Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

I. Bölüm: 03 Mayıs 1944 Olayları

1 15.252

Necmettin SEFERCİOĞLU 

03 Mayıs 1944, gerçekte, bir Türkçü ile bir komünistin mahkeme önünde hesaplaştıkları, o sırada Adliye Sarayında ve çevresinde toplanan milliyetçi üniversite gençliğinin gerçekleştirdiği büyük bir gösteri ve yürüyüşün yapıldığı gündür. Fakat bu etkinliklerin sonunda olaylar, zamanın Cumhurbaşkanı’nca ve hükümetçe, hiç akla gelmeyen çok sert bir tepki ile karşılandı. Hemen gösteri ve yürüyüşe katılan birçok genç gözaltına alınmağa başladı. Ertesi günlerde, bu tepki Türkçülüğe yönelik bir saldırı ve iftira kampanyasına dönüştü. Ankara’daki gözaltılarla yetinilmedi; yurdun değişik yerlerinde yaşayan veya çalı­şan kimi Türkçülerin de evleri ve işyerleri arandı ve kendilerinin gözaltına alınmasına girişildi. Üstelik gözaltına alınanlar, getirildikleri Ankara’da bırakılmayıp o sırada sıkıyönetim altında bulunan İstanbul’a götürüldüler. Bir yandan da Ankara ve İstanbul’da yayınlanan başlıca gazetelerde Türkçülere ve Türkçülüğe yönelik bir iftira yazıları furyası başlatıldı. Bununla da kalınmadı; Hükümet bir resmî bildiri yayımladı, Cumhurbaşkanlığı makamındaki kişi de, o yılın 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramında, Türkçüleri ve Türkçülüğü yargısız infaza tabi tutan bir söylev verdi. Gözaltına alınıp İstanbul’da topla­nan Türkçüler, 03 Mayıs 1944 günü yapılan gösteri ve yürüyüşle hiç ilgisi bulunmayan suçlamalarla, işkenceler altında sorgulandılar, yargılandılar, cezalarını(!) orada çekme durumunda bırakıldılar. Fakat, sonuçta hepsi aklandı.

Sorgulamalar sırasında uygulanan çeşitli ve ağır işkenceler ile başlayan ve bir yılı aşkın süren zindan hayatı, onlar üzerinde maddî ve manevî yıkıntılar oluşturdu. Bazılarına yapılan zulümler, aklanmalarından sonra da sürdürüldü: Kimisinin görevine iadesi uzun süre engel­lendi; kimisi de hukuken bulunmaları gereken görev mevkileri yerine, yurdun uzak yerlerinde en alt kademedeki görevlere sürgün olarak gönderildi. Yani maddî ve manevî işkenceler yıllarca sürdü.

03 Mayıs 1944 günü başlayan ve değişik evreleri 1947 yılına kadar uzanan bu süreç içinde tam bir devlet terörü estirildi. Türkçü veya milliyetçi olarak tanınan kişiler, bulundukları yerlerde toplumdan soyutlandılar. Herkes onlara kuşku ile bakar oldu. En yakınlarının bile onlarla olan ilişkileri ya tümüyle kesildi ya da en aza indi.

Zamanın iktidarınca “Irkçılık Turancılık dâvâsı” diye adlandırılan o karanlık sürecin başlangıcında şu olaylar yaşandı:

a) Atsız Sabahattin Ali Dâvâsı.

Üç Mayıs olayları Türkçü Hüseyin Nihal Atsız ile komünist ve vatan haini olarak suçladığı Sabahattin Ali arasındaki ‘hakaret dâvâsı’nın ikinci duruşması sonrasında başladı. Dâvâ, Atsız’ın, çıkarmakta olduğu Orhun dergisinin 16. sayısında yayımlanan “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye ikinci açık mektup” (Atsız, 1944b: 912) başlıklı yazısındaki bir açıklamaya dayanıyordu.

Yayımladığı iki “açık mektup”ta Atsız, II. Dünya Savaşlarının sonuna doğru Sovyetler Birliği’nin savaşı kazanma sürecine girmesi üzerine Türkiye’de gemi azıya alan komünist etkinliklerine dikkat çekiyor ve özellikle bunların eğitim alanında yapacağı yıkıcı etkileri açıklayarak, bu kötü gidişe bir “dur!” denilmesini istiyordu. TBMM’deki bir konuşmasında Türkçü olduğunu söylemiş bulunan “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye” hitap eden mektuplarının ikincisinde Atsız, özellikle Millî Eğitim alanındaki komünist etkinliklerini ve faillerini ele alıyor, onları sırasıyla tanıtıyor ve yazısının sonunda o etkin­likleri destekleyen zamanın Maarif Vekilini istifaya dâvet ediyordu[1]. Yazısında etkinlikleri üzerinde durduğu ilk kişi de, sabıkalı (fakat affedilmesi sağlanmış) bir Devlet Konservatuarı öğretmeni olan Sabahattin Ali idi. Atsız’ın açık mektupları bütün ülkede büyük ilgi ve coşku ile karşılanmıştı.

“Kendisini tanıyan herkesin komünistliğini bildiği” (Atsız, 1947b: 912.) bu kişinin 1931 yılında yayımladığı, Atatürk başta olmak üzere zamanın devlet büyüklerini alaya alan bir şiirden dolayı 14 ay hapis cezası aldığını, buna rağmen bazı hâmilerince affedilmesinin sağlandığını ve Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’ce kısa zamanda Konservatuar öğretmenliğine yükseltildiğini belirttikten sonra, vatan hainliğine varan eylemlerini anlatıyordu. İşte dâvâyı bu sabıkalı komünist açmıştı.

Sabahattin Ali’nin, savcıya ve Konservatuar Müdürü Orhan Şaik Gökyay’a “Ben dâvâ açmayacaktım, Hasan Âli bey böyle istedi” (Müftüoğlu, 1977: 46) itirafında bulunduğu[2], dâvânın ilk duruşması 26 Nisan 1944 günü, saat 10.00’da başladı. Fakat katılanların aşırı yığınağından korkan dâvâcı, Adliye Sarayının giriş katındaki, salonun açık olan penceresinden atlayarak kaçtı. Bunun üzerine ara verilen oturum, aynı gün öğleden sonra, daha büyük bir salonda yapıldı. İlk iddia ve savunmaların sunulmasından sonra yargıç Saffet Unan, “hakarete dair kelimeler ‘vatan haini’ kelimelerinden ibaret olduğuna göre vatan haini olduğunun ispat edilmesini isteyip istemediği sualinin” dâvâcıya sorulmasına karar vererek duruşmayı erteledi (Müftüoğlu: 1977: 49).

03 Mayıs 1944 Çarşamba günü yapılan ikinci duruşmaya çok daha kalabalık bir dinleyici topluluğu katıldı. Ankara’nın milliyetçi gençliği Adliye Sarayı’nın koridorları ile çevresini ve Anafartalar Caddesini doldurmuştu. Bu ikinci duruşmada Atsız’ın avukatlarının, “soruşturmanın genişletilmesi” isteği reddedildi ve savcının son iddianamesini sunmasından sonra, duruşma 09 Mayıs 1944’e bırakıldı.

09 Mayıs 1944 Pazartesi günü yapılan son duruşmada, avukatlarının savunmalarını okumalarından sonra, Atsız savunmasını yaptı ve

“Söze başlarken de bildirdiğim gibi kararı kendi lehime çevirmek için hiçbir kaçamak yolu aramadığıma inanmanızı rica ederim. Şu kadar söyleyebilirim ki, Sabahattin Ali bir komünist olduğu, yani rejimi değiştirmek ve istiklâlimizi yok etmek istediği, yani vatan hâini olduğu için Başvekile olan mektubumda bir vatan hâininin Maarif Vekâleti tarafından korunduğunu belirtmek üzere bu tabiri kullandım.”

dedikten sonra savunmasını,

“Sözlerimin burasında siz belki benim bir talepte bulunmamı beklersiniz. Ben büyük bir vicdan huzuru ve inanç sağlamlığıyla, bütün samimiyetimle size her şeyi anlattım. Sizden beraat istemiyorum. Aile ocağıma bir an önce dönmek için çabuk bir karar vermenizi istiyorum,”

diyerek bitirdi (Müftüoğlu, 1977: 59.).

Mahkeme “Mücerret olarak söylenen ‘vatan hâini’ tabirini” hakaret saymadı, “sövme” olarak kabul etti ve ona göre ceza verdi; o cezada indirim yaptı ve erteledi. Duruşmanın Türkçülüğe yönelik devlet terörünün başladığı bir ortamda yapıldığı düşünülürse, yargıç güvencesinin bulunmadığı o yıllarda yargıcın başka türlü hareket edemeyeceği, bir “beraat kararı” veremeyeceği kolayca anlaşılır. Bu kararda önemli olan sonuç, “vatan hâini” tabi­rinin suç sayılmayarak, ithamın dâvâcı üzerinde kalmış olmasıdır. Böylece, Sabahattin Ali’nin vatan hâinliği Mahkemece de, dolaylı olarak kabul ve tescil edilmiştir.

b) Atsız’ın DTCF Ziyareti

Bu dâvânın ilk iki duruşması arasında Ankara’da kalan Atsız, kendisini otelde ziyarete gelen Tarih Doçenti Dr. Osman Turan ile asistan Ahmet Ellezoğlu’na ziyaret iadesinde bulunmak için, 28 Nisan 1944 günü, yine onlarla, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne gitti. Atatürk Bulvarı’nda, yaya olarak ilerlerken, içinde İnönü ile Hasan Âli Yücel’in bulunduğu Cumhurbaşkanlığı aracı ile karşılaştılar. Hasan Âli, İnönü’ye onları gösterdi. Fakülte önüne geldiklerinde de Pertev Naili Boratav onları görerek hemen Dekan Şevket Aziz Kansu’ya koştu ve Atsız’ın Fakülteye geldiğini bildirdi. Bir mâsumane ziyaret, böylece, bir olay durumuna dönüştü; ziyareti Fakültedeki herkes duydu. Bunun üzerine konuk olduğu Osman Turanın odası, Atsız’a “hoş geldiniz” diyen öğrenci toplulukları ile doldu, taştı. Dekan, ona gösterilen bu ilgiden çok rahatsız oldu. Fakülteden ayrılırken bir görevli Atsızı, Dekan’ın emri ile, ana kapıdan değil de, kimsenin bulunmayacağı bir yan kapıdan çıkardı.

Bu ziyaret, Maarif Vekilliğini de harekete geçirdi. Bakanlıktan gelen Yüksek Öğretim Genel Müdürü Fakülte’de incelemelerde (!) bulundu. Sonuçta Osman Turan 04 Mayıs’ta “vekillik emrine” alındı ve bu ceza 30.11.1944’e kadar sürdü. Ahmet Ellezoğlu da bir süre sonra okuldan uzaklaşmak zorunda bırakıldı. Başka bir asistan ise çareyi hemen askere gitmekte buldu; fakat bir daha Fakülteye dönemedi (Atsız, vb., 06.04.1951 : 1315.; Sefercioğlu, 2004 : 88.).

c) Türkçü Şahlanış.

03 Mayıs 1944 Çarşamba günü yalnız Atsız-Sabahattin Ali dâvasının 2. duruşması yapılmadı; güne, o duruşmayı izlemek üzere Ankara Adliye Sarayı’nın içini ve çevresini dolduran büyük gençlik ve halk kitlesinin başlatıp sürdürdüğü yürüyüş ve gösteri damgasını vurdu.

Duruşmanın sona ermesinden sonra gençler toplu halde yürüyüşe geçtiler. Millî marşlar söyleyerek ve “Kahrolsun komünistler” sloganları atarak Ulus Meydanına yürüdüler, Orada konuşmalar yapıp marşlar söyledikten sonra, Başvekillik’in, o zamanlar İş Bankası’nın arkasında ve Valiliğin yanında bulunan yapısı önündeki alana geçip komünizmi lânetleyen konuşmalar yaptıktan, sloganlar attıktan, Başbakanla görüşmek isteyip makamında bulunmadığını öğrendikten sonra İstiklâl Marşı söyleyip yine Ulus’tan geçerek yeniden Anafartalar Caddesine yöneldiler.

Göstericilerin Çankaya’ya yürüyeceği kaygısına düşen il yöneticileri böyle bir durumda onları durdurmak için Atatürk Bulvarında önlemler almışlardı. Ankara Emniyetinin yanlış bir değerlendirmesi ile gösteriye katılanların Çankaya Köşkü’ne yürüyeceklerinin bildirilmesi üzerine de İnönü de çok telâşlanmış, Muhafız Alayı’na Köşk çevresinde güvenlik önlemleri aldırmıştı. Oysa, gençlerin öyle bir niyeti yoktu; herhangi bir taşkınlık da yapmadılar. Bu durum gençlerin polisle çatışmasını bekleyen Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, Ulus gazetesi başyazarı ve milletvekili Falih Rıfkı Atay ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan üçlüsünün Türkçüler için tasarladığı komployu geçersiz kılmıştı.

Yürüyüşçüler, yeniden Anafartalar Caddesine geçerek, Samanpazarı’na yönelmişlerdi. Yürüyüş yönünün değişmesi Polis’in yeni bir tedbir almasına yol açtı: Motosıkletli ve atlı polis ekipleri ara sokaklardan geçerek gençlerin karşısına çıktılar; motosıkletlerini ve atlarını, yürüyüş yolundaki kalabalığın üzerine sürdüler. Böylece Çankaya’nın ve komplo çetesinin istediği oldu. Gençler ile polisler çatışmaya girdiler. Yakalanan gençler, yürüyüşe katılıp katılmadıklarına bakılmadan, polis motosıkletlerinin sepetlerine doldurularak, Emniyet 1. Şubesine götürüldüler.

O yürüyüş ve gösteri, Ankara’da o zamana kadar görülmemiş, çok görkemli bir etkinlikti. Yol boyunca yapıların pencerelerine ve dükkânların önlerine çıkan halk, bu coş­kulu gençleri ilgi ve takdirle izliyor, alkışlıyordu; kimisi de hemen topluluğa katılıyordu. O arada gazeteciler ile sivil polisler de durmadan fotoğraf çekiyorlardı (Atsız, vb. 27.04.1951: 1314.).

ç) İlk Gözaltılar ve Tutuklamalar

03 Mayıs’a damgasını vuran başka bir olay da, sonraki yıllarda ünlü Serdengeçti dergisini çıkaracak olan Osman Yüksel’in Sabahattin Ali ile dövüşmesi ve onu dövmesi idi (Atsız, vb., 13.04.1951: 13.; Müftüoğlu, 1977: 49.). Bu olay da hükümeti ve il yönetimini çok ürkütmüş, telâşlandırmıştı. Bunun etkisi ile Yücel-Atay-Tandoğan, üçlüsü hemen harekete geçti. Yürüyüşün sorumlularının, gösteriye katılanların gözaltına alınması için sert emirler verildi. Böylece, devlet terörünün ilk uygulaması yapılmış oldu. Öyle ki, görevleri ve yetkileri bulunmadığı halde, Yücel ile Atay, Cumhurbaşkanından aldıkları cesaret ve cüretle, gözaltına alma eylemlerini Vali Tandoğan ile birlikte yönetmeğe ve yönlendirmeğe koyuldular.

Gözaltılar yürüyüşler sırasında başlatıldı. Polis; izin alınmadan, kendiliğinden gelişen bu gençlik gösterisine katılan öğrencilerin elebaşısı saydıkları, motosıkletlilerin yakaladığı ve/ya fotoğraflara yakalanan gençleri gözaltına alıyordu. Bu uygulama, gece boyunca ve ertesi gün de devam etti.

Gözaltına alınanlar arasında o zamanın Hukuk Fak. öğrencileri Sait Bilgiç, Cebbar Şenel, Mehmet Irmak, DTCF asistanı Ahmet Ellezoğlu ve öğrencisi Osman Yüksel ile Sait Sadi Danişmendgazioğlu, Cevdet Savgar, vb. vardı. Siyasal Bilgiler (Y.) Okulundan birçok öğrenci de, gözaltına alınan 165 kişi arasındaydı. 04 Mayıs günü gözaltına alınıp okul Müdürünün girişimi ile serbest kalan SBO Öğrenci Derneği Başkanı Osman Gümrükçüoğlu ile Ali Çankaya ve Ziya Çoker, gözaltında bulunan arkadaşlarının salıverilmesi için harekete geçmiş, başvuracak başka üst yönetici bulamadıkları için, 06 Mayıs 1944 günü Genel Kurmay Başkanı Kâzım Orbay ile görüşüp arkadaşlarının kurtarılmasına yardımcı olmasını dilemişlerdi, fakat ondan olumlu bir karşılık alamamışlardı (Atsız, vb., 04.05.1951: 1315). Buna rağmen gözaltındaki SBO öğrencileri, birkaç gün içinde, azar azar serbest bırakıldılar. Fakat, Maarif Vekili duyduğu bu girişimi affetmedi: o zaman kendisine bağlı olan SBO’nun yöneticilerine emir vererek onların okuldan temelli atılmasını emretti. Hemen toplanan okul disiplin kurulu, Müdür Prof. Dr. Zeki Mesut Alsan’ın araya girmesi ile, Gümrükçüoğlu’ya iki, Çankaya ve Çoker’e birer yıl uzaklaştırma cezası verdi. Böylece, SBO’nun o çalışkan ve seçkin öğrencileri, okullarından temelli uzaklaştırılmaktan kurtarılmış oldular (Gümrükçüoğlu, 2000: 5053.). Fakat DTCF’nin yöneticileri, son sınıfa gelmiş ve bitirme sınavlarına girmek üzere olan öğrencileri Osman Yüksel için aynı tavrı ve basireti gösteremediler; onu fakülteden temelli uzaklaştırdılar.

03 ve 04 Mayıs 1944 günlerinde üniversiteden sınıf arkadaşı olan Devlet Konservatuarı Müdürü Orhan Şaik Gökyay’ın evine konuk olan Atsız, 05 Mayıs Cuma günü onlarla birlikte bir ortak arkadaşlarının evine akşam yemeğine dâvetli idi. Yemeğin ortasına doğru telefonla aranan Gökyay’a Cumhurbaşkanı’nın kesin isteği (emri) iletildi. Başyaver telefonda Atsız’ın evden hemen ayırılmasının istendiğini bildiriyordu; bu yapılmazsa zor kullanılacaktı. Yâni Atsız, İnönü’nün emri ile, konuk olduğu evden kovduruluyordu (Atsız, vb., 04.05.1951: 1314).

Ankara’da bu gözaltılar olur, yüzlerce genç emniyet nezarethanesinde çile çekerken, başta İsmet İnönü olmak üzere, devletlüler Türkçülüğe ve Türkçülere yönelik olarak yeni bir yok etme plânı oluşturuyorlardı: Bu, “Irkçılık-Turancılık Dâvâsı” olarak adlandırdıkları eylemlerin hazırlığı idi.


Kaynak: Necmettin SEFERCİOĞLU
3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvâsı
TÜRK OCAKLARI ANAKARA ŞUBESİ

[1] 03.05.1944’ten sonraki olaylar olmasa ve Orhun dergisinin yayımı sürdürülebilse idi, kuşkusuz, öteki alanlardaki komünist etkinlikleri ve himayecileri de ele alınıp kamuoyuna duyurulacaktı.

[2] Sabahattin Ali’yi bu konuda Falih Rıfkı Atay’ın kışkırttığı da biliniyor.

1 yorum
  1. Yunus diyor

    Vay be Atsız ata büyük bir yolbaşıcı

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.