Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

I. Meşrutiyet Dönemi Ve II. Abdülhamid’in Saltanatı (1876-1909)

2 20.245

Prof. Dr. Kemal KARPAT – Dr. Robert W. ZENS

İkinci Abdülhamid’in hükümdarlığı zamanını içeren otuz yıllık dönem (1876-1909), Osmanlı tarihinin en fazla olaylarla dolu dönemlerinden birisidir. Eskiden beri Batılı ve Türk düşünürlerce sürekli kötülenen II. Abdülhamid hakkında son zamanlarda kendisini sadece dindar bir fanatik ve tiran olarak değil, fakat çok ciddi iç ve dış tehditler karşısında Osmanlı devletinin parçalanmadan bir arada tutulmasını sağlayan, devlete yeniden hayat verici kapsamlı reformlar gerçekleştiren ve modern Türkiye’nin ortaya çıkışının temellerini atan yetenekli bir yönetici olarak gören oldukça iyi ve muvazeneli çalışmalar da yapılmıştır.[1]

Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışı olağanüstü şartlarda gerçekleşmiştir. O dönemde dört aylık süre içinde üç değişik padişah (Abdülaziz, V. Murad ve Abdülhamid) tahta çıkmıştır. Sultan Abdülaziz (1861-1876), meşrutiyet yanlısı bir askeri darbeyle görevden uzaklaştırılmıştı. Tanzimat’ın mimarları olan Fuat Paşa’nın 1869’da, Ali Paşa’nın da 1871’de ölümüyle Abdülaziz siyasi gücü tekrar saraya taşıma fırsatına kavuşmuştu. Onun bu yöndeki çabaları, Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın padişahı devirerek yerine Murad’ı padişah yapmak için harekete geçmesine neden oldu. Mithad Paşa’nın da desteğiyle Hüseyin Avni Paşa ile birlikte Harbiye Mektebi Nazım olan Süleyman Paşa 30 Mayıs 1876’da Dolmabahçe Sarayı’nı kuşattı ve Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine Murad’ı geçirdi.

Sultan V. Murad, başlangıçta Avrupa’nın edebiyatına, bilimine ve Avrupa’da olup bitene duyduğu ilgiden dolayı Mithad Paşa’nın reformcu fikirlerini çok iyi temsil eden bir hükümdar olarak görünmekteydi. Fakat yeni Sultan, ciddi şekilde alkol bağımlısı olmanın yanında depresyon ve sinir nöbetleri geçirmekteydi. Padişahlık görevini yerine getiremediğinden dolayı Sultan Murad da 31 Ağustos 1876’da tahttan indirilerek yerine II. Abdülhamid geçirildi.

Taht etrafında dönen bu kargaşalıkların yanında Balkanlarda çok ciddi krizler ortaya çıkmaktaydı. 1875 yazından beri Hersek’te değişik Hıristiyan isyancıların gerçekleştirdiği bir dizi saldırı birçok Müslüman köylünün katledilmesine neden olmaktaydı, Osmanlı Devleti de bunlara karşı kanlı misillemelerle cevap veriyordu. Bu kriz kısa zamanda tırmandı ve Bosna-Hersek’in bütün kısımlarına yayıldı. 1876 yılında da benzer olaylar Bulgaristan’da Filibe (Plovdiv) ve Pazarcık yakınlarında ortaya çıktı. Bosna’daki olayların yanında özellikle Bulgaristan’daki olaylar “vahşi”, medeni olmayan Türk imajının ortaya çıkmasına neden oldu. Gerçekte Bulgaristan’daki isyan, Rusya’da eğitilmiş birkaç yüz devrimcinin bazı Türk köylerine saldırması ve üç yüz civarında köylüyü katletmesiyle alevlenmişti. Resmi Osmanlı dokümanlarına göre, isyancı grupların peşinden gönderilen Osmanlı düzensiz birlikleri 2,100 isyancıyı öldürmüştü. Bunların arasında önemli miktarda suçsuz Bulgar sivil halkı da bulunuyordu.

Bu olaylar Batı Avrupa’da büyük ilgi kaynağı oldu; Avrupa’da binlerce savunmasız Hıristiyan’ın fanatik Müslümanlar tarafından doğrandığı iddia ediliyordu. Ancak olayların en fazla ilgi uyandırdığı yer, İngiliz iç politikasıydı. William Gladstone ve onun liderliğini yaptığı Liberal Parti, olayları Türklerin savunucusu olarak ortaya çıkan, temel rakipleri durumundaki Muhafazakar Parti lideri Benjamin Disraeli’ye karşı kullanıyordu. Yayınladığı çok ünlü bir broşürde Gladstone, Türkleri Bulgarlara karşı suçlarıyla orantısız zulüm uygulamakla suçluyor ve Bulgarları bütün suçlardan temize çıkarıyordu. Spesifik olarak da Türkleri (Osmanlı hükümetini değil) altmış bin Hıristiyan’ı öldürmekle suçluyordu.[2] Onun verdiği rakam, tarafsız araştırmacıların çoğunun verdiği rakamın çok ötesine geçmektedir.

Bosna’daki ayaklanmayı fırsat bilen Sırp Prensi Milan, 2 Temmuz 1876’da Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etti. II. Abdülhamid işte bu şartlar altında Osmanlı Devleti’nin otuz dördüncü Sultanı olarak tahta geçti. Savaş, Osman Paşa komutasındaki muzaffer Osmanlı askerlerinin Belgrad’ı kuşatma altına almasıyla Osmanlı Devleti açısından oldukça iyi başlamıştı, fakat Sırpların askerî başarı elde etmesini ümit eden Rusya, Osmanlı Devleti’ni ateşkese zorlamak için bir ültimatom verdi. Buna karşı Ruslarla Avusturyalıların Osmanlılara karşı ortak bir harekat düzenlemesinden korkan İngiliz yöneticileri, kendilerini Balkanlar’da reformlar gerçekleştirilmesi yolunda bir konferansın toplanması için bastırmak zorunda hissettiler; bu şekilde Rusların Osmanlı Devleti’ne saldırmak için sarıldıkları bahane ortadan kaldırılmış olacaktı. Bu İngiliz girişimi sonucunda İngiliz özel temsilcileriyle (Salisbury markizi, Hindistan’dan sorumlu bakan ve İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi Henry Elliot) birlikte Rusya, Avusturya, Almanya ve Fransa temsilcilerinin katılımıyla 23 Aralık tarihinde İstanbul Konferansı toplandı. Konferansta ortaya konan öneriler, yerli bir polis teşkilatı kurulmasından toprak verilmesine, Sırplara daha fazla özerklik tanınmasından Bulgaristan’ı yarı özerk bir varlık haline getirmeye kadar bir dizi teklifi içermekteydi. Başlangıçta böyle bir konferans toplanması fikrine bile karşı çıkan Bab-ı Ali, ancak İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Derby Kontunun (Edward Henry Stanley’in), İngiltere’nin verdiği her tür desteği çekeceği tehdidinde bulunmasından sonra konferansa katılmayı kabul etmişti.

Mithad Paşa liderliğindeki anayasacı ve milliyetçi grupların kontrolü altında bulunan Osmanlı hükümeti, ortaya konan bütün taleplere karşı şiddetli bir direniş gösterdi. Abdülhamid’in bütün uyarılarına rağmen Mithad Paşa ve arkadaşları Avrupalıların istediği tavizlerden bazısının verilmesini reddettiler, böylece konferans herhangi kalıcı bir çözüme erişilmesini sağlayamayarak 20 Ocak 1877’de başarısızlıkla sona erdi. Ancak daha konferans dağılmadan önce Rusya ile Avusturya- Macaristan hükümetleri, yarımada üzerinde tek bir büyük devletin (Bulgaristan’ın) kurulmasına destek vermediği müddetçe Rusya’ya Balkanlar’da hareket özgürlüğü tanıyan bir anlaşma imzalamışlardı; buna karşılık Avusturya’nın Habsburg hanedanına Bosna ile Hersek’in verilmesi kabul edilmişti. Konferansın başarısızlıkla sona ermesinin ve 12 Nisan 1877 tarihli Londra Protokolü’nün reddedilmesinin ardından kaçınılmaz olarak Ruslar 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan ettiler.

Osmanlı Devleti bir taraftan kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkan Rusya’yla savaş meselesiyle uğraşırken, aynı zamanda Dışişleri Bakanı Safvet Paşa 1876 Anayasasını ilan etti. Konferansın reform önerilerinin önüne geçmek amacıyla, anayasanın ilanının İstanbul Konferansı’nın açılışına denk getirildiği belirtilmiştir, fakat Henry Elliot, anayasanın hazırlanmasının, “resmen ilan edilmesinden bir seneden daha fazla zaman önce gerçekleştirildiğini, ilan edildiğinde, zaten İstanbul’da çalışmalarına devam etmekte olan konferansın başarısızlığa uğratılmasının düşünüldüğünü” yazmıştır.[3] Anayasanın mimarı olan Mithad Paşa, anayasanın bir an önce resmen ilan edilmesinin, yabancı devletlerin Osmanlının içişlerine karışmasını engelleyeceğini ve savaş tehdidi olasılığını azaltacağını ileri sürmekteydi. Ancak anayasa Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etmesi kararı üzerinde çok az etkili olacaktı.

Sultan olmadan önce Abdülhamid, Mithad Paşa’ya, Anayasayı onaylayacağı ve onunla ve onun adamlarıyla birlikte çalışacağı yolunda söz vermişti. Fakat bir kere tahta geçtikten sonra Abdülhamid, amcası Abdülaziz’in yeniden kazanmak için büyük mücadele verdiği iktidar güçlerini büyük oranda sınırlandıran böyle bir anayasayı onaylama konusunda acele etmedi. Abdülhamid’in tahtta geçirdiği ilk yılı çevreleyen siyasi atmosferi anlayabilmek için Anayasanın kısaca tartışılması gerekmektedir.[4] Sultanın Anayasayı pek benimsememesi, bu belgenin bileşimi üzerinde doğrudan etki doğurmuştur. Sonuç itibariyle Anayasa, Sultanın iktidarını Parlamentoya devretmek zorunda kalmayacağı yönünde güvence verilmesiyle, bir uzlaşı metni olarak ortaya çıkmıştı. 1831 tarihli Belçika Anayasası’na dayandırılmış olsa da, Anayasa bir kurucu Meclis tarafından değil, Sultan tarafından bir lütuf olarak resmen ilan edilmişti. Anayasayı hazırlayanların, Sultandan bağımsız olarak bir metin hazırlayamamış olmaları gerçeği karşısında Anayasa daha baştan başarısızlığa mahkum olmuştur.

Sultanın üstün otoritesi Anayasanın 3. Maddesinde açık bir şekilde görülmekteydi; bu maddede egemenliğin, her zaman Osmanlı Ailesinin en yaşlı erkek üyesi olacak olan ve Halife Sultan olarak İslam’ı savunma konumunda bulunan Sultanın kişiliğine dayanacağı belirtilmekteydi (5. Madde). Dördüncü madde de Sultanın davranışlarından sorumlu olmayacağını belirterek Sultanın uçsuz bucaksız gücünü ortaya koymaktaydı; bu nedenle yalnızca askeri bir darbe, ki böyle bir darbe anayasanın ihlali anlamına gelecekti, Sultanı Anayasaya değer vermeye zorlayabilirdi. Sultan aynı zamanda bakanları atama ve görevden alma hakkına da sahipti ve bu bakanların Parlamentoya karşı herhangi bir sorumlulukları bulunmuyordu. Bundan başka Anayasanın hiçbir yerinde Sultanın yetkilerinin sadece anayasada belirtilenlerle sınırlı olduğunu belirten spesifik bir hüküm bulunmamaktaydı; böylece hükümet etme gücü tamamen Sultanın eline bırakılmış oluyordu.[5]

İmparatorluğun liberal ileri gelenlerinin çok uzun zamandan beri kurulmasını istedikleri en önemli organ olan Parlamento (Meclis-i Umumi), güçlü bir kurum olarak ortaya çıkarılmamış, fakat tamamen Sultanın iradesine itaat ve hizmet eden bir organ olarak oluşturulmuştu. Sultan tarafından atanan İleri Gelenler Meclisi (Meclis-i Ayan) ile belediye kurulları tarafından seçilen Temsilciler Meclisinden (Meclis-i Mebusan) oluşan Parlamento, Avrupa parlamentolarına tanınmış olan haklardan ve dokunulmazlıklardan yararlanabilecekti, fakat onların gücüne kesinlikle kavuşamayacaktı. Parlamentonun önüne çıkan en önemli engeller, sadece kendisine sunulan yasa önerileri üzerinde işlemde bulunabilmesi ile bundan çok daha büyük önem taşıyan Sultan’ın bütün yasaları veto etme hakkına sahip olmasıydı (Madde 54).

Anayasanın ele aldığı temel konulardan bir tanesi, Avrupalı devletlerin çok önem verdiği bireysel haklar konusuydu. Anayasaya göre, Türkçe devletin resmi dili olarak ilan edilse de, dinlerine ya da etnik kökenlerine bakılmaksızın bütün Osmanlılar liyakat temelinde kamu görevine kabul edilecekti. Bundan başka tanınan diğer özgürlükler arasında basın, din ve örgütlenme özgürlükleriyle birlikte (eğitim sisteminin çok sınırlı olduğu gerçeğine rağmen) ücretsiz eğitim hakkı da bulunmaktaydı. Muhtemelen bireysel haklar konusunu ele alan en önemli madde, vergilendirme konusunu düzenleyen maddeydi. Anayasa, bütün vergilerinin konulmasının, değerlendirilmesinin ve toplanmasının kanun çerçevesinde yapılmasını öngörmekteydi (Madde 96). Bu madde, eğer uygulanırsa, yüzyıllardır Osmanlılar üzerine, özellikle reaya üzerine yüklenmiş olan bütün ezici nitelikteki özel vergileri ve harçları ortadan kaldıracaktı.

Parlamentonun açılışında Abdülhamid, sadece ülke içindeki anayasacılar ile dışarıdan kaynaklanan reform taleplerini tatmin etmek için çok uzun bir konuşma yaptı. Abdülhamid, baştan itibaren Mithad Paşa’nın bir anayasa yapma yolundaki çabalarını, tahtın vazgeçilmez egemenliğini ve kutsal haklarını sınırlandırmak için düşünülmüş, bir bürokratik araç oluşturma çabaları olarak görmüştü. Meclis 4 Mart 1877’de açıldıktan sonra Sultanın en kötü kaygılarının gerçekleşmeye başladığı görüldü: bürokrasi şimdi kendisini “halkın” kendiliğinden atanmış sesi olarak sunuyordu ve Meclis’i Sultanın hükümdarlık haklarını ve imtiyazlarını sınırlandırmak için bir araç olarak kullanmaya çalışıyordu.

Daha Meclis açılmadan önce Sultan, Mithad Paşa’yı 15 Şubat 1877’de görevinden aldı ve onu İtalya’daki Brindisi’ye sürdü, bu şekilde en büyük düşmanından kurtulmuş oldu. Mithad Paşa’nın yerine Abdülhamid’in en güvendiği adamlardan biri olan İbrahim Ethem Paşa sadrazam olarak atandı. Aynı zamanda Sultan, muhaliflerini sindirmek ve dış politikayı belirlemek için Bakanlar Kurulu toplantılarına kendisi başkanlık etmeye başladı. Sultana göre, anayasa, ancak halkın siyasi olgunluğa eriştiği bir ülkede uygulanabilirdi; aksi takdirde anayasa meşru yöneticiye baş kaldırmak ve karışıklık yaratmak için kolayca bir araç olarak kullanılabilirdi. Asıl düşüncesi ne olursa olsun, Abdülhamid, insanlara karşı değil, sadece Allah’a karşı sorumlu olduğuna ve anayasayla güçlerinin sınırlandırılamayacağına inanıyordu.

Ancak bütün hayatı boyunca Abdülhamid, düzenli olarak örgütlenmiş ve motive edilmiş olup olmamasına ya da kötü niyetli liderler tarafından yanlış yola sevk edilmiş olup olmamasına bakmaksızın, harekete geçme kabiliyetine sahip bir halkın varlığının tam olarak farkında olmuştur. “Halkın”, kendisinin muhalifleri tarafından kolayca yönlendirilebileceği gerçeğini de çok iyi biliyordu. Abdülhamid, tahtı devraldıktan sonraki bir yıl içinde, tahttan indirilme, sürgün edilme ve öldürülme korkusu içinde yaşayan, neredeyse her şeyden elini ayağını çekmiş bir münzevi durumuna düşmüştü. Mayıs 1878 tarihindeki Ali Suavi’nin başarısız olan darbe girişimi ile Temmuz 1878’deki Scalieri-Aziz Bey komitesinin gerçekleştirdiği diğer bir girişim, “halkın”, kendi yöneticisine karşı ayaklanma gerçekleştirmesi yönünde ikna edilmesinin, satın alınmasının ya da zorlanmasının her an mümkün olabileceği yönünde Sultanın taşıdığı kaygıları daha da kuvvetlendirmişti. Sultanın kendisiyle (en azından belli bir süre için) çok iyi ilişkiler geliştirdiği Büyükelçi Henry Layard’ın raporlarında anlatıldığı gibi, bu darbe girişimleri, Abdülhamid’i neredeyse delilik ve fiziki çöküntü sınırına getirmişti.

Birçok kişi tarafından dayanıksız, geçici bir siyasi önlem olarak önemsenmeyen 1876 yılındaki Osmanlı Anayasası ile Parlamentosu, ülkenin iç gelişmelerinde hayati bir rol oynamış ve Abdülhamid’in kişiliğini ve devlet politikalarını derinden etkilemiştir. Sultanın yalnızlık, gizlilik, şüphe ve suikasta uğrama yönündeki eğilimi patolojik düzeylere yükselmiştir. Bu yüzden Abdülhamid, daha önce 1867’de Mısır’ı ziyaret etmiş olsa da ve Sultan Abdülaziz’in maiyetinde Avrupa hakkında çok şey öğrendiği Fransa ve Almanya gezilerine çıkmış olsa da, sultan olduktan sonra İstanbul dışında seyahate çıkmamıştır. Sultan Abdülhamid’in, kendisine “gizlenen sultan” lakabının takılmasına neden olacak derecede inzivaya çekilmiş olması, taht ve halifelik etrafında bir üstünlük ve gizem havası yaratılmasına yönelik, önceden hesaplanmış bir manevra neticesinde değil, fakat duyduğu güvensizlik hissinden dolayı ortaya çıkmış görünmektedir.

Ancak Meclisin girişim özgürlüğü ile sınırlı otoritesi üzerine birçok sınırlama konmuş olmasına rağmen, Osmanlı Devleti’nin en önemli ilkelerinden olan bir ilkenin temelini sarsıcı beklenmedik bir sonuç da ortaya çıkarmıştır; bu ilke, yönetilenlerin yöneticilerini eleştirme ve sorgulama hakkının pratikte bulunmamasıdır. Gerçekten Osmanlı yönetici elit sınıfı, Sultanın otoritesinin kutsal dayanağının bulunduğu ve Sultanın görevlilerinin reaya tarafından sorgulanamayan, fakat sadece itaat edilmesi gereken üstün bir dirayete sahip oldukları yönündeki eski Fars-İslam doktrinine dayanmaktaydı. Bu görüşün kökeni, inançtan çıkartılan argümanlarla desteklense de, kolayca Farabi’nin Aristoteles’in düşüncesine benzeyen düşüncelerine ve özellikle de Nasreddin Tusî ile Celaleddin Davvanî’nin fikirlerine kadar götürülebilir. Bu öğretiler, Kınalızade Ali tarafından Ahlak-ı Alaî adlı eserinde basitleştirilmiş ve pratik idarî önlemler düzeyine indirilmiş ve Osmanlı yöneticileri tarafından 19. yüzyıla kadar ders kitabı olarak kullanılmıştır.

1876 yılındaki Meclis, gerçek güce sahip olmamasına rağmen, sadece varlığıyla bile “milletin”, kendine ait bir aklının olduğu ve hükümet gücünün gerçek ya da potansiyel kaynağını oluşturduğu düşüncesini ön plana çıkartarak, daha önceki düşüncenin dayanak noktasının sorgulanmasını sağlamıştır. Gerçekten birinci ve ikinci Meclisteki milletvekilleri, halkın oyuyla değil, belediye kurulları tarafından seçilmiş olmaları gerçeğine rağmen, kendilerini “ulusun temsilcileri” olarak görmüşler ve sonuç olarak hükümet görevlilerini eleştirme hakkına sahip olduklarını düşünmüşlerdir. Meclis-i Mebusan’daki tartışmalar, neredeyse kesintisiz bir hükümeti eleştirme ve devletten daha iyi yol, dürüst yöneticiler, bürokratik yapıda bulunanların vatandaşlara saygı duyması ve adil vergilendirme gibi birçok şeyi talep etme zinciri şeklinde ortaya çıkmıştır.[6] Bu tartışmalar, Müslümanlar ile (kendilerine gerçek sayılarından çok daha yüksek düzeyde temsil hakkı tanınan) gayrimüslimler arasında gittikçe büyüyen bir ayrılığın ortaya çıkmasına neden olmuş ve aynı zamanda Müslümanlar ile sonunda Paris’e sığınan ve Abdülhamid’in en acımasız muhaliflerinden biri haline gelen Halil Ganem gibi Hıristiyan Araplar arasında da ayrılığın doğmasına sebebiyet vermiştir. Meclisin bileşimi ileride daha detaylı olarak ele alınacaktır.

Sultan, yeni anayasa ve Parlamento çerçevesinde ortaya çıkan iç mücadelelerden etkilenirken, diğer taraftan devlet Rusya’yla büyük bir askeri çatışma içine düşüyordu. Abdülhamid temelde savaşa karşıydı, fakat tahta yeni çıkmıştı ve o aşamada savaşın çıkmasını engelleyebilecek derecede güçlü değildi; normal olarak kesin bir tavır takınabilecek düzeyde kararlı bir görünüm ortaya koyamıyordu.

Mithad Paşa ile modernlik yanlısı diğer milliyetçiler ise Rusya’yla Osmanlı Devleti arasında kazanabileceklerini düşündükleri böyle bir savaşın çıkmasına karşı değillerdi. Ayrıca pervasız bir şekilde Bab-ı Ali’yi Avrupalı “dostlarından” uzaklaştırmışlardı. Böylece 1877 yılında temel gücü elinde bulunduran bürokrasi, Jön Türklerin, Almanya’nın yanında savaşa girerek devletin sona erdirilmesi sürecini başlattıkları 1914 yılında bürokrasi tarafından diğer büyük bir hata yapılıncaya kadar devletin temellerini sarsacak olan yıkıcı bir savaşa devleti böylece sokmuş oldu.

Rusya’nın hemen ilk baştaki savaş amacı, tamamen kendisine bağımlı olacak ve ileride Balkanlar’da bir Rus ileri karakolu olarak ve Selanik yoluyla Akdeniz’e çıkış yolu olarak kullanabileceği bağımsız bir Bulgaristan devleti kurmaktı. Bu amaca ulaşabilmesi için, gelecekte Bulgaristan toprağının çoğunu oluşturacak olan Tuna eyaletinde, çoğunluğu elinde bulunduran Müslümanların bölgeden atılması gerekiyordu. Kısa zamanda Tuna’yı geçtikten sonra ve Osman Paşa’nın Plevne’deki direnişini büyük zorluklarla kırdıktan sonra, Rus askerleri Balkan dağlarını aştılar. İstanbul’a doğru yürüyüşe geçen Rus birlikleri ile Rusların silahlandırdığı Bulgar kuvvetleri Türk kasabalarını tahrip ettiler ve çok sayıda Müslüman topluluğu katlettiler. İngiliz konsolosluğunun raporları, Tuna eyaletinde ve doğu Rumeli’de 300 bin Müslüman’ın (çoğunluğu Türk) öldürüldüğünü ve yaklaşık bir milyonunun da göç etmeye zorlandığını göstermektedir; savaştan sonra halkın yalnızca üçte biri evlerine dönebilecekti.[7]

Grand Dük Nicholas komutasında Bulgaristan üzerinden yürüyüşe geçen Rus kuvvetleri, İstanbul’un kenar mahallelerinde yer alan Yeşilköy’e (San Stefano’ya) kadar geldiler ve Bab-ı Ali’yi 31 Ocak 1878’de kabul edilecek olan ateşkes isteğinde bulunmak zorunda bıraktılar. Kısa bir konferans gerçekleştirildikten sonra Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki San Stefano (Ayestafanos) Anlaşması Mart 1878’de imzalandı. Anlaşma Makedonya ile Ege sahillerinin hepsini içeren büyük bir Bulgaristan yarattı, bu şekilde Rusya’nın Akdeniz’e çıkma ve Balkanlar’da güçlü bir dayanak noktası edinme arzusu yerine gelmiş oldu. Bu büyük Bulgaristan, hala Osmanlı yönetimi altında olduğu kabul edilse de özerk bir devlet olacaktı ve halk tarafından seçilecek, diğer Avrupalı devletler, ordu ve yönetim tarafından onaylanacak bir prens tarafından yönetilecekti. Bundan başka Karadağ ile Sırbistan’a bağımsızlık verildi ve bu devletlere Niş, Drina vadisi ve Yenipazar sancağının bir kısmı da dahil olmak üzere yeni topraklar verildi. Osmanlı yönetimi, ayrıca Romanya’nın bağımsızlığını tanımaya ve bu devlete Rusya’nın Besarabya bölgesini kendi topraklarına ilhak etmesine karşılık Dobruca’nın bazı kısımlarını vermeye zorlandı. Diğer taraftan İstanbul Konferansında Bosna ve Hersek için öngörülen bütün reformlar uygulanacak ve son olarak da Osmanlı Devleti 1.4 milyar ruble (bu miktar, 24 milyar kuruşa eşitti ve devletin yıllık gelirinden dört kat daha fazlaydı) savaş tazminatı ödemek zorunda kalacaktı; bu tazminatın yarısından daha az olan kısmı, Dobruca’nın büyük kısmının, Tuna adalarının ve doğu Anadolu bölgesindeki Kars, Ardahan, Batum ve Doğu Beyazıt şehirlerinin verilmesiyle karşılanacaktı.[8]

Bundan sonra Bosna-Hersek Avusturya tarafından işgal edildi, bunun sonucunda da Taşlıca müftüsü Hacı Loyo ve başkaları gibi halk tarafından sevilen yerel liderlerin liderliğinde yabancı işgaline karşı ilk Müslüman halk direnişi ortaya çıktı. Gerçekte direniş, Avusturya’nın işgalini kısa zamanda sona erdirmek için, Avusturyalılarla yapılan görüşmelerde daha iyi konumda bulunmayı arzulayan İstanbul tarafından desteklenmekteydi. Sonuçta (Sırpların da Müslümanlarla ittifak kurduğu) direniş sırasında Avusturya ordusunun ilerleyişi üç ay boyunca durdurulmuş oldu. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i işgal etmesi sırasında devrimci liderler idam edildi ve yeni bir göç dalgası yaşandı.

Osmanlı yönetimi, San Stefano Anlaşmasının üzerine yüklemiş olduğu olağanüstü isteklere karşı koyabilecek durumda değildi, çünkü Rus ordusu hem batıdan hem de doğudan İstanbul’a doğru yürüyüşe geçmek üzere tetikte bekliyordu. Ancak savaştan etkilenerek yerlerinden olan mültecilerle dolup taşmakta olan İstanbul, Rusya’ya tamamen teslim olmaya ve mültecilerin özellikle Bulgaristan’da bulunan evlerinden vazgeçmeye istekli değildi. 20 Mayıs 1878’de Ali Suavi, daha çok Filibe bölgesinden gelen göçmenlerden oluşan bir grupla, kendisini tekrar tahta çıkarmak amacıyla eski sultan V. Murad’ın oturmakta olduğu Çırağan Sarayı’na doğru yürüyüşe geçti. Bu kötü planlanmış girişim başarısız oldu ve Sultanın savaş politikasını, anayasaya aykırı tavırlarını, Mithad Paşa’nın keyfi bir şekilde görevden alınmasını ve sürgüne gönderilmesini ve Sultanın hem Bosna’daki Habsburglara karşı ortaya çıkan Müslüman direnişine hem de Rodop dağlarındaki Bulgar ve Rus karşıtı Müslüman ayaklanmasına destek vermeyi reddetmesini açıktan eleştiren Ali Suavi, arbede sırasında öldürüldü. Böylece Osmanlı tarihindeki ilk sivil darbe girişimi başarısız olmuş oldu.

Ali Suavi’nin başını çektiği ayaklanma yeni bir bakış açısıyla yeniden değerlendirilmeli ve tamamen Suavi’nin aşırı derecede dengesiz kişiliğine dayandırılan şartlardan çok gerçek şartlar çerçevesinde yeniden yorumlanmalıdır. Gerçekte Suavi, Müslüman dünyada ortaya çıkmakta olan yeni eğilimin bir parçası olan yeni Müslüman neslini temsil etmekteydi. Bu nesil, modernleşme istiyordu ve gittikçe artan etnik-dilsel bilinçliliğinin çok iyi farkında bulunuyordu.

Küçük düşürücü ve aşağılayıcı San Stefano Anlaşması, sadece Osmanlı Devleti’ne zarar vermekle kalmıyor, Rusya’nın Balkanlar’daki ve doğu Anadolu’daki varlığından kaygı duyan diğer Avrupalı güçleri de korkutuyordu. Gladstone’un galeyana getirdiği ve İmparator Franz Joseph ile Otto von Bismarck’ın teşvik edip kuvvetlendirdiği İngiltere’deki oldukça yaygın Türk karşıtı duygular nedeniyle, savaş sırasında Osmanlılara yardım yapmak için çok az imkana sahip olabilen İngiliz Başbakanı Disraeli, anlaşmanın hükümlerinin, daha büyük olasılıkla Rusya ile Avusturya arasında çıkacak olan yeni bir savaşın patlak vermesine neden olacağına inanmaktaydı. Bunu fark eden Bismarck, San Stefano anlaşmasının yeniden gözden geçirilmesi için Berlin’de bir Avrupa konferansının toplanmasını önerdi.

Savaş sırasında İngiltere, tarafsızlığını ilan etmiş ve Osmanlı ordusuna hayati olarak ihtiyaç duyduğu silahları satmayı bile reddetmişti. Londra, 1875-1876’ya kadar Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı “koruyucusu” vazifesini üslenmiş ve Osmanlı Devleti’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından yazılan reçetelere çok sıkı bağlı kalarak modernleşmesini desteklediğini bütün dünyaya duyurmuştu. Gerçekte İngiliz yönetimi, Müslümanlar arasında İslamcı milliyetçi duyguların yaygınlık kazanmasından ve Türklerin her şeye katlanarak bağımsızlıklarını korumak için mücadele etmelerinden pek memnun değildi. Buna bakarak, İngiltere’nin, Osmanlı Devleti’nin Londra’nın istekleri çerçevesinde davranmak mecburiyetinde kalacak derecede zayıf bir duruma düşmesini ve kendisi için toprak kazançları elde etmeyi istediği söylenebilir. 1878 yılında Kıbrıs’ın İngilizler tarafından işgali ve Sultan Abdülhamid’in, kendi görevlilerini, Londra’nın “bizim topraklarımızın efendisi olarak” hareket etme arzusu karşısında dikkatli olmaları için uyarması bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Ancak oldukça fazla sayıda Batılı araştırmacı, İngiltere’nin temelde Osmanlı Devleti’ne dost olarak kalmayı sürdürdüğü ve onun toprak bütünlüğünü korumak istediği, fakat Jön Türklerin Almanya’nın yanında yer alarak ve Almanya’yla birlikte savaşa katılarak İngiltere’ye ihanet ettiği görüşüne sıkı sıkıya bağlı kalmaktadırlar.

Atatürk de dahil olmak üzere Türk entelektüelleri ve liderleri arasında yaygın olan görüş, İngiltere ile Fransa’nın Osmanlı Devleti’ni parçalamaya karar verdikleri ve bu yönde harekete geçmek için sadece uygun zamanı kolladıkları görüşü olsa da İngiltere’nin hangi niyetleri taşıdığı konusu tartışmaya açıktır. Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanması için çaba gösteren Salisbury’nin görüşleri herkes tarafından bilinmektedir.[9] İngiltere’nin San Stefano Anlaşması karşısında ortaya koyduğu tavır, İngiltere’nin “dost” ve/veya (düşmanın davranışlarını) görmezlikten gelen (düşmanla gizlice suç ortaklığı yapan) bir “müttefik” olduğu görüşlerinin her ikisini de destekler görünmektedir.

Temmuz ayında söz konusu konferansın toplanmasından önce, İngiltere ile Avusturya kendi isteklerini ortaya koydular. Avusturya, Bulgaristan’ın topraklarının küçültülmesini ve kendisinin Yenipazar ile Bosna ve Hersek’i ilhak etmesine izin verilmesini istedi. İngilizler de daha küçük bir Bulgaristan oluşturulması konusunda istekliydiler, onlar Rusya’nın Akdeniz’den uzak tutulması için doğu Anadolu’da elde ettiği toprakların büyük kısmının Osmanlı yönetimine geri verilmesini de istiyorlardı. Bu son istek, Disraeli, Osmanlının Anadolu’daki topraklarının korunması ve Rusya’nın Akdeniz’e ya da İran Körfezi’ne doğru ilerlemesinin önlenmesi için Kıbrıs’ın İngiltere tarafından işgal edilmesini önerdiğinde de önemle vurgulanacaktı. 4 Haziran 1878’de Osmanlı Sultanı Kıbrıs Sözleşmesini imzalamak zorunda kaldı; buna göre İngilizlerin San Stefano Anlaşması’na karşı çıkmalarını sürdürmelerini sağlamak amacıyla adanın yönetimi İngilizlere devrediliyordu.

13 Temmuz 1878 tarihinde sona eren Berlin Kongresi, Bulgaristan’ın topraklarını küçülterek ve böylece Rusya’nın bölgedeki gücünü sınırlandırarak Avrupalı güçlerin kaygılarını bir derece yatıştırdı. Makedonya Osmanlı İmparatorluğu’na geri verildi, böylece Bulgaristan’ın Akdeniz’e bağlantısı koparılmış oldu. Sırbistan, Karadağ ve Romanya’ya San Stefano’da elde ettikleri birçok toprak kazançlarıyla birlikte bağımsızlık tanındı, fakat Sırbistan ile Karadağ Osmanlı borçlarının bir kısmını üslenmek zorunda kalacaklardı. Anadolu’da Eleşkirt vadisi ile Doğu Beyazıt Osmanlı Devleti’ne geri verildi, fakat Rusya Kars, Ardahan ve Batum’u elinde tutmaya devam edecekti. Bundan başka Osmanlı yönetimi, Ermenilerin yerleşik olduğu bölgelerde reformlar yapmaya ve Çerkezler ile Kürtlere karşı onların güvenliğini garanti altına almaya söz verdi.[10]

1877-1878 Savaşı, Osmanlının Balkanlar’daki varlığına neredeyse tam olarak son verdi ve zorla, ikna edilerek ve gönüllü olarak gerçekleştirilen göçler yoluyla ve Müslüman Osmanlı maddi kültürünün yok edilmesi yoluyla yüzyıllardır varlığını devam ettiren Müslüman toplulukların tasfiye edilmesine neden oldu. Bundan başka Berlin Anlaşması, uygun olmayan siyasi çözümlerin zorla empoze edilmesinden dolayı çatışmaların ve bazı sıkıntıların ortaya çıkması sonucunu verdi. Anlaşma, yüzyıllardır din temelinde organize edilmiş topluluklar olarak yaşayan halklar açısından, millet olmanın temel kriteri olarak etnik kökeni kabul etmekteydi. Anlaşma, Yunanlılara, Bulgarlara ve Sırplara ilk ve öncelikli olarak belli bir ulusal grubun üyesi olduklarını ve yalnızca ikincil olarak Hıristiyan olduklarını söylemekteydi. Ancak uygulamada etnik köken ile dini birbirinden ayırmak imkansızdı ve ikisi birlikte Balkanlar’a has ortak bir milliyetçiliğin temelini oluşturmaktaydı. Anlaşma, Hıristiyan-Müslüman farklılıklarını daha da şiddetlendirdi, toprak temeline dayalı laik bir milliyetçilik türünün ortaya çıkışı için uygun ortam hazırladı ve Müslümanların kimlik duygusunun daha üst düzey bir bilinçliliğe erişmesini sağladı. Diğer taraftan Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan arasında bir çekişme nedeni haline gelen Makedonya ve Ermenistan’la ilgili problemler ortaya çıkardı; bu problemlerden hiçbiri günümüze kadar tam olarak çözülebilmiş değildir.[11]

Savaşta olağanüstü yenilgilerle karşılaşan Osmanlı Devleti’nin gerçekçi ve pragmatik Sultanı, devletin varlığını garanti altına alabilmek için çareler aramak zorunda kaldı. Bu savaş, Osmanlı Devleti’nin maruz kaldığı savaş yenilgileri ve toprak kayıpları silsilesi içinde uğranılan ilk savaş yenilgisini temsil etmiyor ise de 1877-1878’de karşılaşılan kayıplar devletin doğrudan özünü ve merkezini ilgilendiriyordu, yani bu kayıplar daha önceki çatışmalarda dokunulmamış olan Balkanlar ve Anadolu’da karşılaşılan kayıplardı. Sultan, bu aşağılayıcı yenilginin, toplum içindeki orta sınıfların modernlik yanlısı, Avrupa taraftarı ve anayasacı kesiminin -özellikle Mithad Paşa’yı kendilerine sözcü ve temsilci olarak seçen şehirli ve bürokraside görevli olanlar ile liberal entelektüellerin- devlet yönetimine müdahale etmesinin bir sonucu olduğunu ileri sürebiliyordu. Osmanlı orta sınıflarının, kendi konumları ve çıkarları açısından devletinin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunmasına bağımlı olan tarımsal kesimlerinin ve muhafazakar çevrelerinin desteğiyle, Sultan, ideoloji olarak İslamcılığa dönme hususunda kendisine sosyal bir taban ve haklılaştırma aracı edindi. Abdülhamid’in İslamcılığı kullanması, halkın maddi ilerlemeyi bütün şekilleriyle istediği ve bunun devleti güçlendireceği yönündeki inancına olumsuz bir etkide bulunmuyordu. Ne yazık ki, Sultan, halkın maddi ilerlemeyi istemesinin, yanında, bireyin, ilerlemenin nihai hedefi haline getirilmesi yönündeki talebi getirdiğini ve bireysel özgürlüğün, ilerlemenin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğini göz ardı etti.

Kısaca 1878 yılından sonra Abdülhamid’in temel amacı Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumaktı. Bu amacın gerçekleştirilmesinin içeride birlik sağlanmasını gerektirdiğini çok iyi bilen Sultan, Müslümanların ortak inancı üzerine kurulmuş yeni bir siyasi dayanışma hissinin yaratılması için çaba gösterdi. Dinin halkın ortak paydası olarak kullanılması, Rusya ile savaştan sonra daha fazla mümkündü, çünkü Balkan Hıristiyanlarından müteşekkil devletler ortaya çıkaran Berlin Anlaşmasının bir sonucu olarak, Müslüman olmayan halkın çoğunluğu Osmanlı Devleti’nin sınırları dışında kalmıştı. Bu arada Sefardik, Romaiote (Roma) ve Eşkenazi (Avrupalı) mezhebinden olan Balkanların Musevi halkı, Balkanların yeni Hıristiyan hükümetlerinin otoritesi altında yaşamaktansa Osmanlı yönetimi altında yaşamayı tercih ettiler. Sonuç olarak Museviler hükümetin zararına olacak şekilde Anadolu’ya ve Trakya’ya göç etmişler, taşınmışlar ve oralara yerleşmişlerdir.[12]

Abdülhamid, dini temellere dayanan toplumu, birleştirmek ve siyasi bir topluma yani bir Osmanlı Müslüman varlığı haline dönüştürmek için Sultan ve Halife olarak kendisinin merkezi otoritesini kullandı ve inancı ideolojik bir araç olarak kullanma yoluna gitti.[13] Sultanın bu politikasının iyi bir örneğini onun Müslüman orta sınıfa karşı takındığı tavır oluşturmaktadır.

II. Abdülhamid’in padişahlığı döneminde önemli sosyo-ekonomik değişikliklerle birlikte buna denk düşecek şekilde hükümetin toplumun liderleriyle ilişkisinde önemli bir dönüşüm meydana geldi. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi’ne miri arazilerin (devlet arazilerinin) özel şahıslara transferini büyük oranda kolaylaştıracak bazı eklemeler yapıldı. Yeni bir liberal nitelikli eklemenin yapıldığı 1897 yılına gelindiğinde miri arazi sahiplerinin önemli bir kısmı kullandıkları arazilerin resmi olarak mal sahipleri durumuna gelmişlerdi ve arazilerini hükümet kararlarından çok iç ve dış piyasalarda oluşan talepler çerçevesinde ekip dikiyorlardı. Öşür vergisinde ortaya çıkan çarpıcı artışın da ortaya koyduğu gibi, tarımsal üretim önemli oranda artmış ve tarımsal ürün ihracatında da bir yükselme gözlenmişti. Arazi daha çok kırsal kesimde yaşayan Müslümanların elinde toplanmıştı; tarımsal ürünlerin ihracatı ile birlikte mamul maddelerin Avrupa’dan ithalatı ise daha çok Yunanlılardan, Ermenilerden ve daha sonraları Yahudilerden oluşan içeride ortaya çıkmış bir tüccar sınıfı tarafından gerçekleştiriliyordu. Bu tüccarların bazısı kendilerini korumak amacıyla Fransa, İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin vatandaşlıklarını elde etmişlerdi ve Osmanlı vatandaşları olarak doğsalar ve yaşasalar da Osmanlı hukukunun kapsamı dışında bulunmaktaydılar. Böylece Abdülhamid’in padişahlığı döneminde zenginlikleri ve toplum içindeki konumları, geçmişte olduğu gibi hükümetle kurdukları ilişkilerden değil, fakat kendi ekonomik girişimlerinden ve özel arazi ve/veya sermaye sahibi olmalarından kaynaklanan yeni bir orta sınıf türünün ortaya çıkışına şahit olunmuştu.

Çıkarlarına önem veren, fakat hala kendi toplumlarıyla sıkı bağlantı içinde olan bu orta sınıf ve onların modern okullarda eğitim görmüş çocukları, artık ülkenin gerçek efendileri durumuna gelmişlerdi. Müslümanlar temelde hükümet desteğiyle yurt dışında eğitim görürken ve döndüklerinde bürokrat olurlarken, birçok gayrimüslim çocuklarının Batılı okullarda eğitim almasını ve profesyonel meslek sahibi olmasını sağlamaktaydı. Kırsal kesimde, şehirlerde, kasabalarda ve hatta köylerde toplumun liderliğini, aynı zamanda dini liderler olarak hareket eden ya da onlarla yakın ilişki içinde bulunan Müslüman ileri gelenler (ayan) yapmaktaydı.

Klasik Osmanlı hükümeti, eyaletlerin yönetilmesi ve vergi toplanması konusunda büyük oranda yerel ileri gelenlere dayanmıştı, fakat çoğu kere bu ileri gelenler ya da ayan, temel ekonomik varlık olan araziyi kontrol eden merkezi hükümet tarafından atanmış ya da merkezi hükümetin temsilcisi olarak hareket etmişlerdi. Yeni ortaya çıkan durumda ise, Müslüman tarımsal orta sınıf (onların büyük çoğunluğu eski toprak sahipleri, kabile reisleri ve dini liderlerin soyundan gelmekteydi), sadece özel konumlarından ve zenginliklerinden dolayı değil, fakat aynı zamanda kültürün, geleneklerin ve merkezi hükümete karşı toplumun çıkarlarının savunucuları olarak sahip oldukları konumdan dolayı da kendi toplumlarının kontrolünü ele geçirmişlerdi; bu arada merkezi hükümetin gücü, yönetim, eğitim, sağlık, adli sistem, askeri konular ve diğer alanlarda üslendiği çok değişik yeni sorumluluklardan dolayı sürekli olarak genişlemekteydi. Hükümet tarafından yukarıdan inme şekilde gerçekleştirilen reformlar; Sultanın dış ilişkiler, maliye, askeri konular ve iç güvenlik gibi önemli alanlarda karar alınmasını kendi elinde toplama politikasıyla daha da yoğun hale gelecek olan yüksek düzeyde bir merkezileşmenin ortaya çıkmasına neden oldu. Bab-ı Ali’den çok Yıldız Sarayı hükümet faaliyetlerinin merkezi haline geldi, Sadrazam ise (otuz dokuz defa Sadrazam değişikliği gerçekleştirilmişti) Yıldız Sarayı’nın bir katibi haline dönüştü.

Abdülhamid, çok güçlü siyasi içgüdüsüyle, yerel ileri gelenlerin ve kabile liderlerinin güç elde etmiş olduğunu ve mali kaynaklar ile iyi eğitilmiş bir bürokrasi yapısının eksikliğini çeken merkezi hükümetin kırsal kesimdeki yeni sosyo-politik gerçekliği değiştirmekten mahrum olduğunu çok iyi bilmekteydi. Şehir merkezlerinde ortaya çıkan yeni entelektüel kesim, kültür ve din konularında oldukça muhafazakar olsa da temelde siyasi liberalizmi benimsemişti. Böylece kırsal kesimdeki yerel ileri gelenlerin belli derecede yönetimsel alanda kendi kendini yönetmek ve hatta özerklik istemesi, yeni entelektüel kesimin liberal siyasi eğilimleriyle uyuşmaktaydı. Hükümete karşı genel bir muhalefetin ortaya çıkmasına neden olabilecek (gerçekten sonuçta öyle olmuştur) bu durumla karşılaşan Sultan, toplum liderlerini ve istekli olan entelektüelleri kendi hizmetine atama şeklinde bir politika geliştirdi. Bu işbirliği ilk başta Sultana kişisel bağlılık şeklinde ortaya çıkar görünse de, gerçekte devlete verilen destek ve devlete duyulan sadakat şeklinde gerçekleşmişti. Gerçek ise şuydu: Tanzimat döneminden beri yapılan reformlar, Sultanı devletinin ve tebaasının mutlak sahibi olma konumundan, devletin ve milletin sadece temsili bir sembolü ve sözcüsü olma konumuna düşürmüştü. Gerçekte Birinci Meşrutiyet döneminin ortaya çıkardığı en önemli gerçeklerden bir tanesi, geçmişte din ü devlet doktrini çerçevesinde üstü örtülmüş olan millet ve devlet arasındaki ikiliğin açık bir şekilde ortaya çıkarılmış olmasıydı.

Osmanlı devlet başkanının Sultan olarak sahip olduğu konumun, Abdülhamid’e, devletin gerçek başkanı durumunda olduğunu iddia etmesi imkanı verdiği ve halife olarak konumunun da ona Müslüman toplumun lideri ya da Emir-ül Müminin olduğunu iddia etme fırsatı tanıdığı çok rahat bir şekilde iddia edilebilir. Daha Abdülmecid döneminde bu ikilemin farkına varılmaya başlanmıştı ve Abdülaziz’in sonunda bürokrasinin reformcu ve anayasacı kanadına karşı liderlerin ve toplumun desteğini elde edebilmek için halife konumunu vurgulamasıyla bu ikilem daha da ivedi önem kazanmıştı. Abdülaziz anayasa oluşturulmasına muhalefet etmesinden dolayı görevinden uzaklaştırılmıştı.

Sultan Abdülhamid de aynı problem ile karşı karşıya idi. O, temel rakibi olan Parlamentoyu devreden çıkararak ve bürokrasiyi kontrolü altına alarak devletin kontrolünü ele geçirdi. Fakat Abdülhamid, modernleşme yanlısı ve mutlakıyet karşıtı olan ordu ve entelektüel kesimlerin muhalefetini bertaraf etme konusunda başarılı olamadı. Yeni orta sınıflar ile yeni entelektüel kesim, kendilerini sadece Müslümanlar olarak değil, fakat Osmanlılar, Türkler, Araplar vb. olarak ve modernleşme yanlısı medeni insanlar ile devlete ve millete karşı sorumluluk taşıyan kişiler olarak ve her ikisini vatan kavramı içinde bir araya getirerek tanımlarken, bu sınıfların kimliği yeni boyutlar kazandı. Vatan terimi ve özellikle onun tanımı, Namık Kemal tarafından, yeni nesillerin yetiştirilmesinde yeni ufuklar açıcı bir rol oynayan Vatan ve yahut Silistre adlı tiyatro eserinde yapılmıştır. Osmanlı vatanseverliğini ön plana çıkartan bir yapıt olarak yüceltilen bu eser, modernlik yanlısı entelektüel kesim açısından ideolojik bir dönüm noktası haline gelen, mutlakıyet karşıtı, halkçı milliyetçiliğin başlangıcına işaret etmiştir. Daha detaylı bir çalışma, devletlerinin ve toplumlarının hanedanlıkla ve etnik kökeniyle ilgili yönleri arasında bir ayırım yapmak için, kendilerinden “Osmanlı” ve “Türk” olarak bahsetmeleriyle birlikte, Sultanın kendi kimlik hissiyle beraber Osmanlı yönetici elitinin sosyo-politik dönüşüm gerçekleştirdiğine yüksek düzeyde bir doğruluk derecesinde işaret edebilir. Bu bağlamda “Türk” kavramı, toplumun kendi tarihine, devlet oluşturma özelliğine, kökenlerine, geleneklerine ve tecrübesine dayanan etnik bir kimliğin ortaya çıkışına işaret etmekteydi.

Abdülhamid, toplumun liderlerinin, kabile reislerinin, tarikat şeyhlerinin ve hatta radikal devrimcilerin kendisine itaat etmesini sağlayabilmek için tahtın gücü ve prestiji ile halifeliğe bağlılık ve sadakati kullanma yoluna gitmiştir. O, liderleri Yıldız Sarayı’na davet ederdi; çağrılan ileri gelen kişi, geceyi sarayda geçirme şerefine erişemese bile (genellikle sadece Osmanlı yönetiminin nazırları ile bilgili alimler bu şerefe nail olurdu), misafirler için düzenlenmiş özel konaklarda ağırlanırlar ve çok itibarlı bir şekilde muamele görürlerdi.

Sultan, ayrıca toplumun liderlerinin saygı ve sadakatini, onlara hediyeler vererek, özellikle de içinde kendi mühür ya da mektubunu taşıyan Kur’an vererek de kazanırdı. Bundan başka, Taltifat Defterlerinin ortaya koyduğu gibi, Sultan değişik kişilere “devlete yaptığı hizmetlerinden” dolayı on binlerce madalya da vermiştir (Abdülhamid’in padişahlığı sırasında değişik yeni madalyalar basılmıştır). Kabile reisleri de dahil olmak üzere çok sayıda kişiye de devlete verdikleri hizmetlerden dolayı ya da uğradıkları bir gelir kaybından ötürü (dışarıdan göç eden ileri gelen Müslüman mültecilere) veyahut da bazı Arap şeyhleri örneğinde olduğu gibi sadece Osmanlı hükümetine bağlı kalmalarını sağlamak için yüksek miktarda paralar verilmiştir. Abdülhamid, birçok muhafazakar Arap liderinin kendilerine güvenmediği seleflerinden farklı olarak, Kuzey Afrika’daki Sanusi ile Arabistan’daki Vahhabi’lerin dostluğunu kazanmıştır; bu konunun burada detaylı olarak tartışılmasına imkan bulunmamaktadır.

Son olarak, ileri gelen kişilerin ve kabile reislerinin sadakatini kazanabilme ihtiyacının yönlendirdiği Osmanlı hükümeti, onların çocuklarını modern yönetim içinde eğitmek ve böylece devlete sadık olmalarını sağlamak için İstanbul’da Aşiret Mektepleri açmıştır. Kırsal kesimdeki liderlerinin çoğunun Osmanlı Devleti’ne karşı duydukları sadakatin, Abdülhamid’i devletin simgesi olarak gördükleri için büyük ölçüde kişisel olduğuna şüphe yoktur, fakat gerçekte bu sadakat, aynı zamanda devletin devamını ve bütünlüğünü garanti ediyordu. Osmanlı yöneticileri, hanedanlığın uzun tarihi boyunca değişen şartlara kendilerini adapte etme ve kendi hanedanlıkları ile devletin varlığını devam ettirme konusunda özel bir ustalık ortaya koymuşlardır.

Ancak Birinci Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve siyasi değişiklikler, Osmanlı tarihinin daha önceki dönemlerinde dönüşümleri ortaya çıkartan bütün kuvvetlerden içerik olarak ve neden olduğu sonuçlar açısından tamamen farklıydı. Birinci Meşrutiyet döneminin değişimi, toplumun sosyal yapısını, devletle ilgili kavramları, otorite fikrini ve bireyin kendisi ve geleceğiyle ilgili bilinçliliğini etkiledi. Bu sosyo-kültürel değişim bağlamında 1877-1878’de Balkanlardan Osmanlı Devleti’ne doğru gerçekleşen Müslümanların göçleri ile 1856-1862 yılları arasında başlamış olan Kırım ve Kafkasya’dan gerçekleşen göçler örnek olarak ortaya konabilir. Bütün bunlar, toplumun sosyal bileşimini yeni bir şekle dönüştürdü, Anadolu’nun geleneksel toplumunun etnik ve ulusal kimliğinin yeni bir şekil almasına neden oldu ve eğitim sisteminin dönüşümü ve yeni elitler ile geleceğe dönük bakış açılarının ortaya çıkışıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşlarını oluşturdu.

Topluluklara Müslüman birliği hissini verebilmek için Abdülhamid gazete ve broşür gibi değişik medya araçlarını, etkili bir şekilde kullandı; bu yayınlarda basit, fakat kalabalıklara ulaşabilmek için dini açıdan cezbedici bir dil kullanılıyordu. Samimi ve dindar bir Müslüman olarak Sultan, kendisini, yüce bir hükümdar olmaktan çok Müslüman bir dost olarak sunabiliyordu; bu, mesajının diğer dindar Müslümanlar açısından oldukça cezbedici olmasını sağlıyordu. Sultan ayrıca halife ve kutsal yerlerin (Haremeyn’in) koruyucusu unvanlarını da kullanıyordu; bu da onun mesajına daha fazla geçerlilik kazandırıyordu.

Geçmişte Osmanlı Devleti kendisini İslam inancıyla özdeşleştirse de bu inancın içeriğini tanımlama yoluna gitmemiş, onu tanımlama işini ise değişik resmi ve gayri-resmi örgütlere bırakmıştı. Ancak 1878 yılından sonra Sultan Halife, İslam’ı, ortaya çıkmakta olan Osmanlı-Müslüman- ve nihai olarak Türk-ulus devletine uygun düşecek şekilde açık siyasi kavramlarla tanımlamaya başladı. Devlet, bazı tarihi kökenlerine rağmen temelde yeni olan en azından dört temel fikir formüle etme yoluna gitmişti:

  1. Bütün Müslümanlar bir topluluğun parçasını oluşturmaktadır; bu topluluğun başkanı ve komutanı halifedir.
  2. Dünya üzerindeki Müslüman topluluklar, Avrupalı güçlerin boyunduruğu altına girme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadırlar. İslam’ın düşmanları üstün konuma geçmişler ve Batılı misyonerler ile ajanların iddia ettiği gibi İslam’ın doğasında daha geri olmasından dolayı değil, fakat ümmetin birliğini kaybetmiş olmasından, cahil olmasından ve Batı dünyasının gerçekleştirdiği ilerlemenin farkında olmamasından dolayı Müslüman topraklarını işgal etmişlerdir.
  3. Müslüman toplumun zayıflığı, aynı zamanda imanının (inancının) zayıf olmasından ve inananların inançlarını düzgün bir şekilde anlayamamalarından ve uygulayamamalarından kaynaklanmaktadır. Alınyazısı, kadercilik olarak yorumlanmamalı ve Müslümanlar, sadece inanca yönelik dogmalara inanmaktan öte maddi ilerleme gibi varlıklarının dünyaya yönelik boyutlarına da önem atfetmeliler ve bu yönleri inançlarını kuvvetlendirmek için kullanmalılar; çünkü maddi yönünü ihmal ederek pasif bir tutum içine girme, Müslüman toplumun fiziki olarak yok olmasına neden olabilir. Allah, kendi kendisini korumasını bilmeyen bir Müslümanı korumaz.
  4. İslam’ın yeniden canlandırılması onun temel prensiplerine dönüşle mümkün olabilecektir; bu da her şeyden önce lideri olan halifenin yani emir ul-Mü’minin’in rehberliği altında ümmetin birliğinin sağlanmasına bağlı bulunmaktadır.[14]

Politikalarıyla ilgili oldukça kötüleyici şeyler söylense de Abdülhamid’in dış politika konusundaki dehası inkar edilemez. Irak’ı ve Filistin’i ele geçirmek isteyen İngilizler, Arap topraklarında Abdülhamid’in ve bütün Osmanlı ailesinin Kureyş soyundan gelmediğini, bu şekilde onların halifeliği gasp etmiş olduğunu söyleyerek buralardaki Osmanlıya karşı muhalefeti harekete geçirmek için çaba gösterdiler. Batı basını Osmanlı Sultanı’nı modernleşme karşıtı ve barbar biri olarak sundu. Ancak Abdülhamid’in İslam’a bağlanmış olması ve Batılıların sömürgeci ve emperyalist politikalarına karşı çıkıyor olması, İngilizler, Fransızlar ve Ruslar açısından değişik Müslüman grupları Sultan-Halife’ye karşı ayaklanmaya ikna etme işini zorlaştırdı. Halifeliğe karşı devam etmekte olan bu derin saygının bir sonucu olarak, Abdülhamid, halife olarak sürekli bir şekilde özellikle Hindistan’da cihat çağrısında bulunabilecek bir konumu elinde tutmaktaydı; bu şekilde diğer devletlerin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne saygı göstermelerini ve kendisinden korkmalarını sağlayabiliyordu. Halifeliğe karşı duyulan bu saygı, Sultanın artık hükümetin kontrolünü kaybettiği ve imparatorluk içindeki ve dışındaki birçok Müslüman’ın saygısını yitirerek sadece kukla bir sultan haline dönüştüğü Jön Türklerin devriminden sonra gerileyecekti.

Abdülhamid’in padişahlığı döneminde ortaya çıkan bazı önemli iç ve dış gelişmeleri ele alıp tartışmak, İslamcılığın Osmanlı Devleti üzerindeki uygulamasını ve etkisini anlamak için gerekli bulunmaktadır. Meclisin ortadan kaldırılması ve Sultanın Anayasayı uygulamaktan vazgeçmesi, Abdülhamid’in yeni siyasi felsefesinin ortaya çıkışına neden olan olaylar serisinin ilkini temsil etmekteydi. İlk Osmanlı Parlamentosu tam Rusya ile savaş başlamak üzereyken toplanmıştı. Zamanın yetersizliğinden dolayı milletvekilleri halk tarafından değil, fakat Tanzimat reformlarının uygulanmasıyla kurulmuş olan belediye ve eyalet kurullarının üyeleri tarafından seçilmişti.[15] Düzenlemeler, Hıristiyan devletleri memnun etmek için Hıristiyan bölgelerden ağırlıklı olarak Hıristiyan delegelerin Meclise gelmesini garanti altına almıştı, fakat Romanya, Sırbistan, Karadağ, Mısır ve Tunus bölgelerinin hepsi kendi hükümet sistemlerine sahip oldukları için Parlamento’daki çalışmalara katılmadılar; Lübnan ve Girit ise Meclise katılmayı reddetti. Parlamentoya seçilmek için gerekli olan tek özellik, seçilmek isteyen bireyin toplum içinde saygı duyulan bir kişi olması, Türkçe (devletin resmi dili) konuşması, en azından 25 yaşında olması, sivil ve siyasi haklardan tam olarak faydalanabiliyor olması ve son olarak da üzerinden vergi verdiği bir mülkün sahibi olmasıydı.[16]

Ortaya çıkan Meclis, minyatür bir mozaik gibi devletin her sosyal ve ekonomik katmanını temsil eden bir organ olmuştu. Milletvekilleri kendi bölgelerini gerçekten temsil ediyorlardı. Meclis-i Mebusan’da yetmiş bir Müslüman, kırk dört Hıristiyan ve dört Musevi milletvekili bulunurken, Sultanın kendisi de Meclis-i Ayan’a ilave olarak yirmi bir Müslüman ve beş gayrimüslim milletvekili atamıştı.[17] Genel olarak, Meclis-i Mebusan, Tanzimat’ın ortaya çıkardığı eyaletlerdeki yeni orta sınıfın üyelerinden oluşmaktaydı, Meclis-i Ayan ise yıllardır hükümet hizmetinde bulunan bürokratlar ile yılların alimi olan ulemayı içermekteydi.

Devlet tamamen savaşla meşgul olur hale gelirken, Meclis de yasa çıkarmayı bir kenara bırakıp hükümeti, onun savaş politikalarını ve liderliğini eleştirmeye başladı. Bazı milletvekilleri Meclise, ordunun kontrolünün verilmesini bile talep ettiler. Bundan başka Mithad Paşa’nın geri dönmesi için çağrıda bulunulması, Ermeni ve Yunan milletvekilleriyle bazı gerginliklerin yaşanması ve bazı bakanların görevden alınması talebinde bulunan önergelerin verilmesi Sultanın gözünde Meclisi daha da istenmeyen bir kurum haline getirmişti. Daily News gazetesinin İstanbul muhabiri olan Sir Edwin Pears, milletvekillerinin sürekli olarak Sultanın nazırlarını rüşvetçilikle suçladıklarını ve bu nazırların Meclisin önüne çıkarak kendi durumlarını ve davranışlarını açıklamalarını istediklerini belirtmekteydi.[18] İstanbul milletvekillerinden biri olan Sadık Paşa, Meclisteki meslektaşlarına hükümeti eleştirmeye devam etmeleri durumunda Meclisin kapatılabileceği yolunda uyarıda bulunmuştu. 14 Şubat 1878’de Sultan, mevcut şartlar altında Meclisin artık faaliyetlerine gereği gibi devam edemeyeceğini söyleyerek Meclisi kapattı. Meclisin kapatılması ve anayasanın askıya alınması, Avrupa’dan ve hatta Osmanlı halkından herhangi bir protesto sesi yükselmeden gerçekleştirildi; bu da Abdülhamid’in tüm gücü kendi elinde toplamasına imkan tanıdı.

Abdülhamid’in padişahlığı döneminde ortaya çıkan en önemli gelişmelerden bir tanesi, onun modern bir eğitim sistemi oluşturmasıydı. Bu sistem tam da onun tahttan indirilmesine neden olacak insanların yetişmesini sağlayacaktı. Abdülhamid’in padişahlığından önceki dönemlerde de eğitim reformları gerçekleştirilmiş olsa da büyük gelişmelerin gerçekleştirilmesi ancak onun devrinde mümkün olmuştur. 1869’da kabul edilen, fakat Abdülhamid’in eğitim reformları için harekete geçtiği 10 yıl sonraya kadar uygulamaya konmayan Maarif-İ Umumiye Nizamnamesi (Genel Eğitim Düzenlemesi), Türkiye’de ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap bölgelerinde ortaya çıkarılan modern eğitimin temelini oluşturmaktaydı. Bu nizamname, ilk, orta ve lise olmak üzere üçlü bir eğitim sistemi öngörmekteydi. Bundan başka merkezi hükümet, birçok okulun kontrolünü kendi eline almaya başladı ve bütün imparatorluk çapında eğitimi düzenleyen ve nezaret eden eğitim müdürlükleri (maarif müdürlükleri) kurdu.

Eğitim sisteminin yaygınlaştırılmasıyla, Abdülhamid’in padişahlığı döneminde liselerin (rüştiyelerin) sayısı ikiye katlanarak 619’a ulaşırken, modern ilkokulların sayısı da 1892-1906 yılları arasında üçe katlanarak 3,057’den 9,347’ye yükseldi. Bu modern okullarda görevlendirilecek öğretmenler eğitilirken, diğer taraftan da okullarda okutulmak üzere bir müfredat benimsendi ve modernleştirildi. Eğitimbilim (pedagoji) alanında gerçekleştirilen ilerlemeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, sosyal ve entelektüel tarihinde, özellikle de merkez ile çevre arasında yaşanan psikolojik mücadelede hayati önemde rol oynadı. Yeni sistem, kırsal kesimde bulunan mal sahibi gruplara, çocuklarını eğitme ve böylece yeni ortaya çıkmakta olan elit sınıf arasına girmesini sağlama imkanı tanıdı. Hükümet de, ortaya çıkan sonucun, amaçlanandan çok farklı olmasına rağmen, kendi felsefesini öğrencilere aktarma ve bu şekilde onların Sultana itaat etmesini sağlamaya çalışma konusunda bu modernize edilmiş yeni eğitim sisteminden faydalandı.

Büyük reformlara tabi tutulan ikinci bir alan bürokrasiydi.[19] Sultan bürokrasiyi siyasetten arındırmaya ve onu profesyonel hale getirerek etkinliğini artırmaya çalıştı. 1878 yılında Abdülhamid, bürokrasiyi reforma tabi tutmak için bir kamu hizmetleri komisyonu ile kişisel bir komite kurdu. Kamu görevlilerini daha iyi eğitmek üzere pek çok sayıda profesyonel okul açıldı, fakat paradoksal bir şekilde bu okullar yeni nesil liberal entelektüellerin ve sultana karşı muhalefetin ortaya çıkışı konusunda kaynak işlevi gördü. Bu okullar arsında Mülkiye Mektebi (İdare Okulu) ile Maliye, Ticaret, Yüksek Eğitim, Hukuk, Donanma, Tarım, Güzel Sanatlar, ve Madencilik okulları bulunmaktaydı. Daha iyi eğitilmiş bürokratların ortaya çıkarılmasının yanında, Sultan gereksiz olan görevleri ortadan kaldırma yoluna da gitti. Abdülhamid’in padişahlığı döneminin başında yaklaşık 70,000 bürokrat bulunmaktaydı, Sultan 1900 yılına kadar bu rakamı yarıya indirdi.[20]

Tanzimat döneminde çok ciddi şekilde ele alınan adalet reformu çerçevesinde özel olarak hakimleri eğitmek üzere mekteb-i nüvvab açılmıştı. Geçmişte ise hakimler eski medreselerin mezunları arasından seçilmekteydi. Bu okullar adalet alanında ulemanın kontrolünün kırılmasına yardımcı oldular. Başlangıçta üst düzey modern mahkemeler olan Nizamiye laik okulların mezunlarını çalıştırmak için tuttu, fakat bu kişiler zaman içinde tedrici olarak bütün uzak eyaletlere kadar uzanan tüm mahkeme sisteminin içine dahil olmayı başardılar. Böylece mahkeme sisteminde yüksek düzeyde laikleşme olayı gerçekleşmiş ve geleneksel İslami hukuk düzeninden epeyce uzaklaşılmıştı. 1879’da yılında Adalet Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılmasının ve yaygınlaştırılmasının da yardımıyla laikleşme süreci, Devlet Konseyi’ndeki temyiz mahkemeleri ve dini mahkemelerle birlikte Nizamiye mahkemelerini kontrolü altına aldı; sadece Şeyhülislamın kontrolü altındaki dini mahkemeler mevcut adalet sisteminin dışında kalmıştı. Bu yeniden yapılandırma, adalet sistemine çok ihtiyaç duyulan birliği ve daha standart hale getirilmiş prosedürleri getirdi; sistem de bu şekilde daha adil bir sistem haline geldi. Abdülhamid’in gerçekleştirdiği adalet reformları, bir model ya da teşvikçi olarak Avrupa’nın hiç rol oynamadığı, gerçek anlamda yenilikçi karakteri olan çabalardı.

Diğer önemli bir iç gelişme de imparatorluk çapında bir demiryolları sistemi oluşturulmasıydı. Avrupalı şirketler tarafından yapılan daha önceki demiryolları batı Anadolu ve Trakya’yla sınırlı kalmıştı, fakat Abdülhamid, imparatorluğunun ekonomisinin gelişmesine yardımcı olması için demiryolları sisteminin geliştirilmesinin yollarını aradı. Sultan 1888 yılında Haydarpaşa-İzmit hattının Ankara’ya ve nihai olarak da Bağdat’a kadar uzatılması için Almanlarla bir anlaşma imzaladı. Bağdat demiryolu hattına ilave olmak üzere de yeni yüzyılın başlamasıyla birlikte Hicaz demiryolunun yapımına başlandı; bu, Abdülhamid’in Hicaz’ın kontrolünü elinde tutmayı devam ettirmeye, kutsal yerlere hizmet etmeyi sürdürmeye ve bu şekilde bütün dünya Müslümanlarının sözcüsü, koruyucusu ve temsilcisi olduğu iddiasını geçerli kılmaya ne derece istekli olduğunu gösteriyordu. Abdülhamid’in padişahlığı döneminde demiryollarının uzunluğu 1888 yılında 1,780 kilometreden 1907-1908’de 5,883 kilometreye çıktı.[21]

Rusya’yla savaştan sonra hemen ele alınması gereken içeride mevcut olan bir zayıflık, askerî reformlardaki yetersizlikti. Osmanlı kurmay sınıfı 1877 yılından önce tam olarak geliştirilmemişti, bu da Rusların Balkanlar’da ve doğu Anadolu’da ortaya koyduğu askeri çabaları kolaylaştırmıştı. Abdülhamid’in padişahlığı sırasında adı Mekteb-i Fünunu Harb (Savaş Bilimleri Okulu) olarak değiştirilen Harbiye’de okutulan müfredat, subayların Avrupa tarzında yetiştirilmesini sağlayacak şekilde düzenlendi. Sultan orduyu modernleştirirken onun geleneklerine saygı gösterdi ve başta Gazi Osman Paşa olmak üzere üst düzey subaylarla dostluklar kurdu. Ancak padişahlığının sonlarına doğru Abdülhamid, subayların iddia edilen pozitivizmlerinden ve sultanın muhaliflerini desteklemelerinden dolayı düzenli orduya güvenmemeye başladı. Sultan artık genelde Arnavut ya da diğer Türk olmayan gruplardan oluşan kendi saray birliğine güvenmekteydi. Padişahlığının son 15 yılında Sultan ordunun önemini göz ardı eder göründü ve orduya ayrılan bütçede indirimler gerçekleştirdi; bu da kurmay subaylar arasında ona karşı büyük bir düşmanlığın ortaya çıkmasına neden oldu.

Abdülhamid’in padişahlığının son yıllarında orduya karşı takındığı tutum ne olursa olsun, o 1880’li yılların başında orduyu yeniden yapılandırmak için Yarbay Kohler ve General Von der Goltz’u getirterek Almanlardan yardım alma yoluna gitmişti. Von der Goltz’un temel misyonu, askeri okulları modernize etmek ve verdiği eğitimle “Türk” olarak kendi kendine saygı duyan ve “milletlerinin” geleceği konusunda umut ve inanca sahip olan yeni bir subay sınıfı ortaya çıkarmaktı. Erkan-ı Harbiye’yi (Genelkurmay başkanlığını) kuran kişi olan Von der Goltz, modern eğitimin yaygınlaştırılmasının ve yeni bir elitin (ordu subayları) ortaya çıkarılmasının, Osmanlı Devleti’ne canlılık kazandıracağına ve bir rejim değişikliğinin orduyu olumlu olarak etkileyeceğine inanmıştı. Goltz’un misyonunun ne kadar başarılı olduğu, Osmanlının 1897 yılında Yunanistan’a karşı elde ettiği zaferde görülmüştür. Fakat Von der Goltz 1908 yılında tekrar İstanbul’a geri döndüğünde Sultanın bütçe kesintilerinden dolayı ordunun durumunu acınacak bir hale soktuğunu gördü. 1908 yılındaki Genç Türklerin devrimiyle birlikte Von der Goltz’un gözbebeği olan subaylar ve diğerleri etkili konumlara geldiler ve bu kişiler, kendi akıl hocaları oldan Goltz’un isteği doğrultusunda Osmanlı- Alman ittifakını gerçekleştirme yoluna gittiler.

Balkanlar’da çeşitli Hıristiyan devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra Osmanlı Ermeni toplumunun bazı üyeleri aynı şeyi kendilerinin de gerçekleştirebileceğini ümit etmeye başladılar. Onların bu yöndeki çabaları, sonunda Sason’da bir ayaklanmanın ortaya çıkmasına neden oldu, Abdülhamid bu isyana karşılık verince de Batı’da “Kızıl” lakabıyla anılmaya başladı. Yüzyılın başlarında Rusya’nın Kafkasya’yı işgal etmesinin ardından Rus imparatorunun hizmetine giren bazı Ermeni subaylar, Rusya ile savaş sırasında Rus saldırılarına Osmanlı Ermenilerinin destek vermesini sağlamak için çaba göstermişler, çoğu Ermeni ise Osmanlı Sultanına bağlı kalmaya devam etmişti. Ancak muhalefet arasına katılan küçük bir Ermeni grubu, Sultanın ihanete uğradığı duygusuna kapılmasına ve onun güveninin kaybedilmesine neden olmuştu. San Stefano ve Berlin konferansları sırasında Ermeni Patriği Nerses’in doğuda bir Ermeni devleti kurulması için çaba göstermesi ve Rusların Osmanlı Devleti içinde karışıklık çıkarmak için Ermeni toplumunu kullanmaya çalışması Sultanın bu olumsuz duygularını daha da kuvvetlendirdi.

İmparatorluk içindeki küçük Ermeni milliyetçileri grubu, kendi davalarına zengin ve üst düzey Ermenilerin destek vermesini sağlamak için şiddete başvurma yoluna gitti. Bu kişiler, Osmanlı görevlilerine saldırarak, köyleri toptan katliama tabi tutarak ve Ermeni köylüler üzerinde kendi otoritelerini kurarak doğuda faaliyet gösteriyorlardı. Sultan, hayatının ilk yıllarında kendine çok yakın hissettiği bu halk tarafından ihanete uğramış olduğunu kişisel olarak hissetmesinden dolayı bu saldırılara çok olumsuz bir şekilde karşılık verdi. Devletin Ermeni görevlilerini sadık olmamakla suçladı ve İstanbul’daki Ermeni tüccarlara karşı kısıtlamalar yoluna gitti.

1890 ile 1893 yılları arasında teröristlerin saldırıları ile onlara karşı Osmanlı ordusu birlikleri ve yeni oluşturulmuş Hamidiye adı verilen kabile jandarmalarının gerçekleştirdiği saldırılar doğudaki hayatı alt üst etti. Ancak bu olaylar, Ermeni terörist gruplardan biri olan Hınçakların istediği şekilde Avrupa’da Osmanlıya karşı tepki ortaya çıkmasını sağlamıyordu. Muş’un güneybatısında yer alan ve büyük oranda Ermeni halkının yaşadığı Sason’da Osmanlı vergi toplayıcılarına karşı şiddet eylemleri gerçekleştirildi. Osmanlı ordusu düzeni sağlamak için bölgeye ulaştığında, Hınçaklar, yolları üzerindeki tüm Müslüman köylerini yerle bir ederek dağlara çekilmişlerdi. Bu eylemler Osmanlı ordusunun ve Hamidiye alaylarının Sason’da çok şiddetli tepki vermesine neden oldu. Merkezi hükümet, karşı katliamlar gerçekleştirilmesini emretmemişti, fakat gerçekleştirilen şiddet olayları daha çok aşırı derecede heyecanlı olan ordu komutanlarının işiydi. Bu olay, Bulgaristan’da 1876 yılında ortaya çıkmış olan olaylar gibi hemen Batı medyasının dikkatini çekti; bu olayda da Müslümanların katledilmesiyle ilgili olaylara yine yer verilmedi. Abdülhamid doğuda yeni reformlar gerçekleştirme sözü vererek Avrupalıları yatıştırmaya çalıştı.

Ermeni toplumuyla yaşanan gerginlikler, Eylül 1895 yılında, Hınçaklar Sason katliamına karşı Avrupalıların ve Bab-ı Ali’nin yeterince tepki göstermediği gerekçesiyle gösteri düzenleyince daha da arttı. Bu gösteriler, Bosna ve Bulgaristan’dan kaçıp gelmiş birçok mültecinin de aralarında bulunduğu İstanbul’daki kalabalıkları öfkelendirdi ve ardından da bir kargaşalık çıktı. Benzer olaylar Trabzon’da ve başka şehirlerde de yaşandı, bu şekilde Avrupa’daki Müslüman karşıtı duygular daha da alevlendi. Ancak Avrupalı güçler, Osmanlı devleti içindeki muhaliflerin konumlarını güçlendirme kaygısıyla herhangi bir girişimde bulunmadılar. Avrupalı güçlerin Ermenilerin yardımına gelme konusunda isteksiz davranmaları, birçok Hınçakın ve başka radikal Ermeni’nin, İran, Mısır, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmek üzere imparatorluktan ayrılmasına neden oldu; bu da Ermeni sorununun çözümsüz kalmasına sebebiyet verdi.[22]

Balkan milliyetçiliğiyle birlikte Ermeni milliyetçiliğinin ortaya çıkışı Sultan açısından problem oluşturucu nitelikteydi. Ne yazık ki, etnik bilinçlilik değişik düzeylerde imparatorluğun Müslüman tebaası arasında da yayılmaya başladı. Abdülhamid’in Osmanlı vatandaşları olarak Hıristiyanları koruması ve onların ekonomik durumlarını iyileştirmesi Müslümanlar arasında rahatsızlık doğurmuştu.

Dış İlişkiler

Berlin Anlaşması’ndan sonra Avrupalı devletler Osmanlının içişlerinde önemli rol oynamaya devam ettiler. İç reformların bazısını dikte ettirmekten başka, yabancı güçler, imparatorluğu yavaş bir şekilde parçalamaya başladılar. Daha önce değinildiği gibi, Rus tehdidi karşısında Osmanlının geri kalan topraklarının bütünlüğünü sağlamak için İngilizler 1878 yılında Kıbrıs’ı işgal etmişlerdi. 1830 yılında Cezayir’i işgal etmiş olan Fransızlar Tunus’ta yeni ilerlemeler gerçekleştiriyorlardı. İtalyanların bölgeye doğru yayılmasından korkan Fransız yönetimi, 1881 yılında Tunus sınırından Cezayir’e gerçekleştirilen bir saldırıyı bahane ederek tüm ülkeyi (Tunus’u) işgal etti ve yerel otoriteleri Fransız koruyuculuğunu kabul etmeye zorladı. Bab-ı Ali, bu gelişme üzerine, daha üç yıl önce Berlin Konferansı’nda Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti eden Avrupalı güçlere başvurdu, fakat olumlu bir cevap alamadı; bu, Avrupalı güçlerin kendi çıkarlarının etkilenmemesi durumunda Osmanlı Devleti adına müdahalede bulunma konusunda ne kadar isteksiz olduklarını ortaya koyuyordu.

Bir sonraki yıl İngiltere Mısır eyaletini işgal edince Osmanlı yönetimi daha büyük bir prestij kaybına uğradı. İngiltere’nin Mısır’ı ele geçirmesine neden olacak olan olaylar, Eylül 1881’de ordu içinde bulunan birkaç yerel üst düzey subaydan biri olan Albay Ahmet Urabi’nin başını çektiği Subaylar İsyanı olarak adlandırılan bir isyanın çıkmasıyla başlamıştı. Urabi’nin isyanı, Mısır’ın yönetim düzenini (Türk-Çerkez) hedef almıştı. Urabi, hükümeti ele geçirmeyi başardı ve Mısır’ın yabancı güçlerin işgali altına düşmemesi için harekete geçti. Sultan Abdülhamid başlangıçta isyanı kendi halifelik makamına karşı gerçekleştirilmiş bir isyan olarak değerlendirdi. O, isyanı İngilizlerin Arap milliyetçiliğini kışkırtmak ve Arabistan ile Irak’taki Osmanlı yönetimine son vermek için çıkarmış olmalarından kaygı duymaktaydı.

Anadolu’daki Türklerin Urabi lehine gösteri yaptığı ve onu Müslüman bir kahraman olarak gördükleri haberleri ulaşınca Sultanın bu kaygıları daha da kuvvetlendi. Abdülhamid, Urabi’nin hareketini bir tehdit olarak algılasa da İngilizlerin Urabi’ye karşı ortak bir Osmanlı-İngiliz saldırısı düzenlenmesi yönündeki önerilerini geri çevirdi. Bundan sonra İngilizler Eylül 1882’de İskenderiye’ye başarılı bir askeri çıkarma gerçekleştirdiler ve Kahire’yi işgal ettiler. İngilizlerin Mısır’ı işgalinin geçici olduğu düşünülse de Osmanlı yönetimi, bölgenin kontrolünü doğrudan eline alarak bunun getireceği mali ve askeri yükün altına girebilecek durumda bulunmuyordu.

İngiltere ile Fransa Kuzey Afrika’daki Osmanlı topraklarını ele geçirirken, Balkanlar’da yeni bağımsız olmuş devletler de Osmanlı Devleti’nin aleyhine olacak şekilde topraklarını genişletmenin yollarını arıyorlardı. 1877-1878 Savaşından sonra Osmanlıların elinde kalan tek Avrupa toprağı, Karadeniz’den Adritayik’e kadar uzanan ve Trakya’yı, Doğu Rumeli’yi, Makedonya’yı, Teselya’yı ve Arnavutluk’u içine alan Balkan Dağlarının güneyi boyunca uzanan toprak kordonuydu. Temmuz 1881’de Avrupalı güçler Osmanlı yönetimini Teselya’nın çoğu kısmını Yunanistan’a vermeye zorladılar. 1885-1886’da da Bulgaristan ile Sırbistan arasında kısa bir savaş yaşanmasından sonra Bulgaristan Doğu Rumeli’nin kontrolünü ele geçirdi. Bu problemlerden başka Arnavutluk içinde de gerginlikler ortaya çıkmaya başladı; buradaki olaylar 1913 yılında zirve noktasına ulaşacaktı.

Balkanlar’da ortaya çıkan ve Osmanlı devleti açısından olumlu olan bir gelişme, 1897 yılında Yunanistan’ın yenilgiye uğratılmasıydı. 1830 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra, yüzyılın son on yılına kadar geçen süre içinde Yunanistan Osmanlı Devleti’nin dış politikasında önemli bir yer tutmamıştı. 1894 yılında Yunan ordu subayları içinden bir grup milliyetçi bir örgüt olan Etniki Eterya örgütünü kurdular. Bu örgütün amaçlarından bir tanesi, Yunanistan’ın sınırlarının, Teselya’yı, Epirus’u, Makedonya’yı, Ege adalarını, Girit’i, Batı Anadolu’yu ve en önemlisi İstanbul’u içerecek şekilde genişletilmesini öngören Megali Idea’nın (Büyük Düşün) gerçekleştirilmesiydi. Etniki Eterya’nın büyük etkisi altında olan Yunan hükümeti, kuzey yönünde Teselya’ya doğru genişleyebilmek için Girit’te Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında ortaya çıkan gerginliklerden yararlanmak istedi. Küçük bir kuvvetin komutanlığını yapan Prens Konstantin Canina yakınlarında Manastır’dan yola çıkan daha güçlü bir Osmanlı ordusuyla karşı karşıya geldi. Osmanlı ordusu Avrupalı güçler müdahale edinceye kadar Yunanistan’ın içlerine kadar ilerledi.

Savaş, Von der Goltz’un gerçekleştirdiği askeri reformların başarılı olduğunu ortaya koysa da Osmanlılar bu askeri zaferlerinden çok az şey elde edebildiler. Sultan, Girit’in bir Yunan militanı olan Hıristiyan bir valinin yönetimi altında özerk bir eyalet olarak yapılandırılmasını kabul etmek zorunda kaldı; bu şekilde ada Yunanistan’a teslim edilmiş oluyordu. Bu taviz, kendi yurtlarını bırakarak Anadolu’ya doğru yola çıkan yeni bir Müslüman göç dalgasının yaşanmasına neden oldu. Osmanlı Devleti, artık bir zafer durumunda bile Avrupalı güçlerin müdahalesi nedeniyle savaştan başarılı çıkamıyordu.

Abdülhamid açısından Balkanlar’daki en ciddi problem, Makedonya sorunuydu. Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan (ve Romanya) devletlerinin hepsi, iddialarını bölgeyle ilgili meşru haklarına dayandırmaktan çok, tarihi/efsanevi nedenler ve bazen de etnik yakınlık temelinde Makedonya toprağının bir kısmını ele geçirmek için çaba gösteriyorlardı. Makedonya, hiçbir grubun çoğunluk oluşturmadığı, değişik etnik topluluklardan oluşan bir bölgeydi.[23] Her grup, ulusal propagandayı yaymak için kurulmuş değişik örgütleri kullanarak bölgedeki konumunu güçlendirmeye çalışıyordu. En önde gelen grup ise değişik terörist faaliyetler yoluyla Makedonya’nın özerk bir eyalet halinde yapılandırılması için mücadele eden Dahili Makedonya Devrimci Örgütü’ydü (IMRO). Abdülhamid’in çeşitli tavizler vermesine rağmen, onun padişahlığının sonuna kadar eyalet çapında siyasi cinayetler işlenmesine devam edildi; eyalette düzeni yeniden kurmak için yeni bir polis gücü de oluşturuldu. Makedonya sorununun ortaya çıkardığı uluslararası tartışmalar, İngiltere ile Rusya’yı ve daha sonra da Fransa’yı birbirine yaklaştırdı ve bu devletler grubunun daha sonra I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasına neden olacak şekilde Almanya ve Avusturya ile rekabet etmesine katkıda bulundu.

Sultana Karşı Muhalefet

Abdülhamid’in Mithad Paşa’nın anayasasını uygulamaktan vazgeçtiği padişahlığının ilk günlerinden itibaren Sultanın politikalarına muhalefet eden değişik gruplar ortaya çıkmaya başladı. Daha önce değinildiği gibi, Temmuz 1878 tarihine kadar sultana karşı düzenlenen iki darbe girişimi engellenmişti. Ancak Abdülhamid’e karşı en büyük tehdidi, onun kurduğu ve modernize ettiği okullarda eğitim görmüş olan kişiler oluşturacaktı. Modern okul sistemi, bürokratlar, subaylar, doktorlar ve başka meslekten olan kişileri yetiştirirken, aynı zamanda zeki olan bu genç beyinleri Avrupa liberal düşüncesinin de etkisine açmıştı. Bu kişiler, daha önce gelip geçmiş Avrupalı selefleri gibi reformların yukarıdan aşağıya empoze edilemeyeceğini, fakat sosyal ve siyasi değişikliklerle birlikte yürümesi gerektiğini ileri sürüyorlardı.

Başka eserlerde çok iyi anlatılmış olan Genç Türklerin tarihini burada ayrıntısıyla ele almak pek doğru olmayabilir, fakat muhalefet gruplarının Paris, Cenevre ve Kahire’de ortaya çıktığını belirtmek gerekmektedir; diğer yerlerdeki gruplar ise en etkili grup haline gelen ve kendi gazetelerini, La Jeune Turquie ile Meşveret’i, çıkaran Paris grubuyla bağlantıya geçmişlerdir. İlk olarak gerçek anlamda örgütlenen muhalefet grubu olan İttihad-ı Osmani (Osmanlı Birliği) Cemiyeti, 1889 yılında Kraliyet Tıp Okulunda Arnavut İbrahim Temo, Çerkez Mehmed Reşid ile Kürt etnik kökeninden gelen Abdullah Cevdet ve İshak Sukuti tarafından kurulmuştur.

Müslümanlar arasında etnik köken, henüz siyasi örgütlenmenin temeli olarak görülmediği için bu grupların kendilerini siyasi olarak Türk gördüklerine işaret etmek büyük önem taşımaktadır. Sultan tarafından eziyete tabi tutulacaklarından korktukları için bu örgütün birçok üyesi, Avrupa’nın değişik yerlerine dağılmış olan önceki sürgünlere katılmak üzere ülkeden kaçmışlardı. Bu örgüt kısa zaman sonra Kraliyet Savaş Koleji’nde ortaya çıkan benzer bir örgütle birleşti. 1895 yılında Dr. Ahmet Rıza’nın liderliği altında örgütün adı değiştirilerek İttihat ve Terakki (Birlik ve İlerleme) Cemiyeti haline dönüştürüldü. Örgütün temel amacı, her şeyden önce anayasayı yeniden uygulamaya geçirmek ve Meclisin yeniden açılmasını sağlayarak imparatorluğun birliğini korumak ve Osmanlı toplumunu modernleştirmekti. Abdülhamid, Avrupa’da mantar gibi ortaya çıkan bu grupları göz ardı ediyor değildi. O, Avrupa hükümetlerinden vatan haini olan bu cemiyetler üzerinde baskı uygulamasını istedi, fakat istekleri Avrupa hükümetleri nezdinde yankı bulmadı.

Bu muhalefet gruplarının başarısız olmasının temel nedeni, aralarında bir birlik oluşturamamaları ve ortak bir cephe kuramamalarıydı; İttihat ve Terakki ise Abdülhamid karşıtı bütün grupları bir araya getirmek için çaba gösteriyordu. Sultanın yeğeni olan Prens Sabahattin, hareketi bir bütün haline getirmek için Şubat 1902’de Paris’te bir Jön Türk kongresi topladı. Bu Kongre, ulaşmayı arzuladıkları amaçlarına ulaşmak için ordunun devreye girmesi gerektiği konusu ile yabancı müdahalesinin önlenmesi gerektiği konularını ele aldı. Balkanlar’daki Üçüncü Ordu’da görevli bazı subayların ve ileri gelen kişilerin 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti aracılığıyla harekete dahil olmalarıyla birlikte, arzulanan devrim gerçekleştirilebilir bir devrim haline dönüştü. Aralık 1907’de toplanan ikinci Jön Türk Kongresinde, gerekli olan bütün araçların kullanılmasıyla sultanın tahttan indirilmesi ve onun yerine anayasal ve temsili bir hükümet geçirilmesi gerektiği ilan edildi.

Gerçek devrimi başlatan olaylar, Makedonya’da Üçüncü Ordu çerçevesinde ortaya çıkan küçük ayaklanmalar şeklinde belirdi, daha sonra bu ayaklanmalar Edirne’deki İkinci Ordu’ya sıçradı. 20 Temmuz 1908’de Manastır’ın Müslüman halkı ayaklandı ve şehrin cephaneliğini ele geçirdi, bunun ardından diğer Balkan şehirlerinde de benzer ayaklanmalar ortaya çıktı. Sultana anayasanın yeniden uygulamaya koyması yolunda talepler iletildi. Sonunda Abdülhamid, anayasayı yeniden uygulamaya koymak ve 23 Haziran 1908’de Meclisi yeniden açmak zorunda kaldı.

Anayasanın uygulamaya geçirilmesi şeklinde zafer elde edildikten sonra İttihat ve Terakki için gerçek problemler ortaya çıkmaya başladı. Yukarıda belirtilen temel amaçlar dışında örgüt üyeleri, gelecekte ne gibi eylemler gerçekleştireceklerine dair bir program hazırlamamışlardı. Kurulduğu andan itibaren parti bazı meseleler yüzünden kendi içinde bölünmüştü; bu meselelerden en önemli olanı da Sultana ne yapılacağı konusuydu. Yeniden açılmış olan Parlamentonun ya da Sadrazamın otoritesi karşısında Sultanın ne gibi yetkilere sahip olacağı konusunda sorular ortaya çıktı; başka bir deyişle gerçek güç kimin elinde olacaktı? Bu karışıklık, eyaletlerdeki liderlerin İstanbul’dan emir beklemektense, kendi politikalarını oluşturmalarına neden oldu. Devrimde liderlik rolünü üslenen İttihat ve Terakki Cemiyeti, kendi politikalarının kabul edilmesini ve yeni bir hükümetin kurulması ve bu hükümetin parlamento seçimleri için hazırlık yapması yolunda adımlar atılmasını sağlamak için yedi kişilik bir komiteyi İstanbul’a gönderdi. İttihat ve Terakki tarafından onaylanan değişiklikler yavaş yavaş uygulamaya konurken, 5 Ekim 1908 tarihinde Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak etti ve Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. 1882 yılından beri Osmanlı Devleti böyle büyük toprak parçaları kaybetmemişti. Avusturya ile Bulgaristan’ın İstanbul’da mevcut olan iktidar boşluğundan faydalanma yoluna gittikleri açıktı. Osmanlı hükümetinin bu olaylar karşısında yaptığı tek şey, Berlin Anlaşması’na imza koyan devletlere başvurmak oldu, ancak herhangi bir sonuç elde edemedi.

Temsili, fakat oldukça bölünmüş bir parlamentonun seçilmesiyle birlikte yeni hükümeti üzen şeyler arasına parlamentodaki anlaşmazlıklar da eklenmiş oldu. Meclis-i Mebusan, etnik olarak 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Musevi milletvekilinden oluşmaktaydı.[24] Milletvekilleri aralarında Müslümanlar ve gayrimüslimler şeklinde bölünmüş oldukları gibi, Müslümanlar da kendi aralarında İttihat ve Terakki grubunu destekleyenler ile Abdülhamid’i destekleyenler şeklinde bölünmüştü. Bu bölünmeler sonu gelmeyen tartışmaların yapılmasına ve yasama alanında çok az başarı elde edilebilmesine neden oldu.

Yeni hükümetin iş görmesini engelleyen sonu gelmez sorunlar ve İttihat ve Terakki yanlısı bir kişinin sadrazam olarak atanması, muhafazakarların harekete geçmesine neden oldu. Değişik gruplar, özellikle de dini okulların öğrencileri anayasanın iptal edilmesi çağrısında bulunmaya başladılar. Hafız Derviş Vahdeti adını taşıyan ve Volkan isimli bir gazete yayınlamaya başlamış olan radikal görüşlü bir kişi, anayasanın yerine şeriatın geçirilmesini amaçlayan ve Osmanlı devletini modernleştirmenin ve kurtarmanın tek yolunun İslam olduğuna inanan İttihad-ı Muhammedi (İslam Birliği) Cemiyeti adını taşıyan bir örgüt kurdu. Birinci Ordu’ya mensup bazı askerlerin de katılımıyla bu grup, 12/13 Nisan 1909 gecesi Meclis binasına doğru yürüyüşe geçti ve emniyet müdürüne içinde şeriatın getirilmesi çağrısının da yer aldığı bir dizi talep sundu. Bunun sonucunda sadrazam bütün kabinenin istifa talebini Yıldız Sarayı’nda Sultana sundu. Sonunda Hareket Ordusunun yardımıyla karşı devrim destekçilerinin direnişi bastırıldı. 27 Nisan 1909 tarihinde İttihatçılar tarafından atanmış olan yeni şeyhülislamın imzaladığı bir fetvayla Abdülhamid -bütün hayatı boyunca beklediği şekilde- tahttan uzaklaştırıldı. Ancak Sultanı tahttan indirme kararı, zaten daha önceden yasama organı tarafından başkanı (Küçük) Sait Paşa’nın teklifiyle alınmıştı. Abdülhamid’in yönetimi altında sadrazamlık dahil olmak üzere birkaç bakanlığı elinde bulunduran Sait Paşa, Sultanın en önemli düşmanı haline gelmişti. Abdülhamid, Selanik’te ev hapsine maruz bırakılarak yaşamaya zorlandı; başlangıçta Fethi Okyar’ın komuta ettiği özel bir askeri birlik tarafından korunmaktaydı; Okyar’ın hatıralarında belirtildiğine göre Abdülhamid Okyar’la ona güven ve saygı duyacak şekilde yakınlaşmıştı. Balkan Savaşı sırasında Abdülhamid, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ve bir doktorun gözetiminde tutulmak üzere İstanbul’a Beylerbeyi Sarayı’na getirildi; burada 18 Şubat 1918 tarihinde doğal nedenlerden dolayı vefat etti.

Sultan II. Abdülhamid’in padişahlığı dönemi, bir bütün olarak bütün dünyada ve spesifik olarak da Osmanlı Devleti içinde çok kapsamlı değişikliklerin ortaya çıktığı bir dönemdi. Birinci Meşrutiyet Dönemiyle başlayan ve Genç Türk devrimi ve İkinci Meşrutiyet Dönemi ile sona eren Abdülhamid’in zamanında Osmanlı Devleti önce 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında büyük toprak kayıplarına maruz kaldı ve her yönden komşu ülkelerin ve Avrupa devletlerinin tehdidi altına girdi. Ancak Sultanın liderliği altında bu dış tehditler, Sultanın gerçek gücünün elinden alındığı döneme kadar uzakta tutulabildi. Birçok kişi tarafından muhafazakar ve dindar bir gerici olduğu düşünülse de Abdülhamid’in padişahlığı döneminde, Osmanlı tarihi içindeki en muazzam modernleşme dönemine şahit olunmuştur. Bir bütün olarak ele alındığında, Abdülhamid dönemi, bireysel hakların düzenli olarak baskı altında tutulduğu bir mutlakıyet dönemi niteliği taşısa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitimsel ve kurumsal temelleri de bu dönemde atılmıştır.

Prof. Dr. Kemal KARPAT – Dr. Robert W. ZENS

Wısconsın Üniversitesi, Madıson / A.B.D.

Çeviren: Doç. Dr. Nasuh USLU

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 873-888


Dipnotlar:
[1] Profesör Karpat’ın Abdülhamid dönemini kapsamlı olarak çalışmış olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, kaçınılmaz olarak onun çalışmalarına birçok atıf yapılacaktır. Onun son çalışması şu eserdir: Kemal H. Karpat, The Politicization of Islam:  Reconstructing Identity, State, Faith, and Community in the Late Ottoman State (Oxford, 2001).
[2] W. E. Gladstone, Bulgarian Horrors and the Question of the East (Londra, 1876).
[3] Karpat, 166.
[4] Birinci Meşrutiye Dönemiyle ilgili mevcut en iyi çalışma şu eserdir: Robert Devereux, The First Ottoman Constitutional Period: A Study of the Midhat Constitution and Parliament (Baltimore, 1963).
[5] Devereux, 63-65.
[6] Bkz. Kemal H. Karpat, “The Ottoman Parliament of 1877 and its Social Significance,” Proceedings of the First Int. Conference of South East European Studies. Sofya, 1969.
[7] Justin McCarthy, Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922 (Princeton, 1995).
[8] Shaw, 189.
[9] Elie Kedourie, England and the Middle East: The Vital Years. The Destruction of the Ottoman Empire, 1914-1921 (Londra, 1956).
[10] Berlin Kongresi ve Anlaşmasının tam anlatımı şu eserde bulunmaktadır: Gabriel Noradounghian, RecueilD’Actes Internationaux de l’Empire ottoman, Cilt 4. (Paris, 1903): 1-192.
[11] Karpat, 149.
[12] Bkz. Kemal H. Karpat, “Jewish Population Movements in the Ottoman Empire,” The Jews of the Ottoman Empire (der.) Avigdor Levy (Princeton, 1993), 399-422.
[13] Abdülhamid ve İslam’ın siyasileştirilmesiyle ilgili derin bir çalışma için bkz. Karpat, Politicization of Islam.
[14] Karpat, Politicization of Islam, 188.
[15] Yeni bir seçim düzenlemeleri kuralları Meclisten geçirilemediği için aynı veto sistemi Meclisin ikinci oturum döneminde de yürürlükte kalmıştır.
[16] Devereux, 145.
[17] Devereux, 144.
[18] Edwin Pears, Life of Abdul Hamid (Londra, 1917), 51.
[19] Osmanlı bürokrasisini ayrıntılı bir şekilde  ele  alan bir çalışma için bkz. Carter V. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire: The Sublime Porte, 1789-1922 (Princeton, 1980).
[20] Carter V. Findley, Ottoman Civil Officialdom: A Social History (Princeton, 1988), 24-25.
[21] Shaw, 227.
[22] II. Abdülhamid dönemindeki Ermeni Sorununu daha ayrıntılı bir şekilde ele alan bir çalışma için bkz. Shaw, 200-205.
[23] Değişik nüfus sayımları için bkz. Kemal H. Karpat, Ottoman Population, 1830-1914 (Madison, 1985), 50.
[24] Shaw, 278.
2 Yorumlar
  1. Hacer diyor

    Nasıl indirebilirim acaba yardimci olurmusunuz?

    1. Altayli diyor

      Neyi indirmek istiyorsunuz?

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.