Filistin’e Yahudi göçü tarihi, başlangıç olarak binlerce yıl öncesine kadar gitmektedir. M.Ö. 1000’li yıllardan itibaren Filistin’e yerleşen Yahudilerin buradaki varlığı, Roma ve Bizans Dönemlerindeki sürgünlere ve göçlere rağmen bir şekilde devam etmiştir. Müslümanların 634’te bölgeyi ele geçirmeleri ve Roma ve Bizans dönemlerinde Yahudilere uygulanan yasakları kaldırmalarıyla bölgedeki Yahudi nüfusunda tekrar bir artış gözlenmiştir. 1517’de Osmanlı Devleti Filistin’i yönetimi altına aldığında da Kudüs ve civarında yerleşik bir Yahudi nüfusu uzun süredir mevcut idi.[1] Vakıa, Türklerin Yahudilerle ilişkileri bu tarihte başlamış değildi. XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’da etkin olmaya başlayan Türkler Bizans İmparatorluğu’nda kötü muameleye maruz kalan Yahudilerle kısa sürede iyi ilişkiler kurmuşlardı. Selçukluların ve ardından Osmanlıların Anadolu’ya hakim olmaları zamanın Hıristiyanlarınca bir türlü kabullenilemez iken, bölge Yahudilerince olumlu karşılanmıştı. XV. yüzyılın son çeyreğinde İspanya’dan çıkarılan Yahudilerin önemli bir kısmının İstanbul, Edirne ve Selanik gibi büyük şehirlere yerleştirilmeleriyle Osmanlı Devleti’ndeki Yahudi nüfusu bir hayli arttı. İspanya’dan gelen bir kısım Yahudi’ye ilave olarak Rusya, Litvanya, Portekiz, Sicilya ve Rodos’tan sürülen Yahudilerden bazıları Kudüs, Halilürrahman, Safed ve Taberiye gibi Filistin’in önemli merkezlerine yerleşmişlerdi. Diğer bir ifadeyle, aralıklarla da olsa Osmanlı Dönemi’nde Filistin’e Yahudi göçü devam etmişti.[2]
Ancak XIX. yüzyılın son çeyreğine gelinceye kadar Osmanlı Devleti’nin gündeminde Yahudi bağlantılı bir Filistin meselesi yoktu. Bu döneme, hatta devletin yıkılışına kadar Osmanlı Devleti’nin Filistin toprakları dışında bulunan bölgelerindeki Yahudiler rahat bir azınlık olarak yaşadılar. Osmanlı Devleti sınırları içerisinde herhangi bir bölgede çoğunluğu oluşturmadıklarından ve ayrılıkçı bir hareket de geliştirmediklerinden Osmanlı tebaasından olan Yahudilerle devletin ciddi bir sıkıntısı olmamıştı.
Bu durum Doksan Üç Harbi’nden hemen sonra ısrarla Filistin’e yerleşmek isteyen yabancı uyruklu Yahudilerin giderek artmasıyla değişmeye başladı. Artık Filistin’e Yahudi göçü siyasi bir çehre kazanıyordu. Osmanlı Devleti bölgede tarih içinde oluşmuş cemaatler arası nüfus dengesinin bozulmasından endişe ederken Avrupa’da Yahudi aleyhtarlığının (anti-semitizm) giderek yaygın hale gelmesi, komşu ülkelerden Romanya ve Rusya’da Yahudilere kötü muamele edilmesi kısa süre içerisinde Osmanlı Devleti’ni etkilemeye başladı. Nitekim devlet, Doksan üç Harbi’nde alınan ağır yenilgi sonrasında ortaya çıkan yüz binlerce Müslüman mültecinin yanı sıra Edirne ve İstanbul’a sığınan binlerce Yahudi’ye de yardımda bulunmak zorunda kalmıştı. Dahası, aynı yıllarda Romanya ve Rusya’da kendilerine hayat hakkı tanınmayan yüzlerce Yahudi ailesi İstanbul’a gelmişti.[3] Benzeri durumlar 1892, 1899 ve 1900 yıllarında da yaşanmış ve İstanbul’a gelen binlerce Romanya ve Rusya kökenli Yahudi ailesi Edirne, Kıbrıs ve Mezopotamya gibi Filistin’e uzak bölgelere yerleştirilmeye çalışılmıştı.
Bu tür göçlerde devletin ısrarla uygulamaya çalıştığı kural mültecilerin nereye yerleştirileceğine devletin karar vermesi gerektiği idi. Dışardan gelen her kesimden mültecinin Müslümanlar da dahil- devletin gösterdiği yerlere yerleşmeleri gerekiyordu.[4]
Doksan Üç Harbi sonrasında giderek kendini hissettiren Yahudi göçü problemi, esasen Yahudilerin planlı bir şekilde ve siyasi amaçla Filistin’e yerleşmek istemelerinden kaynaklanmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin 1870’lerde yaşadığı ekonomik ve siyasi krizler Avrupa’da mukim bir kısım Yahudilerde ve Filistin’le ilgilenen diğer bazı çevrelerde ciddi krediler sağlandığı takdirde Osmanlı Devleti’nin Filistin’i Yahudi göçüne açacağı kanaatini kuvvetlendirmeye başladı. Hatta İngiltere’de 1878’de konu gazete ve dergilerde de tartışılmaya başlanmıştı. Bölgeyi yakından tanıyan işadamlarından Edward Cazalet “Şark Meselesi” (The Eastern Question) adıyla 1878’de Londra’da yayımladığı makalesinde ülkesinin bölgedeki çıkarlarını da dikkate alarak İngiltere’nin hamiliğinde bir Yahudi Devleti’nin kurulması fikrini ortaya atmıştı.[5] Palestine Exploration Fund’ın (Filistin Araştırma Fonu) tanınmış etkin isimlerinden Charles Warren Osmanlı Devleti’nin yaşamakta olduğu maddi sıkıntıları fırsat bilerek Filistin’deki kutsal toprakların East India Company (Doğu Hindistan Şirketi) benzeri bir şirket kurularak ona devredilmesi, buna mukabil şirketin de Osmanlı Devleti’ne Filistin’den elde ettiği gelirlere denk bir meblağ ödemesi ve Avrupalı alacaklılara da ödenmesi gereken faizin bir kısmını üstlenmesi teklifinde bulundu.[6] Aynı dönemde Macaristan Parlamentosu’nda da konu tartışılmış ve bir milletvekili Filistin’in Yahudi göçüne açılarak ya Osmanlı Devleti’ne bağlı müstakil bir vilayet ya da bağımsız bir Yahudi devletine dönüştürülmesi fikrini dile getirmişti.[7] Benzer fikirlere sahip olanlar Osmanlı Devletinin Rusya’ya ağır bir şekilde yenilmesinin işlerini kolaylaştıracağını ümit etmişler ve Berlin Kongresi’nde Filistin’e Yahudi göçüne imkan tanınması yolunda karar alınması için girişimlerde bulunmuşlardı. Ancak bu dönemde başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın büyük devletleri konuya resmen müdahil olmayı uygun görmediklerinden Konferansın gündemine dahi almadılar.
Avrupa’nın farklı ülkelerinde Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmeleriyle ilgili 1870’lerde dile getirilen bu tür fikirlerin bir talep haline getirilip Osmanlı Devleti’ne iletilip iletilmediği henüz bilinmemektedir. Bu konuda bilinen ilk ciddi girişim Britanyalı Hıristiyan mistik ve seyyah Laurance Oliphant tarafından gerçekleştirilmiştir. Oliphant’ın 1879’da Osmanlı Devleti’ne sunduğu otuz üç maddelik teklife göre Filistin yakınlarında bulunan Belka sancağına bağlı büyük bir arazi para karşılığı Yahudi yerleşimine açılacak, buraya bir çeşit özerklik verilerek Yahudilerin kendi dahili yönetim birimlerini oluşturmalarına imkan tanınacak ve asayişi sağlayacak güvenlik gücü de kendi aralarından seçecekleri kişilerden oluşacaktı. Yahudilerin bölgeye yerleşimini, Osmanlı Devleti ve diğer devletlerle ilişkilerini teklifin kabulü halinde kurulacak olan bir şirket üstlenecekti.[8] Başlangıçta İngiliz çıkarlarına hizmet amacıyla, sonradan da Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde zor durumda kalan Yahudilere yardım için Filistin’e Yahudi göçünü organize etmeye çalışan Oliphant’ın girişimi Osmanlı devlet adamlarını bölgeyle ilgili yeni bir değerlendirme yapmaya sevk etmiş, ve buraya yapılacak Yahudi göçünün bölgedeki oturmuş dengeleri olumsuz yönde etkileyeceği kanaatini doğurmuştur.
O dönemde Filistin’deki nüfusun büyük çoğunluğu her ne kadar Müslüman Araplardan oluşuyor idiyse de buradaki diğer dini cemaatler arasında hassas bir denge vardı.[9] Bu arada XIX. yüzyılın başından itibaren giderek artan misyoner faaliyetleri neticesinde bölgede Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya güdümünde kiliseler, dini okullar ve dernekler kurulmuştu. Bu tür gelişmelerle zaten hassaslaşan bölgedeki cemaatler arası dengenin yeni bir unsurla iyice bozulmasının Filistini yönetilemez bir noktaya sürükleyebileceğinden endişe eden II. Abdülhamid genelde Osmanlı topraklarına Yahudi göçüne karşı olmamakla birlikte Filistin’e Yahudi yerleşimine karşı kesin bir tavır koydu.
Bu tavrını İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Layard aracılığıyla huzuruna kabul ettiği Oliphant’a da gösterdi.[10] Bu çerçevede Oliphant’a verilen cevapta, teklifin “hükümet içinde bir hükümet demek olarak politikaca ve idarece” ciddi sakıncalar doğuracağı, bu nedenle dışardan gelen Yahudilerin Filistin’e asla yerleştirilemeyecekleri belirtilmekteydi.[11]
Oliphant’a verilen cevap özü itibariyle Osmanlı Devleti’ne gelmek için yoğun müracaatların yapıldığı Doğu Avrupa ülkelerindeki Osmanlı temsilciliklerine de gönderilmişti. Örneğin 28 Nisan 1882’de Odesa konsolosluğu Osmanlı Devleti’ne sığınmak isteyen Yahudilere, Filistin’e yerleşemeyecekleri, diğer yerlere yerleşeceklerin Osmanlı vatandaşlığını ve yürürlükte olan bütün kanun ve nizamnamelere uymayı kabul etmeleri gerektiğini bildirmişti.[12] Bunun üzerine İstanbul’a heyetler göndererek kararın değiştirilmesi için girişimlerde bulundular. İstanbul’da Oliphant ile buluşan heyetler bakanlıklar düzeyinde yaptıkları girişimlerden bir sonuç alamayınca Amerikan büyükelçisine durumlarını aktararak yardım talep ettiler. Büyükelçi de konuyu Osmanlı Hariciye Nazırına açtı ve aldığı cevap Oliphant’a verilen ve Odesa’ya gönderilenle hemen hemen aynıydı. Buna göre; yürürlükte olan göçmen kanunlarına uymak kaydıyla, Filistin dışında bir yere örneğin Halep ve Mezopotamya gibi bölgelerdeki boş alanlara yerleşmek üzere Osmanlı toprakları her ülkeden gelecek Yahudilere açıktı.[13]
Cevaplar bir arada değerlendirildiğinde Osmanlı Devleti’nin konuyla ilgili hassasiyet gösterdiği noktalar da ortaya çıkmaktadır. Birincisi, Filistin dışında bir yere yerleşmelerini şart koşarak bölgede 1840’lardan sonra Avrupa’nın artan nüfuzuyla zaten hassaslaşan dengelerin daha fazla bozulmaması için bir direnme kararlılığı görülmektedir. İkincisi, Osmanlı vatandaşlığını kabul etmelerini sağlayarak kapitülasyonlar nedeniyle Rusya dahil Avrupa devletlerinin Yahudiler aracılığıyla Osmanlının iç işlerine daha fazla karışmalarına imkan vermeme çabası dikkat çekmektedir.[14] Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti 19. yüzyılda kapitülasyonlarla sağlanan haklardan dolayı Avrupa devletlerinin iç işlerine karışmasından oldukça şikayetçi idi. Son olarak, devletin gösterdiği yerlere yerleşmeyi kabul şartıyla da hem boş arazilerin değerlendirilerek üretimin artırılması hem de herhangi bir yerde yoğunlaşmalarına mani olarak yeni bir milliyetçi -bu dönemde Osmanlı Devleti’ne gelmek isteyen Doğu Avrupa kökenli Yahudilerin hemen tamamı Siyon Aşıkları adlı Yahudi milliyetçiliği hareketinin etkisindeydi- ve ayrılıkçı hareket zemininin oluşmasının engellenmesi hedeflenmiş olabilir.
Bilindiği kadarıyla gayriresmi yollarla Filistin’e Yahudi göçü peyderpey devam etmekle birlikte Oliphant’ın bu ilk girişiminden 1896’da Theodor Herzl’in İstanbul’a ilk gelişine kadar geçen süre zarfında Osmanlı Devleti nezdinde siyasi amaçlı Filistin’e Yahudi göçü organizasyonu ile ilgili resmi bir başka girişim olmamıştır. Herzl’in Filistin’e Yahudi yerleşimine ilgi duyması ise Avrupa’da gelişen anti-semitizmin bir sonucudur. Batı ve Doğu Avrupa’da giderek gelişen anti-semitizm 1880’lere gelindiğinde zanaat sahibi, tüccar, aydın ve bilim adamı her kesimden Yahudiyi derinden etkilemekteydi.[15] Yahudi olsun olmasın artık herkes bir “Yahudi problemi”nden bahsetmekteydi. Bir taraftan anti-semitik ileri gelenler kendi ülkelerindeki Yahudilerden nasıl kurtulacaklarının hesabını yaparken, diğer taraftan Yahudiler Avrupa’nın kendilerine reva gördüğü kötü muameleden kurtulmanın yollarını arıyorlardı.[16] İlk olarak Rusya Yahudileri tarafından düşünülen ve zamanla diğer ülkelerdeki birçok Yahudi tarafından da kabul gören çözüm, kolonizasyondu. Siyon Aşıkları olarak bilinen ve çeşitli dernekler aracılığıyla bir araya gelen Yahudiler Filistin’de kendilerine ait bir yönetim oluşturmadıkça mevcut sıkıntılarından kurtulamayacaklarını düşünmüş ve bu nedenle Filistin’de Yahudi yerleşim merkezleri kurmayı esas gaye edinmişlerdi.[17] Ancak bu dernekler 1880’e kadar pek başarılı olamamıştı. O tarihten itibaren Edmond Rothschild gibi zengin Yahudilerin yardımıyla Filistin’de toprak satın alınarak Yahudiler oralara tedricen yerleştirildiler.[18] Filistin’de kolonizasyonun oldukça zor ve daha külfetli olduğunu düşünen meşhur Yahudi zengini Baron Maurice de Hirsch kendisinin kurduğu “Jewish Colonization Assocition” (Yahudi Kolonizasyon Birliği) vasıtasıyla Doğu Avrupa ülkelerinden sürülen Yahudileri Arjantin’de satın aldığı topraklara yerleştiriyor ve orada iş kurmalarına yardımcı oluyordu.[19]
Ancak Siyonistlere göre bütün bunlar Yahudi problemini kökten çözücü girişimler olmaktan uzaktı. Memleketlerinden sürülen ve genellikle de fakir olan Yahudilere bir sığınak temininden başka bir şey değildi. Bu da Avrupa’daki birçok Yahudiyi tatmin etmiyordu.
Yahudilere sadece bir sığınak bulmakla yetinmeyenler arasında Yahudi problemine kesin çözüm olarak düşünülen siyasi Siyonizm’in kurucusu olarak görülen Theodor Herzl de vardı. 1860 Budapeşte doğumlu olan Herzl Viyana Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdikten sonra aynı üniversitede Roma hukuku dalında ihtisas yapmasına rağmen daha yatkın olduğu gazetecilik mesleğini seçti. 1891’de de Avrupa’nın en ünlü gazetelerinden olan Yahudilere ait Neue Freie Presse’nin Paris temsilcisi oldu.
Viyana yıllarında da anti-semitik gelişmelerden nasibini alan ancak konu üzerine ciddiyetle eğilmeyen Herzl’in siyasi siyonizme gönül vermesinde Paris’te şahit olduğu olaylar etkili oldu. Temsilcisi bulunduğu gazeteye haber yapmak için Almanlar lehine casusluk yaptığı iddiasıyla yargılanan Yahudi asıllı yüzbaşı Alfred Dreyfus[20] davasını izleyen ve ona verilen müebbet hapis cezasının haksız olduğuna inanan Herzl, Yahudiler için nihai bir çözüm aramaya başladı. Bu anlamda Herzl’i tatmin eden çözüm Avrupa’da uzun süredir dillendirilmekte olan bağımsız bir Yahudi Devleti’nin kurulmasıydı.[21] Ona göre, Yahudilerin içinde bulundukları toplumlara asimilasyonu başarılı olmamıştı ve olamayacaktı da, çünkü Yahudiler kendilerine has özellikleri olan ve bir devlet kurabilecek güce sahip bir ulustu, fakat ne yazık ki yurtları yoktu.
O halde çözüm, Yahudilerin toplanabileceği bir yurt bulup orada bağımsız bir Yahudi Devleti kurmaktı. Bu çözümü gerçekleştirebilmek için Herzl’in düşündüğü formül de şu idi: Yahudiler farklı ülkelerde meskun oldukları için Yahudi problemi aslında uluslararası bir problemdi. Dolayısıyla problemin çözümü Yahudileri ilgilendirdiği kadar muhatap oldukları ülkeleri de ilgilendirmekteydi. Hatta Yahudi sayısının kabarık olduğu ülkelerde bu mesele iç politikayla da yakından alakalıydı. Zira özellikle Almanya gibi anti-semitizmin prim yaptığı ülkelerde Yahudi aleyhtarlığı parti programlarına dahi girmişti. Örneğin Alman Hıristiyan Sosyal İşçi Partisi lideri Adolf Stöcker 1881’de binlerce imza toplayarak Yahudilere verilen hakların kısıtlanması için Bismarck’a müracaat etmişti.[22]
Yahudi problemini kesin olarak çözeceğine inanılan devletin nerede kurulacağı sorusuna Herzl’in cevabı kesin olarak Filistin idi. Bunun tarihi ve dini sebepleri vardı. Öncelikle, Yahudiler Filistin’in Tanrı tarafından kendilerine vadedilmiş olduğuna inanmaktaydılar. Bunun içindir ki Hz. Musa İsrail oğulları ile birlikte Filistin’de devlet kurmak amacıyla Sina’dan ayrılmış, Filistin yolunda hayata veda edince amacını halefleri gerçekleştirmişti. Fakat Filistin’de kurulan Yahudi devleti uzun süreli olamamıştı. Önce Babilliler, sonra da Romalılar ve Bizanslılar tarafından Filistin’den çıkarılmışlardı. Onun içindir ki Yahudilerin en büyük emeli Filistin’e dönerek kendi devletlerini yeniden kurmaktı. Ancak geleneksel Yahudi inancına göre bu dönüş Hz. Davud’un altı köşeli yıldızını taşıyan bir Mesih öncülüğünde gerçekleşecekti. Bu inançlarından dolayıdır ki Yahudiler her ayinden sonra “gelecek yıl Filistin’de görüşmek üzere” diyerek ayrılıyorlardı.[23]
Herzl, kurulmasını düşündüğü Yahudi Devleti’ne dair fikirlerini 1895’ten itibaren yayma yoluna gitti. Görüşlerini önce Yahudi meselesiyle ilgilendiği bilinen ve kendi çapında maddi katkılarla zor durumda kalmış Yahudilere yardım elini uzatan meşhur zengin Hirsch’e anlattı. Onun farklı yaklaşımları olduğunu ve kendi fikirlerine pek olumlu bakmadığını gördü. Hirsch, Arjantin’e Yahudi yerleştirme planının ve uygulamakta olduğu tarıma dayalı Yahudi kolonizasyonunun doğru olduğunu düşünmekteydi. Herzl’e göre ise bu uygulama Yahudileri dilenci durumuna düşürmekteydi ve ileride tembelliğe yol açacağı muhakkaktı.[24] Hirsch’ten umduğunu bulamayan Herzl, daha az meşhur ancak kendilerine göre nüfuz sahibi olan Viyana Baş Hahamı Moritz Güdemann ve İngiliz Yahudi banker Sir Samuel Montagu gibi şahıslarla temasa geçti. Bu arada “The Jewish State” (Yahudi Devleti) adlı meşhur kitabını yayınladı.[25]
Filistin’deki kolonizasyon çalışmalarını olumsuz yönde etkileyeceği düşüncesiyle kitaba karşı çıkan Yahudiler bulunmakla birlikte ana fikrini benimseyenler de az değildi. Bu fikri benimseyen Avusturyalı tanıdıklarından birisi Herzl’e, Correspondance de L’est gazetesinden Michael de Nevlinski ile bağlantı kurmasını ve onun aracılığıyla Yahudilere Filistin’de toprak sağlamak için Sultana müracaat etmesini tavsiye etti. Nevlinski Sultan II. Abdülhamid ile doğrudan temas kurabilecek kadar iyi ilişkiler içindeydi. Hatta onun Sultanın Avrupa’daki hafiyelerinden biri olduğu söylenmekteydi. Bu nedenle Herzl Nevlinski’nin aracılığına önem veriyordu. Sonunda Nevlinski’yi Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması konusunda ikna ederek ondan arabuluculuk yapmasını istedi. O da Herzl’i İstanbul’a getirmeden yaklaşık iki ay önce “Yahudi Devleti” adlı kitabını okumuş ve içeriğinden Sultan Abdulhamid’i haberdar etmişti. Herzl’in hatıralarındaki ifadesine göre Sultan Kudüs’ü asla bırakmayacağını ve Ömer Camii’nin daima Müslümanların elinde kalması gerektiğini söylemişti.[26] Hatıralarından anlaşıldığı kadarıyla Herzl, Osmanlı Sultanı ve Müslümanlar nezdinde Kudüs’ün ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinin farkında değildi. Nevlinski Herzl’e göre çok daha gerçekçiydi. Ona Sultan’ın Yahudilere Anadolu’da bir yer verebileceğini bunu da ancak o sıralarda Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtmakta olan Ermeni meselesinin çözümünde ciddi katkıları olursa yapabileceğini ifade etti. Bunun üzerine Herzl, Filistin’den vazgeçmemekle birlikte Ermeni meselesinde Londra’da İngiltere dışişleri bakanı Salisbury nezdinde girişimlerde bulunmuş, ancak olumlu hiçbir gelişme olmamıştı. Neticede Herzl meseleyi bizzat Sultan Abdülhamid’le görüşmek istedi ve Nevlinski’nin isteksizliğine rağmen Haziran 1896 ortasında birlikte İstanbul’a geldiler. On günü aşkın bir süre İstanbul’da kalmasına ve yoğun çabalarına rağmen Herzl, Sultanla görüşmeyi başaramadı. Fakat Nevlinski konuyu birkaç kez Sultanla görüştü. Sultanın ilk cevabı Herzl’in hatıralarında naklettiği kadarıyla kısaca şöyleydi: ” Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar… Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler”.[27]
İstanbul’dan tabir caizse eli boş dönen Herzl, Nevlinski’nin etkisiyle, Avrupa’da Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne karşı başlattıkları karalama kampanyasını durdurma veya hiç değilse Ermeni tedhiş örgütlerini Osmanlı’ya karşı yumuşatma girişimlerine tekrar başladı, ancak bu yönde yine bir başarı sağlayamadı. Bu arada tam bağımsız bir Yahudi Devleti fikrini kısmen değiştirerek “tâbi devlet” fikrini benimsedi. Buna göre Filistin’de yerleşecek Yahudiler Osmanlı vatandaşlığına girecekler ve kuracakları idari yapı iç işlerinde özerk olacak fakat dışişlerinde Osmanlı Devletine tâbi olacaktı. Bu fikir ise daha önce Oliphant tarafından Osmanlı yetkililerine iletilmiş ancak reddedilmişti.
Bu arada Herzl Avrupa’daki temaslarına devam etti. 1880’lerden itibaren giderek gelişen Osmanlı Alman ilişkilerinin zirvede olduğu bir dönemde Kayzer II. Wilhelm’in Yahudi meselesine destek vermesi çok önemliydi. Herzl’e göre II. Abdülhamid üzerinde etkin olan Kayzer bu meseleyi sahiplenirse Sultan Filistin’e topluca Yahudi göçüne müsaade edecek ve böylece hem Almanya’nın başını ağrıtmakta olan Yahudi meselesi çözülmüş olacak hem de Almanya bölgedeki tabanını güçlendirecekti. Bu amaçla Kayzer’in yakın çevresiyle kurduğu diyalog sayesinde onun 1898 İstanbul ve Kudüs gezisine katıldı. Kayzer’le 18 Ekimde İstanbul’da yaptığı özel görüşmenin ardından ümitlenen Herzl’in 2 Kasımda Kudüs’te gerçekleşen gayet resmi ve heyet halinde görüşmeleri kendisi için tam bir fiyasko idi.[28] Aradan geçen kısa süre içerisinde ne olmuştu da Kayzer’in tavrı bu kadar değişmişti? Baden Dükü’nün Herzl’e bildirdiğine göre, Kayzer bölgedeki Yahudilerin hayat tarzından ve çevreyle ilişki biçimlerinden rahatsız olmuştu. Dahası, Kayzer’in ziyaretinin amaçlarından birisi de bölgedeki Protestan ve Katolik Alman cemaatlerini yakınlaştırmaya çalışmaktı. Zira Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandıracak bir tavrın onların hoşuna gitmeyeceği açıktı. En önemlisi de Almanya’nın Viyana Büyükelçisi Eulenburg’un Herzl’e söylediği sebepti. Buna göre; “Sultan Kayzer’in Siyonistlerle ilgili teklifini derhal ve o kadar kesin bir dille reddetmişti ki Kayzer’in konuya devam etmesi mümkün olmamıştı.”[29] Diğer bir ifadeyle, Kayzer sonunun nereye varacağı belli olmayan bir Siyonist hareketin liderine vereceği destekle hem kendi dindaşlarını üzeceğini hem de çok önem verdiği Osmanlı-Alman ilişkilerini olumsuz etkileyeceğini görmüş ve tavrını değiştirmiş görünmektedir.
Avrupa’daki büyük devletlerin doğrudan desteğini sağlayamayan Herzl bir taraftan Yahudilerin maddi birikimlerini meselenin halli yönünde yönlendirecek finansal teşkilatlanmayı teşvik ederken diğer taraftan da siyasi çözüm arayışlarını sürdürüyordu. 1897’de başlattığı Siyonist Kongreyi her yıl düzenli olarak topladı.[30] Nisan 1899’da Nevlinski’nin ölümüyle aracısız kalan Herzl İstanbul’a birinci gelişinde tanıştığı ve Sultan üzerinde etkin olduğunu düşündüğü Mabeyin ikinci katibi İzzet Paşa’ya bir mektup yazarak Sultanla doğrudan görüşme arzusunu dile getirdi. Bu yolla da bir netice alamayınca o yıllarda II. Abdülhamid’le doğrudan görüşebilen Yahudi asıllı Macar Türkolog Arminius Vambery ile irtibata geçti. Vambery Herzl’i huzura kabul ettirmeyi başardı. 1901 Mayısında gerçekleşen ve iki saatten fazla bir zaman alan bu ilk yüz yüze görüşmede Sultan genel bir ifadeyle Yahudilere karşı dostane tavrını ifade eder ancak Filistin’e Yahudi yerleştirilmesi meselesine hiç değinilmez. Görüşme daha çok Osmanlı borçlarının konsolidasyonu ve Osmanlı topraklarındaki yeraltı ve yerüstü kaynakların değerlendirilmesi meselelerinde yoğunlaşır. Bu konulardaki tekliflerini bir ay içinde vermesi isteğiyle Sultan görüşmeyi noktalar.[31] Ancak Herzl’in İstanbul’dan ayrılışından önce Sultan, İzzet Paşa aracılığı ile kendisine neredeyse 20 yıldan bu yana tekrarlanan şu görüşlerini iletir: Osmanlı topraklarına ayak basan Yahudilerin Osmanlı tabiiyetine girmeleri ve eski tabiiyetlerini kaybettiklerini belgelemeleri, hatta gerekirse askerlik yapmayı kabul etmeleri gerekir. Yerleştirme işleri devlet tarafından yürütülmeli ve beş-altı Yahudi aileden fazlası bir arada bulunmamalıdır.[32]
Filistin dışında Yahudi yerleşimine sıcak bakmayan Herzl umduğunu yine bulamamıştı. Sultanın Filistin’e Yahudi yerleşimine karşı tavrının katılığını hâlâ kavrayamayan veya en azından öyle görünen Herzl amacına ulaşabilmek için Osmanlı maliyesine nasıl yardım edebileceği ve doğal kaynakların değerlendirilmesi konularında Sultana birkaç mektup yazdı. Mektupları cevapsız bırakan Abdülhamid Şubat 1902’de Herzl’i İstanbul’a davet etti. Mabeyin teşrifatçısı İbrahim Bey ve ikinci katip İzzet Paşa aracılığıyla sürdürülen görüşmelerde Sultan Yahudilerin Osmanlı topraklarına yerleşimi konusunda daha önceki görüşmelerde ortaya koyduğu tavrını değiştirmeyerek Herzl’in Osmanlı maliyesinin düzeltilmesi ve madenlerin işletilmesi konularındaki planlarını sunmasını istedi.[33] Herzl ise Osmanlı Devleti ile yapılacak her türlü ortak girişimin Filistin’de Yahudi yerleşimi ile bağlantılı olmasında ısrar ediyordu.
Filistin konusunda yıllardan beri yaptığı girişimlerle bir arpa boyu bile mesafe kat edemeyen Herzl hiç olmazsa Filistin’e yakın bölgelerde bir yerde Yahudi yerleşim merkezleri kurmayı düşünmeye başlamıştı. Bu arada konsolidasyon meselesini görüşmek üzere tekrar İstanbul’a çağrıldı. 25 Temmuz-2 Ağustos 1902 tarihleri arasında Saray katipleri ve Sadrazamla görüşen Herzl yapacağı yardımlar karşılığında en azından Yahudilerin Kudüs yakınlarında bir yere mesela Hayfa’ya yerleşmelerine müsaade edilmesini talep etti. “Hayfa da olmaz, orası stratejik açıdan çok önemlidir” cevabı geldi.
2 Ağustos tarihli son görüşmede I. katip Tahsin Paşa’nın Sultandan getirdiği cevap ise özü itibariyle öncekilerin tekrarından ibaretti. Buna göre; “İsrailoğulları Osmanlı İmparatorluğu’na kabul edilebilirler, ancak şu şartla ki: Bir arada bulunmayıp dağınık olarak oturtulmak, yerleşecekleri mevkiler hükümet tarafından tayin edilmek, Osmanlı tabiiyetini kabul etmek ve üzerlerine düşen bütün vatandaşlık görevlerini ifa etmek üzere…”.[34] Yıllardan beri her defasında farklı bir yaklaşımla karşılanacağı ümidiyle İstanbul’a gelen fakat Sultandan mahiyet itibariyle hep aynı cevabı alarak büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Herzl nezaket icabı konuyu arkadaşlarıyla müzakere edeceğini bildirerek ayrıldı. Her ne kadar daha sonra İzzet Paşa’ya yazdığı mektuplarda Akka’ya müsaade edilmesine de razı olacağını ifade ettiyse de herhangi bir cevap alamadan hayata veda etti (3 Temmuz 1904).
Birkaç yıl süren dolaylı ve dolaysız diyalogla ilgili en önemli soru Sultan Abdülhamid’in Herzl’i ne kadar ciddiye aldığı ve gerçekten Filistin’e Yahudi yerleşimi konusunda herhangi bir şekilde tavize hazır olup olmadığıdır. Mayıs 1880’den bu yana Sultanın çeşitli vesilelerle konuyla ilgili izhar ettiği görüşler hatırlandığında Filistin’e Yahudi yerleşimi konusunda tavizsiz tavrının hiç değişmediği açıktır. Dahası, Mayıs 1901’de Herzl’i kabulünden kısa bir süre önce Abdülhamid Yahudilerin Filistin’e girişi ve toprak satın almaları ile ilgili kısıtlamaları artıran yeni kararlar almıştı. Hatta aynı yıl Osmanlı borçlarının konsolidasyonu ile ilgili Fransızlarla bir anlaşma yapılmıştı.[35] Sultan Filistin konusunda taviz vermeyecek idi ise Herzl ile sürdürülen diyalogun manası ne olabilirdi? Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için herhalde Abdülhamid’in Kudüs ile ilgili dini, siyasi ve stratejik düşünce ve inanışlarından, zamanın uluslar arası ilişkilerine ve Herzl’in fikirlerinin çeşitli Yahudi grupları tarafından nasıl değerlendirildiğine kadar bir dizi konu hakkında derinlemesine bir araştırma yapmak gerekecektir.
Herzl’den boşalan liderlik koltuğuna David Wolffsohn oturdu.[36] Wolffsohn gençliğinde Siyon Aşıkları hareketinde faaliyet göstermiş, fakat daha sonra Herzl’le birlikte çalışmaya başlamıştı. O da Filistin’e Yahudi göçü probleminin İstanbul’da çözümleneceğine inanıyordu. İstanbul’dan gelen haberlere göre Osmanlı maliyesi çok zor günler geçirmekteydi ve Yahudiler Osmanlı’nın mali problemlerini hallederlerse Filistin’e Yahudi göçü konusunda yetkililer daha esnek davranacaklardı. Gelen haberlerin doğruluk payının olabileceğini düşünen Wolffsohn Ekim 1907’de İstanbul’a geldi ve Babıâli’ye yeni bir teklifte bulundu. Buna göre, Yahudiler Filistin’in Kudüs dışında kalan mahallerine yerleştirilecekler ve vergiden muaf tutulmak kaydıyla Osmanlı kanunlarına tâbi olacaklardı. Osmanlı hükümeti bu teklifi de reddetti ancak Siyonistlerin İstanbul’da Anglo-Levantine Banking Company (İngiliz-Levanten Bankacılık Şirketi) adlı bir banka kurmalarına müsaade etti. Bankanın başına Rus Siyonisti Dr. Victor Jacobson getirildi. Bu tarihten itibaren Dr Jacobson Siyonistlerin gayri resmi İstanbul temsilcisi olarak çalışacaktı.[37]
Filistin’e Yahudi yerleşimi konusunda 1878’den buyana yapılan girişimleri resmen sonuçsuz bırakmayı başaran Osmanlı hükümeti Yahudilerin Filistin’e fiilen göçüne mani olabilecek miydi? Bu konuda 1880’den itibaren bir dizi tedbir alındığı görülmektedir. Bir taraftan dış temsilcileri aracılığı ile Avrupa devletleri ve Amerika’yı Yahudilerin Filistin’e göçünü teşvik etmemeleri konusunda ikna girişimleri sürdürülürken diğer taraftan da yeni kanun ve yönetmeliklerle Yahudilerin Filistin’e girişleri engellenmeye çalışılmıştır. Osmanlı Devleti’nin dış temsilcileri arasında Washington ve Berlin büyükelçileri Ali Ferruh Bey ve Ahmet Tevfik Paşa Filistin’e Yahudi göçü aleyhine gerçekleştirdikleri yoğun faaliyetleri ile dikkat çekmektedirler.[38]
Dahili önlemlere gelince; 1882’den itibaren Yahudi hacı ve işadamlarının dışındakilerin Filistin’e girişi yasaklanmıştı. Ancak birçok Yahudi’nin kendilerine hacı ve işadamı görüntüsü vererek bu yasağı çiğnediklerinin ortaya çıkması uzun sürmemişti. 1877-1889 yılları arasında Kudüs mutasarrıflığı görevinde bulunan ve Yahudi göçüne karşı tavizsiz tavrıyla bilinen Rauf Paşa Filistin sınırlarına giren Yahudi hacıların bir kısmının izlerini kaybettirdiğini tespit edince Bâbıâli’den önlemlerin artırılmasını istemişti.
Bunun üzerine 1884’te çıkarılan bir kanunla kapitülasyonların sadece ticari bölgeler için geçerli olduğu gerekçesiyle Yahudi işadamlarının ticari kapasitesi düşük olan Filistin’e girişleri yasaklanmış ve Yahudi hacılara da pasaportlarını bulundukları ülkedeki Osmanlı konsolosuna vize ettirmeleri, Filistin’den ayrılmalarını sağlayacak miktarda depozito ödemeleri kaydıyla bir aylık süre için içeri alınmalarına müsaade edildi. Diğer taraftan Osmanlı konsoloslarının vize için gelen Yahudilere kolaylık göstermemeleri istenmekteydi. Ancak Avrupa devletlerinin Filistin’e gelen Yahudiler arasında kendi vatandaşlarının da bulunduğu ve kapitülasyonlar gereği zikredilen kısıtlamaların uygulanamayacağı konusunda Osmanlı hükümetine yaptıkları ısrarlı baskılar sonucu 1888’de teker teker gelmek kaydıyla Yahudilerin girişine izin verildi.
Bu karardan rahatsız olan Osmanlı hükümeti 1891’de kapılarını bütün Yahudilere kapatma ve 1892’de Osmanlı vatandaşı olsalar bile Yahudilere Filistin’de toprak satışını yasaklama kararları aldıysa da Avrupa devletlerinin karşı çıkmasıyla uygulamada başarılı olamadı. 1898’de ise 1884’te alınan kısıtlama kararları tekrar uygulamaya koyuldu ve pasaportlarını mutasarrıflığa bırakarak geçici ziyaret kartı (kırmızı kart) alma zorunluluğu getirildi. 1900’de çıkarılan bir kararname ile de Osmanlı vatandaşı veya yabancı Filistin’e girecek Yahudilere burada üç ay kalma izni verildi. Bu süreyi geçiren Osmanlı Yahudileri zabıta tarafından, yabancı Yahudiler ise bağlı bulundukları konsolosluk aracılığı ile Filistin’den zorla çıkarılacaklardı. Ancak bu önlemler de yetersiz kalacaktı. Çünkü, Yahudiler Filistin’e girdikten sonra onları çıkarmak için gerekli olan yabancı devlet temsilciliklerinin desteği sağlanamıyordu. Aksine, Filistin’den çıkarılacaklarını anlayan Yahudiler bağlı bulundukları konsolosluğa müracaat ederek korunuyor ve kapitülasyonlardan dolayı Osmanlı hükümeti hiç bir şey yapamıyordu.[39]
Abdülhamid Dönemi’nin son yıllarında Kudüs Sancağı mutasarrıflığı görevinde bulunan Ali Ekrem Bey, mutasarrıflık arşivi belgelerini inceledikten ve mahalli görevlilerin konuyla ilgili görüşlerini dinledikten sonra, alınan bütün tedbirlere rağmen Filistin’e Yahudi göçünün engellenemeyişini yabancı devletlerin müdahalesine bağlamıştı. Ekrem Bey’e göre, kapitülasyon haklarına sahip yabancı devletlerin desteği sağlanmadıkça Yahudi göçüne karşı alınan karalarla ve çıkarılan kanunlarla sonuç elde etmek neredeyse imkansız idi.[40]
Osmanlı hükümetinin Filistin’e Yahudi yerleşimini engelleme konusunda aldığı tedbirlere rağmen illegal yöntemler kullanılarak ve kapitülasyonların sağladığı haklardan yararlanılarak 1878’den itibaren Filistin’de Yahudi yerleşim merkezleri kuruldu. Meşhur Yahudi zengini Rothschild,[41] Baron Hirsch’in kurduğu Yahudi Kolonizasyon Birliği (1896’dan itibaren) ve Siyon Aşıkları gibi kişi ve kuruluşların destekleriyle gerçekleştirilen Yahudi göçleri sonucunda, 1882 ila 1908 arasında Filistin’de 30 civarında yeni Yahudi yerleşim merkezi (köy) kurulmuştur. Yahudi yerleşim merkezlerinin yoğunlukla kurulduğu yıllara bakıldığında birinci dönemin 1881’de Rusya ve Romanya’da Yahudilerin kıyıma maruz kalmalarının ardından gerçekleşen Birinci Yahudi göçü dalgası (1882-1884) ile; ikinci yoğun dönemin 1904 yılında yine Rusya’da meydana gelen kıyım sonrasında gerçekleşen İkinci Yahudi göçü dalgasının hemen ardından başladığı görülecektir.[42]
Aynı dönemde Filistin’e göç eden Yahudi sayısı ve 1908’e gelindiğinde bölgenin toplam Yahudi nüfusu hakkında kesin rakamlar vermek mümkün görünmemektedir. Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaçına işaret etmek gerekirse; birincisi, konunun hassasiyeti ve ideolojik yönü nedeniyle rakamların güvenilmezliğidir. İkincisi, Abdülhamid döneminde Filistin’e gelen Yahudilerin bir kısmı meşru yollardan Devletten izin alarak gelmiş -ya Osmanlı Devleti’nin kaybettiği topraklardaki Osmanlı vatandaşı Yahudilerden ya da Rothschild çiftliklerinde çalıştırılmak üzere- olduklarından devletin izin verdiği rakamlarla gerçek rakamların oldukça farklılık arz etmesidir. Örneğin Rothschild Safed kazası sınırlarına 70 aile yerleştirme izni almışken bir tetkik sırasında bu sayının gerçekte 396 aileye ulaştığı tespit edilmiştir.[43] Bir diğer sebep de bölgeye göç eden Yahudilerin bir kısmının Osmanlı Devleti’nin aldığı önlemler ve diğer bazı sebeplerden dolayı bölgeden ayrılmalarıdır. (Mandel’in tahminine göre gelen her iki Yahudi’den biri bölgeden ayrılmıştır.) Bütün bunlara rağmen bir fikir vermesi bakımından belirtmek gerekirse Abdülhamid Dönemi’nde Filistin’e göç ederek yerleşen Yahudi sayısının 25-30.000 arasında olduğu, bölgedeki toplam Yahudi nüfusunun ise -göçlerle yeni gelenler ve doğal nüfus artışı dahil- 1908 itibariyle 70-80.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.[44]
Osmanlı Devleti’nin yasaklama kararlarına ve aleyhte tavrına rağmen Yahudilerin Filistin’de yerleşim merkezleri kurmalarında yabancı devletlerin payı konusunda Ali Ekrem Bey’in yukarıda belirtilen kanaati önemli görünmektedir. Filistin’e Yahudi göçü meselesinde en büyük katkı şüphesiz İngiltere tarafından sağlanmıştır. 1839’dan beri Osmanlı Devleti’ndeki Yahudileri korumayı kendine bir görev addeden İngiltere, bölgedeki konsolosları vasıtasıyla Yahudilerin kapitülasyonlardan azami ölçüde yararlanmalarını sağlamaya çalışmıştır. 1879’da Osmanlı Devleti’ne yapılan ilk resmi girişimin hazırlık safhasında İngiltere’nin Beyrut başkonsolosu Eldridge’in teklif sahibi L. Oliphant’a bölgedeki araştırmaları sırasında her türlü kolaylığı temin etmesi, yerli Yahudi ileri gelenleri ve Suriye Valisi Midhat Paşa ile görüşmelerini sağlaması bunun en somut örneklerindendir. Aynı yıllarda İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi H. Layard’ın Bâbıâli nezdindeki girişimleri de bu desteğin bir başka örneğidir.[45] Yahudileri tamamen İngilizlerin eline bırakmak istemeyen Avrupa’nın diğer büyük devletleri de Filistin’e göç eden Yahudilere yardım elini uzatmaktan geri durmuyorlardı.[46]
Bu arada bölge halkının Yahudi göçüne karşı tepkisi de giderek artmaktaydı. Yüzyıllardan beri topraklarında Yahudileri barış içinde barındıran Kudüs Müslümanları XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Filistin’e akın etmeye başlayan Yahudilerin kendilerine zararlı olacaklarını anlamakta gecikmediler. Filistin’e Yahudi göçünün önlenmesi için bir taraftan Osmanlı hükümeti nezdinde girişimlerde bulunurken, diğer taraftan da Avrupa’nın önde gelen Siyonistlerine Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerinin devam etmesi halinde çok ciddi tehlikeler doğuracağı ihtarında bulundular.
Nitekim çok geçmeden Filistin’de Yahudiler ile Müslüman Araplar arasında çatışmalar meydana geldi. Diğer bir ifadeyle günümüze kadar aralıklarla devam eden Arap-Yahudi çatışmalarının başlangıcı da bu döneme rastlamaktadır.[47]
Netice itibariyle II. Abdülhamid döneminde Osmanlı hükümeti Filistin’e Yahudi göçünü engelleme konusunda taviz vermemesine ve göçü engelleyici tedbirler almasına rağmen tam olarak sayıları bilinmese de binlerce Yahudi Filistin’e göç etmiş, onlarca köy kurarak ve binlerce dönüm arazi satın alarak yerleşik hayata geçmiştir. Bu başarısızlığın farkında olan ve gelişmelerin seyrini net bir şekilde gören Abdülhamid, doktoru Atıf Hüseyin’e “eminim zamanla (Yahudiler) Filistin’de kendi devletlerini kurmayı başaracaklardır”[48] sözüyle gidişatın nereye varacağını daha tahttan indirilişinin ikinci yılında (1911) ifade etmiştir.
Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 78-86
Aydınlatıcı ve güzel bir yazı olmuş…Teşekkür ederiz.