Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

I. Dünya Savaşı Başlarında Kafkasya Ve Çevresine İlişkin Stratejik Yaklaşım Ve Faaliyetler

0 10.034

Dr. Vahdet KELEŞYILMAZ

Tarih araştırmalarında belki de en zor olan yakın tarihin incelenip yazılmasıdır. Çünkü her şey yerli yerine oturmamış veya yakın tarih nesnel bir tarzda incelenemeyecek durumda olabilir. Yaşananlar henüz sıcaktır ve bu düzlemde tarihin öznesi ve nesnesi olanlar hâlâ ilgili zeminde yer alıyorlarsa yazılabilecekler nesnel tarihçiliğin dışına taşırılabilir ya da -öyle olsa da olmasa da- siyasal/iktisadi beklentilerin aracı olarak değerlendirilebilir. Ancak Birinci Dünya Savaşı yılları artık çok geride kalmasına, yaşananlara taraf olan insanların ve hatta devletlerin de çoktan tarihe karışmasına rağmen, bu süreçte Kafkasya ve çevresindeki gelişmelerin ve bu gelişmelerin tetiklediği hadiselerin tarihçilik açısından benzer zorlukları içerdiğini söylemek pek de yersiz olmasa gerektir. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi, Mim Kemal Öke’nin ifadesiyle ‘yüzyılın kan davası’[1] olan Ermeni sorunudur. Diğeri ise Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinden sonra jeopolitik/stratejik önemi tartışılmayacak kadar açık olan Kafkasya odaklı sıcak çatışmalar ve yansımalarıdır.

Bu çalışmada, konunun anlaşılmasına katkı sağlayabilecek savaş öncesindeki bazı hususlara değinilmekle birlikte, bilimsel nesnelliği sağlamaya çalışan bir anlayışla -incelediğimiz arşiv belgelerine dayalı olarak- Birinci Dünya Savaşı başlarında Kafkasya ve çevresine ilişkin stratejik yaklaşım ve faaliyetlere ışık tutulmaya çalışılacaktır.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum, uluslararası ilişkiler ve stratejik değerlendirmeler bakımından gerek savaşa girişi ve gerekse Almanlar yanında yer almasında önemli rol oynamıştır. Çünkü Balkan savaşları sonrasından Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar olan süreçte Osmanlı Devleti’ni idare edenlerin, diğer endişelerinin yanı sıra, hiç de yersiz olmayan bir Rusya tehdidi algılaması olduğu ve bundan dolayı ülkelerinin toprak bütünlüğünü güvenceye alabilecek arayışlar içinde olduğu açıktır. Bu tehdit algılamasının birkaç yönü vardır. Bunlardan biri II. Balkan Savaşı sırasında Türk ordusunun Edirne’yi Bulgarlardan geri alması ve bunu korumaya çalışması esnasında ve hatta bir antlaşma ile bu durumu hukukîleştirdikten sonra bile aleyhte bir Rus müdahalesiyle önceki sınırlarına çekilmeye zorlanacağına ilişkindir.[2] Diğeri ise, Rusların öncülüğü ve baskısıyla 1914 yılı Şubat ayında, Ermenilerin de yer aldığı Şark vilayetlerinde bölgede oluşturulacak iki idarî bölüme yabancı genel müfettişlerin atanmasını ve Hıristiyan ve Müslüman cemaat temsilcilerinden oluşan seçilmiş meclisler oluşturulmasını öngören ve bu programın uygulanmasında Rusya’ya belli bir yetki veren bir Osmanlı-Rus sözleşmesine imza atmak zorunda kalan Osmanlı yöneticilerinin anılan bölgenin geleceği hakkındaki kaygılarıyla ilgilidir.[3] Öteki ve belki de en önemlisi ise Rusya’nın nihaî hedefi olan İstanbul ve Boğazları ele geçirmek için uygun zamanı ve fırsatı beklediğine dairdir.[4] Ali İhsan Sabis’e göre; “Esasen Ruslar Ankara ve Ulukışla taraflarından Erzurum cihetine doğru bir demiryolu inşa etmekliğimize öteden beri mani oluyorlardı. Bu da, aynı Boğazların takviyesini istememek gibi Türkiye aleyhinde bir düşüncenin mahsulüydü. Çünkü bu demiryolu inşa edilirse Ruslara karşı müdafaa kudretimiz artacaktı.”[5]

İçinde bulunduğu zor koşullarda Osmanlı Devleti’nin herhangi bir büyük güç tarafından toprak bütünlüğüne güvence sağlayabilecek bir ittifak yapabilmek için gereken ve beklenen ilgi ve desteği gördüğü de söylenemez. Ne var ki Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışını tetikleyen Saraybosna suikasti sonrasında değişen konjonktür 2 Ağustos 1914 tarihli Türk-Alman gizli ittifak Antlaşması’nın yapılmasının zeminini oluşturmuştur.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na henüz resmen girmemişken İtilaf Devletleri, Osmanlı topraklarına yönelik askeri hazırlıklarına hız vermişlerdir. Rusya ise Kuzey İran topraklarını kullanarak sınırına yakın Türk topraklarına karşı saldırılar başlatmış, Türk-İran sınır bölgelerinde yaşayan Ermeniler, Nasturiler ve bazı aşiretler, çeşitli vaadlerle Türkler aleyhine harekete kışkırtmıştır.[6] Osmanlı Devleti de Birinci Dünya Savaşı’na resmen girmeden önce aynen Rusya’nın yaptığı gibi karşı etkinliklere girişerek bölgenin Türk ve Müslüman halklarıyla temasa geçmiştir. Ancak Osmanlı Ermenilerinin Rusya ile bağlantılı faaliyetleri ve bunun doğurduğu sonuçlar, geri kalan Kafkas halklarının Osmanlı Devleti ile olan işbirlikleri ve bu süreçte yaşananlara göre kıyaslanamayacak ölçüde -hem de bilimsel araştırma sınırlarının çok ötesinde bir istismar ve kan davası haline dönüştürülerek- işlenmiştir. Bu durum konuyu etraflıca bilmeyen kimi çevrelerde de yanıltıcı ön kabullere de yol açmıştır.[7]

Almanlar Osmanlı Devleti’nin kendileri safında bir an önce savaşa girmesini isterlerken Rusların bir kolordularını Kafkasya’dan Avrupa yönüne aldıklarını belirtip bu bölgenin Türkler için istikbal olduğunu vurgulayarak Erzurum’daki askerle Türk ordusunun Kafkasya’ya girmesini istemişlerdir.[8] Şüphesizdir ki Almanların ısrarının nedeni Avrupa cephelerinde karşılarında daha az düşman askeri bularak rahatlamaktı. Fakat Almanların bu isteklerinin kendileri açısından ne anlama geldiği Enver Paşa tarafından anlaşılamayacak bir durum olmasa gerekti. Onun -sonraki süreçte- İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau’ya, kendilerini Almanlara borçlu hissetmeleri için bir neden olmadığını, Türklerin Almanlar için yaptıklarının onlardan gördükleri destekten daha fazla olduğunu belirtmesi ve bu görüşlerine kanıt olarak ordularını Kafkas cephesine yığarak Batı cephesinde kullanılabilecek büyük Rus birliklerini burada meşgul ettiklerini belirtmesi bu açıdan kayda değer bir ifadedir.[9]

Beyrut valisi Bekir Sami Bey 30 Temmuz (13 Ağustos) tarihli ve Dahiliye Nezareti şifre kalemi antetli bir belgede kendi görüşlerini ortaya koyarken Kafkasya açısından ayrıca önem taşıyan ifadelere de yer vermiştir[10]:

Türk Alman gizli ittifak antlaşmasının varlığından haberdar olmadığı “siyaset-i devlet mechulüm olmağla beraber” ifadesinden anlaşılan Bekir sami Bey, ülkenin çıkarlarının ‘İttifak-ı Müselles’ ile bağdaşabileceği doğrultusunda olduğunu belirtirken halen ‘İtilaf-ı Müselles’ devletlerinin yönetimi altında bütün İslam dünyasının mahkûm olduğuna değinerek Kafkasya’dan Hindistan’a kadar uzanan Müslüman ülkelerinde, Rusya’nın -kısmen Almanya’ya karşı göndermeye mecbur kalacağı- Kafkasya’daki üç kolordusundan başka Rus ve İngiliz askeri olmak üzere elli altmış binden çok mevcut olmadığına dikkat çekmiştir. Ayrıca Tunus, Cezayir, Trablusgarb, Mısır ve Fas’ta dahi azami yüz bin kişilik kuvvet yoktur dedikten sonra Kafkasyalı olduğu için oranın durumuna ilişkin daha fazla bilgi edinebildiğinden bahisle biraz ayrıntılı bilgi sunmuştur. Ona göre; Kuzey Kafkasya’nın kadim ahalisi bütün Müslümanların, Dağıstanlılar, Çeçenler ve Çerkeslerin cengâverlikleri, Rusya’ya karşı düşmanlıkları izaha muhtaç olmadığından “müdrik ve oraca maruf vesait ile Çerkestan ve Dağıstan’da ihtilal çıkarmak pek mümkündür.”

6 Ağustos 1330 (19 Ağustos 1914) tarihinde, iki aydır Rus sınırları içinde olan Abdülcebbar ve Mutasım efendiler tarafından da Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının bazı bölgelerdeki yankıları ve Rusların faaliyetlerine dair bir rapor gönderilmiştir. Buna göre;[11] Sivastopol’de Osmanlı uyruğu olan Müslümanlar Ruslar canibinden çıkarılmakta olduğu ve posta vapurlarının seferleri kesildiği gibi Ruslar tarafından şiddetli baskı ve sınırlamalar icrasına başlanmıştır. Yerli Müslümanlar galeyan halindedir. Batum’da, Kars’ta ise Müslümanlar kıyama amade bir haldedir. Fakat giriş ve çıkış tamamen kesildiği ve muharebe haberlerini neşredenlere mücazat ilan edildiği cihetle şimdilik bir şey yapılamamaktadır. Buralarda bulunan büyük ağaçlar kâmilen kesilmiş ve yeniden istihkâmlar inşasına başlanmıştır. Kafkasya’da, Rostof’ta ise, Çerkesler isyana hazır olup bu cihetten bir hareket beklemektedirler. Yalta’da, Akmescit’te bulunan Müslümanlar ise genellikle iğtişaşa hazırlanmışlar ise de oralarda külliyetli miktarda asker bulundurulmakta ve ihtilat ve ictimaat kesin olarak yasaklandığından doğal olarak fiili bir eser gösterilememektedir.

Aynı zaman dilimi içinde Rusya ile işbirliği içinde olan Ermenilerin Osmanlı karşıtı faaliyetlerinin de daha önceki isyan ve komitecilik deneyimlerinin de bir sonucu olarak etkili bir biçimde devam ettiğine şüphe yoktur. Hatta Ağustos ayında Kafkasya’daki Ermeniler ve bilhassa komiteciler – muhtemelen kendilerine ayak bağı olmaması için- ailelerini Erivan’a göndermek yoluna gitmişlerdir. Erzurum’daki komitecilerin de ailelerini kâmilen Rusya ve Erivan cihetine aşırmaları dikkat çekicidir.[12]

Dördüncü Ordu Müfettişi Cavid Paşa’nın “bizzat Başkumandan Paşa hazretlerine” kaydını taşıyan ve 12 Ağustos 1330 (25 Ağustos 1914) tarihli yazışmaya cevap olarak gönderdiği 13 Ağustos 1330 (26 Ağustos 1914) tarihli şifreli yazışması Kafkasya’ya ilişkin önemli bilgiler içermektedir:

Kafkasya’da ihtilal hareketleri ifa edilmek üzere Ruslara Osmanlı Devleti tarafından savaş ilan edildiği zaman orada bulunan Dağıstan’ın Avar ve Çeçen kabilelerinden ve en etkililerinden adamlar hazırlanmıştır. Ahmet Fazıl Paşa kadim vatanı olan Kafkasya için bu işin yorucu olmadığını ve yaşının ilerlemiş olmasının kendisinin bu ihtilali vucuda getirmesine engel olmadığını, Doksan üç senesinden evvel Petersburg’u terk ederek Türkiye’ye gelmesinin bu maksada mebni olduğunu beyan etmekle birlikte; vaki olan tekliflerinin hükümetçe kabul ve icra edilmemesinden dolayı Kafkasya ahalisini ayaklanmaya teşvik etmek üzere gönderdiği adamların Ruslar tarafından mahvedilerek yalnızca bir kişinin İstanbul’a dönebildiğini ve bu ihtilal sonucunda 15.000 kişiye yakın Dağıstanlının Sibirya’ya sürüldüğünden başkaca en ileri gelenlerin Ruslar tarafından asılarak köylerinin yakıldığını belirtmiştir.[13] Anlaşılan odur ki, Fazıl Paşa Osmanlı Devleti’nin bir an önce savaş açmasını istemiştir ve Kafkasya’da istenilen ve beklenilen ihtilalin gerçekleşmesi ve başarıya ulaşmasının ön koşulunun bu olduğuna inanmaktadır. Çünkü;

Hükûmet-i Seniyyece Ruslara (ilan-ı) harbden evvel ahalinin ihtilale kıyam ettirilmesi maksadın adem-i husulünden başka bilahare erbab-ı kıyamın Ruslar tarafından imha edilmesi gibi ind-Allah’ta mucib-i mesuliyet ahvalden tevakki etmekte olduğu ve kendisinin icra-yı nüfuz ettiği Avarlarla Çeçenlerin kıyam ettikleri takdirde umum Kafkasya ahalisini ve hatta Rus zulmet-i askeriyesinde bulunan zabitanın Rus aleyhine kıyam edeceklerini ve bundan başka Rus idaresinden dilgîr olan Gürcü büyükleri ve Rus ordusunda bulunan Gürcü generallerle muhaberede bulunarak bunların dahi bizim taraftan muavenet gördükleri takdirde Rus esaretinden kurtulmak için ihtilale hazır bulunduklarını ve muharebe olduğu takdirde Irak havalisinde bulunan Çeçen ve Kafkasya muhacirlerini ve Kürdleri toplayarak Tebriz üzerinden bizzat Kafkasya’ya dahil olub akıncılık edebileceğini ve o sırada göndereceği adamlar vasıtasıyla Kafkasya halkını ihtilale kıyam ettireceğini söyledikten maada kendisinin vuruduna intizar eden Avar ve Çeçen ve Kürd ve Gürcülerin adam göndermeksizin kendisinin hareketinin şuyuuyla kıyam edeceklerini suret-i katiyede temin eylediği ve devletçe Ruslarla muharebe yapılmadığı takdirde maksad hasıl olamayacağı gibi beyhude yere kan döküleceğini[14]…” belirtmiş ve bu konuda Enver Paşa’nın mütalaasını sormuştur. Cavid Paşa’nın Mehmed Fazıl Paşa’ya ilişkin görüşü ise onun öteden beri cesaret ve özverisiyle bilinen, zinde vücutlu “gece gündüz düşüncesi Kafkasya üzerine yürümek ve harb etmekten ibaret”[15] bir kişi olduğu ve Kafkasya arazisini çok iyi bildiği doğrultusundadır.

Cavid Paşa’nın 17 Ağustos 1330 (30 Ağustos 1914) tarihli yeni bir şifreli yazışması Kafkasya’ya yönelik girişimlerin içindeki Alman parmağını göstermekte ve bir an önce Ruslarla harbe girişilmesi yolunda yukarıda değinilen görüşlerde yönlendirici olabileceklerini kuvvetle düşündürmektedir:

“Kafkasya’da ihtilal ifası için Mehmed Fazıl Paşa hazretleriyle öteden beri düşünmekte bulunduğumuz cihetle müşarünileyhin arzusu vechile Bağdad Alman konsolosu vasıtasıyla İstanbul sefirinden teminat dahi alındığından buradan tertib edilmiş en güzide beş kişi yarın yola çıkarılacaktır…”[16]

Bu yola çıkacak kişilere, kendilerine katılacak bazı Çeçenlerle birlikte Kafkasya sınırı üzerindeki Dağıstan-Çeçen muhacirlerinin oluşturduğu İslam Sur köyündeki Dağıstanlılardan gerekenleri alarak Kafkasya cihetine geçip çetecilik yapmaları ve halkı Rus hükümetine karşı ayaklandırmaları talimatı verilmiştir. Ayrıca bunlara bomba, silah gibi nesnelerin Osmanlılar tarafından verilirse daha çok etki yapacağından bahisle; İslam Sur köyünün bulunduğu sınır bölüğü kumandanı ya da bağlı olduğu kaza kaymakamı vasıtasıyla Türkiye tarafında uygun yerlerde depolara konmuş olan işbu nesnelerin anılan köy ahalisi olan Dağıstan muhacirlerine verilerek bunlar aracılığıyla Rusya dahilinde dağıtılması için gerekenlere irade buyrulması da değinilen bu belgede Cavid Paşa tarafından istenmiştir.

Bu arada Harbiye Nezaretine Kafkasya ile ilgili görev almak için dilekçe veren gönüllüler de vardır. Bunlardan biri ilk teşkil edilecek Kafkasya alayına tayinini istekte bulunmuştur.[17] Bu konuda görev isteyenlerden bir diğeri ise şahsını tanıtırken aslen Dağıstanlı olduğunu, Kafkasya’dan Hazar Denizi’ne kadar olan dağlık kesimde meskûn Çeçen ve Lezgi ve Avar ve Kumuk ahalisiyle Şeyh Şamil merhumun kabilelerinin kendisini iyi tanıdıklarını, lisanlarını bildiğini belirterek kendisinin Şeyh Şamil’in sergerdelerinin yer aldığı Mihrhanzadelereden olduğunu vurgulamış ve oraya gidip özveriyle hizmet etmek ve ataları gibi kabilesinin başına geçip Ruslarla savaşmak istediğini ifade etmiştir. On yedi senedir Dağıstan’dan çıkalı beri muhabere ettiğini ve İstanbul’dan talimat alıp gittiği takdirde orada pek çok işler görmek mümkün olduğunun kendisine yazıldığını söyleyen bu gönüllü emir buyrulursa her türlü özveriye hazır olduğunu da arz eylemiştir.[18]

Faaliyetler devam ederken İstanbul’da bulunan bazı Hıristiyan Gürcülerin de deniz yoluyla Kafkasya’ya yakın Türk limanlarına gittikleri anlaşılmaktadır.[19] Kafkasya’da yürütülen etkinliklere ışık tutan bir belgeye göre; Kafkasya ihtilalini gerçekleştirme çalışmaları devam ederken Türk yetkililer Almanların Osmanlı Devleti için zararlı faaliyetler yapabilecekleri endişesini taşımışlardır.[20]

1914 yılı Eylül ayı içinde, Türk makamlarına Ermeni Taşnak ve Hınçak komitelerinin Rusya hükûmetiyle anlaştığı ve harp vukuu takdirinde Türkiye Ermenilerinin bunlara katılacaklarına ilişkin istihbarat gelmiştir. Üstelik Ruslar Odesa, Sivastopol ve sair Karadeniz bölgesindeki yerlerde üç yüz seksen kişi kadar Osmanlı uyruğu Müslümanı Türk casusu diye tutuklamışlardır.[21] Bu durum hem Türk tarafının işlerinin hiç de kolay olmadığını hem de Rusya’nın Ermenilerin gönüllü desteğiyle karşı hazırlıklar içinde olduğunu göstermektedir. Bu koşullarda bile Teşkilât-ı Mahsusa başkanı Süleyman Askerî; Türklerle iş birliği yapmasalar bile, hiç olmazsa yansızlıklarını sağlamaya çalışmak ve bu cihetle kesin zorunluluk olmadıkça Ermenilerin kalplerini bile kırmamak lüzûmu hakkında gerekenlerin dikkatinin çekilmesini istemiştir.[22]

İstanbuldan gönderilen bazı Gürcüler kayıklarla Rusya’ya gönderilmiştir. Bu arada Rusya’daki Rumlar ile Ermeniler ve keza Osmanlı uyruğu olup Rusya’ya firar edenler gönüllü olarak Rusya’da istihdam edilmişlerdir. Erzurum ve havalisinde Osmanlı askeri donanım bakımından çok eksiktir. Bir süre sonra Rusya karşıtı faaliyetler için kurulmuş olan “Kafkas İhtilâl Cemiyeti” için Erzurum’da bir genel merkez, Trabzon ile Van’da birer bölge yönetim kurulu oluşturulmuştur.[23] Ayrıca İstanbul’dan – Süleyman Askerî Bey tarafından- bölgede görevli Rıza Bey’e, şu talimat gönderilmiştir:

  1. Gürcistan’da başarılı olmak için Gürcüler ve özellikle Hıristiyanlarıyla ilişki kurmak ve örgütleriyle temasa girmek gereklidir.
  2. Almanlarla talihimizi bağlamış ve işbirliği etmiş olduğumuzdan bunların maksadımıza hadim bir surette istihdamları gereklidir.
  3. Bundan dolayı orada bulunan Gürcüler ve Almanlarla birlikte hareket etmek -örgüte ve tüm duruma egemen olmamız kaydıyla- çıkarımıza uygundur. Bunun için Alman ve Gürcülerle sizden teşkil ettiğiniz karma komisyonun oyu olmadıkça hiç bir hareket yapılmaması ilkesini koymak ve tamamen korumak gereklidir.
  4. Gürcüler dahilde örgütlenmeye sevk ve Muzel’e de bu husus gereken surette telkin ediliyor.
  5. Kereli’nin kurulması arzusunda bulunduğu lejyon behemehal sizin uygun göreceğiniz yerde ve denetim altında bulunmalıdır.
  6. Dikkat çekecek nümayişkâr hareketler yapılmaması, henüz bizim tarafta yapılacak düzenleme ve hazırlıkların tümüyle tümüyle örtülmesi gereği icap edenlere bildirilmelidir.
  7. Muzel ve Kereli’nin iyi idare edilmesi ancak kabil olamayacağına kanaat hasıl olduğu dakikada gereğine bakmak üzere durumun bildirilmesi.[24]

Türk yetkililerce tasarlanan Kafkasya ihtilalinin alt yapısı hazırlanmaya çalışılırken Bağdat’ta Irak ve Havalisi Umum Kumandanlığı’na gönderilen bir şifreyle “gerek İran dahilinde ve hudud üzerindeki aşair arasında ve gerekse Kafkasya dahilinde”[25] o ana kadar ne gibi teşkilat ve hazırlık yapıldığı ve daha ne gibi kişilerin hangi mıntıkalara gönderilerek teşkilatın ne derecelerde tamamlandığının bildirilmesi istenmiştir. Musul Süvari Kolordu Kumandanı Mehmed Fazıl Paşa’ya gönderilen bir şifre ile aynı şekilde neler yapıldığı sorulmuştur.[26] Musul vilayetinden gelen şifrede ise, Hindistan’a gitmeleri düşünüldüğü halde mevcut koşullardan dolayı bu yolculuğa çıkmaları zorlaşan Abdürreşid ve Ali Efendiler Mehmed Fazıl Paşa’nın vaki isteği üzerine ona katılarak Kafkasya ve Türkistan taraflarında birlikte faaliyete geçmeyi kabul etmişlerdir.[27] Musul Vilayeti’ne çekilen bir başka telgrafla, Kafkasya’da ihtilal hareketleri meydana getirmek üzere yapılan teşkilat ve tertibatın İran’a dahi teşmil edildiği, Azerbaycan cihetinde vukua gelen isyan hareketlerinin bu teşkilatın fiili eserleri olduğu bildirilerek “vaziyet-i siyasiye faaliyet-i umumiyeyi tacil edecek mahiyette bulunduğundan” İran’da Rusya karşıtı faaliyetlerin ivedileştirilmesi istenmiştir.”[28] Musul vilayetinden gelen cevabi cevabi telgrafta, kendilerine verilen emrin uygulanacağı bildirilmiştir.[29] Bağdat vilayetinden İstanbul’a gönderilen şifrede ise yapılan işler hakkında bilgi verildikten sonra Mehmed Fazıl Paşa’nın Erzurum’a doğru gitmekte olduğu bildirilmiştir.[30]

Sonuç

‘Tarihsel tanıklıkların çeşitliliği hemen hemen sonsuzdur. İnsanın söylediği veya yazdığı her şey, imal ettiklerinin tümü, değdiği her şey onun hakkında bilgi verebilir ve vermelidir’[31] Fakat ‘Tarihte her sahada misal o kadar çoktur ki bunlardan ustalıkla bir seçimle istenen her türlü netice çıkarılabilir.[32] Anılan asırlık kan davasını güdenler de ustaca seçimlerle hatta eklemelerle ya da aynı süreçte olumsuzladıkları ‘öteki’nin de savaşın mağduru olduğunu[33] ve olanların nedenlerini göz ardı etmekle, kendi istedikleri sonuçları gerçeğin ta kendisi gibi sunabilirler, sunmuşlardır da. Ancak böylesi bir tutum doğru değildir. Çünkü ‘Tarih incelemesi, nedenlerin incelenmesidir. Neden, niçin sorusuna yanıt aramayanların kendilerine tarihçilik yakıştırmaları doğru değildir.[34] Tarihin bir mahkeme ve şahitlerin de sanıklar olamayacağını[35] hatırdan çıkarmadan tarihi tanıklıkları tenkide tabi tutarak hakikati durmaksızın yakalamaya çalışmak lazımdır. Bu bağlamda denilebilir ki; Rusya ve Osmanlı Devleti karşı saflarda yer alırlarken bu iki devletin etrafında kaderlerini büyük ölçüde bu devletlerden birinin kazanmasına bağlamış ve bu doğrultuda çalışan unsurlar tarihin akışının ve konjonktürün bir sonucu olarak devreye girmişlerdir. Bu çerçevede Osmanlı Ermenilerinin İtilaf Devletleri ve özellikle de Rusya tarafından savaşı kazanmalarına yarayabilecek bir unsur olarak değerlendirildiği, Türk ve Müslüman Kafkas halklarının ise İttifak Devletleri ve bilhassa da Osmanlı Devleti ile işbirliğine girdikleri, hatta Hıristiyan Gürcü halkının da bazı unsurlarıyla bu işbirliğine katıldıkları tarihi bir vakıadır. Bu nedenle Birinci Dünya Savaşı başlarında Kafkasya ve çevresindeki gelişmeler incelenirken bütüncül bir yaklaşımla her iki tarafın birbirine oldukça benzeyen ve savaştan zaferle çıkmak için gerçekleştirdikleri etkinlikler aynı ölçüde ilgiye değer.

İşin ilginç olan tarafı aradan geçen zamana ve bu süreçte değişen dünyaya karşın Sovyetler Birliği sonrası dönemde Rus nüfuzunun ülkelerinden/bölgelerinden çekilmesini isteyen Kafkasya halklarının neredeyse tümüyle Birinci Dünya Savaşı başlangıcında Osmanlı Devleti ile yakın temas ve işbirliği içinde olanlardan meydana gelmesidir. Üstelik Rus Çarlığı’nın vaktiyle Kafkasya ve ötesinde egemen olabilmek için kullandığı ve anılan savaşta işbirliği yaptığı Ermenilerin ise güncel çatışmalar içinde -türlü nedenlerle- bölgedeki Rus etkisinin sürmesinde büyük önem taşıyan stratejik bir manivela olarak Rusya Federasyonu tarafından değerlendirilmekte olduğu da yadsınamaz.

Dr. Vahdet KELEŞYILMAZ

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 392-397


Dipnotlar:
[1] Mim Kemâl Öke seksenlerde arşiv belgelerini büyük ölçüde tüketerek kaleme aldığı bir çalışmasının kendi bulgu ve sonuçların destekleyen yeni bilgi ve belgeleri de ekleyerek geliştirdiği yeni basımının önsözünde [ Yüzyılın Kan Davası Ermeni Sorunu (1914-1923), İstanbul, 2000. ]; “‘Küresel Toplum’ 21. yüzyıla özgü evrensel bir etiğin üretilmesi için sivil toplumlar arası bir moral şebekeleşmeye giderken Ermeni sorunu bir kez daha ‘jenosit’ tanınması adı altında ABD’nin iç siyasetine giriverdi. Doksanlardaki durgunluk ve belki de çözülüşün arkasından Ermeni Sorunu’nun milenyumun başında yeniden ‘canlandırılması’, belki de uluslararası atmosferin ‘Öteki’ne gösterdiği duyarlılığın kulanılışına, hatta istismarına yol açıyor. Hem de Türk soylularının bir iftiranın siyasallaşması ile ulusal hakarete maruz kalmalarıyla. Aslında Ankara istediği kadar tarihi bilim adamlarına bırakınız tezine yapışsa da, düğüm tarihsel platformu aşmış durumda. Daha doğrusu bu incelemede analize tabi tutulan Ermeni Sorunu’nun iç yüzü, bu jenosit tasarılarının mimarlarının umurunda değil. Çünkü küreselleşmenin bu kavşağında etnikliğin destanlaştırılması ilgili ulusların özgeçmişinde değil özkimliğinde aranmalı. Zaten, düğüm de burada. Çünkü, Ermeni nasyonalistleri, Diaspora Ermenileri, hatta Ermenistan yurttaşları için jenosit, onların kimlik ve kişiliğini oluşturan temel özne. Bu tema etrafında kurmuşlar kültürel varlıklarının hikmet-i vücudunu. Evet, bu Vamık Volkan’ın ‘Kanbağı’ adlı çalışmasında da vurguladığı gibi, sosyo-psikolojik boyutları ağır basan victimization (kurbanlaştırma) kompleksi. Bunu ellerinden tarihi bilgi ve belgeler ışığında, aldığınız vakit kendilerini tanımlayacak ‘öteki’nden, ötekini ‘dehumanize’ eden insanlıkdışılaştıracak-temel olgudan mahrum kalacaklar. Bu da tarihin değil, psiko-analistlerin sorunsalı. Pratikte de üzerine eğilmesi gereken disiplin budur.” demektedir.
[2] Vladimir Potyemkin ve diğerleri: Uluslararası İlişkiler Tarihi 2 (çeviren: Attila Tokatlı) İstanbul, 1978, s. 411. -Vahdet Keleşyılmaz “Atatürk’ün Bulgar Basınındaki Önemli Bir Polemik Hakkındaki Bilgi ve Görüşleri ve Ulusal Dış Politika Üzerine”, A. Ü. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi (Atatürk Yolu), Yıl: 10, Sayı: 20 (Kasım 1997) den ayrı basım.
[3] Alan Bodger: “Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Çeviren: Ahmet Fethi, İstanbul, 1999, s. 110.
[4] Kanaatimiz odur ki Goeben ve Breslau’ın (sonradan verilen isimleriyle Yavuz ve Midilli) Türkiye’ye gelişleri de -diğer nedenlerin yanısıra-aslında Rus donanmasını Karadeniz’deki üstünlüğüne ve Boğazlara yönelik her hangi bir harekete geçebilme ihtimaline karşı alınmış bir tedbirdir. Çünkü Türk- Alman İttifakı açısından bu iki geminin gelişi tesadüfi değildir. Türk tarafının böyle bir isteği ve beklentisi olduğu Enver Paşa tarafından dile getirilmiş ve İstanbul’daki muhatapları tarafından Berlin’e bildirilmiştir. Berlin’den verilen talimat üzerine anılan iki gemi rotasını İstanbul’a çevirmiştir. [Ulrich Trumpener: Germany and the Ottoman Empire (1914-1918), Princeton-New Jersey, 1968, s. 25-27. ] Zaten Enver paşa da bu gemilerin geleceğini bildiğindendir ki, 4 Ağustos 1914 tarihinde Bahr-i Sefid (Akdeniz) Boğazı Kumandanlığı’na “gayet mahrem” bir talimatıyla Alman ve Avusturya savaş gemilerinin boğazdan girişine izin verileceğini bildirmiştir. Aynı makalede, Osmanlı Devleti’ni resmen savaşa sokacak Karadeniz olayını gerçekleştiren donanmanın da 22 Ekim 1914 tarihinde Enver Paşa tarafından verilen bir emirle harekete geçtiği anlaşılmaktadır. [Mustafa Balcıoğlu, “Birinci Dünya Savaşına Girişimizle İlgili Tartışmalar ve Yeni Belgeler”, Tarih ve Toplum, S: 114 (Haziran 1993), s. 20-22] Ayrıca daha Birinci Dünya Savaşı çıkmadan önce İstanbul’daki Rus büyükelçisinin, Osmanlı Devleti’nin İngiltere’den sipariş ettiği ve teslim zamanı yaklaşmakta olan gemilerin Türk donanmasına katılması hususundaki çekincelerini İngilizlere beyan ederken diğer gerekçelerinin yanısıra-Karadeniz’deki Rus üstünlüğünün korunması amacı açıktır. [Bilal N. Şim: Aegean Question, Dokuments Volume-II (1913-1914), s. 594-595.] Rus büyükelçisinin bu isteğine uygun olarak-yalnızca iki hafta sonra-anılan dretnotlardan biri olan Sultan Osman’a, devir teslim töreni için İngiltere’de bulunan Osmanlı yetkilisi Rauf Orbay bunlara Türk bayrağı çekilmesini beklerken 3 Ağustos 1914 günü İngilizlerce el konmuştur. (İngilizlere verilen gemi siparişleri ve bu elkoyma hakkında bakınız: Mim Kemal Öke-Erol Mütercimler: Sultan Osman, İstanbul, 1991.) Berlin’den verilen talimatın İngilizlerin elkoyma kararıyla aynı zamana rast gelmesi Yavuz ve Midillinin önemini gösteren bir başka ayrıntı mıdır? Bu üzerinde düşünülmeye değer bir konudur.
[5] Ali İhsan SABİS, Harp Hatıralarım, Birinci Dünya Harbi, C. 1, İstanbul, 1991, s. 141.
[6] İsrafil KURTCEPHE: “Birinci Dünya Savaşında Bir Süryani Ayaklanması”, A. Ü. Osmanlı Tarihi Araştırma Ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), Sayı: 4 (1993) s. 291-296. -İsrafil Kurtcephe ve Suat AKGÜL: “Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kürt Aşiretleri Üzerindeki Faaliyetleri, A. Ü. Osmanlı Tarihi Araştırma Ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), Sayı: 6 (1995), s. 249-256.
[7] Bu ön kabulleri taşıyanların tümünü, her hangi bir nedenle Türkiye’ye karşı olumsuz duygular besleyen kişiler olarak nitelemek doğru değildir. Üstelik bu ön kabuller büyük ölçüde I. Dünya Savaşı’ndan daha önceki olaylarla da temellendirilebilmektedir. Bu konudaki örneklerden biri Gronau’nun [Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin Doğuşu (Çev. Gülderen Koralp Pamir), İstanbul 1994. ] yapıtıdır. Bu kitabın Türkçe basımına önsöz yazarak açıklayıcı notlar ekleyen Prof. Dr. Toktamış ATEŞ’in ifadesiyle, (s. 35) “Her ne kadar Dietrich Gronau, Türkleri ve Türkiye’yi seven bir yazarsa da, bazı konularda Avrupalı önyargılardan kendini tümüyle kurtarması mümkün olmamaktadır. Osmanlıların Ermenilerle ilgili olarak ‘organize bir katliam’ı asla söz konusu değildir. Her iki taraf da karşılıklı büyük acılar ve sıkıntılar çekmişler ve çok kan akıtmışlardır. ” Yazar’ın 1895 ile 1896 yılları arasında Osmanlılar tarafından yapılan organize bir katliamla 100.000’den fazla Ermeni’nin yok edildiği ifadesi üzerine bu notu düşen Ateş, Gronau’nun ‘1915 yılında Doğu Anadolu’da Ermenilere uygulanan kitle katliamının sorumluluğu en azından şeklen ona aittir’ dediği Talat Paşa’yı Berlin’de bir suikast sonucu öldüren Ermeni’nin mahkeme tarafından serbest bırakılmasına değindiği paragrafa ise (s. 78) yukarıda anılan açıklamasıyla ilintilendirdiği şu notu düşmüştür: “Bu mahkeme tam bir hukuk skandalıdır. Bir başka notta değindiğimiz ‘Avrupalı önyargısı’ ile Talat Paşa’nın suçluluğuna inanılmış ve katili neredeyse bir kahraman muamelesi görerek, sudan bir bahane ile beraat ve tahliye edilmiştir. ”.
[8] ATASE Arşivi, K: 243, D: 1009, F: 4-7-21/3. (Bundan sonra arşiv adı verilmeyecektir. K: Klasör, D: Dosya, F: Fihrist anlamında kullanılmıştır.).
[9] Jehuda WALLACH, Bir Askerî Yardımın Anatomisi (çev. Fahri Çeliker), Ankara, 1985, s. 171.
[10] K: 1828, D: 1, F: 1-1/1.
[11] K: 1828, D: 1, F: 1/2.
[12] K: 2818, D: 59, F;: 1-2.
[13] K: 1828, D: 1, F: 1/3.
[14] K: 1828, D: 1, F: 1/4-1/5
[15] K: 1828, D: 1, F: 1/5.
[16] K: 1828, D: 1, F: 1/7.
[17] K: 1828, D: 1, F: 1/8. (20 Ağustos 1330 tarihlidir.).
[18] K: 1828, D: 1, F: 1/9. (21 Ağustos 1330 tarihlidir.).
[19] K: 1828, D: 1, F: 1/12. (Örneğin: 10 Eylül 1330 tarihli bir telgrafla Kemal Bey Gürcü Tişmidi’nin ilk vapurla göndermesi için Askerî Bey’e bu isteğinin söylenmesini bildirmiştir.).
[20] K: 249, D: 1036, F: 11. (Türkler, Almanların ve onlarla yakın işbirliğinde olan bazı Gürcü komitesi mensuplarının kendilerini bir oldu bitti ile ansızın savaşa sokabilecekleri endişesini taşımışlardır).
[21] Vahdet Keleşyılmaz, “I. Dünya Savaşı’nda Ulusal Güvenlik ve Dil Bilir Eleman İhtiyacı”, Askerî Tarih Bülteni, Yıl: 25, Sayı: 48 (Şubat 2000), s. 146-147.
[22] K: 249, D: 1036, F: 14.
[23] Vahdet Keleşyılmaz, “Kafkas Harekâtının Perde Arkası”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVI, Sayı: 47 (Temmuz 2000) den ayrı basım, s. 371-376.
[24] K: 249, D: 1036, F: 18.
[25] K: 1828, D: 1, F: 1/19.
[26] K: 1828, D: 1, F: 1/22.
[27] K: 1828, D: 1, F: 1/23. (Mehmed Fazıl Paşa’nın bu isteğine Enver Paşa da muvafakat vermiştir. Aynı belgedeki derkenarda bu görülmektedir. Bu muvafakat Musul Vilayetine çekilen bir telgrafla bildirilmiştir: K: 1828, D: 1, F: 1/24.).
[28] K: 1828, D: 1, F: 1/27. (1 Teşrin-i Evvel 330 tarihli ve Süleyman Askerî imzalı).
[29] K: 1828, D: 1, F: 1/28. (Türk faaliyetlerinin devam ettiği süreçte; 1914 Eylülünde Odesa yoluyla hareket eden Ali Murteza Efendi görev bölgesi olan Dağıstan’da özellikle nüfûzlu kişilerle irtibata geçmeye gayret göstermiş, Avar hanlarını ziyaret etmiştir. Ancak Avar hanları kendisine ancak ayaklanmanın büyümesinden sonra harekete geçebileceklerini söylemişlerdir. Ali Murteza, Teşkilât-ı Mahsûsa’nın vaad etmiş olduğu para, silâh ve cephane gelmeyince büyük sıkıntı çekmiş ve bu nedenle İran’a dönmüş ve sunduğu raporda, yeterli para sağlandığı takdirde Kafkaslarda ihtilâl çıkarmak, köprüleri uçurmak, hattâ Bakü petrollerini yakmak gibi işlerin mümkün olabileceğini dile getirmiştir. Bundan sonra etkinliklerine devam eden Ali Murteza, bir grupla birlikte Bakü’ye gitmiştir. Müsavat Cemiyeti ile irtibat kurulmuş ve bu cemiyet Rus Kafkas Ordusu’nda bulunan bir Gürcü subay aracılığıyla Rus orduları hakkında bilgi toplayarak ilgililere ulaştırmak, İran üzerinden Bakü’ye kadar silâh kaçırılması için gerekli önlemleri almak gibi işleri üstlenmiştir. Müsavat Cemiyeti lideri olan Mehmet Emin Resulzâde ise Osmanlı Devleti’nin Tahran Elçiliğine gönderdiği raporlarla, Rus orduları hakkında bilgi vererek kendilerine silâh yardımı yapılmasını istemiş fakat bu mümkün olamamıştır: Sadık Sarısaman, “Birinci Dünya Savaşı Sırasında İran Elçiliğimiz İle İrtibatlı Bazı Teşkilât-ı Mahsûsa Faaliyetleri”, A. Ü. Osmanlı Tarihi Araştırma Ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), Sayı: 7 (1996), s. 209-217. ] Ayrıca Resulzâde’nin bu dönemi içine alan anıları için bakınız: Resulzâde Mehmed Emin (Sabık Azerbaycan Şura-yı Millisi Reisi), Azerbaycan Cumhuriyeti, Keyfiyet-i Teşekkülü ve Şimdiki Vaziyeti, Şehzâdebaşı (İstanbul), 1339-1341.
[30] K: 1828, D: 1, F: 1/30-1/31.
[31] Mark Bloch: Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay), Ankara, 1985, s. 42.
[32] Ariel-Will Durant: Tarih Üzerine (Çev. Hüseyin Zamantılı), İstanbul, 1983, s. 114.
[33] Anadolu’da birinci Dünya Savaşı ve onun uzantısı olan Milli Mücadele döneminde Müslüman nüfustan iki buçuk milyon kişi ya da toplam nüfusun %18 i ölmüştür. Ancak bu oran anılan nüfus kaybını yeteri kadar açıklamamaktadır. Çünkü bilimsel çerçevede projeksiyon yöntemiyle yapılan bir değerlendirme ile olağan koşullarda olması gereken Müslüman nüfus ile savaştan sağ çıkabilen nüfus arasındaki fark 4. 093. 905 kişi gibi çok daha yüksek bir kaybı göstermektedir ki Anadolu Müslümanlarının uğradığı ölüm telefatı başka hiçbir devlette olmadığı kadar yüksektir. [Justin MCCARTY, Müslümanlar ve Azınlıklar (Çev. Bilge Umar), İstanbul, 1998, s. 141-148.].
[34] E. H. Carr: Tarih Nedir (Çev. Misket G. Gürtürk), İstanbul, 1980, s. 115.
[35] Leon E. Halkın: Tarih Tenkidinin Unsurları (Çev. Bahaeddin Yediyıldız), Ankara, 1989, s. 29.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.