Osmanlı Devleti için Kapitülasyonlar, uzun yıllar boyunca büyük olumsuzluklar yaratmış ve sonunda başka nedenlerle birlikte yıkılmasına da yol açan önemli bir yıkım aracı olmuştu. Antlaşmalarla yabancı ülkelere tanınan iktisadi kapitülasyonlar yanında, adli ve idari kapitülasyonlarla da, Osmanlı Devleti yabancı devletler tarafından demir zincirlerle sarmalanmıştı. Bütün devletler, ellerindeki bu hakları kullanarak ülke içinde isyanlar çıkartıyor, eski antlaşmalarla Osmanlı Devleti’ne bir kürek mahkumu hayatı yaşatıyordu.[1] Hem adli, hem ticari, hem de idari alandaki bu baskılardan kurtulmak amacını taşıyan Osmanlı devlet adamları da kapitülasyonların kaldırılması yönündeki çabalarına hız vermeye başlayacaktı.
Kapitülasyonların zararlarının anlaşıldığı ve tümden kaldırma alanında ilk çaba, ulaşabildiğimiz kadarıyla, 1713 yılında Sadrazam olan Damat veya Şehit Ali Paşa tarafından gerçekleştirilmişti.[2] Buna göre Şehit Ali Paşa’nın yok etmeyi istediği en önemli iki şey, kapitülasyonlar ve katolik misyonerlerinin faaliyetleriydi. 1716-1724 yılları arasında İstanbul’da Fransız elçiliği yapan Marki de Bonnac 1718’de kralına yazdığı raporda; “Bu adam (Şehit Ali Paşa) iki üç yıl daha kalsaydı, belki de kapitülasyonları kaybedecektik. Kapitülasyonların hukuksal temeli o denli zayıftır ki bunların devamı için boyuna uğraşmak gerekir. Ali Paşa bunu anlamıştır. Benim amacım kapitülasyonların yenilenmesi ve pekiştirilmesidir”[3] diyerek, Ali Paşa’nın amacını da belirtmişti.
Kapitülasyonların zararlarının önlenmesi konusunda daha sonra yapılan çabalar, Tanzimat Dönemi’nde özellikle hukuk alanında en üst seviyeye ulaştı. Kırım Savaşı sonrasındaki 1856 Paris Konferansı’nda Âli Paşa’nın bütün tarihçiler tarafından da kabul edildiği gibi, ilk defa olarak kapitülasyonların tümden kaldırılmasını istemesi bu açıdan önemlidir. Ancak Avrupalı delegeler, bu ve bundan sonraki çabalarda da olacağı gibi devamlı erteleme veya red yoluna gitmişlerdi.
Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı’ndan sonra başlayan kapitülasyonların kaldırma çabalarına 1908 sonrasında, İttihat ve Terakki’nin ekonomi politikası gereği hız vermeye başlamıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti kapitülasyonların kaldırılması konusunu ilk defa 1911 kongresinde görüşmüştü. Cemiyetin 1911 ’deki bu kongresinin siyasi programını içeren Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin “İzahname”sinde, 12 madde olarak kapitülasyonlara değinilmiş ve kapitülasyonların Osmanlı Devleti’nin yürütme ve yargı yetkilerini yabancılara vererek kısıtladığı belirtilmişti. Ayrıca yabancıların devletin yardımıyla servet kazanıp, vergi ödememesi gibi bir haksızlığa tahammül edilemeyeceği de savunulmuş ve “İttihat Terakki Cemiyeti Avrupa devletlerinin uhud-u atika ile muayyen olan metbuiyetten kurtulmak için iktiza eden vesaite teşebbüs etmek azminde sabittir”[4] denilerek kararlılık gösterilmiştir.
1908 yılında Avusturya-Macaristan’ın yıllardan beri işgal altında bulundurduğu Bosna-Hersek’i ilhak etmesi, Osmanlı ülkesinde daha önce örneği görülmemiş bir ekonomik boykot olayına neden olmuştu.[5] Bunun sonucunda olay, 1909’daki protokolle sonuçlanmış ve Avusturya’ya OsmanlI’daki postalarını kapatması kabul ettirilmişti. İtalya’nın, 1911 yılında Trablusgarb’ı işgal etmesi sonucunda, hükümet İtalya’ya verilmiş olan kapitülasyonları kaldırma planlarını da yapmış ve yayınladığı Talimatname ile İtalyan tebası hakkında kapitülasyonlar geçersiz sayılmıştı.[6]
Görüldüğü gibi İttihat ve Terakki, kapitülasyonlar konusunda kaldırma politikasını uygulamaya başlamışlardı. Ancak, her çabasında yabancı devletlerin protestoları ve itirazlarıyla birlikte, Osmanlı’dan taviz koparma çabalarıyla da karşı karşıya kalmıştır. Sonuçta İttihat ve Terakki kapitülasyonların anlaşma yoluyla değil ancak bir oldu bittiyle kaldırılabileceği gerçeğinin farkına varmış ve bu amaçla uygun fırsatı aramaya koyulmuştu. 1914 yılında çıkan I. Dünya Savaşı da ona bu fırsatı verecektir.
I. Dünya Savaşı ve Kapitülasyonların Kaldırılması
Osmanlı Devleti yetkilileri, savaşın çıkışından 9 Eylül’de kapitülasyonların kaldırıldığı güne kadar, yabancı devlet elçileriyle yapılan görüşmelerde, her iki savaşan gurubun yanında olabilmek için elde edebileceği kazanımları ön planda tutmaktaydı. Bu kazanımlar içinde, kapitülâsyonlardan kurtulmak da bulunmaktaydı. Bu amaçla kapitülasyonlar konusunda diplomatik girişimler başlatıldı. Ziya Şakir de özellikle yabancı elçilerin Almanya ile olan 2 Ağustos tarihli ittifakı bilmelerine rağmen, Sadrazamlığa gelip görüşmeler yapmalarını Babıali’nin, henüz kendilerine gücenmedikleri şeklinde algıladığını belirtmiş ve bu nedenle Vükela’nın bazı pürüzlü konuları çözmek için bunu koz olarak kullanmaya karar verdiğini anlatmıştır.[7] Halil Bey’in de dediği gibi, “müsellah seferberlik ilan eden hükümet, vaziyetten bilistifade kapitülasyonların ilgası için rızalarını istihsal ile beraber arz-ı tamamiyet ve istiklalimizin mahfuz kalacağına dair”[8] devletlerden ayrı ayrı teminat almak için görüşmelere başlanma kararı alındı. Bu amaçla Sadrazam, Cavit Bey ile konuşmuş ve onu İtilaf devletleri elçileriyle kapitülasyonların kaldırılması ve diğer konularda görüşerek sonuç almakla görevlendirmişti.[9]
Bu görevlendirme ile Osmanlı Devleti’nin bazı şartlar karşılığı tarafsız kalma konusunda elçilerle görüşmesi başlamış oluyordu. Cavit Bey 19 Ağustos akşamı elçilerle görüşmeye başladı. İngiliz elçisi Mallet ve Rus elçilik müsteşarı Goulkevitch ile görüşmelerinde öncelikle onların bu konudaki görüşlerini aldı. Cavit Bey elçilerle görüşürken üç şartı kabul etmelerini istemiştir: “Evvela üç sefirin müphem beyanat-ı müşterekesi yerine münferiden vazıh, sarih ve tahriri bir taahhüt, saniyen iktisadi kapitülasyonların ilgası, salisen adli kapitülasyonların ilgası”.[10]
Bu dönemde devletlerin adli kapitülasyonların kaldırılmasına kesin olarak istekleri olmadıkları anlaşılmıştı. Ama iktisadi ve mali kapitülasyonlar konusunda ılımlıydılar. Cavit Bey’e göre, hükümet içinde ise bu görüşmelerin ciddiyetle yapılmasına karşı olan kişiler bulunmaktaydı.[11] Anılarında hükümetin 3 Eylül tarihli görüşmesinden bahseden Cavit Bey; bu kişilerden birinin Talat Bey olduğunu da belirtmişti. Cavit Bey’e göre Talat Bey,[12] bu görüşmelere ciddiyet verilmemesini, vakit kazanılarak, İtilaf devletlerinin oyalanmasını istemişti.[13] Bu oyalama taktiği sürecinde, kapitülasyonların kaldırılması yönündeki hükümetteki ilk görüşme, 2 Eylül 1914’te yapılmış ve bir muhtıra hazırlanılmasına karar verilmişti.[14] Anlaşıldığına göre; bu amaçla Hariciye ve Adliye Nezaretlerinden birer tezkere hazırlanması istenmişti. Yani Hükümetin kaldırma karanını vermesi için buna resmen lüzum gösterilmesi gerekliydi.[15]
Adliye Nezareti’nde de Nazır Pirizade İbrahim Bey başkanlığında toplanan[16] komisyonda, kapitülasyonların kaldırılması gerektiği hakkında sadarete yazılacak tezkerenin esaslarını görüşülerek karar, 5 Eylül 1914’te Sadaret’e sunulmuştur.[17] Yapılacak son iş ise, bu karara uygun bir nota yazılmasıydı. Notayı, Hüseyin Cahit Bey yazacak, tercümesini de Hukuk Müşaviri Ostrorog yapacaktı.[18] 8 Eylül’de hükümet yeniden toplandı. Yazılan nota okunmuş ve 9 Eylül akşamı elçilere tebliğ edilmesi kararlaştırılmıştı.[19] Aynı gün, yani 8 Eylül 1914’te (26 Ağustos 1330-17 Şevval 1332) padişahın da kapitülasyonların kaldırılması konusunda iradesi çıkmıştı.[20]
Kararın Basına ve Halka Yansıması
Kapitülasyonların kaldırılması basına ve halka önemi derecesinde oldukça canlı ve gösterişli yansımıştı. İstanbul basınında olay, ancak hükümetin 9 Eylül’deki kaldırma kararının elçiliklere notasının matbaalara da gönderilmesiyle duyulmuştu. Bunun üzerine gazete matbaaları süslerle donatılmıştı. Halkın haberi gazete matbaalarından öğrenmesi sonucu, caddeler insanlarla dolmaya başladı. Karar öğleden sonra öğrenildiği için karanlık basmıştı. Ancak İstanbul’un çeşitli bölgelerinde binlerce halk başlarında mızıka takımları ve zurnalarla milli havalar çalarak gösteriler yapmakta, her yerde halk alkışlarla teşekkürlerini hükümete bildirmekteydi.[21]
İlginç olan ise, milletvekilleri aracılığı ile ertesi gün daha geniş bir mitingin yapılmasının, İttihat Terakki Cemiyeti’nden istenmesiydi. Bununla dağınık tepkinin birleştirilmesi amaçlanmıştı. Bu amaçla hükümet dairelerinin ve basının ertesi gün tatil edildiği haber verilmişti. Gazeteler 10 Eylül’ün tatil olduğunu belirten ve bütün halkın gösterilere katılmasını isteyen şekilde yazılar yazmıştı.[22] Planlanan gün geldiğinde, miting saati iki olarak kararlaştırılmış olmasına rağmen, saat ondan itibaren kalabalık Ayasofya Meydanı’nda toplanmaya başlamıştı.[23] Miting İttihat ve Terakki Fırkası tarafından düzenlenmişti. Mitinge kalabalık ahali ile birlikte Müdafaa-yı Milliye ve Osmanlı Donanma Cemiyeti de katılmıştı. Miting için ayrılan Sultanahmet’deki yeni park yeri bayraklarla donatılmış ve çevre polisler ve jandarmalar ile denetim altına alınmıştı. Bütün esnaf ve cemiyetlerin önlerinde bayrakları ve mızıkalarıyla meydanı doldurmaya başladılar. Saat iki olduğunda miting tertip heyeti başkanı İstanbul milletvekili Hüseyin Cahit Bey kürsüye gelerek alkışlar arasında konuşmasına başlamıştı. Hüseyin Cahit, kapitülasyonların zararları hakkında da bilgi verdikten sonra bu günün 10 Temmuz gibi bir “iyd-i milli” (milli bayram) olarak kutlanmasını da önermiş ve bunu miting kararı olarak Babıali’ye gidilerek Sadrazam’a sunulmasını istemişti. Mitingdekilerin “hay hay” sesleri ve alkışlar ile Babıali’ye gelinir.[24] Babıali önünde polis memurları ve jandarmanın karşılama törenlerinden sonra, Hüseyin Cahit başkanlığındaki bir heyet Sadaret’e giderler. Heyeti Sadrazam Sait Halim Paşa, Dahiliye Nazırı Talat Bey, Heyet-i Ayan Reisi Refet Bey ve Şerif Ali Haydar Beyler girişte karşılarlar. Hüseyin Cahit Bey, miting kararlarını Sadrazam’a sözlü ilettikten sonra yazılı kararları da sunar. Mitingin bitmesinden sonra gelen kafileler geldikleri yöne yine gösterilerle geri dönmüşlerdi. Dönüş yolları üzerindeki İttihat Terakki kulüpleri, Türk Ocağı ve belediye binaları önlerinde de gösterilerini artırmışlardı. Gece de her yer aydınlatılmış ve fener alayları düzenlenmişti.
Ertesi gün 11 Eylül’de de gösteriler yavaşlayarak devam etmişti. Halk görevini yerine getirmişti. Özellikle taşralardan İttihat Terakki Cemiyeti genel merkezine iki gün içinde 500’ü aşkın kutlama telgrafı gelmişti.[25] Bundan dolayı İttihat ve Terakki Cemiyeti Tanin gazetesi aracılığıyla tek tek yanıt verilemeyecek kadar fazla olan bu kutlama telgraflarından dolayı gönderenlere teşekkürlerini de iletmişti.[26]
Devletlerin Karara Tepkileri
Kapitülasyonları kaldırma kararı 9 Eylül’de İstanbul’daki bütün büyükelçiliklere bildirilmişti.[27] Bütün elçilerin ortak olarak kararı protesto etmeleri yanında, görünüşte Cavit Bey’in anılarında da yer aldığı gibi, karara en fazla tepkiyi Alman elçisi Wangenheim’ın gösterdiği ortadadır. Wangenheim başlangıçtan beri Türkiye’nin savaşa girmesine istekli değildi ve buna hep tepki göstermişti. Çünkü ona göre Türkler, İtilaf devletleriyle baş edebilecek kadar güçlü değillerdi ve hiç başarı şansları yoktu.[28] Cavit Bey’e söylediklerine göre elçi, bu kararın kendilerinden habersiz verildiğinden şikayet etmekteydi. Elçinin ikinci bir kaygısı, İtilaf devletleri elçilerinin, Osmanlı hükümetinin bu kararında, kendisinin etkili olduğunu düşünecek olmalarıydı ki, gerçekten hem Mallet, hem Bompard ve hem de Giers bu görüşte idiler. Wangenheim’ın bir üçüncü ve en önemli kaygısı konuşmasının sonunda ortaya çıkıyordu. Elçi Osmanlı’nın bu kararı tek başına alamayacağı düşüncesindeydi ve bu nedenle Osmanlı hükümetinin İtilaf Devletleri ile anlaşıp bu kararı aldığını ve kendi taraflarından ayrılacağını düşünmüştü. Ayrıca Osmanlı hükümetinin bu konuda başına buyruk hareket etmesi Wangenheim’in diplomatik kariyerini de yok edebilirdi.[29] Nitekim Wangenheim’ın bu hareket tarzı elçinin gözden düşmesine neden olduğu için diğer devletler tarafından olumlu karşılanmaya da başlanmıştı.[30] Berlin Osmanlı elçisi Hakkı Paşa’nın gönderdiği yazıdan da, Alman hükümetinin itirazının fazla olmadığı anlaşılmaktaydı. Basının da bu konuda olumlu olduğunu belirten Hakkı Paşa, bu olumluluğun Alman hükümetinin baskısından kaynaklandığını da ekler. Wangenheim’ın sert tepkisinin Berlin’de kişisel algılandığı veya tercümanların yanlış etkisi altında kalması yüzünden gerçekleştiğini de belirtmişti.[31] Cavit Bey, Wangenheim’ın ertesi gün öfkesinin dindiğini ve İtilaf devletlerinin Osmanlı’ya tarafsız kalması karşılığında, kapitülasyonların kaldırılmasını önerdiklerini öğrendiğini anlatması,[32] Alman elçisinin karar sırasında bunun gerçekleşmiş olduğunu sandığını, sonradan yanlış olduğunu anlayarak sakinleştiğini göstermektedir.
Kapitülasyonların kaldırılması kararına İtilaf devletleri tarafından da tepki gösterilmişti. İtilaf devletleri elçileri daha önce Boğazların açık olması ve tarafsız kalınması karşılığı vaat etmiş oldukları bu kararın Babıali tarafından kendiliğinden elde edilmesinde de Almanya’nın rolü olduğunu düşünmekteydiler. Elçiler hem kararın bildirildiği 9 Eylül sabahı hem de kendi kararlarını bildirdikleri 10 Eylül günü devamlı Sadaret’de idiler ve başta Sadrazam olmak üzere yetkililerle görüşmekteydiler. Londra’daki Osmanlı elçisi Tevfik Paşa da 13 Eylül’de yazdığı telgrafta; Dışişleri daimi müsteşarının, uluslararası anlaşmaların ilgililerin rızası olmadan kaldırılabilecek tek taraflı belgeler olmadığını, bu nedenle bütün elçiler dahil hepsinin, bu kararı protesto edeceğini belirttiğini bildirmişti.[33] Sonuçta, savaş halinde bile olsalar Wangenheim, 6 büyükelçinin de (Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya, İngiltere, Fransa ve Rusya) ortak bir metin üzerinde anlaşıp, Bab-ı Ali’ye 10 Eylül 1914’te eş bir karşılık verilmesini sağlamıştır.[34] Elçiler verdikleri bu nota ile kararı hükümetlerine bildirip inceleyeceklerini ve tek taraflı olarak bu kararı kabul edemeyeceklerini belirtmiş oluyorlardı. Bayur’a göre bu ortak nota görüşmelere kapı açmak ve hiçbir şeyi kırmamak amacıyla yazılmıştı.[35] Gerçekten de Osmanlı hükümeti ile yabancı devlet elçileri sıkı bir pazarlığa girişeceklerdir.
Artık devletlerin ilk tepkileri, verdikleri 10 Eylül tarihli nota ile yavaşlamıştı. Elçiler itirazlarını şimdi sözlü olarak devam ettiriyorlardı. Bu süreçte, Halil Bey’in önemli bir girişimi olur. Anılarında Sadrazama bir muhtıra verdiğini belirten Halil Bey, sadece kapitülasyonların kaldırılma kararının yetmeyeceğini düşünüyordu.[36] Bu noktada, daha önce devletlerle kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili görüşmelerin aynen devam edilmesine karar verilir.[37]
Artık elçilerle karar tarihinden önce görüşmek için görevlendirilen Cavit Bey’in yerine 16 Eylül’den itibaren Halil Bey geçmiş bulunmaktaydı.[38] Cavit Bey’e göre; Sadrazam Sait Halim Paşa özel olarak elçilerle görüşmesi için Halil Bey’i görevlendirmişti.[39] 20 Eylül tarihli toplantıda elçilerden gelen adli kapitülasyonlarla ilgili yoğun itirazlar sonucunda, 13 Eylül tarihli toplantıda alınan karar gereği adli kapitülasyonların bir süre ertelenmesine karar verilir.[40] Ancak, 1 Ekim’de kapitülasyonların tamamen geçersiz olacağı gün yaklaşmaktaydı ve elçilerin 10 Eylül’de verdikleri notadaki “1 Ekim’e kadar itilaf yapılması” görüşü son safhasında da başarısız olmuştu. Osmanlı’nın savaşa girmesine neden olacak, 29 Ekim’deki Karadeniz’deki bilinen olaylara kadar olumlu bir gelişme yaşanmadı ve olay yeni bir aşamaya girmiş oldu.
Kaldırma Kararının Uygulanması
Osmanlı Devleti yüzyıllardır üzerinde ağır bir yük olmuş olan kapitülasyonlardan bir oldu bitti ile kurtulmuştu. Ancak, kapitülasyonlardan boşalan yer, yabancıların şikayetlerini bertaraf edecek şekilde doldurulmalıydı. Hükümet bu amaçla çalışmalara daha kaldırma kararından bir gün önce başlamıştı. 8 Eylül 1914 tarihinde padişahın iradesinin çıktığı gün, Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Bey başkanlığında bir özel komisyon toplanıp, kapitülasyonlar hakkında görüşmelerde bulunmuştu.[41] 10 Eylül 1914 tarihinde ise, kapitülasyonların kaldırılmasından dolayı uygulanacak devletler hukuku kurallarını tespit etmek için Şura-yı Devlet Tanzimat dairesi başkanı Mahmut Esat Efendi başkanlığında bir komisyonun kurulduğunu Dahiliye Nezareti’nin 28 Ağustos 1330/10 Eylül 1914 tarihli tezkeresinden öğrenmekteyiz.[42] Kapitülasyonların kaldırılması kararı sonrasında hükümetin 20 Eylül 1330’da (3 Ekim 1914) çıkarttığı “İmtiyazat-ı Ecnebiyenin İlgası Üzerine Ecânip Hakkında İcra Olunacak Muameleye Dair Talimatname”[43] ise daha sonra 16 Teşrinsani 1330 (29 Kasım 1914) tarihli karar ile ertesi gün tüm vilayetlere gönderilmişti.[44]
Kapitülasyonların kaldırılmasından sonra hükümetin ilk çıkardığı yasa, 20 Eylül 1914 tarihli gümrük resminin tadili hakkındaki kanun olmuştur. bu kanun 24 Eylül tarihli temettu vergisinin yabancılara da uygulanması ve 13 Ekim tarihli “mehakim-i şeriye ve nizamiyenin tefrik-i vezaifi hakkındaki nizamname”[45] izlemiş ve bu kanunla şeriye mahkemelerinin ve nizamiye mahkemelerinin görevleri ayrılmıştı. Bu nizamname, adalet komisyonlarının çalışmalarının sonucuydu ve bir kaç sene sonra düzenlenecek olan, hukuk-aile kararnamesi ile Osmanlı adli yapısının laikleşmesinde de önemli bir başlangıç olacaktır. Bu nizamname ile amaçlanan, yabancıların şeri mahkemelerine gitme ihtimalini ortadan kaldırarak şeri mahkemelerde yargılanamayız, şeklindeki şikayetlerini bertaraf etmek ve şeri mahkemelerdeki dini kültürle yetişmiş yargıçlara itirazı önlemekti.
Nitekim Şura-yı Devlet Tanzimat Reisi Mahmut Esat Efendi’nin başkanlığındaki adli komisyon, diğer önemli çalışmasını 2 Teşrinevvel 1330/15 Ekim 1914 tarihinde sonuçlandırmıştı. “Kavanin-i mevcudede uhud-u atikaya müstenid ahkamın lağvı hakkında kanun-u muvakkat”[46] ile kapitülasyonlar kaldırıldığı için Osmanlı yasalarında kapitülasyonlardan kaynaklanan tüm hükümlerin feshedildiği açıklandı. İkinci sonuç ise, 4 Teşrinevvel 1330/17 Ekim 1914 tarihli “Teba-yı Osmaniye ile teba-yı ecnebiye arasında mütevvekkin olup 18 Eylül 1330 tarihinde derdest-i rüyet olan deavinin fasl-ı hasmında takip edilecek usul-ü muhakemeye dair kanun-u muvakkat.”[47] idi. Bu kanun ile Osmanlılar ile yabancılar arasında 1 Ekim’den önce ortaya çıkıp, görülmekte olan davaların aynen devam edeceği, ancak kapitülasyonlar kaldırıldığı için istisnai durumların artık göz önüne alınmayacağı kararlaştırılmıştı. Burada amaçlanan, yabancılara ait davalarda, konsolosluk memurlarının müdahalesinin kaldırılması gibi “istisnai durumların” ortadan kaldırılmasıydı.[48]
Bu arada, konsolosluklara da ayrı bir düzenleme getirilmiş ve “Kavanin-i mevcudede uhud-u atikaya müstenid ahkamın lağvı” hakkındaki 15 Ekim tarihli kanun gereğince konsoloslukların uyacağı kurallar belirlenmişti.[49] Ancak henüz yabancılara ait yeni bir düzenlemenin olmaması sorunlara yol açmaktaydı. Bunun üzerine hükümet kaldırılmış olan kapitülasyonların yerine koyacağı rejimi, dolayısıyla da ülkedeki yabancıların konumunu belirleyecek önemli bir kararnameyi 23 Şubat 1330/8 Mart 1915 tarihinde çıkartmıştı. “Memalik-i Osmanıye’de Bulunan Ecnebilerin Hukuk ve Vezaifine Dair Kanun-u Muvakkat”[50] ile, Osmanlı’daki yabancılar, Kanun-i Esasi ve diğer kanunların Osmanlılara bahşettiği siyasi ve beledi hukuktan yararlanamazlarsa da yine devletin özel kanunlarıyla Osmanlılara verilmeyen haklardan yararlanabilecekti (1. madde). Ayrıca güvenlik ve kamu düzeninin sağlanmasıyla ilgili kanunlar yabancılara da uygulanacaktı (2. madde). Yabancılar hukuk ve ticaret işlerinde Osmanlı mahkemelerine başvurabilecek (3. madde), Osmanlı vatandaşlarını ilgilendirmese de yabancıların davaları da Osmanlı mahkemelerinde görülecek (4. madde), Osmanlı vatandaşlarından alınan tarh ve resimler aynı şekilde yabancılardan da alınacaktı (5. madde). Yasanın geçici maddesinde ise, bu kanunun yayınlanışından itibaren Osmanlı’daki dava vekilliği, tabiblik, eczacılık, mühendislik, öğretmenlik meslek ve sanatlarıyla uğraşan, okul açan, gazete ve mecmua çıkartan yabancıların hakları Osmanlı kanunlarına bağlı kalmak şartıyla saklı kalacaktı. Böylece Osmanlı topraklarındaki yabancıların statüleri yeniden belirlenmiş oluyordu. Yabancı elçilikler ise hala bu kanunun kapitülasyonlara aykırı olduğunu savunarak protesto itirazlarını hükümete iletmişlerdi.[51]
Yabancı devletler genelde Osmanlı adli teşkilatının yeterli olmadığı şikayetlerini dile getirmişler, özellikle mahkemelerin ve hapishanelerin çağdaş olmadığını ileri sürmüşlerdi. Savaş sırasında, İttihat ve Terakki’nin adli kararları doğrultusunda önemli bir aşama da şeri mahkemelerin, Şeyhülislamlık yetkisinden alınmasıydı. Çünkü yabancı devletler sürekli olarak dini kurallarla yönetilen mahkemelerde bir Hıristiyanın yargılanamayacağı savını öne sürmekteydi. Bu nedenle şeri mahkemelerin dini makam olan Şeyhülislamlıktan alınıp, siyasi bir makam olan Adliye Nezareti’ne bağlanması zorunluydu. Halil Bey anılarında, şeriye mahkemelerinin adliyeye bağlanmasından asıl amacın şeri mahkemelerini kaldırmak ve hukukumuzu da “laicisser” hale getirmek olduğunu, ama bu konuda imparatorluk şeraitine göre tedrici olunması gerektiğini söylemiştir.[52] Bu konuda, Mecliste de uzun tartışmalardan sonra, “Bilumum Mehakim-i Şeriye ile Merbutatının Adliye Nezaretine Tahvili İrtibatı” hakkında kanun[53] 12 Mart 1917’de[54] çıkartılmış ve bununla Şeriye Mahkemeleri, Adliye Nezareti’ne bağlanmıştı. Daha sonra ise, 25 Ekim 1917 tarihli Hukuk-i Aile Kararnamesi’nin yayınlanması oldu.[55] Kararname Müslüman olsun olmasın bütün Osmanlıların aile hukukunu düzenleyen bir sistem getiriyordu.[56] Artık Papaz ve Hahamlar nikah kıyıp, bozamayacak, nafaka drahoma gibi işlerde hüküm verme hakları bulunmayacaktı.[57] Özellikle 156. maddesinde “rüesa-yı ruhaniyenin akd ve fesh-i nikah ile müstetbeatından nafaka-ı zevcat, drahoma ve cihaz hakkındaki hakkı-ı kazaları mülgadır” denilerek, ruhani liderlerin yargı yetkileri ellerinden alınmış oluyordu. Kapitülasyonların kaldırılmış olmasının son halkalarından olan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile gayrimüslimlerle ilgili davaların tümünün şeri mahkemelere götürülmesi sağlanarak mahkemelerinin yetkileri genişletilmiş daha önce şeri mahkemelerin Adliye Nazırlığı’na bağlanmasıyla da, Avrupa Hukukuna ilişkin davalarda kaza birliği sağlanmak istenmiştir.[58] Burada asıl amaç, kapitülasyonlarla cemaat liderlerinin kazanmış olduğu imtiyazların ortadan kaldırılmasıydı.
“İmtiyazat-ı Ecnebiyenin İlgası Üzerine Ecanib Hakkında İcra Olunacak Muameleye Dair Talimatname hükümet” tarafından, bir kitapcık olarak basılmış ve 20 Eylül 1330 tarihli yazıyla birlikte bütün vilayetlere gönderilmişti.[59] Talimatname’nin 1. bölümü tamamen adli işlere ayrılmıştı. Buna göre, yabancı uyruklu suçluların her türlü işlemleri, doğrudan konsolosluk memuru olmaksızın yapılacağı gibi, avukatı yabancı olduğu halde bile suçun araştırılması ve mahkemesinde konsolosluk memuru aracı bulunmayacaktı. Böylece önemli bir adım atılmıştı. Çünkü uzun yıllardır, konsolosların mahkemelerdeki etkinliği nedeniyle suçlu olan yabancıların nasıl suçsuz kabul edildiği ortadadır.
Ruhani Eğitim, Kilise ve Sağlık Kuruluşlarıyla İlgili Düzenlemeler
Talimatnamede Ruhani eğitim, deniz kuruluşları ile okul ve sağlık kuruluşları hakkında da önemli kararlar yer almaktaydı. Bu bölümün 1. kısımına göre; kilise, manastır, papaz ikametgahları, gece ve gündüz, erkek kız, sanayi, ziraat, tıp, hukuk, ticaret, mühendis ve ruhban yabancı okulları, eytamhane, dikişhane, hastane, muayenehane, kabristan gibi kuruluşlar bazı kurallara bağlı tutulmuştu (1. madde). 2. maddede bu kuruluşların tümünün tanınması için ferman almaları gerektiği belirtilmişti.
Talimatnamedeki dini, eğitim kuruluşları ve sağlık binaları hakkındaki özel maddeler ile bu kuruluşların imtiyazları ortadan kaldırılmış ve hükümete bağlı kılınmıştı. Ancak ülkedeki bu yabancı kuruluşların çokluğu bu denetimin sağlanmasında sıkıntılar da yaratmamış değildi. Özellikle Fransa konsolosları protestolarında, kendilerinin koruması altında olan kurumların vergilerden muaf olduğu şeklinde itirazlarda bulunmuşlardı. Örneğin, Beyrut’taki Fransız Soeur de Charite rahiplerine ait bağ ve bahçelerin vergiden muaf olduğunu belirten Beyrut general konsolosluğunun yazısına karşılık, yine kapitülasyonların 1 Ekim 1914 tarihinde kaldırılmış olduğu ve Fransa ile imzalanan 1901 ve 1913 tarihli antlaşmaların da feshedilmiş olduğu belirtilmiş ve bu bağ ve bahçelerde de diğer emlak için uygulanan usulün uygulanması istenmişti.[60]
Görüldüğü gibi hükümetin yayınladığı talimatın içeriği oldukca ayrıntılıdır. 1914 tarihli bu ilk talimatname, hükümetin kaldırma kararı sonrası hemen alınması gereken tedbirleri içermekteydi. Hükümet, bu 1914 tarihli talimatnameden sonra 1915 yılında da bu talimatnamenin II. kısmını yayınlamıştır.[61] Kararın alınmasından sonra ortaya çıkan aksaklıkların giderilmesini de amaçlayan bu
II. kısım talimatnamede 1914 ve 1915 yıllarında kapitülasyonların kaldırmasıyla ilgili görülen bütün kanunlar, kararnameler ve nizamnameler yayınlanmıştır. Bu talimatnamede ilk sırayı yabancı postaları hakkında uygulanacak maddeler almıştı.[62] Bu bölümden sonra, konsolosların sanat ve ticaretle uğraştığı takdirde, temettu vergisi gibi Osmanlıların tâbi olduğu vergilerin aynen onlara da uygulanacağı anlatılmıştı. Ayrıca yabancılara yine bütün Osmanlılara uygulanan tarik-i bedel-i nakdi ile ağnam, aşar resmi gibi, diğer tekalif-i bilvasıtanın da uygulanacağı, daha ilginci konsolosların kişisel kullanımı için imal ettikleri şarapların 250 kilonun üstündeki bölümünden de vergi alınacağı belirtilmişti.
Talimatnamenin II. kısmında önemli bir bölüm de yabancılar ile Osmanlılar arasındaki davalar ile ilgiliydi. 4 Teşrinevvel 1330/17 Ekim 1914 tarihli “Teba-yı Osmaniye ile Teba-yı Ecnebiye Arasında Mütevvekkin Olup 18 Eylül 1330 Tarihinde Derdest-i Rüyet Olan Deavinin Fasl ve Hasmında Takip Edilecek Usul-ü Muhakemeye Dair Kanun-u Muvakkat” ile 1 Ekim’den önce yabancılar ile Osmanlılar arasındaki davaların aynı usüle göre sonuçlandırılacağı, ancak kapitülasyonlar kaldırıldığı için özel ayrıcalıkların göz önüne alınmayacağı belirtilmişti. Yabancıların Osmanlı ülkesindeki seyahatlerini düzenleme adına çıkarılan kararnameler ise, 2 Mart 1331 tarihli “Pasaport Kanun-u Muvakkatı”, “Ecnebilerin Memalik-i Osmanıyede seyahat ve ikametleri hakkındaki kanun-u muvakkat”[63] ve “Hal-i harp dolayısıyla memalik-i Osmaniye dahilinde geşt ü güzar edeceklere seyahat varakası itası hakkında kanun-u muvakkat” isimlerini taşımaktaydı. Giriş çıkış işlemlerinin ihtiyari olduğu 1911 tarihli pasaport kanunundan sonra, bu pasaport kanunu ile hem içeriden dışarıya gidenler, hem de dışarıdan içeriye gelenlere pasaport zorunluluğu getirilmiş oldu.[64] Savaş ortamı içinde alınan önemli kararlardan birisi de düşman devletlerin tebalarına, Osmanlı tebalarının borç ve taahütlerinin ertelenmesiydi. 24 Teşrinsani 1330/7 Kasım 1914 tarihli “Teba-yı Osmaniye’nin düvel-i muhasıma ve müttefikleri tebasına karşı olan düyun ve taahüdatı hakkındaki kanun-u muvakkat” ile düşman devletlerin tebalarına olan borçlar ertelendiği gibi, bundan dolayı da hukuki sorumluluk da kabul edilmeyecekti. Nitekim bu kararname daha sonra 10 Mart 1332/23 Mart 1916 da kanun haline gelmiştir.[65]
Gümrüklerin Düzenlenmesi
Kapitülasyonların 9 Eylül 1914 tarihinden kaldırılmasının ardından fazla geçmeden bu yolda yapılan ilk önemli çalışma gümrük vergilerinin %11’den %15’e çıkarılması olmuştu. Kararın alınmasından on bir gün sonra, 7/20 Eylül 1914 tarihinde çıkartılan, “Gümrük Resminin Tadili Hakkında Kanun-u Muvakkat”[66] ile 30 Eylül 1914’ten itibaren gümrüklerden geçecek her türlü ticari maldan %15 oranında vergi alınmasına karar verilmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ekonomik alanda uygulamaya başladığı milli iktisat politikası için gümrük tarifeleri çok önemliydi. Bu konularda, ithalat gümrük resimlerini artırmak da yeterli değildi. Bunlardan değeri üzerine (ad valorem) resim alınıyordu. Şimdi ise ağırlığı üzerine (Spesifik) tarifeler benimsenerek koruyucu bir gümrük politikası izlenmesi gerekmekteydi. Bu amaçla yeni gümrük tarifesi için çalışmalara da başlanmıştı.[67] 1 Ekim 1914’ten itibaren Osmanlı Devleti’nin kapitülasyonları kaldırdığının bütün yabancı elçiliklere gönderilmiş olduğu hatırlatılmış ve her devletin kendi anlaşmalarını feshetme hakkına sahip olduğu, bu nedenle kapitülasyonlar kaldırıldığı için gümrük resmini tayininde de Osmanlıların serbest olduğu belirtilmiştir.[68]
10 Mart 1332/23 Mart 1916 tarihli “Gümrüklerce sıklet-i eşya üzerinden resm-i ahzı hakkında kanun ve merbut tarife-i umumiye”[69] ile o güne kadar izlenen dış ticaret politikası kökten bir değişime uğradı. Ad valorem (değer) üzerinden resim alma yöntemi kaldırılarak spesifik (ağırlık) üzerinden yeni bir gümrük düzenine geçildi.[70] Gerçekten de daha önceki malın değeri üzerinden alınan gümrük vergisinin uygulanması sırasında, yüksek vergi ödenmesi gereken bir malın tarifede düşük mal gibi gösterilmesiyle, vergi kaybı olmaktaydı. Şimdi getirilen spesifik tarife sistemi ile eşyanın ağırlığı üzerinden vergi alınmaya başlanmıştı. İkinci aşamada ise 30 Eylül 1916 tarihinde savaş sonuna kadar savaş halinde olunan devletlerden gelecek eşyadan %100 gümrük resmi alınması irade-i seniye ile kararlaştırılmıştı.[71]
Yabancı Şirketler ve Türkçe Kullanımı
Osmanlı Devleti’nde bulunan yabancı şirketler yerli şirketlere oranla kapitülasyonlar aracılığıyla her türlü imtiyazlardan yararlanmakta ve yerli şirketlere göre de ticari olarak çok üst seviyede bulunuyorlardı. Kapitülasyonlar nedeniyle yerli sanayinin gelişememesi ve yine aynı nedenden dolayı bu şirketlere dokunulamaması, sonuçları itibarıyla hükümetlere bu konunun ne kadar önemli olduğunu göstermişti.
Kapitülasyonların kaldırılmasından hemen sonra 13 Aralık 1914’te çıkartılan “Ecnebi Anonim ve Sermayesi Eshama Münkasım Şirketlerle Ecnebi Sigorta Şirketleri Hakkında Kanun-u Muvakkat”[72] ile, hükümet istediğini elde etmiş oluyordu. Kanunun 1. bölümüne göre; Osmanlı’daki bütün yabancı anonim şirketler, Osmanlı’da şube ve acentahane açabilmek için Ticaret Nezareti’ne unvanlarını, tabiyetini, sermaye miktarını bildirecekler ve Osmanlı yasalarına bağlı kalacaklarına dair de bir istidaname vereceklerdi (1. madde). Kanunun 2. bölümünde ise, yabancı şirketler düzenlenmişti. Buna göre, sigorta şirketleri Ticaret ve Ziraat Nezareti’ne bağlı bir sigorta müdürlüğü tarafından izlenecek ve denetlenecekti. Buna karşılık şirketler de yıllık 50 Osmanlı altını harç ödeyecekti. Yine Nezaret bu şirketlerden işlemleriyle ilgili her türlü bilgiyi isteme hakkına sahip olacaktı. Sonuçta Osmanlı Devleti’nde çok önemli imtiyazlara sahip olan yabancı anonim ve sermayesi paylara bölünmüş şirketler Osmanlı kanunlarına bağlanmış ve imtiyazlarına son verilmişti. Kanunun “esbab-ı mucibe layihasında” da açıklandığı gibi;[73] bu şirketler imtiyazlar sayesinde haksız rekabet ile bütün ticaretimize hakim olmuşlardı ve bu durum düzeltilmişti artık.[74]
Kapitülasyonların kaldırılmasıyla yabancı şirketlerin Osmanlı kanunlarına bağlanması yolunda önemli adımlar atılmıştı. Ancak hala bu şirketler ile Babıali ve resmi kuruluşlar arasında yazışmalar yabancı dilde yapılmaktaydı. Örneğin Osmanlı Bankası, Maliye Nezareti ile olan yazışmalarında hep Fransızca kullanmaktaydı ve bu, yabancıların Osmanlı İmparatorluğu üzerinde hakimiyet kurmuş olduğuna da kanıt sayılıyordu.[75] 9 Eylül’de kapitülasyonların kaldırılmasıyla bu alanda özlenen ortam gerçekleşmişti. Önce çıkarılan bir talimatnameyle yabancı okulların eğitim ve öğretiminin Türkçe ile yapılması kararlaştırılmıştı.[76] Ayrıca Ermeni ve Rum Patriklerinin Dahiliye Nazırı Talat Bey ile daha 1914 Kasım ayındaki görüşmelerinde, vilayetlerdeki metropolitleriyle yapacakları yazışmaların Rumca ve Ermenice yapılmasına izin verilmesini istediklerinden[77] anlaşıldığına göre; bu yönde de bir karar alınmıştı.[78] Bu konuda belirli yerlerde küçük çapta çabalar da söz konusuydu. Örneğin İzmir’de İttihat Terakki’nin önde gelenlerinden olan Vali Rahmi Bey Aralık 1914’te İzmir’deki “memleketin milli duygularına karşı” isimlerle dolmuş olan sokaklara birer milli isim verilmesi emrini vermişti.[79] Bunun üzerine İzmir’deki sokak ve mahalle isimleri Türkçe yapılmaya başlandı. Türkçe kullanılması bu şekilde kamuoyunda tartışılmaya başlanmış ve kesin olmasa da bazı çabalarda bulunulmuştu. Ancak 1916 Mart ayına gelindiğinde kesin bir karar alınmış ve “Müessesat-ı Nafia ile İmtiyazsız Şirketler Muhaberat ve Muamelatında Türkçe İstimali Hakkında Kanun” 10 Mart 1332/23 Mart 1916’ da çıkartılmıştı.[80] Sekiz maddelik kanununa göre; demiryolu ve nafia kuruluşlarında o güne kadar Fransızca yapılan işlemler bundan böyle Türkçe yapılacaktı.
Hükümetin bu kanunla amaçladığı yabancı şirketlerin Türkçe kullanımında karşılaşacakları zorluklar nedeniyle kapanması ile birlikte şirketlerin içerisine Türkçe bilen Türk insanının yerleştirilmesini de sağlamaktı. Nitekim yabancı şirketlerin bazıları bu yasayla işlemlerini durdurmak zorunda kalmış, bazıları da boyun eğerek yazışmalarında Türkçe kullanma yoluna gitmişler ancak, bu kez de işlerine yarayacak Türkçe bilen memur bulamamışlardı. Dolayısıyla çalışan olmadığı için de kapanmayla yüz yüze gelmişler ya da Türkçe bilen Türkleri işe almak zorunda kalmışlardı. Yani her durumda da Hükümetin arzuladığı gerçekleşmiş olmaktaydı. Bu nedenle yabancı devletler bu yasanın kendilerine karşı bir teşebbüs olduğu görüşündeydiler ve bu amaçla Cavit Bey’in Osmanlı Bankasına da Türkçe kullanmasını bildirmesi, itirazlara ve isyanlara neden olmuş ama yine de banka kabul etmek zorunda kalmıştı.[81] Bu yabancı şirketlerde Türk personel kullanılması zorunluluğu ile geleceğin Türk işadamlarının buralarda staj yapması da sağlanılmıştı.[82] Türkçe kullanmaya başlayan bu şirketler, çalışanlarına özel Türkçe kursları açmak suretiyle, duruma ayak uydurmaya da başlamışlardı. Örneğin; Anadolu Osmanlı Demiryolu bu amaçla üç sınıflı bir Türkçe dershanesi bile açmıştı.[83]
Yabancı Postanelerin Kapatılması
Kapitülasyonların kaldırılması kararının elçilere bildirilmesiyle yabancı postaların da 1 Ekim 1914 tarihinden itibaren kaldırılacağı ortaya çıkmıştı. Elçiler bu konuda Cavit Bey ile ilk görüşmelerinde postalar konusunda biraz daha ılımlıydılar. Bu konuda en fazla itiraz Fransa elçisi Bompard’dan gelmekteydi. Cavit Bey ile münakaşaya varan görüşmelerinde o da İngilizler gibi postaların kapitülasyonlarla ilgisi olmadığını savunmaktaydı.[84] Ancak hükümet kararlıydı. Hatta İngiliz elçisi Mallet’in 1 Ekim tarihinde bizzat giderek İngiliz postanesini kendisinin açacağı söylentilerine karşılık, Dahiliye Nazırı Talat Bey, 22 Eylül’de Fransız elçisi Bompard’a, postaların o gün kesinlikle kapatılarak açılmayacağını ve eğer İngiliz elçisi gelecek olursa nazik bir şekilde bir arabaya bindirilip elçiliğine geri gönderileceğini belirtmişti.[85] Posta Nezareti, 19 Eylül 1914’te Türkiye ile ilişkisi olan yabancı devletler Posta Telefon ve Telgraf Nazırlarına ve Osmanlı’daki yabancı posta müdürlerine kapitülasyonlar kaldırıldığı için yabancı postaların da kaldırılması gerektiği yönünde bir tahrir göndermiş ve buna yanıt vermelerini istemişti.
Posta Nazırları olaya olumlu bakmış, ancak posta müdürleri ile hükümetlerinin taleplerini bekleyeceklerini söylemişlerdi.[86] 1 Ekim 1914’ten önce Almanya, Avusturya ve İtalya postalarının kaldırılmasını kabul etmişti. İtilaf devletlerinden İngiltere ve Rusya da postahanelerini açmayacaklarını belirtmişti. Fransa ise ancak biraz direndikten sonra bu karara uymuştu. Hükümet kararında kesindi. 1 Ekim’de sabahleyin yabancı postaların her birinin önüne bir polis ile posta ve telgraf idarelerinden birer memurun atanacağını ve bu kişilerin, beş gün zarfında ahalinin işlem yapmasına ve bekçileri dışında vesikası olmayan kimselerin postaneye girmesine engel olacağı belirtilmişti. Ayrıca bu postanelerin müdür ve memurlarına birer tezkere yazılarak, postaneleri kapatılacağı için bütün evrakın, yerlerine geri gönderilmek üzere osmanlı postalarına teslimi istenmişti.
1 Ekim gününde, bütün yabancı postaneler hiçbir sorun olmadan kendiliğinden kapatılmıştı. Artık İstanbul’da Galata ve Beyoğlu’ndaki bütün yabancı postaneler kapanmış, şehirdeki posta kutuları da kaldırılmıştı. Bütün postaların Osmanlı posta idaresine verilmesi Osmanlı postalarının işlem yükünü birden iki üç katına çıkarmıştı. Bu amaçla 1 Ekim’de Osmanlı Posta İdaresi Galata’da kapatılan Fransız Postanesi yanında (Union Hanı yanında) yeni bir şube açmıştı. Yeni açılan şubenin gişeleri ve diğer malzemeleri mükemmel tarzda yerli yerine yerleştirilmişti. Aynı zamanda Galata’daki merkez postanesi ile Mahmutpaşa postanesi de genişletilmişti.[87] Nezaret, kapitülasyonların kaldırılması ile işlerin artacağının da farkındaydı. Bu amaçla şube sayısı artırıldı. Pangaltı, Beşiktaş, Mahmutpaşa, Kumkapı, Aksaray postaneleri yeniden düzenlendi, eksiklikleri tamamlandı, gişeleri yeniden yapıldı. Posta Nezareti ayrıca, işlemleri hızlandırmak için de yeni sistem getirmişti. Eskiden yabancı postanelerde de olduğu gibi posta alıcıları postalarını ancak gümrük işlemleri sonrası gümrükten alır, bu da bir gün sürerdi. Şimdi ise Osmanlı Postanelerinde özel bir gümrük memuru aracılığı ile bu süre kısaltılacak, daha da ileri gidilerek postanın otomobillerle gideceği yere götürülmesi sağlanacaktı.
Yabancı Okulların Düzenlenmesi
Kapitülasyonların resmen 1 Ekim tarihinde yürürlükten kaldırılacak olması ülkedeki yabancı eğitim kurumlarını da ilgilendirmekteydi. Nitekim, Amerikan elçisi Morghenthau kararın alındığı 9 Eylül’den sonra, eğitim kurumlarının da endişeli olduğunu belirtmişti.[88] Osmanlı’nın savaşa girmesinden sonra okulların durumu daha da ön plana çıkmıştı. Çünkü Osmanlı Devleti savaştığı devletlerin kurumlarına karşı bir politika izlemek zorundaydı. Bu nedenle yabancı okulların kapatılacağıyla ilgili ilk haberler Kasım ayı ortalarında gelir. 19 Kasım 1914 tarihli Tasvir-i Efkar’da yer alan “Memnuniyetle haber aldığımıza göre. iki gün önce mezkur mektebler müdüriyetlerine irsal edilen bir tahrirat-ı umumiyede sed edildikleri tebliğ edilmiş ve düne kadar kendi kendine sed edilmeyen mekatib de zabıta marifetiyle kapanmıştır” haberi ile özellikle savaş halinde olunan İngiltere, Fransa, Rusya ve Belçika okullarının kapatıldığını öğrenmekteyiz.[89] Kapatma kararı, İstanbul ile birlikte, aynı anda Anadolu’ya da bildirilmiş olduğu için[90] Anadoludaki okullara da uygulanmıştı.
Yabancı Okulları “fesat ocağı” olarak tanımlayan Tasvir-i Efkar, “bu okullardan ne suretle istifade edilecek?” sorusuna da yanıt vermiş ve kapatılan okulların binalarına Türk okullarının taşınmasını önermişti. İlk olarak da Kadıköy’deki Sn. Joseph Okulu’nun eytamhane olmasını örnek veren Tasvir-i Efkar, “Maarif Nezaretine müracaat edip de yer bulunamadığından dolayı açıkta kalan şüheda ve maleyn-i guzat evlad veya eytamının miktarı yüzlere baliğ olduğu düşünülürse bu babda hiç tereddüd edilmemesi lazım geleceği anlaşılır” diyerek önerisini pekiştirmişti. Tasvir-i Efkar, 22 Teşrinsani 1914 tarihli bu nushasında kapatılan okulların tümümün listesini de vermişti.[91]
Böylece hükümet savaş ortamından da yararlanarak İngiltere, Fransa, Rusya okullarına el koymuş oluyordu. Hükümetin “düvel-i muhasıma” olarak adlandırdığı İngiltere, Fransa, Rusya ve Belçika okullarının kapatılması devir ve teslim işlemleri özel bir komisyon ile gerçekleştiriliyordu. Komisyonda Amerikan sefarethanesinden görevlendirilen özel bir memurun bulunması ilginçti. Kapatılma kararlarının huzurunda yapıldığı bu komisyonun diğer üyeleri ise Maarif Nezareti Heyet-i Teftişiyesinden Selim Sırrı (Tarcan) ve Halid Beyler ile İstanbul Vilayeti Maarif İdaresi müfettişlerinden Dr. Burhaneddin, Mehmet Ali, Hüseyin ve Mahmut Ziya Beyler (nöbetleşe) bulunmaktaydı.[92] Yabancı okulların kapatılmasıyla birlikte Tasvir-i Efkar’ın önerisi de gerçekleşmeye başlamıştı. Özellikle İstanbul’da kapatılan İngiliz ve Fransız okullarının daha uygun olan binalarına Türk okulları taşınmaya başlamıştı. Gazetelerde hemen her gün yer değiştiren okulların isimleri verilmekteydi.
En önemli olarak bazı gazetelerin Darülmuallimin olarak belirttiği[93] İstanbul Mekteb-i Sultanisi Kadıköy’deki 80 odalı St. Joseph Fransız okuluna taşınmıştı.[94] İstanbul Sultanisi ise Beyoğlu’ndaki St. Benoit Fransız Okulu’nun binasına taşınmış hatta Sultani’nin açılış töreni de gösterişli bir şekilde gerçekleştirilmişti.[95] Fındıklı Numune Mektebi de Beyoğlu Taksim’deki St. Michel Okulu’na taşınırken[96] ismi de Beyoğlu Numune Mektebi olmuştur.[97] Bebek’teki İngiliz Okulu da kapatılarak Mirgün’deki İnas Okulu’nun oraya taşınmasına karar verilmişti.[98] Yine Beyazıt’taki İnas Numune Mektebi de Kumkapı’daki Fransız De La Semisyon Okulu’na taşınmıştı.[99]
Kapama olayı kapitülasyonların kaldırılması sonrası verilen talimatnamede de kaldırmanın sonucu olarak görünüyordu. Ancak bunun sadece savaş halinde olan devletlerin okullarına uygulanması, olayın boyutunu değiştiriyordu. Bu nedenle müttefik Alman ve savaşa girmemiş ABD okullarına bir işlem yapılmamıştı. Nitekim 1916 yıllarda bile Beyoğlu, Yeniyol ve Haydarpaşa’daki Alman Mektebleri ve Amerikan Robert Kollejleri varlığını sürdürmüştü. Böylece kapitülasyonları kaldırma kararının tam bağımsızlık boyutu bilinçli veya bilinçsiz ihlal edilmiş ve tam tutarlı bir politika izlenememiştir.
Hükümetin “İmtiyazat-ı Ecnebiyenin İlgası Üzerine Ecanip Hakkında İcar Olunacak Muameleye Dair Talimatnamesi”nde (1914 tarihli) yabancı okullar ile ilgili önemli bir bölüm de bulunmaktaydı.[100] Bu talimatnameye göre; Osmanlı’daki bütün yabancı okullar ancak Osmanlı kanun ve nizamlarına bağlı olarak kurulacaklardı (20. madde). Bu okullardan ellerinde ferman bulunanlar, 2 ay zarfında Maarif idarelerine başvurarak fermanlarını tescil ettirecekler, hiç fermanı olmayanlar da aynı sürede ferman almak zorunda kalacaklardı (21. madde). Bu okullardan parasız olanlar emlak vergisinden muaf tutulacak, diğerlerinden ise emlak vergisi alınacaktı (22. madde). Yine bütün bu okullar istisnasız yerel belediye vergilerine tabi olacaktı (24. madde). en önemli sayılacak maddede ise, dini cemaatlerin okul açması yasaklanmıştı (26. madde). Son maddeye ise yine bazı önemli şartlar konulmuştu. Buna göre, okullar, Türkçe ve Türkiye Tarih ve Coğrafyası derslerinin Türk dili ile yapılacak şekilde ders programlarını Maarif idarelerine bildirecekti. Ayrıca ders kitaplarının yazarları, basım yer ve tarihleri de bildirilecek, okulun bağlı olduğu dinin dersleri bu dinden olmayanlara verilemeyecek, sınıfın imtihanlarında maarif idaresinden memurlar hazır bulunacak, maarif müfettişlerinin teftişlerine ve taleplerine engel olunmayacaktı.
Osmanlı Devleti Kapitülasyonların kaldırılması kararını uzun mücadelelerden sonra, Almanya ile 17 Kasım 1917 tarihinde, Ruslarla 3 Mart 1918’de, Brest Litowsk Antlaşmasının hemen ardından da, 12 Mart 1918’ de Avusturya-Macaristan ile yaptığı antlaşmalarla bu devletlere kabul ettirmiş oluyordu. Ancak 1918 Ekim’inde savaşın kaybedilmesinin ardından imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile ülke yeniden büyük güçlerin eline geçecek, kapitülasyonlar da kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden tesis edilecektir.
Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilâp Tarihi Enstitüsü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 381-390