Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Yakın Doğu Türk-İslam Tarihinin Akışını Değiştiren Bir Meydan Savaşı: Ayn Calud

0 13.629

Prof. Dr. Aleksander N. SADOYOV

On üçüncü yüzyılın ilk yarısı Türk İslam âleminin en karışık olduğu bir devreyi ihtiva eder. Bu zaman dilimi içerisinde gelişen olaylar, daha sonraları Orta Doğu’nun siyasi haritasında yeni şekillenmelere sebep olacaktır. Bu zaman dilimi içerisinde 1260 yılında Moğollar ile Memlukler arasında cereyan eden Ayn Calut Savaşı, Malazgirt veya Miryakefalon savaşları gibi asker sayısı yüzbinlerle ifade edilen bir savaş değildir. Kaynakların verdiği bilgilere göre Moğol kuvvetleri 15 bin, Memluk kuvvetleri ise bunun iki katıdır. Ancak Ayn Calut savaşı cereyan tarzından ziyade netice itibariyle Moğol istila hareketinin durak noktası olması ve yeni güç dengelerinin ortaya çıkmasına sebep olmasının yanında Türk ve İslam tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Savaşın sebep ve sonuçlarını ele almadan önce bu devir Orta ve Yakın Doğu’nun siyasi durumuna kısaca temas etmekte fayda vardır.

XII. yüzyılın sonlarında, Eyyubi devletinin kurucusu Selahaddin Eyyubi’nin (1174-1193) ölümüyle halefleri arasında taht mücadeleleri başlamıştır. Zaman zaman bu mücadelelerden galip çıkan bazı Eyyubi hükümdarları otoritelerini tesis ettikten sonra Kuzey Suriye’de Anadolu Selçuklu devleti ile hâkimiyet mücadelelerine girişmişlerdir.[1] Bu durum 1249 yılında Eyyubi hükümdarı el-Melik el-Salih Necmeddin’in (1240-1249) ölümüne kadar devam etti. Onun ölümünü müteakip başlayan karışıklıklar son Eyyubi hükümdarı el-Melik el-Muazzam Turanşah’ın Memlukler tarafından katledilmesi (1250) ve Eyyubi devletinin yıkılarak yerine Türk Memluk devletinin kurulmasıyla son buldu.[2]

Bağdat Abbasi halifeliği bu dönemde ilk devirlerindeki azametli yıllarını kaybetmiş çeşitli İslam hükümdarlarının saltanatlarını tebrik ve tasdik etmenin yanında, ortaya çıkan anlaşmazlıklarda sulh için elçi ve rica heyetleri göndermekten başka bir fonksiyon icra edemez hale gelmiştir. Nitekim bunun bir göstergesi olmak üzere, Moğol istilasının Kuzey Suriye’ye dayandığı bir sırada Abbasi halifesinin Türk-İslam devletleri arasındaki anlaşmazlıkların sona erdirilmesi ve Moğollara karşı ortak güç oluşturulması yönündeki talepleri bölgedeki Türk ve İslam devletleri tarafından fazla ciddiye alınmamış ve rağbet görmemiştir.

Bu devir Orta Doğu’nun siyasi hayatında söz sahibi bir başka devlet olan Bizans’ta da durum pek farklı değildir. İslam âlemine karşı tertip edilen Haçlı seferlerinin dördüncüsünde Latinler Bizans’ın başkenti Konstantinapol’ü işgal ile büyük yağma ve tahribata girişmişlerdir. 1261 yılına kadar devam eden bu işgal ve karışıklık, Bizans’ta yıllardır mevcut olan otorite boşluğu ve güç kaybının artmasına neden olmuştur. Bu karışıklık ancak 1261 yılında VIII. Mihael Paleologos’un Bizans tahtını yeniden ele geçirmesiyle son bulmuş ve istikrar sağlanabilmiştir.[3]

Moğollar açısından durum biraz daha iyi görünmektedir. 1251 yılında Moğol idaresini ele alan Mönge (1251-1259), Cengiz Han (1167-1227) tarafından başlatılıp, Ögedey (1227-1241) zamanında da kısmen takip edilen fetih hareketlerini devam ettirmek istiyordu. Bu maksatla bir taraftan küçük kardeşi Kubilay’ı (1264-1294) emrine verdiği kuvvetlerle Çin’e gönderirken, öbür taraftan da, diğer kardeşi Hülagü’yu (Ölm. 1265) büyük bir kuvvetle İran ve Azerbaycan’ın fethi ile görevlendirdi.[4] Hülagü kısa zamanda Batınilerin merkezi olan ve daha önce Selçuklular tarafından ele geçirilemeyen Alamutu da yerle bir ederek bütün İran’ın fethini tamamladı. Artık Moğol istila hareketinde hedef sırası Anadolu ve Suriye’ye gelmişti.

Moğol tehlikesinin yaklaştığı bu dönemde Anadolu’da hâkim unsur olan Türkiye Selçuklu Devleti de, komşularına nazaran daha iyi bir durumdadır. Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubad (1220-1237) kısa zamanda takip ettiği siyasetle Türkiye Selçuklu Devleti’ne en parlak devrini yaşattı. Keykubad, batıya doğru süratle ilerleyen Moğol istilasının ülkesini de tehdit etmekte olduğunu fark ederek çeşitli tedbirlere başvurdu. Bir taraftan Konya, Sivas ve Kayseri başta olmak üzere Anadolu’daki pek çok şehrin surlarını tamir ve tahkim ettiren Keykubad, diğer taraftan da, Moğollara karşı mücadelede Harzemşahlar ve Eyyubiler ile ittifak kurma yoluna gitti.[5] Bu amaçla Celaleddin Harzemşah’ın Azerbaycan’da yerleşmesine müsaade etti. Bununla o, Moğollar ile kendisi arasına Celaleddin Harzemşah’ı tampon devlet olarak yerleştiriyordu. Ancak, kısa bir süre sonra Celaleddin’in Selçuklu topraklarına tecavüzde bulunması neticesinde, Moğollara karşı birlikte mücadele etmesi gereken iki Türk devleti karşı karşıya geldi. Taraflar arasında 1230 yılında Yassı Çemen’de cereyan eden savaşta, müttefik Selçuklu ve Eyyubi kuvvetleri karşısında yenilgiye uğrayan Celaleddin için bu mağlubiyet adeta bir son oldu.[6]

Alaaddin Keykubad, bir süre sonra da ittifakını temin ettiği Eyyubiler ile Kuzey Suriye toprakları için mücadeleye girişti. Uzun ve kanlı mücadeleler sonucunda Eyyubileri de kendisinden uzaklaştıran Keykubad, Anadolu kapılarına dayanmış olan Moğollar karşısında yalnız kaldı. Keykubad’ın 1236 yılında Eyyubiler üzerine yapacağı yeni bir sefer için hazırlıklara giriştiği esnada Moğol Hanı Ögedey’in (1229-1241) elçileri Selçuklu payitahtı Kayseri’ye geldi. Moğol elçileri, Keykubad’dan yıllık vergi vermesini ve Moğol hanına tabiyetini arzetmesini istediler. Üst üste yaptığı siyasi hatalar neticesinde bütün müttefiklerini kaybeden bu sebeple de, Moğollara karşı tek başına mücadele edemeyeceğini anlayan Keykubad, elçilerin bütün isteklerini kabul etti.[7] Böylece o, kısa bir süre için de olsa Moğol tehlikesini ülkesi sınırlarından uzaklaştırmış oluyordu.

Alaaddin Keykubad’dan sonra tahta geçen II. Gıyaseddin Keyhusrev’in (1237-1246) saltanat yılları Türkiye Selçuklu Devleti için adeta bir yıkım devresi oldu. Onun kötü idaresinin yanında Moğollar da, Baycu Noyan komutasında büyük bir ordu ile Anadolu’ya girerek fiilen istila teşebbüsünde bulundular. 1243 yılında Kösedağı ve 1256 yılında Sultan Hanı civarında yapılan her iki savaşta da Selçuklu ordusu büyük bir bozguna uğradı. Bunu müteakip bilhassa Sultan Hanı Savaşı’ndan sonra Anadolu’yu istila eden Moğollar, başta Sivas, Kayseri ve Erzincan olmak üzere pek çok şehri yağma ve tahrip ettiler. Böylece Anadolu, Alaaddin Keykubad’ın 1236’da Moğol tabiyetini kabul etmesiyle hukuken, 1243 ve 1256 yıllarındaki yenilgilerin sonucunda da fiilen Moğol hâkimiyeti altına giriyordu. Moğol istilası ve vahşeti karşısında Anadolu’da büyük bir karışıklık baş gösterdi. Halk panik halinde ya Bizans sınırına yakın uçlara sığınıyor veya Suriye ve Bizans’a iltica ediyordu.

İran’ın ve Anadolu’nun Moğol hâkimiyetine girmesinden sonra Hülagü’nün hedefi, İslam âleminin dini merkezi durumunda olan Bağdat Abbasi halifeliği oldu. 1257 yılı Kasım ayında Halife el- Mu’tasım Billah’a bir elçi heyeti gönderen Hülagü, ondan kendisine itaat ile Bağdat şehrini teslim etmesini istedi. Önceleri Hülagü’nün isteklerini ve Bağdat’ta Moğol Hanı adına hutbe okutmayı kabul eden Halife, daha sonra çevresinden gelen baskılarla bundan vazgeçti. Gönderdiği cevapta daha önceleri Bağdat’a yapılan bütün saldırıların sonuçsuz kaldığını ifadeyle, Hülagü’den İslam ülkelerinden çekilerek geldiği yere Horasan’a dönmesini istedi. Halifenin bu cevabı karşısında büyük bir öfkeye kapılan Hülagü, kalabalık bir ordu ile Bağdat kapılarına dayandı.[8] Ancak Hülagü, “Halifeye dokunacak olursa, güneşin bir daha dünyayı aydınlatmayacağına ve yağmurun yağmayacağına” inandırıldığı için Bağdat’a saldırmaya çekiniyordu.[9] Daha sonraları bilhassa Hıristiyanların baskı ve telkinleri karşısında bu korkusunu üzerinden atan Hülagü, Bağdat’ı işgal ettiği gibi Moğol ordusunun da şehirde gerçekleştirdiği yağma ve katliama göz yumdu. Yakalanan Abbasi Halifesi el-Mu’tasım Billah, hazinelerinin yeri söyletilinceye kadar yapılan işkenceden sonra bütün ailesiyle birlikte kılıçtan geçirildi.[10] İslam âleminin ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ın sukutundan sonra Moğol ordularının önünde artık Suriye ve Mısır yolu açılmış oluyordu.

Bu tarihlerde Mısır coğrafyasında da önemli gelişmeler oluyordu. Kısa bir süre önce Eyyubilerden idareyi ele alan Memlukler İslam âlemi içerisinde kendilerini kabul ettirme gayreti içerisindeydiler. Bu sebeple Memluk sultanı el-Melik el-Muizz Aybeg et-Türkmani (1250-1257), Bağdat Abbasi halifesine bir elçi göndererek ondan hâkimiyetinin tanınmasını bildiren bir menşur talebinde bulundu.[11] Fakat Moğol istilasının Bağdat kapılarına dayandığı bir sırada yapılan bu talep, halifelik sarayında müspet veya menfi herhangi bir cevaba muhatap olmadı.

El-Melik el-Muizz Aybeg’in katlinden kısa süre sonra, Memluk tahtına oturan el-Melik el- Muzaffer Seyfeddin Kutuz (1259-1260), yaklaşmakta olan Moğol tehlikesinin farkındaydı. Bu sebeple o, mahalli kuvvetlerle Moğollara karşı koymanın mümkün olamayacağını Suriye ve Mısır’da Hıristiyanların da iştirak edeceği daha geniş katılımlı ortak bir güç teşkil edilmesi gerektiğini, düşünüyordu. Bunun için Kutuz bütün dikkat, gayret ve mesaisini Moğollara karşı koyabilecek güçlü bir ordu teşkili için seferber etti. Memluk sultanının açmış olduğu cihat bayrağının altına kısa sürede Suriye ve Mısır’dan katılmalar başladı. Bunlar arasında en önemli yeri, Aybeg zamanında iktidar için tehlike arz ettikleri gerekçesiyle Mısır’dan firara mecbur bırakılan el-Bahriyye Memlukleri tutmaktaydı. Suriye’de bulunan Bahriler, Emir Baybars el-Bundukdari idaresinde Mısır’a dönmek ve Moğollara karşı mücadele etmek için Kutuz’un hizmetine girmek istediler. Moğol tehlikesi karşısında eski düşmanlıkların bir süre için de olsa bir kenara bırakılması gerektiğini düşünen Kutuz, el-Bahriyye’nin bu teklifini memnuniyetle karşıladı. El-Bahriyye Memluklerini Kahire dışında bizzat karşılayan sultan Kutuz, Bahri emirlerine çeşitli ıktalar ve hediyeler verirken, liderleri Baybars’a da Kalyob şehrini ıkta olarak verdi. Ayrıca, Moğollar ile yapılacak savaşta başarılı olunması halinde de Haleb şehrinin naipliğini vaat etmiştir.[12]

Bu esnada Kuzey Suriye’de süratle ilerleyen Moğollar, kısa süre sonra Ermeni ve Haçlı kuvvetlerinin de yardımlarıyla Halep ve Dımaşk’ı ele geçirdiler.[13] Böylece Hülagü’nün karşısında Mısır yolu tamamen açılmış oluyordu. Hülagü, sefer için son hazırlıklarını yaparken büyük Moğol hanı Mönge’nin ölüm haberini aldı. Bu haber üzerine Suriye’de ünlü Moğol kumandanı Ketboğa kumandasında 10 bin kişilik bir kuvvet bırakan Hülagü, yeni Moğol hanını seçmek üzere ordusunun büyük bir kısmıyla Tebriz’e döndü.[14] Dönüşünden önce Memluklerin de tabiyetini sağlamak istediğinden giderayak, Kutuz’a bir elçi heyeti gönderen Hülagü, ondan kendisine tabi olmasını isteyerek, aksi takdirde Suriye’de vuku bulan katliam hadiselerinin Mısır’da da aynen tekerrür edeceğini bildiriyordu.[15]

Hülagü’nün bu tehdit dolu mektubu karşısında Memluk ümerasını toplayan Kutuz, onlarla durumu istişare etti. Toplantıda alınan savaş kararından sonra Moğol elçilerinin vücutları ortadan ikiye bölünerek başları da Kahire sokaklarında asıldı.[16] Böylece Hülagü’nün tehdit dolu tabiyet talebine aynı sertlikte cevap verilince iki devlet arasındaki savaş kaçınılmaz hale geldi.

Karşılıklı ilişkilerin bu derece gerginleşmesi üzerine son hazırlıklarını tamamlayan Memluk sultanı, ordusu için gerekli mali desteği Mısır halkına koyduğu ağır vergilerle karşıladı.[17] Daha sonra Kutuz, Memluk ümerasıyla yaptığı son bir istişareden sonra emir Baybars el-Bundukdari’yi öncü birliğinin kumandana tayin ederek, Moğollar hakkında bilgi toplaması için ileri gönderdi.[18]

Memluk sultanı Kutuz’un Moğollarla yapacağı savaştan önce dikkatli ve tedbirli bir politika takip ettiği görülmektedir. Daha önce Irak ve Suriye’de Müslümanlara karşı oluşturulan Moğol-Ermeni-Haçlı ittifakını göz önünde bulunduran Kutuz, böyle kritik bir zamanda Suriye’deki Haçlı kontlukları ile yeni bir çatışmaya girerek ikinci bir cephe açmaktan kaçındı. Bu sebeple Haçlı kontluklarının düşmanlığını kazanmamak için azami gayret göstererek Haçlı kontluklarına, ortak düşmanları olarak nitelediği Moğollara karşı ittifak halinde savaşmayı teklif etti. Bu teklif Suriye’deki Hıristiyanlar arasında tartışmaya sebep oldu. Haçlı kontlarının bir kısmı Müslümanlardan kurtulmak için Moğollarla birlikte hareket etmek lazım geldiğini iddia ederken, çoğunluk ise Moğolların daha tehlikeli olduğunu ve Müslümanlardan sonra sıranın kendilerine de geleceğini söylüyorlardı. Ancak Müslümanlarla yapılacak bir ittifakın başarısızlıkla sonuçlanması durumunda Moğolların tepkisini düşünmek bile istemiyorlardı. Haçlı kontları uzun tartışmalardan sonra nihayet bir karara varmışlar ve bunu Memluk sultanı Kutuz’a bildirmişlerdi. Buna göre Haçlı kontları, Müslümanların yanında savaşa girmeyecekler ancak Memluk ordusunun da Suriye’ye giderken Haçlı kontluklarının arazisinden geçmelerine izin vereceklerdi. Bu görüş doğrultusunda taraflar arasında 10 yıl sürecek bir barış anlaşması imzalandı.[19]

Böylece Haçlı kontluklarının verdikleri söze bağlı kalacaklarından emin olan Kutuz, kısa bir süre sonra bizzat kumanda ettiği asıl Memluk ordusu ile kendisi de Kahire’den ayrıldı. Kahire’den büyük bir istekle hareket eden ordu, es-Salihiyye mevkiine geldiği zaman bir duraklama geçirdi. Bunun sebebi ise Suriye’deki Moğol istilasının önünden kaçarak Memluk ordusu ile mülaki olan insanlar tarafından Moğolların gerçekleştirdikleri katliam ve vahşet hakkında anlattıkları hikâyelerin, bazı Memluk ümerası arasında tereddüt ve korku emareleri ortaya çıkarmış olmasıydı, bu hikâyeleri dinleyen bazı emirler, Moğollar ile yapılacak bu savaşta hezimete uğramaları halinde Bağdat ve diğer şehirlerin başına gelenlerin Kahire’nin de başına gelebileceğini ve bu sebeple karşı koymanın manasız olduğunu, teslim olmaları gerektiğini söylüyorlardı. Bu nazik durum karşısında öfkelenen Kutuz, emirleri toplayarak onlara hitaben “sizler bunca zamandır Beytü’l-malin ekmeğini yiyor, cihad zamanında ise savaştan kaçıyorsunuz. Ben cihada gidiyorum. İsteyen benimle gelsin, istemeyen evine dönsün”[20] diyerek tahrik ve teşvik edici bir konuşma yaptı. Bu tesirli hitabetten sonra Memluk ümerası arasındaki tereddütler ortadan kalktı ve ordu yek vücut olarak Moğollar üzerine tekrar yürüyüşe geçti.

Moğollar hakkında bilgi toplamak için ileri harekâtına devam eden emir Baybars idaresindeki Memluk öncü birliği, Moğol işgali altında bulunan Gazze’ye yöneldi. Durumdan haberdar olan Moğol kumandanlarından Baydara, derhal Baalbek mevkiinde bulunan Ketboğa Noyan’a haber göndererek yanında az sayıda asker olduğunu ve derhal kendisine yardımcı kuvvet göndermesini istedi. Ancak Ketboğa ona herhangi bir yardım göndermediği gibi yerinde kalmasını ve mevziini korumak için de savaşmasını emretti. Ne var ki, Baydara emrindeki az sayıda Moğol kuvvetleriyle emir Baybars karşısında tutunamayarak yenilgiye uğradı.[21] Öncü birliğinin Moğolları yenerek Gazze’yi ele geçirdiği haberi Memluk ordusuna ulaştığında büyük bir sevinç yaşanmasına ve morallerin yükselmesine sebep oldu.

Bu arada Memluk sultanı Kutuz da Haçlı kontlukları ile yaptıkları barışa binaen ordusuyla Frank arazisinden rahatlıkla geçerek, Ayn Calut mevkiine geldi. Burası yaygın bir inanışa göre Hz. Davut’un, büyük düşmanı olan Calut’u öldürdüğü mevkii idi. Kutuz, burada savaşın sonucunu etkileyecek askeri bir taktik uyguladı. Memluk ordusunun az sayıda olduğu izlenimini vermek için askerlerinin büyük bir kısmını yakında bulunan ormana saklayan Kutuz, Moğolların karşısına sadece emir Baybars’ın idaresindeki öncü birliklerini çıkardı. 3 Eylül 1260 tarihinde sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Moğollar saldırıya geçtiler. Bu saldırı karşısında bir süre direnen Baybars, daha sonra kararlaştırıldığı şekilde sahte bir firar hareketiyle asıl Memluk ordusunun bulunduğu yere doğru geri çekilmeye başladı. Türk ve Moğol kavimlerinin klasik savaş taktiği olan bu uygulamayı her zaman başarı ile tatbik eden Moğollar belki de ilk defa bir yanılgıya düştüler. Memluk kuvvetlerinin bozgun halinde kaçtığını sanan Moğol kumandanı Ketboğa, askerlerine, kaçan Memluk ordusunu takip ederek imha emri verdi. Fakat bir süre sonra Memluk ordusu tarafından tamamen kuşatılan Ketboğa, tuzağa düştüğünü anlamakta gecikmedi. Buna rağmen Moğollar savaşı bırakmayarak bütün gayretleriyle çarpışmaya devam ediyorlardı. Nitekim bu mücadele esnasında Memluk ordusunun sağ kanadı bozulduğu gibi askerler arasında da yılgınlık belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Bu tehlikeli durumu gören Memluk sultanı Kutuz, başında bulunan miğferini yere attı. Daha sonra da “İslam için, İslam için” diye bağırarak askerlerini teşvik etmek ve bozgunu önlemek amacıyla bizzat kendisi de savaşa iştirak etti. Hükümdarlarının savaş alanında şecaatla dövüştüğünü gören Memluk ordusu kısa zamanda toparlanarak Moğol kuvvetlerini geri püskürttü. Bir süre sonra bozgun emareleri gösteren Moğol askerleri savaş alanını terk ederek kaçmaya başladılar. Kaçanlar biraz ileride Biyzan mevkiinde yeniden toparlanarak bir savunma hattı oluşturdular. Burada Ayn Calut’tan daha şiddetli bir savaş daha meydana geldiyse de, bu son gayretleri de Moğolların bozguna uğramalarını engelleyemedi. Kaçanlar emir Baybars el-Bundukdari tarafından Humus’a kadar takip edilerek yakalananlar kılıçtan geçirildi. Savaş meydanında maktul düşen Moğol kumandanı Ketboğa’nın kesik başı, bir mızrağın ucunda teşhir için Kahire’ye gönderildi. Savaştan sonra Memluk sultanı Kutuz, kazanmış olduğu bu zaferin büyüklüğü karşısında atından inerek şükür secdesine kapandı.[22]

Moğollara karşı kazanılan bu zafer, bütün İslam âleminde sevinçle karşılandı. Moğollar ile işbirliğinde bulunan bazı Eyyubi melikleri, savaştan sonra Memluk sultanının huzuruna gelerek af dilediler. Kutuz, Ayn Calut’ta Moğolların safında Müslümanlara karşı savaşan Banyas ve Subeyde emiri el-Melik el-Said Hasan dışında bütün Eyyubi meliklerini affetti. El-Melik el-Said’in ise boynu vuruldu.[23]

Hülagü’nün yeni Moğol hanını seçmek için İran’a dönerken ordusunun büyük bir kısmını da beraberinde götürmesi ve Ketboğa idaresinde yaklaşık olarak 10 bin kişilik az sayıda bir kuvvet bırakması Moğol yenilgisinin ana sebeplerinden birisini teşkil eder. Ketboğa, savaş öncesi Suriye’deki tabi devlet kuvvetleriyle birlikte ancak 15 bine yakın bir kuvvet oluşturabilmişti. Memluk ordusunun asker sayısı hakkında kaynaklarda açık bilgi yoktur. Bununla birlikte Memluk Sultanı Kutuz, Mısır askerinin yanında Suriye’den gelen kuvvetler ile, Arap ve Sudanlılardan müteşekkil olmak üzere tahminen 30 bin kişilik bir kuvvet toplamıştı. Bu sayısal üstünlük, savaştan önce Memluk ordusundaki moral bozukluğunu büyük ölçüde bertaraf etmiştir. Memluk Sultanı Kutuz’un askerlerinin başında savaşa iştiraki ise muhakkak askerler üzerinde müspet bir rol oynadığı gibi, Kutuz’un, savaşın en kritik zamanlarda yaptığı müdahaleler de Memluk ordusunun bozgununa mani olmuştur.[24]

Suriye’deki Haçlı kontluklarının savaş esnasında takip ettikleri tarafsızlık siyaseti de sonucu etkileyen bir başka faktördür. Daha önce Moğolların Suriye’de gerçekleştirdikleri istila hareketlerinde Kilikya Ermenileri ile birlikte onlara yardımcı olan Haçlıların, savaş öncesi yapılan anlaşmaya bağlı kalarak savaşa iştirak etmemeleri de Memluklerin işini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.[25]

Burada unutulmaması gereken bir başka nokta da, Bahriyye Memluklerinin göstermiş oldukları şecaat ve cesarettir. Ayn Calut’a kadar karşılarına çıkan bütün mukavemet güçlerini rahatlıkla ezip geçen Moğollar, ilk defa Ayn Calut’ta disiplinli ve eğitimli bir ordu ile karşılaşmışlardır. Nitekim, karşılaştıkları bu yeni gücün eğitim, disiplin, taktik ve cesaretleri karşısında şaşkınlığa düşen Moğollar, daha sonraları Memluklere karşı yaptıkları sayısız askeri harekatlarda da -Moğolların yenilgisiyle sonuçlanan ve önemli, sonuçlar doğuran bu savaşlardan bir başkası da 1277 yılında cereyan eden Elbistan savaşıdır- başarısız olmuşlardır.

Ayn Calut, büyük bir meydan savaşı olmamasına rağmen sonuçları itibariyle Türk ve İslam tarihi açısından büyük önem taşmaktadır.

Her şeyden önce, Moğol istila hareketinin durak noktası olması Ayn Calut Savaşı’nın önemini tek başına ortaya koymaktadır. Ayn Calut’ta Moğolların galip gelmesi, Anadolu ve Suriye gibi Mısır’ın da tamamiyle Moğol tahakkümü altına girmesiyle sonuçlanacaktı. Bununla birlikte, Suriye’deki istila hareketlerinde Moğollara yardımcı olan ve bu istilalarda en az Moğollar kadar vahşet gösteren Haçlı ve Ermenilerin[26] de Moğolların galip gelmesi ihtimalinde Müslümanlara karşı bu hareketlerini artıracakları muhakkak idi.

Ayn Calut’a kadar yenilgi yüzü görmeyen ve ele geçirdikleri her beldeyi kan ve ateşe boğan Moğol ordusunun bu başarıları, gerek Moğollar arasında gerekse bütün dünyada onların yenilmez oldukları inancını doğurmuştu. Ayn Calut yenilgisi bu inancı kökten yıktığı gibi, daha sonraları da Anadolu başta olmak üzere Moğol tahakkümü altındaki yerlerde Memluklerin idare ve himayesinde isyan ve mücadelelerin başlamasına vesile olmuştur.

Ayn Calut’un en önemli neticelerinden birisi de, Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi’nin büyük zorluklarla sağladığı ve Eyyubi hükümdarı el-Melik el-Salih Necmeddin’in ölümünden sonra parçalanan Mısır ve Suriye birliğinin yeniden sağlanması olmuştur. El-Melik es-Salih’in ölümünden sonra, Eyyubi Devleti’nin mirasına sahip olmak isteyen bu hanedana mensup melikler ile Memlukler arasında bir mücadele başlamıştı. Bu mücadelelerin devam ettiği bir sırada ortaya çıkan Moğol istilasına karşı Suriye’deki Eyyubi hanedanı mensupları hiçbir şey yapamadıkları gibi, onlardan bazılarının da Moğollar safında Müslümanlara karşı savaşmaları, bu hanedandan hiçbir kimsenin Eyyubi mirasına layık olmadığını ortaya koymuştur.[27] Zaferi müteakip Suriye ve Mısır’daki muhalif Eyyubi hanedanına mensup melikler süratli bir şekilde Mısır Türk Memluk Devleti’nin hâkimiyetini kabul ederek ülkenin tek idare altında birleşmesini sağlamışlardır.[28]

Eyyubilerden idareyi ele geçiren Memluklerin asıllarının köle olması, otorite tesis etmelerinde hayli zorluklara sebebiyet vermekteydi. Bu problem daha Memluk Devleti’nin kuruluşunda kendisini göstermişti. Son Eyyubi hükümdarı el-Melik el-Muazzam Turanşah’ın Bahriyye Memlukleri tarafından öldürülmesinden[29] sonra kimin sultan olacağı konusu tartışma yaratmıştı. Kölelikten gelmeleri sebebiyle otorite sağlamanın güç olacağını düşünerek Memluk emirlerinden hiçbirisi sultan olmak istemiyordu. Uzun münakaşalardan sonra Eyyubi hükümdarlarından el-Melik es-Salih’in dul eşi Şecer ed-Dürr’ün tahta geçirilmesine karar verildi. Şecer ed-Dürr, devlet idaresinde tecrübeli, güçlü ve dirayetli bir kadın olmasına rağmen, İslam devlet anlayışına göre kadınların hükümdarlık yapmalarının caiz olmaması, çeşitli tartışmalara sebebiyet verdi. Bütün itirazlara rağmen Bahri Memlukleri Şecer ed-Dürr’ü sultan ilan etmişlerdi. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi ve kadın hükümdara karşı muhalefet gittikçe arttı. Son olarak da konu ile ilgili olarak Bağdat Abbasi Halifeliğinden gönderilen alaylı bir mektup Mısır’a ulaştı.

Halife gönderdiği mektupta, “Şayet Mısır’da sultan olacak erkek kalmadıysa Bağdat’tan size bir erkek göndereyim” sözleriyle Şecer ed-Dürr’ün saltanatını tasvip etmediğini ifade ediyordu.[30] Bu durum karşısında Şecer ed-Dürr ile evlendirilen Memluk emirlerinden Aybeg et-Türkmani, sultan ilan edilerek bu mesele çözüme kavuşturulmaya çalışıldı. Ancak, Memluklerin köle asıllı olmaları umumi efkârda hala kabul görmüş değildi. Moğol hükümdarları Memluk sultanlarına gönderdikleri mektuplarda onları köle asıllı olmaları sebebiyle daima tahkir ve tezyif etmeye devam etmişlerdi. Bunlardan birisi de İlhanlı hükümdarı Abaka’dır. 1268 yılında Memluk Sultanı Baybars’a gönderdiği mektupta “Moğolların hakanlar soyundan geldiğini ve bu sebeple Tanrının cihan hâkimiyetini kendilerine verdiğini, Memluk Sultanı Baybars’ın ise Sivas’ta satılmış bir köle olduğunu” ifadeyle tahkir ediyordu.[31]

Ayn Calut zaferi umumi efkarda mevcut olan bu hakim düşünceyi ortadan kaldırmış ve Memluklerin asıllarının köle olduğunu unutturduğu gibi, Moğollara ve Hıristiyan alemine karşı Müslüman dünyasının hamiliğini de kazandırarak onlara İslam devletleri arasında üstün bir mevki kazandırmıştır. Bu sebeple Ayn Calut zaferi bir bakıma Memluk devletinin doğum tarihi olmuştur.

Moğolların 1258 yılında Bağdat’ı işgal ederek, halifeyi bütün ailesiyle birlikte kılıçtan geçirmesi sonucunda, İslam âleminde önemli bir yer tutan hilafet müessesesi ortadan kalkmış durumdaydı. Moğolların Bağdat’ta gerçekleştirdikleri bu katliamdan kurtulan Abbasi hanedanı mensuplarından bazıları ki bunların neseplerinin doğruluğu Memluk Sultanı Baybars tarafından titizlikle incelettirilmiş ve sabit olduğu kesinleştikten sonra Mısır’da hüsnü kabul görmüşlerdir. Ayn Calut zaferi sonrasında kendileri için emin gördükleri Mısır’a gelerek Memluk Devleti’nin himayesine girdiler. Memluk sultanları gerek İslam devletleri üzerinde bir nüfuz tesis etmek istemeleri ve gerekse halis bir niyetle bu müessesenin devamını lüzumlu görmeleri sebebiyle Moğollar tarafından ortadan kaldırılan Abbasi hilafetini Mısır’da yeniden ihya ettiler.[32]

Daha önceleri İslam âleminin ilim ve kültür merkezi durumunda olan Bağdat, Moğol işgalinde tamamen harap olmuş, şehir baştan başa yakılıp yıkıldığı gibi, kültür ve medeniyet eserleri de yok edilmişti.[33] Ayn Calut savaşından sonra Memluklerin İslam âleminin hamiliğini üstlenmelerinin yanında, devletin başkenti Kahire’de, yeni bir ilim ve kültür merkezi konumuna geldi. Moğol istilası önünden kaçarak Kahire’ye yerleşen İslam âlimleri, Memluk sultanlarının himaye ve desteğinde vücuda getirdikleri eserlerle kısa sürede Bağdat’ı gölgede bıraktılar.[34]

Ayn Calut’un ortaya çıkardığı bir başka netice de, Altınordu Memluk ittifakının gerçekleşmesidir. Ayn Calut’tan hemen sonra Memluk tahtına geçen el-Melik ez-Zahir Baybars, Moğollar ile mücadelenin Ayn Calut’ta sona ermediğini, bilakis daha yeni başladığını göz önünde bulundurarak, kendisine yardımcı olacak kuvvetli bir müttefik arayışına girdi. Bu sırada Azerbaycan arazisinin paylaşılması sebebiyle Altınordu hanı Berke (1257-1266) ile Hülagü arasında ortaya çıkan anlaşmazlık, iki Moğol ailesi arasında savaşa neden oldu. Gerçekte, Berke’nin bu tarihten çok önceleri İslam dinini kabul ettiği haberleri İslam âlemine dolayısıyla Memluk sultanlığına ulaşmıştı. Altınordu ile İlhanlılar arasındaki bu anlaşmazlığı iyi değerlendiren Baybars, Altınordu hanı Berke’ye bir elçi heyeti gönderdi. Baybars gönderdiği mektupta; Berke’yi İslam’ın şartlarından olan cihada davet ediyor ve putperest olarak nitelediği Hülagü’ya karşı onu ittifaka çağırıyordu. Berke de artık düşmanı olan Hülagü’ye karşı tıpkı Memluk sultanı gibi güçlü bir müttefike ihtiyaç duyuyordu. Bu sebeple Baybars’ın bu teklifini memnuniyetle kabul ederek karşı bir elçi heyeti gönderdi. Böylece iki devlet adamı Hülagü idaresindeki İran Moğollarına karşı birleştiler.[35] Ancak taraflar arasındaki bu ittifak sadece karşılıklı elçi teatilerinden ibaret kalmış ve hiçbir zaman ortak askeri harekâta dönüştürülememiştir. Bununla birlikte Altınordu devletinin, İran Moğollarını kuzeyde bir süre için de olsa oyalaması, Memluk devletinin rahat bir nefes almasına ve kendisini toparlamasına sebep olmuştur.

Mısırlı tarihçi Fuad Abd el-Muti, Moğolların 1260 Ayn Calut savaşından sonra Memluk Devleti ile giriştikleri askeri mücadelelerde de başarısız olduklarını ve bunun, Moğolların İslam âlemi ile yakın temasa geçmelerine ve Moğol ilim adamlarının ve umumi efkârının İslam dinini incelemeye başlamalarına vesile olduğunu, bunun sonucunda da İslam dininin Moğollar arasında yayılmaya başladığını ileri sürmektedir.[36]

Moğol istilası önünden kaçarak önce Anadolu’ya gelen, fakat bir süre sonra Anadolu’nun da Moğol istilasına maruz kalması sebebiyle Bizans’a yakın uçlara (batı Anadolu) ve Suriye’ye sığınan Türkmenler, Ayn Calut savaşından sonra Memluk Devleti’nin himayesine girmek için harekete geçmişlerdir. Memluk tarihçisi İbn Şeddad, Baybars zamanında Kuzey Suriye’ye 40 bin hanelik bir Türkmen göçünün vuku bulduğunu ve Memluk sultanının bu muhacirleri Antakya ile Gazze arasındaki topraklarda iskân ettiğini kaydeder.[37]

Baybars Memluk devletine sığınan bu Türkmenleri, Kuzey Suriye’de yerleştirerek Memluk Devleti ile Moğollar arasında bir tampon bölge oluşturmuştur. Her ne kadar Memluk Devleti’ni korumaya yönelik olarak tasarlanmış olsa da bu iskân siyasetiyle bölgeye yerleştirilen Türkmen kitleleri, asırlar önce Selçuklularca başlatılan Kuzey Suriye’nin Türkleşmesi hareketine de büyük katkıda bulunmuşlardır.

Prof. Dr. Aleksander N. SADOYOV

Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 127-133


Dipnotlar:
[1] Türkiye Selçukluları ile Eyyubilerin Kuzey Suriye’deki mücadeleleri için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1984; Süleyman Özbek, Türkiye Selçukluları Eyyubi İlişkileri (1175-1250), A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü 1995, basılmamış Doktora Tezi.
[2] Mısır Türk Memluk devleti ile ilgili olarak bkz. K. Yaşar Kopraman, ”Memlukler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, VI-VII, İstanbul 1987; İ. Yiğit, İslam Tarihi “Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal” Memlukler (648-923/1250-1517), VII, İstanbul 1991.
[3] G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi (trc.F. Işıltan), Ankara 1981, s.390-410.
[4] B. Spuler, İran Moğolları (trc. C. Köprülü), Ankara 1987, s.59.
[5] O. Turan, a.g.e., s.331-332.
[6] Aydın Taneri, Celalü’d-Din Harizmşah ve Zamanı, Ankara 1977, s.71-73.
[7] O. Turan, a.g.e., s.379-386.
[8] Spuler, a.g.e., s.62.
[9] Ebu’l-Ferec, Abu’l-Farac Tarihi (trc. Ö. R. Doğrul), C.II, Ankara 1950, s.570; G. Wiet, L’Egypt Arabe, C.IV, Paris 1937, s.437; Hulagu’nun bu korkusunu, Abbasi Halifeliğinin kıyamete kadar devam edeceği ve ancak kıyametin kopması ile son bulacağına dair yıllardır yapılan Abbasi propagandasına bağlamak daha doğru olur.
[10] Ebu’l-Ferec, a.g.e., s.568-570; el-Makrizi, Ahmed b.Ali, Kitab es-Süluk li Marife Düvel el- Müluk, Nşr. M. Mustafa Ziyade, C.I, Kahire 1934, s.409; el-Ayni, Bedreddin, Ikd el-Cuman fi Tarih Mısır ehl ez-Zeman (Asr Selatin el-Memalik, Havadis ve et-Teracim), Nşr. M. Muhammed Emin, C.I, Kahire s.172-175; İbn Tanrıverdi, Ebu el-Mehasin, el-Nücum ez-Zahire fi Muluk Mısır ve el-Kahire, C.IX, Kahire 1942, s.49-51.
[11] A. Khowaitir, Baibars The First, His Endeavours and Achievements, London 1978, s.34.
[12] Yununi, Zeyl Mir’at ez-Zeman, C.I, Haydarabat 1955, s.365; el-Makrizi, a.g.e., s.426. Memluk Sultanı Kutuz, bu vaatleri yerine getirmediği için Ayn Calut savaşından hemen sonra Baybars ve arkadaşları tarafından öldürülecektir.
[13] El-Ayni, a.g.e., s.238-242.
[14] El-Ayni, a.g.e., s.236; Spuler, a.g.e., s.67.
[15] el-Makrizi, a.g.e., s.428-429; el-Ayni, a.g.e., s.237.
[16] el-Makrizi, a.g.e., s.429; el-Ayni, a.g.e., s.237.
[17] el-Makrizi, a.g.e., s.437.
[18] El-Makrizi, a.g.e., s.430; İbn Tanrıverdi, a.g.e., s.101.
[19] el-Makrizi, a.g.e., s.430; S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi (trc. F. Işıltan), C.III, Ankara s.265; R. Marshall, Doğudan Yükselen Güç Moğollar (trc. F. Doruker), İstanbul 1996, s.110.
[20] El-Makrizi, a.g.e., s.429.
[21] S. Abdulfettah Aşur, Asr el-Memluki fi Mısr ve eş-Şam, Kahire 1976, s.33.
[22] Ebu’l-Ferec, a.g.e., s.576; el-Makrizi, a.g.e., 430-431; İbn Tanrıverdi, a.g.e., s.79; el-Ayni, a.g.e., s.243-245; Supuler, a.g.e., s.67-68; Runciman, a.g.e., s.266; Aşur, a.g.e., s.34; S.Baz el-Arini, el-Moğol, Kahire 1967, s.260; A. Mahmud Abd el-Daim, el-Hıyel fi Hizb Devlet el-Memalik, Kahire 1983, s.32-33.
[23] El-Makrizi, a.g.e., s.430.
[24] Aşur, a.g.e., s.35.
[25] Aşur, a.g.e., s.36.
[26] El-Makrizi, a.g.e., s.423.
[27] Aşur, a.g.e., s.36.
[28] Kopraman, a.g.e., s.455.
[29] İbn Abdizzahir, Muhyiddin, el-Ravd ez-Zahir fi Siret el-Melik ez-Zahir (nşr. S. F. Sadeque) Dacca 1956, s.244; el-Makrizi, a.g.e. s, 359-360.
[30] İbn Abdizzahir, a.g.e., s.245; El-Makrizi, a.g.e., s.361-368; Khowaitir, a.g.e., s.10;.
[31] el Makrizi, a.g.e., s.553; Spuler, a.g.e., s.67; Wiet, a.g.e., s.409.
[32] İbn Abdizzahir, a.g.e., 275; El-Makrizi, a.g.e., s.449-450; Yununi, a.g.e., s.485; Memluk sultanı Kutuz da tıpkı selefi Aybeg gibi Abbasi halifeliğinden menşur alarak durumunu kuvvetlendirmek istiyordu. O bu amaçla Bağdat katliamından kaçarak kurtulan Abbasi hanedanı mensuplarını Mısır’a getirterek himaye altına almak istiyordu. Ancak Ayn Calut savaşı bunu uygulama alanına koymasına izin vermemiştir. Bu düşünce ancak 1261 yılında Baybars tarafından gerçekleştirilebilmiştir.
[33] İbn Tanrıverdi, a.g.e., s.51.
[34] El-Baz el-Arini, a.g.e., s.263.
[35] El-Makrizi, a.g.e., s.465; A.Y. Yakubovskiy, Altınordu ve Çöküşü (trc. H. Eren) Ankara.1992, s.42-43.
[36] Fuad Abd el-Muti, el-Moğol fi et-Tarih, Kahire 1960, s.209.
[37] İbni Şeddad, Baypars Tarihi (trc. Ş. Yaltkaya), İstanbul 1941, s.171.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.