardır. Bunlar profesyonel memurlardır. İkincileri ise, muhtelif görevlerde bulunan devlet memurları ile serbest insanlardır. Bu çerçevede valiler, müşirler, ferikler, ordu komutanları, mutasarrıflar, hakimler, rutbe itibariyle büyük-küçük bürokratlar, ilmiye ricâli, sade vatandaşlar, yazarlar ve gazeteciler bulunmaktadır.[29]
İkinci tip memurların pek çoğu, hafiyyeliği, Saray’a jurnal vermeyi bir kazanç kapısı olarak görmüştür. Bu kazanç sadece para değildi; jurnal veren, bazen padişahın teveccühünü ve itimadını kazanarak mevki-mansıp sahibi olmak, ya da bulunduğu memuriyette daha üst bir rütbeye ulaşmak için bu yolu deniyordu. Bu, bazen de, karakter bakımından acziyyet ve ahlâken düşkünlük içinde olan insanların; rakiplerine veya hoşlanmadıkları kişilere karşı, onları mevkiinden etmek ya da cezalandırılmalarını sağlamak maksadıyla, tarihin her döneminde olduğu gibi kullandıkları bir silahtı.
Gayrımüslimler de hafiyye memuru olarak istihdam edilmişlerdir: “Selanik Vilâyeti dâhilinde kâin Karaferye kazasınca eşkıyâ ve hayâdidin tedmîr ü istîsâline medâr olmak ve me’mûriyyetleri nihâyet iki ayı tecâvüz etmemek üzre, birisi müslim ve ikisi gayr-ı müslim üç nefer hafiyye”nin memur edilmesi gerekmiş, bunlar görevlendirilerek, görecekleri hizmetin tehlikesine binaen, kendilerine ikişer yüz kuruş aylık tahsis edilmiştir.[30] Umumiyetle istihdam edilen gayrimüslim hafiyyelerin, kendi cemaat mensupları tarafından hoş karşılanmadıkları, ifşa olduklarında bazen dövüldükleri ve hatta ölümle tehdid edildikleri de olmuştur. Van’da, vilayetçe mütercim ve hem de Ermeni meselesinde hafiyye olarak kullanılan Dikran Efendi’nin, kendi milleti tarafından; “millet aleyhinde iltizâm eyliyeceği mesleği terk etmez ise katli mukarrer olduğu” şeklinde imzasız bir mektupla tehdit edildiği, söz konusu mektupta, “kendüsünün evvelce millet-perver ve mu’teber bir muallim iken, şimdi millet aleyhinde hükûmete hizmet etmekte olduğundan bahisle, terk-i meslek eylemesi ve etmediği halde katledileceği” yolundaki tehdide boyun eğmediği anlaşılan Dikran Efendi, gece evine giderken tabanca ile bacağından vurulmuştur.[31]
Hafiyyeler, sadece İstanbul’da değil, bütün Osmanlı vilâyetlerinde görev yapmaktadırlar ve bulundukları bölgelerde devlet merkezine bilgi aktarmışlardır. Arşiv belgeleri ışığında bu bölgeler; Selanik, Yanya, Bosna, Suriye, Bitlis (Ermeni faaliyetleri),[32] Kosova, İbrail, Serfice, Yaş, Kalas, Yakova (Prezrin’e bağlı), Köstendil, Van (Ermeni asıllı Dikran Efendi, hafiyyelik yaptığı için Ermeniler tarafından ölümle tehdit edilmiştir.)[33] Laşid (Girid’e bağlı sancak),[34] Karaferye (Selânik’e bağlı, burada eşkıya takibinde istihdam ediliyorlar)[35] gibi vilâyet ve sancaklardır.
Buralarda devlet aleyhinde meydana gelen her hareket, hafiyyeler tarafından takip edilerek elde edilen bilgiler, vilayet kanalıyla İstanbul’a iletiliyordu. İstanbul’da bu bilgilerin muhatabı, sanıldığı gibi, her zaman Yıldız Sarayı veya II. Abdülhamid değildi. Bu tür bilgiler, pekala sadrazamlara da gönderilmekteydi. Nitekim, Kosova Valiliği’nden Sadrazam Kâmil Paşa’ya, Bulgar komitelerinin faaliyetleriyle ilgili gönderilen telgraftaki bilgiler, hafiyye memurunun istihbaratına müstenittir. Keza telgrafın İstanbul’da gördüğü muamele, taşradaki hafiyye memurlarının çalışma düzeni hakkında bizi bilgilendirdiği gibi, içeriği, bu memurların elde ettikleri malumatın ehemmiyetine dair bir fikir vermektedir.[36]
Hafiyye memurlarına ödenen ücretlerde miktar olarak farklılıklar göze çarpmaktadır. Bu farklılık, yapılan işin ehemmiyyetine, arzettiği tehlikenin derecesine, memurun görev bölgesinin stratejik boyutuna göre ortaya çıkmaktadır. Özetle ifade etmek gerekirse, denilebilir ki, hafiyyelere ödenen ücretin takdirinde, “önemli işe, önemli ücret” mantığı işlemiştir. Sınır boylarında, eşkıya takibinde; yıkıcı falaliyetlerin ve gizli örgütlerin tarassutunda istihdam edilen memurlara daha fazla ücret ödendiği görülmektedir. Eflak-Boğdan ve Besarabya’da görevlendirilen memurlara ikibin beşyüz kuruş (yirmibeş lira) takdir edilirken,[37] Suriye Vilâyeti’nde istihdam edilen hafiyyeye bin sekizyüz kuruş,[38] Serfice’de görev yapanlara bin kuruş[39] uygun görülmüştür.
Hafiyyelerin Ülke Dışındaki Faaliyetleri
Hafiyyeler, ülke dahilinde istihdam edildikleri gibi ülke dışında da istihdam edilmişlerdir. Ülke dışında istihdâm edilen hafiyye memurları, bulundukları ülkede, devletin dış temsilciliği nezaretinde çalışmışlardır ve elde ettikleri bilgileri, Hariciye Nezareti kanalıyla İstanbul’a aktarmışlardır.[40] Bu istihbaratın dış cephesini oluşturmaktadır. Bu dış istihbarat, o dönemde, bilhassa Osmanlı Devleti için bir gaile olan ve ülke dışında bazı merkezlerde faaliyet gösteren Ermeni örgütlerine karşı yapılmaktadır. Bu dış merkezler arasında önem sırasına göre, Londra (İngiliz Ermeni Cemiyeti),[41] Petersburg (Nihilist ve Sosyalist grupların Bulgaristan’a yönelik faaliyetleri),[42] Viyana (Osmanlı ülkesine kaçak silah sevkiyatı),[43] Amerika (Hınçak komitesinin faaliyetleri, buradaki hafiyye memurlarına 8 dolar yevmiye veriliyor)[44] ve İran[45] istihbârat yoğunluğu açısından ön plana çıkmaktadır.
Dış istihbaratın işleyiş tarzına ve hem de bu istihbaratın neticesinde hazırlanan jurnal metinlerine örnek olmak üzere, aşağıda, Viyana’dan gönderilen bir jurnal metni verilmiştir:
“Ermeni müfsidlerinin tahrîkâtına dâir hafiyye me’mûrumuz tarafından i‘tâ olunan raporun sûreti bugünki tarihlü ve beşyüz on dört numerulu telgrafnâme-i âcizâneme zeyl olmak üzere leffen sûret-i mahremânede takdîm kılındı. Emr ü fermân hazret-i men-lehu’l-emrindir.
13 Teşrîn-i evvel [12] 94 târîhlü melfûf mahremâne raporun tercemesidir:
Ermeniler ahd-ı karîbde hiç olmaz ise Bulgaristan gibi bir mevki‘-i müstakil ihrâz edebilecekleri ümîdindeler. Sefâret-i seniyye cânibinden kemâl-ı germî ile icrâ olunan teftîş ü nezâretten pek ziyâde havf u ihtirâz olunduğu cihetle, Londra’daki Ermeni fesâd komitesinin burada bir şu’besi yok ise de, Ermeniler Londra ile Paris ve Kırım’da ve hatta Dersa’âdet’te kendilerine karşu cereyân eden bi’l- cümle husûsâta vâkıfdırlar.Ermeniler gerek Paris’te ve gerek burada Bulgar muhâcirîn ve talebesi ile hüsn-i imtizâc ediyorlar ve Dersa’adet’te bir hayli hempâları bulunup, bunların kendi âmal ü mekasıdlarının istihsâli uğrunda fedâ-yı cân etmeği zâten göze aldırmış olduklarını ve Londra’daki komiteleri rü’esâsı tarafından i‘tâ olunan evâmirin infâzı içün hiçbir tehlike önünden kaçmayacaklarını söylüyorlar. Simferopol ile Gözleve’de ve Bercansk ile Kafkasya’da gayet fa‘âl komiteler mevcûd ve merkez-i idâresi Londra’da bulunan büyük komite mebâliğ-i külliyyeye mâlik olup, İngiltere Hükûmeti dahi Devlet-i aliyye’ye karşu bir silâh makamında bulunan bu komitenin harekâtına iğmâz-ı ayn etmekde imiş. Paris Komitesi a’zâsı rü’esâ ile li-ecli’l-istişâre ala’d-devâm Londra’ya gidüp geliyorlar. Fesâd komitesi, şimdiki Patrik Kaimmakamı Himayaka’dan memnûn olmayüp, intihâbât-ı cedîde icrâ olunup da bunun netîcesinden dahi hoşnud olmazsa gerek Himayaka ve gerek hükûmet aleyhinde dinamit ve esliha isti’mâl edecektir.
Ermeniler, Edirne Rum Metropolidi Kril’in, Rumların, Ermeniler ile bi’l-ittifâk ref‘-ı livâ-yı ‘isyân etmeleri içün el-yevm icrâ-yı tahrîkât etmekde olduğunu ve lisân-ı Osmânî’nin Rum mekâtibinde cebren tedrîsi hakkında Hükûmet-i seniyyece mevcûd tasavvura mümâna’at etmemiş olmasından dolayı, Rum Patriği Monsenyör Teofitos’a karşı müteneffir ve münfa’il olduklarını beyân ediyorlar.
Panslavist komiteleri bir hastahâne inşâsı içün Dersa’âdet Rum Patriği’ne mebâliğ-i külliyye irsâl etmişler ise de, mebâliğ-i mezbûre yalnız Hükûmet-i seniyye aleyhine tahrîkâta sarf olunmaktadır. Anların kavlince Fransa Hükümeti, Şark’ı tanassur ettirmek üzere, Papa’nın taht-ı riyâsetinde Avrupa devletleri me’mûrlarından mürekkeb bir kongre akdi tasavvurunu tervîc ü iltizâm ediyormuş. Bu kerre istihbâr ettiğime göre Tiflisli Abzamirof ve Londra’da mukOm Melikof nâmında iki şahsı bugün Viyana’ya muvâsalat etmişlerdir. Birincisi, Ermeni mes’ele-i mevhûmesine dâir bir risâle neşretmek üzre Marsilya’ya gidecekmiş. Ermenice kütüb ü resâ’il dâima Liverpol ile Cenova ve Marsilya’da tab’u neşr olunarak Osmanlı sefâ’iniyle Marsilya ve Hocabey’den Memâlik-i şâhâneye idhâl edilmektedir.
Ermenilerin, Ermenilerle meskûn ba‘zı vilâyât-ı şâhânede icrâ-yı hükm eden kaht u galâdan bi’l- istifâde bir isyan çıkaracakları ve bir de Gülhâne’de vâki’ Mekteb-i Tıbbiyye-i şâhâne şâkirdânına Ermenice risâleler gönderilmiş olduğu rivâyât-ı vâkı’a cümlesindendir. Bundan mâ’adâ, bura Ermenileri, bu sabah aldıkları bir mektûba nazaran altı yedi güne kadar Sivas Vilâyet-i aliyyesi dâhilinde kâin Tokat Şehri’nde bir isyân zuhûr edeceğini söylüyorlar.”[46]
Hafiyye Teşkilâtı ve Jurnallere Dair Eserler
Hafiyye teşkilâtı ve jurnallerden bahseden eserlerin tamamı, denilebilir ki hatırat türü eserlerdir. Bunlar tarih araştırmaları için büyük bir kıymeti haiz olmakla beraber, çoğu taraflı, ön yargılı ve indîdirler. II. Abdülhamid dönemi ile ilgili yapılan kıymetli te’lif çalışmaların bir kısmına da bu hatıratların tesiri yansımıştır.
Bununla beraber, “hafiyye ve jurnaller” konusunda çok şeyin yazıldığı söylenemez. Yazılanların büyük bir kısmı ise, mesnetsiz ve kulaktan dolma bilgilerdir. II. Meşrûtiyetin ilânından sonra, bu konuda gazete sayfalarında çıkmaya başlayan ve II. Abdülhamid’in hallinden sonra çoğalan yazılar ve neşredilen risâleler, Abdülhamid muhalifi çevreler tarafından yazılmış olup, yazılanların umumiyetle ideolojik maksatlar taşıdığı, “yazarının kurgusundan ibâret” olduğu görülmektedir. Meselâ, Mahmud Necmeddin’in “Hafiyyeler Konferansı”, Ahmed Râci’nin “Yıldız’da Yeni Casuslar Cemiyeti, yahut Yaverân Tensîkâtı”, “Hafiyyeler Listesi” gibi kitapçıklar ve Ahmed Râsim’in yazdıkları, hikâye üslûbuyla kaleme alınmışlardır.
Yüzyılımızın ikinci yarısında bu konuda, jurnaller konusunda iki kitap neşredilmiştir. Bunlardan biri, “Abdülhamid’e verilen Jurnaller” adıyla Faiz Demiroğlu tarafından hazırlanmış ve 1955’te İstanbul’da yayımlanmış, küçük boy, 122 sahifeden ibaret bir kitapçıktır. Kitapçığın başında, jurnal ve jurnalcilik, II. Abdülhamid Devri’nde Hafiyye Teşkilatı ve Hafiyyelik” diye iki başlık altında İstanbul Ansiklopedisi’nden alınan yazılardır ki, bu yazıları R. Ekrem Koçu, Ahmed Râsim’den aktarmıştır. Bu yazılardan sonra yüz civarında jurnal metni verilmiştir. Fakat kitapçıkta, bu jurnaller nereden alınmıştır? asılları nerededir? gibi sorulara cevap olabilecek her hangi bir kayıt bulunmamaktadır. Bu jurnaller hakkında bir fikir vermek için aşağıdaki metin iyi bir örnektir.
“Devletlü, necâbetlü Reşad Efendi hazretleri bugün saat dördü beş geçerek Maçka tarafından Nişantaşı’na kadar yürüyerek Şişli cihetine gelmişler, saat onikiye yirmi kala dönerek Maçka tarafına gitmiştir. Müşârun-ileyhin avdetinde Teşvikiye Camiinin alt tarafında Maçka tarafından gelmekte olan Şurâ-yı Devlet Reisi Said Paşa’ya tesadüf etmiş ise de selam verildiği görülmemiştir.”[47]
Tüfenkçi kulları İbrahim,
16 Mayıs (1314) 1898
İkinci eser, Asaf Tugay’ın “İbret-Abdülhamid’e verilen Jurnaller ve Jurnalciler” adıyla iki cild halinde, orta boyda 1960-62 yıllarında İstanbul’da neşrettiği kitaptır. Birincisine nazaran daha ciddi ve inandırıcı bir eserdir. Birinci cild 330, ikinci cild 321 sahifedir.
Asaf Tugay, süvari binbaşı emeklisidir. İfadesine göre kendisi, Yıldız’ın tasfiyesi esnasında Merkez Komutanı muavinidir. Yıldız’dan alınan arabalar dolusu evrakın tasnifi düşünülmüş, bu maksatla Harbiye Nezareti’ne[48] getirilmiştir. Bir kaç âyan ve milletvekili ile on kadar subaydan oluşturulan bir komisyon, bu belgeleri tasnife memur edilmiştir. Tugay da bu komisyonun üyesidir.
Tasnif faaliyetleri başlayınca, başta İttihat ve Terakki mensupları olmak üzere, Abdülhamid’in hal’inde rol alanların da jurnallerine rastlanmış, bu durum rahatsızlığa sebeb olmuştur. Jurnallerin yakılmasındaki en önemli âmil, o dönemde, pek çok kişinin II. Abdülhamid’e jurnal vermiş olmasıdır. Pek çok kişinin adının karıştığı jurnallerin tasnifi için, on üçü subay, biri Âyan üyesi diğeri milletvekili olmak üzere on beş kişilik bir komisyon görev yapmakta, jurnallerin dışındaki belgeler Hazîne-i Evrâk’a gönderilmekteydi. Komisyon çalışmaları ilerledikçe, jurnal verenlerin isimleri ortaya çıkmakta, doğal olarak bu da rahatsızlık vermekteydi. Bu nedenle, Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın emriyle, bir gece, Harbiye Nezâreti bahçesinde arabalar dolusu evrak, yakılmıştır.[49] Enver Paşa, 3 Ocak 1914 tarihinde Harbiye Nâzırı olduğuna göre[50] belgelerin tasnif çalışması beş yıl sürmüş olmalıdır.
Asaf Tugay, belgeler yakılacağı zaman jurnal verenlerin isimlerini havi bir defter ile bir tomar evrakı aldığını belirtiyor ve elli yıl sonra bu belgeleri neşrediyor.
Bu kitapta da yüz civarında jurnal metni mevcuttur. Bunlar neşredildikten sonra, neşir tarihinden itibaren bir ay içinde bu belgelerin münasip bir müesseseye verileceği kaydı düşülmüştür. Bu belgeler, bugün Osmanlı Arşivi’nde bulunmaktadır.
Bu jurnallerin muhtevası incelendiğinde, bir devlet için elzem olan istihbârî bilgilerden ziyade, birilerini kötüleyerek ayağını kaydırmak ve bundan da çıkar sağlamak maksadına matuf şeyler olduğu görülür:
“Berâ-yı istihmâm Selânik’e iki saat mesâfedeki ılıcalarda bulunan İşkodra Zabtiye Alaybeyi Hamdi Bey, birkaç gün evvel mezkûr ılıcalarda lokantacılık eden Kosti’ye, mezkûr lokantanın aşçısı muvâcehesinde; ‘ben doksan dokuz kişi kestim, bir de seni keserim. Ben kimseden korkmadığım gibi sultandan bile korkmam’ dediğini bugün Sedes’den Selânik’e avdetimde mahall-i mezkûre yevmiyye posta arabalarını işleten Ohannes Ağa söyledi ve Sedes’deki bahçıvan Andon’un da malumatı olduğunu dermeyan eyledi. Binaenaleyh, tahkOki halinde evvela sâlifü’l-arz Sedes postacısı Ohannes Ağa’ya mürâcaat îcâb edeceği ma‘rûzdur.”[51] Bu jurnalin sahibi, 36. Alay, 1. Tabur’da binbaşı Esat’tır ve jurnal 17 Temmuz 1902 tarihlidir.
Kitabın sonunda, jurnal verenlerin uzun bir isim listesi vardır. Bu isim listesi, bahsi geçen “isim kayıt defteri”nden alınmıştır. Listede hemen herkes vardır; valiler, mutasarrıflar, yargıçlar, postahane memurları, subaylar-paşadan mülazıma kadar-doktor, dîvân-ı harp üyesi üniversite öğrencileri ve hocaları, her hangi bir sıfatı olmayan sade vatandaşlar gibi geniş bir yelpazeden insanlar… Hattâ Reşit takma adıyla müsteşrik Profesör Vamberi (Macar Arminus Vamberi) dahi jurnal verenlerdendir.
İlginçtir, bunların pek çoğu jurnal vererek menfaat temin etmişler ve II. Abdülhamid’in hallinden sonra da Abdülhamid aleyhtarlığı yapmışlardır. Bunun örnekleri çok fazla olmakla beraber, “Bidayet mahkemesi reisi, Mülkiye mektebi hocası, gazeteci” gibi bir çok unvanı nefsinde toplayan Kemal Paşa-zâde Said Bey, bu örneklerin bir prototipidir.
Said Bey, Abdülhamid’in saltanatında Saray ile ilişkilerini çok iyi tutmuştur ve fırsat düştükçe padişaha, “avâtıf-ı seniyyelere mukabil” övgüler yağdırmaktadır: “Dün akşam, taraf-ı eşref-i mülûkâneden ihsân buyrulan ikiyüz lira çâker-i kemînelerince fevka’l-gaye mûcib-i fahr u mesarr” anlamında arîzalar takdim etmiştir.[52] Bir başka övgüde; “Veliyyü’n-ni’metimiz iştigali sever, her dürlü müşkilâta tâb-âver, herkesden ziyâde meâsır-ı ulviyye izhârına hâhiş-kâr bir padişah-ı mülk-perver” meâlinde Abdülhamid’i yüceltmiştir.[53]
Ancak aynı Said Bey, II. Abdülhamid’in hal’inden sonra onun keskin bir muhalifi olmuş, keskin muhalefetini gazete sayfalarına yansıtmıştır.[54]
Önemli Bir Jurnal Koleksiyonu
Bir diğer jurnal koleksiyonu daha vardır ki, önemli, önemli olduğu kadar da zengin bir koleksiyondur. Bu koleksiyon, Hafiyye Teşkilâtı hakkında önemli ip uçları elde etmemizi ve jurnallerle ilgili bilinen bilgiler dışında yeni bilgiler edinmemizi sağlamaktadır. Tarafımdan neşre hazırlanan ve 1891-1894 yılları arasını kapsayan bu jurnal koleksiyonu, 160 varak 24×15 cm. ebadında bir defter içinde 400 civarında jurnalden oluşmaktadır. Defter, yukarıda zikredilen tarihler arasında, Hafiyye Teşkilâtı içinde önemli bir yer işgal eden Kırımî-zâde Neşet Efendi tarafından tutulmuştur.[55]
Bu jurnallerin konuları muhteliftir ve konu başlıklarına bakıldığında jurnallerin, bir devletin ihtiyaç duyduğu, duyabileceği konularla ilgili istihbârî bilgiler ihtivâ ettiklerini görürüz. Bu noktadan, bu jurnal koleksiyonu, gerek Tugay’ın neşrettikleri jurnallerden ve gerekse Demiroğlu’nun yayımladığı meşkûk metinlerden farklı bulunmaktadır.
Genel hatlarıyla, bu koleksiyonda bulunan jurnallerin muhtevası hakkında bir fikir vermek maksadıyla, aşağıdaki konu başlıkları ile bazı jurnal metinleri verilmiştir. Metinlerin başındaki numaralar, jurnallerin defterdeki sıra numarasını göstermektedir.
Bazı Ecnebi Konsolosların Faaliyetleri
“Edirne’de Rusya Devleti Konsolosu atîka taharrîsi bahânesiyle Kırcaali ve Enez nâm mevâkı’i devr u teftîşe kıyam ettiğine dâir arz kaydıdır:
227 Arz Numarası Rusya Devleti’nin Edirne Konsolosu mes’ele-i zâide esnâsında, Rusya asâkirinin tecâvüze cür’et edemedikleri (Kırcaali) ve sâhilde kâin (Enez) mevâkı‘-i mühimme-i askeriyyelerini tedkak ve tarîk ve su yollarını keşf emeliyle, maiyyetine onbeş-yirmi nefer kadar süvâri istishâb ederek, şu günlerde bir seyehat ü devriyeye çıkacağını ve bu seyehat-ı muzırrasını antika taharrîsi nâmı altında gizlediğini ve kezâlik Edirne mu‘teberân-ı tüccârından iki kişiye Atnaş imzâsiyle gönderilen mektûblarda ikişer bin lira irsâli lüzûmunun ihtâr edildiğini, sadâkati bi’d-defe‘at sâbit olmuş olan Edirne Defter-i Hâkanî Müdîri Müfîd Bey kulları bir kıt‘a mektûb ile sûret-i husûsiyyede Dersa’âdet’de bulunan ve mensûbîn-i ubeydânemden olan Âtıf Bey kullarına iş‘âr eylemiş olmağla, hasbe’s-sadâka arz-ı keyfiyyete cür’et eylerim, fermân… Fî 14 Temmuz, Sene 1307, Pazar.”
“Edirne Vilâyeti’nin Rusya Konsolosu’nun vilâyet dâhilini geşt ü güzâr etmekte olduğu ve mahâzîri dâ‘i bulunduğu hakkında arz kaydıdır:
240 Arz Numarası Rusya erkân-ı harb zâbitânından olup devlet-i müşârun-ileyhânın Edirne Konsolosluğu’nda bulunan Mösyö (Lişen) in Darıdere ve Ahiçelebi cihetlerinde seyr u seyâhat eylediği dünkü Sabah Gazetesi’nde muharrer olup, akdemce dahi arz u inbâ olunduğu vechile mûmâ-ileyhin oraları kendi çiftliği gibi dolaşması, esâsen turuk-ı askeriyye ve su mecrâlarını ve sâir mevâkı‘-i mühimmenin tedkOki ve istikşâfı maksadına mebni idüğü ve bu cihet bir vehimden ibâret olsa dahi, mûmâ-ileyh oralarda dolaşırken bir eşkıyâ çetesinin eline geçerek, bilahere bu yüzden ehemmiyetli bir mes’ele tahaddüsü melhûz bulunduğu cihetle, hasbe’s-sadâka keyfiyyetin mübârek ve mukaddes atabe-i felek-mertebe-i hazret-i Hilâfet-penâhîlerine arzına cür’et eylerim, fermân…Fî 14 Muharrem, Sene 1309, Çarşamba.
Misyonerlik Faaliyetleri
“Protestanların Bible House nâm cem’iyyeti tarafından ba‘zı talebe-i ulûma evrâk-ı memhûre i‘tâ edildiğine dâir arz kaydıdır:
228 Arz Numarası Dersa‘âdet’de Çakmakçılar Yokuşu’nda merhûm Rıza Paşa Konağı’nın karşusunda kâin İbrahim Paşa Medresesi’ne şu günlerde (Bible House) nam Protestan cem‘iyyeti çavuşlarından birkaç âdem devam ederek, talebeden ba‘zılarına üzeri mühürlü birtakım evrâk i‘ta ettikleri mevsûkan haber alınmış ve evrâk münderecâtının neden ibâret bulunduğu gerçi ma‘lûm değil ise de, keyfiyyet hadd-i zâtında şâyân-ı nazar-ı i‘tinâ bulunmuş olmağla, arzına cür’et eylerim, fermân… Fî 14 Temmuz, Sene 1307, Pazar.
Devlet Memurlarının Sû-i Hareketleri
“İstinyeli Yorgancı Salih’i serseridir deyü li-garazin Zabtiyye Nâzırı taht-ı tevkOfe aldığının arz kaydıdır:
241 Arz Numarası Zabtiyye Nâzırı Nâzım Bey kullarının gençliği hasebiyle, nâmus ve evlâd u iyâl sâhibi ba‘zı kimseleri bir takım makasıd-ı şahsiyyeye mebnî tevkOf ve öteye berüye tard u teb‘îd ve hânmânlarını mahv u perîşân etmekde bulunduğu kesb-i iştihâr etmekle bu husûsun ta‘mîk-ı tahkOkatına ibtidâr eylemiş idim.
Binâen-aleyh İstinye ahâlisinden Yorgancı Salih Ağa nâmında bir kimse ki, hadd-i zâtında erbâb-ı nâmusdan olarak şimdiye kadar hiçbir fenalığı mesbûk olmadığı halde, mahzâ şerîk-i ticâreti olan bir iki şahsın li-menfa‘atin kendüsünü Dersa‘âdet’den aşırmak emeliyle, nâzır-ı müşârun-ileyhe ilticâ eylemeleri üzerine güya serseri makalesinden idüğü beyâniyle taht-ı tevkOfe alındığı ve tahliye-i sebîli içün Adliye Nezâreti’ne i‘tâ kılınan istid‘â ve merbûtu olup, mahallesi ahâli-i mu‘teberesi tarafından tanzîm edilen bir kıt‘a şehâdet-nâme nâzır-ı müşârun-ileyhe havâle olunmuş ise de lihâz-ı mülâhazaya bile sezâ görülmeyerek atıverildiği ve bî-çâre âdem el-yevm kemâl-ı nevmîdî ve me’yûsiyetle li-garazin hapishânede çürütülmekde ve ‘iyâl ü evlâdı aç bî-‘ilâc kalmakda bulunduğu tahkOk kılınmış olmağla, sâlifü’l-arz havâleli istid‘â ile merbûtu bulunan şehâdet-nâme, nâzır-ı müşârun-ileyhin (biz yapacağımızı bilürüz) diyerek iâde etmesi ve mevkÑf- merkÑmun ailesi tarafından bi’l-vâsıta kemterlerine getürülmüş idüğünden, manzûr-ı dekayik-nüşûr-ı hazret-i Hilâfet- penâhîleri buyrulmak üzre leffen mübârek ve mukaddes atabe-i felek-mertebe-i hazret-i Zıllullahîlerine hasbe’l-ubûdiyye arz u takdîmine cür’et eylerim, fermân. Fî 22 Muharrem, Sene 1309; fî 15 Ağustos, Sene 1307, yevm-i Perşembe.
“İrtikâbla kesb-i iştihâr eylemiş olan Giridli Komiser Hüseyin Efendi’nin Girid’e me’mûr edilmiş olduğuna dâir arz kaydıdır:
271 Arz Numarası Erbâb-ı zekâ ve dirâyetten olmakla berâber, son dereceyi bulmuş olan sû’-i ahlâk ve irtikâbı meşhûr u mütevâtir olan polis komiserlerinden Giridli Hüseyin Efendi’nin Girid Vilâyeti Umûm Polis Serkomiserliğine ta’yîn olunduğunu ve mûmâ-ileyh mahall-i me’mûriyyetine azîmet eder etmez ahlâk-ı redî’e ve menfa’at-perestânesi yüzünden Girid’in devâm-ı iğtişâşâtını arzu edenlerin marzîsine muvâfık sûrette gûnâ-gûn fenâlıklar tahaddüs edeceği şu birkaç günden berü her yerde söylenmekte olduğundan, berâ-yı ma’lûmat ve hasbe’s-sadâka arz-ı keyfiyyete cür’et eylerim, fermân. Fî 13 Eylül, Sene 307, Cuma.
Ermenilerin Faaliyetleri
“Ermenilerin icrâ-yı ifsâdâtı mutasavver olduğuna dâir 29 Haziran 1307 tarihinde arz edilen mes’elenin ikinci derecede olan tahkOkâtını hâvi vukN’bulan arzın kaydıdır:
220 Arz numarası Ermenilerin ika‘-ı fesâd edeceklerine dâir vukN’bulan istihbârat-ı kemterânemi bir kat daha te’yîd zımnında, millet-i merkNmeden ve emniyyet ü i‘timâd-ı übeydânemi celb etmiş ve geçen seneki mes’ele esnâsında istihdâm eylemiş olduğum eşhâsdan Gerupe Ağa’yı akdemce nezd-i übeydâneme celb ile, ta’lîmât ü tenbîhât-ı muktaziyyeyi i‘tâ ve icrâ-yı tahkOkata sevk u isrâ etmiş idim.
MerkNm bu kerre nezd-i kemterâneme gelerek Ermeni Patrikhânesi’nde mün’akid cismânî ve ruhânî meclisleri a’zâsının kâmilen isti’fâ ettikleri ve istilâlarının kabûl olunduğunu tahkOk eylediğini ve itmi’nân-bahş-ı kulûb olacak sûrette tahkOkat-ı mükemmele icrâsı içün sâdık-ı devlet ve müsta’id birkaç muvazzaf Ermeni istihdâm etmek lâzimeden bulunduğunu ve bu sûret tasvîb edildiği hâlde eşhâs-ı merkNmeyi heman tedârük edebileceğini ifâde eylemiştir.
Şöyle mühim bir zamanda Ermeni Milleti’nin bir hey’et-i idâreden ârî bulundurulması ve bir fenâlık zuhûru hâlinde mes’ûl edilmeleri tabi’i bulunan a‘zâ-yı meclisin şimdiden işten çekilmeleri nazar-ı dikkati câlib bulunmağla arzına cür’et eylerim, fermân.Fî 1 Temmuz, 307, Pazartesi.
221 Arz numarası Ermeni fesâdâtı hakkında icrâ-yı tahkOkata me’mûr etmiş olduğum Defter-i hâkanî Muhâsebe Kalemi hulefâsından Âtıf Bey kulları tarafından savb-ı übeydâneme irsâl kılınmış olan varakanın aynen arz u takdîmine cür’et eylerim, fermân. 1 Temmuz, 307, Pazartesi.
Âtıf Bey’in Bu İş Hakkındaki Jurnalinin Kaydı
Ermeni fesâdâtı hakkında icrâ-yı tahkOkat husûsunu taraf-ı übeydâneme dahi emr u havâle buyurmaları üzerine, bu bâbda icrâ-yı ta‘mîkat olunmasını, emniyyet-i kemterânemi celbetmiş olan Da’vâvekîli Yandıkyan Efendi’ye tevdî‘ etmiş idim.
Mûmâ-ileyhin bu kerre taraf-ı çâkerâneme mürâca’at ile, gerçi Ermeni Milleti’nin ayak takımı miyânında ika’-ı fesâd içün bir niyyet ü teşebbüs var ise de, henüz vakt ü zemân-ı ihtilâl ta’yîn kılınmamış olduğu ve bu ihtilâlde kendülerine mu’âvenet olunması zımnında ayak takımı tarafından mu’teberân-ı millete çend defalar mürâca’at olunmuş ise de, mu’teberân-ı merkNNmenin, ‘geçen seneki iş bir semereyi intâc edemediği içün şimdi size yeniden mu’âvenette ma’zûruz’ diyerek beyân-ı i’tizâr eyledikleri cümle-i tahkOkattan bulunduğunu ve tahkOkat-ı mezkûreyi ta’mîk eylemekte olduğunu beyân u ifâde etmiş olmağla, ifâde-i hâle ictisâr eylerim, ol bâbda.Fî 1 Temmuz, 1307
Âtıf
Ermeni ifsâdâtı hakkında şâyi’ olan söz bî-esâs olup, millet-i merkNmenin ol gûna bir vukN’âtı olmayacağına dâir Ermeni Patriki’nin Mâbeyn Başkitâbeti’ne hitâben i’tâ-yı te’mînât eylemesine dâir:
222 Arz numarası Mensûbîn-i übeydânemden Celâleddin Efendi kullarının, bayramın birinci günü Kumkapu’da ba’zı Ermeni ifsâdâtı izhâr olunacağına dâir olan arîzasını, 26 Haziran, 307 tarihinde atabe-i ulyâ-yı cenâb-ı cihân-bânîlerine takdîme cesâret etmekliğim üzerine, bu husûsda lâzım gelenlere i’tâ-yı te’mînât olunarak serî’an icrâ-yı tahkOkatla netîcesinin arzı hakkında şeref-sâdır olan irâde-i seniyye-i cenâb-ı hilâfet-penâhîlerini, Lütfî Ağa kulları vâsıtasıyla ahz u telakkO etmiş ve muhbire te’mînât-ı lâzime verilmiş olduğundan, husûs-ı mezkûr hakkındaki tahkOkNtın Salı günü akşamı netîce-pezîr olacağını atabe-i felek-mertebe-i hazret-i hilâfet-penâhîlerine arz eylemiş idim.
Bu bâbda icrâ-yı tahkOkatla meşgûl bulunan muhbir, dünki Salı günü akşamı saat üç raddelerinde nezd-i übedâneme gelerek arz olunan bayramın birinci günü, Ermeniler arasında bir fesâd ika’ı tasavvur olunmuş ise de, muahharan Surniyan nâmında bir da’vâvekîlinin Zabtiye Nâzırı’na mürâca’atla dâima tehiyye-i esbâb-ı ifsâdâtla meşgûl olan millet meclisinin icrâ-yı müzâkerâttan men’olunması hakkında ba’zı ihbâratta bulunmasından ve nâzır-ı müşârun-ileyhin de keyfiyyeti alâ- vechi’t-tafsîl arz-ı atabe-i ulyâ-yı zıllullahîleri eylemesi üzerine, meclis-i mezkûrun ta’tîli müzâkerâtına irâde-i seniyye-i hilâfet-penâhîleri şeref-sudûr buyrularak Başkitâbet ve Makam-ı sadâret vesâtetiyle, ol vechile keyfiyyetin Patrik Efendi’ye tebligattan sonra Patrik Efendi’nin Mâbeyn-i hümâyûn-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîleri Başkâtibi Süreyya Paşa kulları vâsıtasıyla milletin sadakati te’mîn ve bu husûsda kendüsünü kefîl irâ’e eylemesinden dolayı ifsâdât-ı mezkûrenin bir zaman-ı muvakkat içün ta’vîk edildiği ve lâkin Zabtiye Nâzırı’na ihbâr-ı vukN’ât eden Da’vâvekîli Surniyan Efendi’nin işbu Cuma günü Galata’da vâki’ (Lusaviriç) Kilisesi’nde millet tarafından gammâzlıkla ithâm olunarak darb edildikten sonra, a’zâsı bulunduğu meclisten kemâl-ı hakaretle tard olunduğunu ifâde vü ihbâr eylemiş ve bu Ermeni fesâdâtının menba’-ı intişârı Paris’te bulunan Portakalyan ile Londra’da ikamet eden diğer bir ermeni olup, şu iki hâinin cüz’î bir fedâkârlıkla izâle-i vücûdları esbâbına teşebbüs olunur ise, artık bundan sonra gâile-i mezkûrenin izâlesi hiç mesâbesinde kalacağını beyân eylemiş olmağla, arz-ı keyfiyyete cür’et eylerim, fermân.Fî 3 Temmuz, 307, Çarşamba.
Eşkıya Meselesi
“Edirne Vilâyeti ve mülhakatında vukN’bulan şekavet tekessür eylediğinden, bunun indifâ’ı hakkında bir tedbîr-i ma’kNlenin arz u ifâdesini mübeyyindir:
238 Arz numarası Edirne ve mülhakatında tahaddüs eden şekavet vuka‘âtının şu günlerde be-gayet celb-i nazar-ı dikkat eylemesine istinâden ba‘zı ma‘rûzât-ı sıdk-nümâyâtta bulunmağa cür’et eylerim:
Çatalca’da dört sene müddet devâm u temâdî eden niyâbet-i ubeydânem esnâsında sebkeyleyen tecârüb-i kemterâneme nazaran, bu misillü eşkıyânın elde edilmeleri asker ve zabtiye sevki gibi dağdağalı ve herkesin haber alacağı sûrette tedâbîr ittihâziyle kabil olamıyacağı ve çünki derdest edilen ufak tefek hırsızların bi’l-ahere te’dîb edilmemesinden ve te’dîb edilmeyenlerin dahi ilerüde tecâvüzât-ı şekavet-kârânede bulunmalarından eşrâf ve ahâli-i merkNmenin ve bâ-husûs çiftlikât ashâbının be-gayet tevahhuş eylemeleri cihetiyle eşrâf ve ahâli-i kurânın, ahvâl-ı mahalliyeye kesb-i vukNf etmiş olanlardan ve ormanları karış karış gezmiş bulunanlardan mikdâr-ı kâfi eşhâs icrâ- yı taharriyât zımnında sûret-i mahremânede iş başına çıkarıldığı ve eşhâs-ı merkNme bir sûret-i hakîmânede cüz’î mükâfatlarla ıtmâ‘ edildiği hâlde, hem yataklar ve hem de eşkıyâ çetelerinin suhûletle elde edilebileceklerini ve bu husûsu der’uhde edecek esdika-yı bendegân-ı hazret-i Hilâfet- penâhîlerinin nâdir bulunmadığını mübârek ve mukaddes atabe-i ulyâ-yı hazret-i Hilâfet-penâhîlerine arza cür’et eylerim, fermân… Fî 11 Muharrem, Sene 1309 ve fî 4 Ağustos, Sene 1307, Pazar.
Diğer Bazı Konu Başlıkları
- Tarihî eser kaçakçılığı
- Hayır eserlerinden harap olanların tespiti
- Gabn-ı fahiş (Alışverişte fesat, aldatma)
- İskeçe Tütün üreticileri ile Reji idaresi arasındaki ihtilâf
- Mahkemelerde şahıs hukukunun zayi olduğu
- Hıtta-i Hicaziye’de urban tasallutunun ve ifsâdâtının men‘i hususu
- İrâde olmaksızın Akka Liman reisinin değiştirildiği
- İstinaf Müddeiumumî muavinlerinden İsmail Hakkı Bey’in Bahriye Nazırı Hasan Paşa’nın delâletiyle bir bankaya müşâvirlik yaptığı.
Hafiyye Teşkilâtının Lağvı Meselesi
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Hafiyye Teşkilâtı’nın lağvı gündeme gelmiş, ancak böyle bir teşkilâtın gerekliliği de göz ardı edilememiştir. Bu meyanda, gizli istihbaratın önemi ve vazgeçilmezliği “Meclis-i Mahsûs-ı Vükelâ”da dile getirilerek; “her devletde serâ’ir-i umûru tefahhus içün me’mûrîn-i mahsûsanın lüzûmu” vurgulanmış ve ideal bir çizgide istihbârâtın yapılması zarûreti bir kez daha belirtilmiştir. Bununla beraber, “sâir devletlerde mer’î usul dâiresinde serâir-i zâbıtaya vasıta olacak me’murlar istihdâm olunmak ve kanunen selâhiyyeti olmayan hiç bir daire ve şahsı buna tavassut etmemek üzere” hafiyyeliğin ilgâ edildiği ifâde edilmiştir.[56]
Meclis-i Mahsûs-ı Vükelâ mazbatasından anlaşıldığına göre, Hafiyye Teşkilâtı, bilinenin aksine tamamen lağvedilmemiş; ancak teşkilât içindeki gayr-ı resmî ve kanunsuz unsurların temizlenmesi karar altına alınmıştır ve bu karar 25 Temmuz 1908’de vilâyet ve sancaklara telgrafla bildirilmiştir.[57]
Bu konuya dair “Meclis-i Mahsûs-ı Vükelâ Mazbatası”nın sûreti:
“Te’kîden ihsân buyrulan kânûn-ı esâsî ve afv-ı umûmî ve intihâb-ı meb’ûsân kararı muvaffakıyet-i bâhire-i cenâb-ı Hilâfet-penâhîleri eser-i mahzı olmak üzere, ale’l-husûs Rumeli Vilâyât-ı selâsesi’nde hüsn-i te’sîr hâsıl ederek, sükûn-ı âsâyiş başlamış ve çetelerin mahalleri hükûmetlerine teslîm-i silâh ile takım takım memleketlerine avdetleri dahi dâhilen ve hâricen nazar-ı memnûniyyetle görülecek ahvâlden bulunmuş olup ba’de-mâ yapılacak şey, metâlib-i meşrû’a-i tebe’anın is’âfiyle saltanat-ı seniyyenin ve devlet-i aliyyelerinin sa’âdet-i hâl-i memleket esbâbına çalışmak azm-i kat’îsinde olduğunu isbâta masrûf olmak lâzım gelir. Ve bunu vilâyât-ı selâse müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’dan bugün alınup manzûr-ı hakNyık-mevfûr-ı hazret-i Hilâfet-penâhî olmak içün leffen takdîm kılınan telgrafnâmenin muhteviyâtı dahi te’yîd eder. Erkân-ı cem’iyyetten münâsiblerinin Dersa’âdet’e i’zâmiyle arzu olunacak îzâhatın anlardan dahi ahzı hakkında müfettiş-i müşârun-ileyhin vâki’ olan ihtârına müsâ’adede mahzûr olmayup bi’l-akis bunda te’yîd-i esbâb-ı emniyyet fâidesi melhûz olmağla, münâsib gördüğü dört beş kişi irsâl eylemesi içün müşârun-ileyhe cevap yazılması ve bir de İttihâd Terakkî Cem’iyyeti nâmına taraf-ı Meşîhat’dan bugünki meclis-i âcizânemize irâe olunan telgrafnâmenin hâvi olduğu matlabda Rumeli Kıt’ası’nın her tarafından gelen telgraflara nazaran, sunûf-ı askeriye ve her sınıf tebe’a müttehid olup, bu dahi saltanat-ı seniyye ile millet beyninde ilka-yı sû-i tefehhüme sebeb olan hafiyyelerin kaldırılması ibâresiyle ta’rîf edilmek olduğu ve vâkı’a her devletde serâ’ir-i umûru tefahhus içün me’mûrîn-i mahsûsa var ise de bunların sıfat-ı tâmme-i istikâmetle ittisâfları mültezem olmağla berâber, lede’l-îcâb bir şahıs hakkında vazîfe-i tarassud, nâmûsa dokunulmayacak ve hiç bir kimseye ma’lûm olmayacak ve hatta ta’kîb olunan kimseye hiss-i mu’akkabet verilmeyecek sûretde cereyân eylemekde bulunduğuna binâen sâir devletlerde mer’î usûl dâiresinde serâir-i zâbıtaya vâsıta olacak me’mûrlar istihdâm olunmak ve kanûnen selâhiyyeti olmayan hiç bir dâire ve şahsı buna tavassut etmemek üzre hafiyyeliğin ilgâ olunduğu matbu’âtun teblîgât-ı resmiyye kısmında i’lân ile vilâyâta ve Şehremâneti’ne ve kâffe-i devâire ana göre teblîgât icrâsı müttehiden tezekkür ve tensîb kılınmağla muvâfık-ı irâde-i seniyye-i mülûkâneleri olduğu halde olvechile îcâb-ı icrâ kılınacağı muhât-ı ilm-i âlî buyruldukta ve katıbe-i ahvâlde emr u fermân hazret-i Veliyyü’l-emr efendimizindir.
Sonuç
Hafiyye teşkilâtını sadece II. Abdülhamid’e hizmet eden, onun kişisel emellerini gerçekleştirmede ya da kişisel haklarını korumada kullanılan bir teşkilât olarak görmek yanlıştır. Böyle bir düşünce taraflı ve maksatlı bir düşüncedir.[58]
II. Abdülhamid’in Hafiyye Teşkilâtı’nda kullandığı şahıslar arasında dürüst, işinin ehli ve nâmuskâr olanlar bulunduğu gibi, para düşkünü ve mevkî, makam hârisi olanlar da bulunmuştur.
Ancak bu tür insanların karakterlerini bildiğinden ona göre kendilerine hizmet vermiştir. Aykırı hareketleri görülenlerin işten el çektirildikleri görülmektedir. Meselâ Erzurum’da Hınıs Kazası dahilinde Ermeni faaliyetlerini izlemekle görevlendirilen polis memuru Mehmet Efendi’nin, orada ele geçirdiği bazı belgeler, Erzurum dahilindeki Ermeni hareketinin tamamını açığa çıkaracak bilgileri ihtiva eder niteliktedir. O sırada, vilayet vekâletinde bulunan Hakim Nesîb Efendi, gördüğü lüzum üzerine telgrafla, Mehmet Efendi’nin izleme görevini sona erdirmesini istemiş, Mehmet Efendi de, elindeki belgelerle birlikte yakalamış olduğu Vahan’ı alarak merkeze dönmüştür. Bunun üzerine, Erzurum Vilayeti Polis Başkomiseri Kâzım Efendi tarafından, Hakim Nesîb Efendi hakkında, hakimin bu davranışının, “Ermeni hareketine hizmet” maksadına matuf olduğunu içeren iki jurnal vermiş, bu jurnallerin, “hak Okat-ı hâle ve sûret-i cereyân-ı muameleye külliyen muğâyir”, yani asılsız olduğu anlaşılmıştır.
Ancak böyle asılsız, sadece şahsi garaz için, “hüsn-i hâl ashabından”, hizmetleriyle devlete bağlılğı bilinen bir hukuk memurunun “mahv u perîşâniyetine” sebebiyet verdiği için başkomiser, “emsâlini terhîben” bu tür jurnalcilere ibret olsun diye azledihmiştir.[59]
Mevcut jurnal metinleri ve arşiv belgeleri ışığında Hafiyye Teşkilâtı’na bakıldığında, bu teşkilâtın devlet için olması gereken bir örgüt olduğu açıktır. Ancak, mekanizmayı meydana getiren yegâne unsur “insan” olduğu göz önüne alındığında, teşkilât içinde ideal çizgiden sapmış bir çok kişinin yer aldığı görülecektir. Çünkü işin nihayetinde, hafiyyelik, istendiğinde kazanç getiren bir sanat haline getirilebilir, II. Abdülhamid döneminde de getirilmiştir. Bunun örnekleri çok olmuştur ve her zaman da olacaktır. Şahsî menfaat temini dışında hiç bir düşüncesi olmayan, ilgili-ilgisiz pek çok kişinin Saray’a jurnal verdikleri bir gerçektir. Bu tür insanlar her devirde vardır. Jurnalciliği bir kazanç kapısı olarak görenler, sunduğu jurnallerle kazandığı ilgiyi, yükselmek ve akranlarına fark atmak için kullanan bu gibi şahısları, her dönemde iktidar sahibi veya sahipleri kollamış ve kullanmışlardır.
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali BEYHAN
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 939-950