Hunlardan Haberler: Venedik ve Aquıleıa
Bir askeri harekâtın eski zamanların en önemli kentlerinden birini ortadan kaldırıp aynı anda yeni zamanların en önemli kentlerinden birinin başlangıcını işaretlemesi tarihte pek vaki olan şeylerden değildir; belki başka bir örneği de yoktur. Bu hikâye Roma döneminde Kuzey İtalya’nın en önemli şehri olan, adını ‘Kartal Yuvası’ diye çevirebileceğimiz Aquileia ile Avrupa’nın diriliş ateşini yakan, uzun bir dönem önemli bir uluslararası güç olarak varlığını koruyan ve bugün dahi özgünlüğü ile bütün dünyada şöhretini koruyan Venedik’in hikâyesidir.
Atilla 452 senesinde Galya savaşının intikamı olarak İtalya’ya dalar. ‘Roma Seferi’ olarak bilinen bu seferden amaç, bir önceki yıl Kuzey Fransa düzlüklerinde yaşanan ‘zafersizlik’ hali karşısında uğranan itibar kaybını telafi ile dosta düşmana Hun gücünün ayakta olduğunu ve şimdi doğrudan en büyük düşman olan Roma’nın kalbine yürüdüğünü göstermektir (Ayrıntılar için bkz. Ahmetbeyoğlu 2001:102-104). Atilla Tuna boylarındaki başkentinden Kuzey İtalya düzlüğüne iner ve bölgenin en önemli ve zengin kenti olan, Adriyatik’in kuzeydoğu köşesinde sahilden biraz içerdeki Aquileia’yi kuşatmakla işe başlar. Kentin ismini Türkçeye ‘kartal yuvası’ şeklinde çevirebiliriz.[1] Uzayan kuşatma Hunlarm canını sıksa da nihayetinde burayı alırlar ve “hiçbir iz bırakmayacak şekilde” ortadan kaldırırlar. Hadiseyi Priscus’un eserinin bize ulaşmayan parçalarından nakleden Jordanes şöyle der:
“Daha sonra güvende olduğunu hisseden Attila, Romalılara hücum etmek için ordusunu harekete geçirdi. İlk hamlesi, Adriyatik Denizinde bir uç ya da dil gibi uzanan Venetia’nm metropol şehri Aquileia’yi kuşatmak oldu. Aquileia’nin doğusundaki surları, Piccis Dağından akan Natissa Nehri tarafından aşındırdırdı. Bu kuşatma uzun, şiddetli ve fakat Romanın en cesur askerleri, içeriden direndikleri için beyhude idi. Sonunda Attila’nın ordusunun hevesi kırıldı ve geri çekilmek istedi. Ordugâhı dağıtmayı ya da ertelemeyi uzun süre düşünen Attila bu surların etrafında yürüyerek yorulmayı göze almıştı. Evlerin üçgen çatılarına yuvalarını yapan beyaz kuşların yani leyleklerin yavrularını şehirden taşıyor ve alışılmışın aksine kırlara götürüyor olduklarını fark etti. Olayların açık gözlü bir gözlemcisi olan Attila bu alametten anladı ve askerlerine dedi ki: “Geleceği önceden sezen kuşları görüyorsunuz. Yakında olmasından korktukları tehlike nedeniyle korkunç sonlarından kaçmak için sığınaklarını terk ediyorlar. Bu boş yahut şüpheli bir işaret değildir. Önceden sezdikleri şeylerden meydana gelen korku alışkanlıklarını değiştirdi.” Daha fazlası niçin söylensin? Aquileia’ya yeniden hücum etmek için askerlerinin yüreğini kışkırttı. Tahrip edici mancınıklar yapıp ve harp sanatının tüm ustalıklarını sergileyerek süratle şehrin içine girdiler. Şehri harap ettiler. Ganimeti bölüştüler ve öylesine yıkıcıydılar ki, geride hiçbir iz bırakmadılar.” (Jordanes 1915: 112-113; Üstün 2007: 111-112).
Jordanes’in bu ifadesi kuşkusuz bayağı bir abartı içeriyor, çünkü eski Aquileia’nin kalıntıları bugün gezginleri bekliyor,[2] ama döneminde dünyanın dokuzuncu büyük kenti olarak sıralanan kent bir daha eski günlerine kavuşamayacaktır ve üstelik aynı yerde değil, başka alanlarda yeniden kurulacaktır. Hunlardan kaçan ve müteakip German saldırıları yüzünden dönme ümidini kaybeden Aquileia halkı ise Venedik’i kuracaktır.[3] Vakıa, efsanevi bir şekilde Venedik’in ilk kuruluşu burada ilk kilisenin temellendirildiği 421 yılına götürülür ama gerçek Venedik’in Hunlardan kaçıp adalara sığınan bölge halkınca kurulduğunu düşünmek icap eder (Wiel 1894: 5). Yani Venedik’in yükselişi Aquileia’nın düşüşüyle alakalıdır. Atilla’nın Aquileia kuşatmasını bir yüzyıl geriden değerlendiren ve uluslararası yapıyı daha iyi tahlil ettiği anlaşılan (fakat bu arada Atilla’nın kâbusu olan Aetius’un ondan önce öldüğünü söyleyerek hata yapan) Jordanes’in çağdaşı Prokopius da benzer şeyler anlatır ama ayrıntılar belirir:
“Atilla böylece Aetius’un ölümünden sonra kendisine denk kimse kalmadığından bütün Avrupa’yı rahatlıkla yağmaladı ve iki imparatoru da kendine tabi ve haraçgüzar kıldı. Haraç olarak ona imparatorlarca her yıl para gönderiliyordu. 0 zamanlar Atilla, deniz kenarında ve İyon körfezinin üzerinde bulunan büyük ölçekli ve nüfusu hayli kalabalık bir şehir olan Aquileia’yı kuşatırken, başına şöyle bir kehanetin geldiğini söylerler. Hikâyede anlattıklarına göre, burasını ne güçle ne de başka bir yolla ele geçiremeyince, zaten çok uzun sürmüş olan kuşatmayı ümitsizlik içinde kaldırdı ve tüm orduya ertesi gün şafakta hepsinin hareket edebilmesi için hiçbir gecikme olmadan ayrılma hazırlıklarını yapma emrini verdi. Ve ertesi gün şafakta, kale duvarının üzerindeki bir kulede yuvası olan ve yavrularını besleyen bir erkek leylek aniden havalanıp yavrularıyla birlikte orayı terk ettiğinde, barbarlar kuşatmayı kaldırmışlardı ve tam da ayrılmaya başlıyorlardı. Ve baba leylek uçuyordu ama yavru leylekler uçmaya tam hazır olmadıklarından kâh babalarının menzilini paylaşıyor, kâh sırtına biniyorlardı ve bu şekilde uçtular ve şehirden uzağa gittiler. Ve Atilla bunu gördüğünde (zira her şeyi anlama ve yorumlamada en zekileriydi), derler ki, orada uzak olmayan bir zamanda kötü bir şey olacağını hissetmedikçe kuşun yavrularıyla birlikte boşuna uçup gitmeyeceğini söyleyerek orduya o aynı yerde kalma emrini verdi. Derler ki, barbar ordusu bu şekilde tekrar kuşatmaya koyuldu ve çok geçmeden duvarın bir kısmı, o kuşun yuvasını tutan yeri, görünür bir sebep olmaksızın aniden çöktü ve düşman için o noktadan şehre girmek mümkün hale geldi ve böylece Aguileia firtınaya yakalandı. Aquileia’ya değinen hikâye bu şekildedir.” (Procopius 2007:16).
Bu bölgenin yerlisi olan Paulus Diaconus (720 C.-799?) Historia Romana adlı meşhur eserinde daha az ayrıntı ve küçük farklarla bu hadiseden bahseder:
Zira Atilla düşmanlarının uzakta olduklarını gördü. Panonya’ya döndüğünde halkının şanı çok yükselmişti ve öncekinden daha iyi olarak toparlanıp büyük bir öfke ile İtalya’ya girdi. İlk önce Aquileia’yı yağma altında tuttu ve üç yıl sonra sahip oldu. Bu süre zarfnda açlığa dayanamayan ordusunda homurdanmalar başlamıştı. Bir gün Atilla şehrin hangi kısmını ele geçirebileceğini görmek için etrafında dolaşırken, leyleklerin yavrularını ağızlarına alarak şehirden uzağa taşıdıklarını gördü. Bu söylenenleri gördüğünde askerlerine dedi: Kuşların yuvalarını ve yavrularım taşıdıklarını görüyorsunuz. Çünkü bu şehrin mahvolacağını biliyorlar. Bu yüzden yavrularını dışarı taşıyorlar. Sonra şehre cesurca saldırmaya başladı ve burayı aldılar, yaktılar ve binlerce kimseyi öldürdüler.” (Kretschmer 2007:15l).[4]
Hadisenin ortak ve belirleyici kahramanının tüm anlatmalarda leylek olduğu görülüyor. 10. yy’ın tam ortasında yazıp, büyük ihtimalle bu kaynakları kullanmayan (çünkü Priscus kaynaklı ayrıntıları vermiyor) Konstantinos Porphyrogenitus,[5] Venedik’in kuruluşuna bir bölüm hasretmiştir. 28. Bölüm’deki hikâyenin burada bizi ilgilendiren kısmı şöyledir:
“Eskiden Venedik yerleşilmemiş ve bataklık, boş bir yerdi. Şimdi Venedikliler denen kimseler Aquileia ve Francia’nm diğer yerlerinden Franklardı ve Venedik’in karşı yakasındaki anakarada otururlardı. Fakat Avarların hükümdarı Atilla gelip Francia’nın her tarafını tastamam harap edip insansızlaştırdığında, Aquileia ve Francia’nın diğer yerlerinden tüm Franklar Atilla’nın korkusundan kaçmaya ve Venedik’in yerleşilmemiş adalarına gitmeye ve orada kulübeler kurmaya başladılar. Bu kral Atilla anakaradaki tüm memleketi harap edip Roma ve Kalabria’ya kadar ilerlediğinde ve Venedik’i geride bıraktığında, Venedik adalarına sığınarak orada nefes alma imkânı bulanlar kalplerinin titremesinden fersiz kalmış olarak hep beraber oraya yerleşmeye karar verdiler; bunu yaptılar ve günümüze kadar da orada yaşayageldiler.” (Constantine Porphyrogenitus 1967:119).
Franklar Batı Germenlerindendi ve erken dönemde doğuda böyle bir varlıkları söz konusu değildir. Ancak Frank devletinin yükselmesiyle birlikte doğuya doğru ilerlemişler, şimdiki Avusturya ile birlikte İtalya’nın kuzeyi ve Slovenya da uzun süre Frank egemenliğinde kalmıştır. Yazar kendi döneminde bu bölgedeki siyasi Frank varlığını geçmişe etnik varlık olarak uyguluyor gözükmektedir. Aynı ölçüde söyleyebileceğimiz şey, onun Frank kelimesiyle German halklarını kastettiğidir. Yunanlılar bugün bile Fransa’ya Galya diyorlar ama burada ülke ve arazi değil, halk merkezdedir. Zaten Konstantinos’un bu eseri halkları merkeze almak suretiyle yazılmıştır. Atilla’nın Galya savaşının merkezinde Vizigotlar ve Romalı komutan Aetius vardı ama batıdaki neredeyse tüm kabileler bu Hun karşıtı Roma-Vizigot ittifakına dâhil olmuşlardı ve ilk sırada Frankların adı geçer (Jordanes 1915:105).
Konstantinos’un iyi istifade ettiği ve uzun uzun da iktibaslarda bulunduğu Theophanes’in vakayinamesinde Avarların kökü, geliş tarihi vs. dikkatlice anlatılmaktadır ve açıkça Iustinianos dönemine denk düşer. İmparator’un bunları kaçırdığı görülüyor. Avarların Avar-Hun adlı ikili bir birleşmeyi temsil ettiği bilinmektedir; bunu Theophilaktos Simokattes yazar (Mangaltepe 2009: 154); fakat bu durumda Avarlara Hun denirdi, Hunlara Avar değil.
Belirttiğimiz gibi, Konstantinos’un o dönemde yaşayan Venedik söylencelerinden faydalandığı tahmin ediliyor. Ancak Venedik kaynaklan bu ayrıntıları sunmazlar. İlk Venedik vakayinamesini yazan Ioannes Venetus Diaconus (Ö.1009), mesela, Atilla’nın Aquileia’yı alıp mahvettiğinden çok kısa bahseder (Ioannes Diaconus 1846: 881).
Konstantinos’un çağdaşı olan Cremona’lı Liudprand (922 C.-972), Aquileia’ın başına gelenler hakkında bunun Aziz Syrus’un kehaneti olduğunu bildirir ve onun ağzından Pavia kentine seslenir:
“Ey Pavia kenti, çıplak dağlardan sana iftihar geleceği için sevin ve bahtiyar ol!.. Eyvah sana Aquileia! Dinsiz adamın ellerine düşeceksin ve tahrip olacaksın; yeniden kurulup yükselmeyeceksin de.”
Liudprand takip eden cümlelerde bu kehanetin gerçekleşmesini anlatır:
“Bu uyarıların yerini bulduğunu gözlerimizin açık delili gösteriyor. Bir zamanlar büyük ve zengin bir kent olan Aquileia’yı Hunların dinsiz kralı Atilla aldı ve tamamen ortadan kaldırdı; şu anda bile hayata dönme şansı gözükmüyor. Pavia ise Aziz’in öngördüğü gibi bir bereket arazisi olarak adlanıyor ve görülüyor… Hülasa, Macarlar Pavia’yı yaktıktan ve İtalya’nın tamamından bayağı ganimet topladıktan sonra memleketlerine döndüler.” (Liudprand 1930:112).
Venedik yıllıklarından 1285’te yazan Macar tarihçi Simon Kezai’nin Gesta Hungarorum’unda da bahsedilir. Atilla’nın İtalya seferi bazı ayrıntılarla nakledilir ama dile dikkat edilir, mesela o Aquileia’yı yerle bir etmemiş, ama üzerinde esmiştir. Kezai’deki metin şu şekildedir:
“(Atilla) Sonunda (Split’ten) ayrıldı ve nihayetinde Aquileia’ya varıncaya kadar denizdeki şehirleri -Trogir, Sibenik, Skradin, Zadar, Nin, Senj, Pula, Porec, Koper ve Triyeste- ve dağlardaki diğer birçoğunu ele geçirdi. Atilla şehrin büyüklük ve genişliğinden dehşete düştü ve burayı zaptetmeyi başaramazsa tam adamına çatacağını hissetti. Bilhassa Atilla ve Hunlarının boyunduruğunda yaşamayı küçümseyen Panonyalı Lombardlardan çok kimsenin bu şehre sığındığı söylendiğinde çok öfkelenmişti. Şehirdekilere bu kimselerin kendine teslim edilmesini isteyen ulaklar gönderdi. Bunu reddettiklerinde çeşitli savaş aygıtları kullanarak şehri fethe çalıştı. Ancak hiçbir şekilde burayı alamadı; bu yüzden bir buçuk yıl sürecek bir kuşatma başlattı. Sonra birgün hükümdar, denizden uçarak gelen bir leyleği fark ettiğinde, yanında çok sayıda kâhin (inancına göre kendilerine çok güvendiği kimseler) olduğu halde şehrin çevresinde dolaşıyordu. (Kuş) yuvasının bulunduğu saraylardan birinin kulesine kondu ve yavrularından birini gagasından tutup deniz kenarındaki sazlıklara doğru götürdüğünü herkes rahatça görebiliyordu. Anlaşılan sonunda kuş döndü, yavrularının geri kalanını topladı, onları da yuva ile birlikte götürdü. Bunu gören Atilla birliklerini topladı ve dedi: “Millet, bu leyleğin kaderde neyin saklandığını tam olarak iyi bildiğini görüyorsunuz. Şehrin ellerimizde mahvolacağını ve geri kalan sakinleriyle birlikte ölmek istemediğini söylüyor olabilir; kaçarak kurtuluyor. Öyleyse yarın savaşta daha azimli olun – şehrin düşüşüne şahit olacaksınız.” Atilla sonra genel bir emir yayınladı ve her çeşitten kuşatma araçları getirtti. Fakat bu sefer de başaramayınca bir İskit oyununa başvurdu; bir milyon adamına herkesin bir semer getirmesini emretti ve semerler duvara karşı yığıldı.
Sonra yığının ateşe verilmesini buyurdu. Alevler yükselirken sıcaklık öyle yoğundu ki, surlar, kuleler ve her şeyle birlikte ufalanıp çöküverdi. Bunu gören şehir halkı şehri terk ederek denizdeki bir adaya kaçtı. Artık orada kalmaya karar verdiler, fakat hâlâ Kral Atilla’dan korktuklarından Rialto’daki bataklıklara taşındılar. Bugün hâlâ orada yaşıyorlar ve bundan dolayı ada Venedik şivesinde hâlâ Vecca Venesia diye adlanır.” (Simon of Keza 1999: 55-59).
Görüldüğü üzere, rivayetlerde aralarındaki mesafe büyük olsa da, Venedik’in yükselişi ile Aquileia’nın düşününün birbirine bağlı olduğunu naklediliyor. Kuşkusuz Venedik’in bulunduğu alanda önceden de başka kimseler oturuyordu ve hatta yukarıda geçtiği gibi, 421 senesinde kilise de kurulmuştu ama Aquileia’dan kalanların Venedik kentsel alanının oluşmasına katkısı halkın hafızasından silinmeyecek şekilde önemli gözüküyor. Dolayısıyla, sonraki dönemin ‘önemli kenti’ Venedik’in ortaya çıkışını Atilla’nın Roma seferine bağlayabiliriz.
Doç. Dr., Ege Üniversitesi, TDAE, Bornova – İzmir, karatay.osman@gmail.com