Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Hırsızlık Genetik Miras Mı !..

0 15.459

Prof. Dr. Ramazan DEMİR

Bilimsel düşüncenin egemen olduğu bilim toplumlarında bazı konuları tartışmak, örgütlü cehaletin egemenliğine girmiş toplumlardaki kadar zor değildir. Çünkü toplum, tartışmayı öne çıkarır, merkezine aklı ve mantığı koyar, akılla ve mantıkla yol ve yöntem seçer, hipotez kurar, konu hakkında araştırma yapar ve irdelemeye başlar.

Bu hipotez temelli bilimsel düşünce ürünü konu uygulamalı bilimlerde ise, kaçınılmaz olan objeler laboratuarlar ve deneklerdir. Nazari bilimlerde ise, akıl yürütmeli kıyas mantığı egemendir. Fakat mistik ve dogmatik düşüncede her şey soyuttur, belge, deney, denek olmaz.

Sorumuz şudur; bireyin yapısındaki her eylem irsi miras mıdır? Moda deyimle “hırsızlık yapmak irsi mıdır!”

Bu soruya yanıt ararken bir başka soru gündemde; “inanmak irsi mi” diye… Açık ifade ile hırsızlığın, yalancılığın, inanmanın ya da inançsızlığın kalıtsal boyutuyla biyolojik oluşumunda yeri var mı?

Biyoloji bilimi, var oluşun, yaratılışın sırrını açan, kapsayan bilimin özüdür. İnsan denilen varlığın kalıtsal haritası hakkında bilim epeyce mesafe aldı. İnsan “Genomu” çalışmaları bu çalışmaların ürünü. Bilimsel araştırmalar, hangi genin hangi gen tarafından kontrol edildiğini, hangisinin ne işle görevli olduğunu, hangi genin uyku halinde ya da aktif olduğunu, hangisinin hangi hastalıkla ilgili olduğunu araştırıyor.

Bugün, insan genetik şifreleri hakkında pek çok sırrı da çözülmüşe benziyor. Örneğin hırsızlığın geni var mı, sorusuna yanıt bulunmuş! Birileri “inanç-inançsızlık geni de bulundu” dediğinde, ilk etapta çok yadırganacaktır, hazır olmak gerekir tepkilere, ama bilimsel gerçek her zaman gerçektir, hemen kabul edilmese de… Bir başkası “esrar içme geni bulundu” diyecek olursa, buna da tepki gelecektir. Anacak, “hırsızlık geni de bulundu” diye bir manşet atıldığında, akla gelecek şeylerin başında 17 ve 25 rakamlarıdır. Acaba hırsızlık geni 17. ve 25. kromozomlarda mı yerleşik!

Şimdiki soru; bu anlaşmazlığı nasıl karşılamak gerekir? Tanrı fikrine inanmak ya da inanamamak eğer bir gen tarafından kontrol ediliyorsa, hırsızlık yapma ve iyilik yapma, yada karşıtı da bir genetik ürün olabilir mi!

Bu sorular tartışılmaya açıktır…

***

Bireyin taşıdığı kalıtsal miras, geçmişine ait kuşaklar boyu pek çok şeyi değişim sürecine bağlı olarak içerir; iyiliği de, kötülüğü de, inanç-inançsızlığı da, hırsızlığı da, fena alışkanlıkları da… Sonuçta her insanın bir biyolojik kot – şifre sistemi vardır, bu kotlama soylar öncesinden son kuşaklara kadar değişerek aktarılır. Var olan hiç bir şey kendiliğinden oluşmaz. Örneğin bireyin doyumsuzluğu, kin ve nefret yüklü olması kadar sevgi ve şefkat yüklü olması da kalıtsal mirasın klasöründe vardır.

Sevgi ne kadar meta-boyutta ise inanç da o kadar meta-boyutta düşünülmelidir. Var olan bu kalıtsal mirasın aktifleşmesi, (iyi-kötü, doğru-yanlış) somut tekillik esasına göre değil, biyolojik iç dinamiklerin etkisi ve moleküllerin karşılık etkileşmesi kadar aracı biyo-moleküller ve nano-moleküllerin de görev yaptıkları biliniyor. Bunlara çevre, toplumun sosyal yapı, eğitim faktörleri de katılınca kalıtsal miras bankası hareketlenir.

Kalıtsal mirasın belli alanları aktif olduğu gibi belli alanları da in-aktiftir. Bunu uyandırmak kadar baskılamak da mümkündür. Baskılama ve uyarma çevresel olduğu kadar içsel biyolojik dinamizm tarafından da gerçekleştirilir. Dolayısıyla bu sistem, her bireyde var ve farklı olması gerekir. Çünkü her birey bir şeye yönelim gösterir ya da göstermez.

Bu meta-duygunun gelişmesini, hem biyolojik hem de ortamın şartları kontrol eder dedik, miras olarak alınmayan bir şeyin dışa yansıması olmaz, yansıyan her halin mutlaka bir kalıtsal kökeni vardır ve bireye atadan değişerek intikal eder…

***

Metafizik boyutta bireyin istediğine inanır, istediğine inanmazlık yaklaşımı da bir biyolojik alt yapıya dayanır, kendiliğinden olan bir olay değildir. ‘Birey özgür iradesiyle kendi karar verir’ savunmasına “evet” diyebilmek için bir temel gerekçe bulunması lazım, soyut düşünce esas alındığında bunun “doğru” olmayacağı şüphesi doğar. Hangi çocuk inanç sistemini kendi hür iradesiyle seçebiliyor ki! İşte burada çevre ve sosyal yapı geni inanç genini yönlendiriyor demektir. Ama ona bu kararı aldıran nesne nedir? Bunu soyut anlamda çok söz söylenebilir, ama onu bilimsel verili açıklamaya dayandırmadıkça havada asılı olan bir “algı” gibi kalır ki algının oluşması da bir biyolojik enerjiye dayanır.

Hür iradesinin karar vermesi yaklaşımının dayandığı savunma, ‘kendi hur iradesiyle karar verir’ yeterli olmaz, çünkü bu savunma sistemi “Yaratan böyle dilemiştir” denmesi işin kolaycı tarafıdır.

Bunu kabullenirsek bilim ve bilgi kulvarını kapatmış oluruz.

Diğer yandan “inanç” konusunda genlerle inanmanın ya da inanmamanın bir ilgisi olduğunu savunmak saçmalık” olduğunu savunan görüşlerin de olması son derece doğal karşılanmalıdır. Zira benzer şekilde “kötü alışkanlıkların da genetik mirasla ilgili olmadığı” görüşü de vardır.

Tıp ve biyoloji bilimi, kötü alışkanlıkların genetik mirasla taşındığını, ortaya çıkması için ortam şartlarının uyarıcı etkili olduğunu göstermektedir. Örneğin yaşam zincirin ilk halkası olan aile, arkadaş, okul, sokak ve ülkenin genel sosyal ve politik manzarası gibi… Böyle olmasaydı filo-genetik evrim olur muydu? Örneğin, “Keçinin çıktığı yere oğlağı da çıkar” ya da “Dedesi erik yemiş, torununun dişi kamaşmış!” ata öz deyişleri kuşaktan kuşağa aktarılan kültür ürünü olur muydu?Devam edilecek…

***

İnsanoğlu yaradılışından beri hep bir şeye / bir şeylere inanma, güvenme ve sığınma ihtiyacı duymuştur. Ay’a, sabah olup ay kaybolunca güneşe, akşam olup güneş batınca onun da çok güçlü olmadığını düşünüp dağa, taşa, ineğe, öküze, kendi yaptığı puta vs. vs. vs…

Bu inanç sisteminin / yetisinin biyolojik oluşumun şifreleri olan genlerle ilgili değil de, “yaratılmışlık fıtratıyla” ilgisi olabileceği varsayımından ısrar etmek, aklın merkezîleş…tiği bilimsel düşüncenin sınırlarına cahilane tecavüz sayılmalıdır.

İnançsızlar olarak tanınan ya da öyle olduğu kabul edilen “ateist” insanların bile çok çaresiz kaldıklarında, dilleriyle değilse bile, kalpleriyle gücünü bilmedikleri bir varlıktan / güçten yardım dilediklerine inanmış olmanın şahitliğini yok ayabilir miyiz!..

Aklın çözemediği sayısız çok şey var hâlâ… Belki elli yıl sonra bugün çözümsüz olarak görülen çok şeyin çözülmüş olabileceğini söylemek bir kehanet sayılmamalıdır. Çünkü her yeni bilinen, yeni bir bilinmeyenin habercisidir. Bu, tarafımızdan ileri sürülen ve bilimsel dayanağı olan bir iddiadır. İspatı da vardır.

Zira insanoğlunun en zeki olanın bile ancak daha aklının / beynin %10 una yakın bir kısmını kullanmayı başarmış olduğunu unutmamak gerekir. Her neye inanırsa inansın, inandığını dile getirsin ya da getirmesin dahası gizlesin mutlaka inandığı bir varlık / güç vardır… Çünkü insanın biyolojik oluş şifresinde “inanma geni” vardır… İnançsızlık mümkün değildir. Nasıl ki oluşumun normal olan her öğesi normal karşılanıyorsa, inanç geninin de normal bir öğe olarak algılanması gerekir. İnanç geninin farklılığı, farklı toplumlarda farklı inanç sistemlerin oluşmasını sağlar.

Sonuçta insanlar arasında “inananlar” ve “inanmayanlar” ya da “inançlılar” ve “inançsızlar” diye ayırım yapılamaz. Yapanlar iyi mahlukat değillerdir; toplumunun sömürgen asalaklardır.

***

Bugün gündemde tutulmak istenen ve toplumu etkilemeye yönelik “algı” operasyonunun bir parçası da insanları kendi aralarında kategorik olarak bölmek ve çatıştırmaktır. Bu çatıştırmanın ısrarla din ve mezhepler üzerinden yapılması tesadüf değildir. Esas hedef, toplumu belli çemberler içinde tutarak, kendilerince mubah ama insani açıdan sapkın yeni dünya düzeni kapsamında sömürgen tek dünya inanç sistemi yaratma gayretleridir.

Evet, “inanç geni” tıpkı “hırsızlık geni” gibi bireyin soy kütüğü olan genetik dosyasında vardır. Bu geni taşıyanların bir kısmı “inanıyor” diğerleri “inanmıyor” ya da “hırsızlık yapıyor” diğerleri “hırsızlık yapmıyor” şeklinde ayırımın anlamsızlığı, aynı anadan ve babadan olma kardeşlerin biri “inançlı” diğerinin “inançsız” olması ya da birinin “hırsız” diğerinin “olmayışı” varsayımından hareketle bu genin sisteminin “yok” olduğunu savunmak, akıl dışı bir savunma yöntemine prim vermektir. Bu hallerde de var olan “inanç” ve “hırsızlık” genlerinin aynı anne babadan olma kardeşlerden birinde ortaya çıkıp diğerinde çıkmaması, o genin “yok” olduğunu göstermez.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.