Özbekler ve Safeviler onaltıncı yüzyılın başlarında Timurluların yurdunu ele geçirdiği zaman, hanedanlığın kültürel mirası tamamen kaybolmuş değildi: bir bölümü hayatta kaldı ve ordaki çevre planlaması, mimari ve sanata yaklaşımı değiştireceği Hindistan kıtasını fethetti. Onların Orta Asyalı ataları gibi Hindistan’daki Timuroğulları da hanedanlık gururunu yüceltmekte bir araç olarak gördükleri sanatı geliştirdiler. Bu özellikle ilk altı imparator için geçerli.
Hanedanlığın kurucusu, Babür (1526-30 yılları arasında hüküm sürdü), Hindistan’ı fethetmeden önce Kabil ve Semerkand’ı yöneten Ferganalı bir asker prensti. Türkçe yazılmış olan otobiyografisi, Baburname, özellikle edebi ve belgesel açıdan önemli olup impartor’un sanatsal seçimlerine dair önemli ipuçları verir. Bu, Babûr’un kısa dönemine ait sadece birkaç mimari kalıntı olduğu ve hiçbir nesne veya minyatur kalmadığından çok önemli.
Anılarının doğruladığı üzere, İmparator özellikle dış mimari ile ilgili idi: Timur geleneğini devam ettirerek, bahçelerde vakit geçirmekte idi, ve Agra’ya (Hindistan’ın daha sonraki başkenti) gelişi üzerine orada “planlı, geometrik alanların” ve “akan suların” olmadığına dikkat çekti. Babûr’e ve asilzadelerine göre, böyle düzenli ve görkemli çevre düzenlemesi iyi bir yönetimin görsel işareti idi, ve kısa sürede o kadar çok bahçe ortaya çıkardılar ki yerel halk nehir boyuna ‘Kabul’ takma adını verdi.[1]
Bugün sadece Dholpur’daki (Madhya Pradesh)[2] terasları, kanalları ve lotus -şeklindeki havuzları sağlam bir kaya üzerine kazılmış Bâğh-i Nilûfâr (Lotus Garden) ayakta kalmıştır. Hâlâ bir hamâm ve köşklerin kalıntılarına ev sahipliği yapar.
Ayrıca Babûr’ün Hindistan Sultanı Lodi Sultan’a karşı zafer kazandığı yer olan Panipat’ta bir cami ayakta kalmıştır. Orijinal olarak bir bahçede yer alan cami üç girişe (İran ve Orta Asya’nın dört- eyvan planının bir uyarlaması) ve bir Timur dönemi örneklerini temel alan, her iki tarafı daha küçük kubbeli ünitelerle çevrili bir yüksek piştak’ı olan kubbeli bir alana sahiptir. Sıvalı tuğladan yapılmış olup bir mihrâb taşı vardır- yükseltisi yerel tarzı yansıtır- ama kemerler Hindistan’daki Timur dönemine has ark-netlerin ilk örneğini teşkil eder.[3] Sambhal’da daha küçük bir cami bulundu; Ayodhya’daki yakın bir dönemde yıkıldı.[4]
Bâbur zamansız bir şekilde Agra’da öldü ve Châr-Bâgh’ında yakıldı (şimdi kayboldu, ama muhtemelen Tâc Mahal’dan ırmağın karşı tarafına geçilen bölgede bir yerlerde idi.) Muhtemelen oğlunun, tahtı geçici bir süre Afgan Sur hanedanlığı tarafından ele geçirildikten sonra, Hindistan’daki on beş yıllık sürgün döneminde olmasına rağmen, bir diğer bahçesinin kalıntılarının Kabil’e ne zaman ve niçin götürüldüğü bilinmemektedir.
Politik başarısızlıklarına rağmen, Hümâyûn (1530-40 ve 1555-6 arasında hüküm sürdü) Hindu- Timur törenlerinin kurucusu olarak kabul edilmelidir.[5] Üstelik, Hindistan’daki ilk Timur yazma atölyesinin kuruluşundaki rolü dünyaca kabul edilmişken,[6] ve bu sanatçıları seçimindeki tercihi, tarz olarak Herat okuluna hiç de yakın değilken o Timur hakimiyetine en uygun kişi olarak algılanmalıdır. Genellikle zannedildiği gibi, İran sarayının zerafetinden etkilenmek yerine, Hümayun muhtemelen Tahmasp’ın resme azalan ilgisinden faydalanarak zamanın en iyi sanatçılarını onların ait olduklarına inandığı yere, Timur sarayına geri getirdi. Özellikle iki sanatçı krallık atölyelerinde büyük bir rol oynayacaklardır: Mir Seyyid ‘Alî ve Hoca Abdüssamet; ikisi de daha önceki dönemlerde Safevi sarayındaki çalışmaları ile bilinmekte idi.
Bir kaç minyatürün tarihi Humayun’un dönemine aitttir. (Onun Delhi’yi zaptından önce Kabil’de tahtta kaldığı yıllar da dahil);[7] bazıları Hindu-Timur okulunun, ‘gerçekçi’ ifadeler ve pozlar, ya da İran resim sanatından çok Avrupa resim sanatını hatırlatan kalın fırça darbeleri gibi, bazı belirgin niteliklerini gösterir. Bu dönemi en iyi temsil eden resim belki de Ekber Humayun’a bir resim sunarken dir.[8] İmparatorun resme -ki bu Timur Saray eğitiminin vazgeçilemez bir parçası olarak kabul edildi- atfettiği önemin dışında, büyük bir çınar ağacının egemen olduğu bir saray bahçesinde verilen manzara son dönem-Haravi havasını uyandırır.[9]
Humayun dönemine ait olduğu kesinlikle söylenebilecek tek bina, her ne kadar daha çok görüntü itibarı ile Timur dönemine ait gibi gözükse de, Kachpura (Agra)’daki 1530 tarihli, Panipat camiine benzer camiidir. Delhi’deki radyal planlara, yüksek piştaklara ve uzun kasnak üzerindeki yumrulu kubbelere sahip iki küçük mezar taşı da bu döneme ait olabilir.[10] En çok tartışılan, Humayun tarafından kurulan, sonra Surlar tarafından alınan ve daha sonra Humayun ve Ekber tarafından restore edilen Dinpanah kalesi ile hemen hemen aynı kabul edilen, Delhi’deki Purana Kale diye bilinen binalar ve kapılara yapılan isnat tartışmalıdır. Kırmızı kum taşı ile kaplı olan ve dikkat çekici ark-net kemerler içeren harikulade kapılar ve kale içerisindeki Afgan-stili cami içindeki üç bölümden oluşan çaprazvari kemerler Timur himayesini gösterir.[11] Kaynaklar, kayıkların üzerine oturtulan ünitelerden oluşmuş bir açık çadır, bir de çok pahalı rengarenk kumaşlardan yapılmış katlanabilir bir çadır diğer binalar da dahil olmak üzere hükümdar tarafından tasarlanmış bir çok taşınabilir yapıdan bahseder.[12]
Ekber’in uzun ve istikrarlı dönemi (1556-1605) boyunca, sanat ve mimari farklı geleneklerin birleşimi üzerine denemelerle gelişip yaygınlaştı. İmparator’un ilk mimari projesi babasının Delhi’de ünlü Haravi ustalarının soyundan gelen bir mimar tarafından inşa edilen (1562-71) mezarı idi. Bununla, Horasan ve Maverüünnehir’in görkemli bahçe geleneği ve Timur’un geometrik uyum üzerine oturan,[13] türbe yerine duvar etekliği olan -ki bu nehir kenarına daha uygundur- bir oda olarak yeni duruma adapte edilen ve ondördüncü yüzyılın başlarından beri tipik Delhi tarzını oluşturan renkli taş kaplama duvarları ve kubbeli çatı çadırları gibi ögeleri içeren en karmaşık planlama sistemleri Hindistan’da boy gösterir. Ekber’in olgun tarzını gösteren, Orta Asya ve Hindu ögelerinin karışımı olan diğer bir ilk dönem binası da Agra Kalesi’ndeki (1565) ‘Cihangir Mahal’dir: planı Türkistan’daki Ahmet Yesevi Türbesi ile tamamen aynıdır; oysa yüksekliği, görkemli bir şekilde şekillendirilmiş tavanları, saçaklar ve dirsekleri -sütunları- ile Gwalior kalesindeki (Madhya Pradesh) Râca Man Singh Tomar (1486-1516) sarayı ile çok yakın benzerlikler gösterir.[14] Ayrıca Ekber’in Ajmer (Racasthan, 1570), Lahore (Pencab, 1575) ve Allahabad (Bihar, 1583) kalelerinde inşa edilen saray kompleksleri de vardı. Kuzey Pakistan’da Attock’daki etkileyici kale gibi, diğer kaleler stratejik amaçlarla inşa edildi.[15]
Ekber’in mimari şaheseri Babur döneminin gözde dinlenme yerlerinden olan Sikri Köyü alanında 1571’de kurulan Fethpur şehrindeki çok iyi korunmuş saray kompleksidir. Resmi olarak oğlunun ve halefinin doğumu için bir adak olarak inşa edilen şehir muhtemelen törensel nedenlerle doğdu. Fethpur’da Ekber, ‘ulemâ’ ile daha sonra da imparatorluktaki bütün dinlerin temsilcileri ile tartışmalar yaptı. Burada, Ekber dönemine özgü Timur ve Hindu tarzlarını içine alan mimari düzende, (pîr-murîd ilişkisi içinde imparatora kişisel bağlılık gibi mistik bir uygulamayı içeren) Dîn-i İlâhî ve sulh-i küll (dini inanç farkı gözetmeksizin evrensel hoşgörü) şekillendi; burada Goa’dan Portekizli Cizvitler Hindu- Timur resmini etkileyecek Hıristiyanlıkla ilgili resimler getirdiler.
Saray kompleksi ve mescid-i uma olarak hizmet veren, yerel kırmızı kumtaşından yapılmış bir hanekâh, dar bir sırt üzerinde durur; eteklerinde belki bir zamanlar 200,000 nüfuslu, suni bir gölün kenarında inşa edilmiş, bir şehir vardı. Hanekâh- zamanında alt kıtadaki en büyük camii yüksek bir duvar etekliği üzerine oturtulmuş olup, iki kapıya sahiptir. Bunlardan güneydeki çok büyük olup (‘Buland Darwâza’) çok uzaktan ufku sarar. Dua-holünde Timur geleneğinde bir merkezi piştak, üç Lodi-Tarzı kubbe ve bir dizi çatı görülür. Revak ark görüntüsü verecek, üstte buluşan bir çift taş dirseğin gerisinde gizlenen yapılardan oluşmuştur. Piştak ve dua holü çok zengin bir şekilde işlenmiş ve geometrik ve çiçek motifleri ile süslenmiştir. İç bahçe, hanedanlık varisinin ve torunlarının doğumunu önceden haber veren Çiştî Şeyhi Selim’in türbesine ev sahipliği yapar. Selim’in türbesi tamamen beyaz bir mermerle kaplı -barakanın görselleştirilmesi- ilk Hindu-Timur binasıdır. Delinmiş taş ızgaralarla (jâlîs) perdelenmiş mekan için bir veranda ve merkezi bir holü olan türbenin materyali ve biçimi Gucerat’daki evliya türbelerinden çıkar.
Hanekah’ın kuzeydoğusu, biçimi ve kırmızı rengi muhteşem ordugahı hatırlatan saray kompleksine uzanır.[16] Doğuda geniş bir kabul holü (Devlet Hane-i Has-ı ‘Am), revakları bir zamanlar sarayın yüksek rütbelileri -ruhaniler- tarafından zengin dokumalarla süslenmiş geniş bir iç bahçe bulunmaktadır. Kompleksdeki diğer yapıların fonksiyonu pek açık değil: Codbâi Cihangiri Mahal’a benzeyen ama daha basit bir planı olan ve görünüş olarak Gucarat tarzına benzeyen bir saraydır ki muhtemelen bir zamanlar imparator zenâna’nın meskeni idi; Hindu-Tarzı dirsekleri olan şelale ile süslü olağanüstü bir merkez sütunu olan Divan-ı Hâs, ‘Diwân-i Khâss’, muhtemelen bir merasim odası idi; ve ‘Panch Mahal’, bir zamanlar jâlîs tarafından korunan bir çatıda sona eren bir beş-sıralı trebetatları köşk, sıcak günlerde esintinin keyfini çıkarmak için inşa edilmiş bir hava alma yeri olabilir.[17]
İmparator’un hoşgörülü politikası ve onun Kachwaha Rajputları ile olan ittifakı sonucu, ayrıca bir kaç tane bina inşa edildi. En dikkate değer olanları Ekber’in en yüksek rütbeli amîrlerinden Râca Man Singh tarafından inşa edilen, ve anikonik dış dekorasyonları olan ve başkentteki mimari gelişmelerin farkında olunduğunu gösteren, bir dizi Hindu tapınağıdır; Vrindavan (1590)’daki Govind Deva, dört ilginç arkı olan bir Horasan tarzı revakının taş bir versiyonudur.[18] Hindu-Timur belgeleri içinde ilk ayakta kalanlar da yine Ekber dönemine aittir.[19] O ilk olarak genç yaşına uygun eğlenceli masal kitaplarını toplattı. Tûtîname (1560)[20] farklı İslami ve Hindu geleneklerinde eğitilmiş resamların tarzlarını birleştirmek için ilk çabaları gösterir. Mir Seyyid ‘Alî ve Hoca Abdüssamed’in direktifleri doğrultusunda on yıl için elliden fazla ressamı içine alan çok ciltli bir çalışma olan Hamzanâme’nin[21] (1562’de başladı) geniş resimleri tam bir hareket duygusu ile karekterize edilen daha çok homojen bir tarz meydana çıkarır; Fethpur’daki bugüne kalan duvar resimleri resim ve tarz açısından benzerdir. İlk dönem, Sanskritçeden (1571) tercüme edilen masalların bir koleksiyonu olan Enwâr-i Suheylî’-daha küçük ve daha sadeleştirilmiş, inceltilmiş kopya- de sona erer.
1580’lerde, Ekber’in himayesi onun politik projesine yarayacak çalışmalar üzerine yoğunlaştı: Büyük Hindistan epikleri, Mahâbhârata (Razmnâma) ve Ramâyana (ki beş kopyası Ekber’in asilleri için yapıldı) resimli tercümleri; ve Tarîh-i Alfî (onun dönemine kadar olan İslam’ın ilk binyılının tarihi) ve (Ekber’e kadar, torunlarının tarihini içeren) Tîmûrnâma gibi yönetimini meşrulaştıran tarihi çalışmalar. Bunların resimli versiyonları-ki genellikle biri taslağı çizen, diğeri de (bir portre uzmanı tarafından yardım edilen) boyayan iki sanatçı tarafından ortaya konulan- arasıra yapılan eserlerle uyumlu ve etkili idiler.
En iyi yazmalar 1580’lerin ve 1590’ların sonlarında Lahor’da yapıldı. Bunlar, dönemin resmi tarihi olan Ekbernâme’nin iki kopyasıdır. Farklı sanatçıların ortak bir çalışması olan daha eski versiyondaki (1595)[22] minyatürler -başta gelen saray ressamlarından biri olan Basavan tarafından yapılan Ekber vahşi bir fili eğitirken adlı resimde olduğu gibi- Hamzaname’nin gücü ve kalabalık kompozisyonlarını hatırlatır. 1597 kopyası[23] çoğunlukla ana bir hikaye üzerine yoğunlaşan bireysel çalışmaları gösterir. Bu tarihe kadar Baburname’nin en az yedi kopyasından farklı, dağılmış, sayfalar asillerin kütüphaneleri için yapılmıştır.
Emir Hüsrev’in (1595) hemen hemen aynı dönemde yazdığı çalışması Hamse[24] en büyük ustaların mükemmel bir uyum, ama aynı zamanda çok bireysel tarzla yapılmış, imzalı çalışmalarını içerir. Gölgelendirme, arka plandaki uzak manzaralar ve figürlerin, uzaklığı ifade etmek için oldukça iyi bütünlüğe sahip, küçülen ölçüleri Avrupa sanatından çıkarılan önerilerdir. Hindu-Timur resmi İslam ve Hindu bağlamında portreye olan ilgisinden dolayı eşsizdir. Ekber bütün asillerinin resimlerini yaptıran ilk Timur imparatorudur.[25] Bununla birlikte, soyluların görüntüsünün doğru tasvirine duyulan ilgi, ve Hindu-Timur okulunu karekterize eden günlük uğraşılara duyulan ilgi hali hazırda zaten Sultan- Hüseyin’in(Herat, 1470-1506)[26] sarayında kendini göstermekte idi. İmparator için yapılan nesneler burçların işaretleri[27] ve güneş ile süslenmiş bir kalkan (1594), ve bu döneme özgü olağanüstü ‘resimli kilimlerdi.’[28] Cihangir (r. 1605-1627), resmi en çok koruyan hükümdar olarak bilinse de, (Farsça yazılmasına rağmen, Babur’un anılarını model alan) anılarının da doğruladığı gibi mimariye ve bahçe yapımına çok daha büyük bir ilgi beslemekte idi. Maalesef, Agra, Lahor ve Acmer kalelerindeki binaları yıkılmış ve yerlerini haleflerinin yapıları almıştır.
Onun döneminde, ışık betimlemesine hayranlık sarayda kendini hissettirir (imparatorun, hanımların ve yüksek rütbelilerin ünvanları nur kelimesini içerir): beyaz mermer, beyaz yeşim, inciler ve mücevherler tekrar tekrar kullanıldı ve imparator başının etrafında bir hale -Avrupa dini resminden adapte edilmiş, o kişiden çıkan karizmatik ışığı ((farr-i izâdî) sembolize eden bir öge- ile resmedildi. Cihangir dönemi ayrıca (Timur dünyasında çok iyi bilinmesine rağmen) daha önce Hindistan’da görülmeyen kadın himayesine ilgiye, ve mimaride ve sanatta yeniden popüler olan Timur dönemi ögelerine şahitlik eder: Orta Asya sanatının örnekleri ve minyatürleri toplandı (ve değiştirilen yüzler giysi ile uyumlu hale getirildi), Timur nesneleri -özellikle yeşimler- araştırıldı, ve (Timur ark-netlerinin Buharada gelişmiş bir şekli olan) yıldızlı kemerler çok geniş bir alanda kullanıldı.
Ekber’in (Agra yakınlarındaki Sikandra’daki, 1605-1613 türbesi, Humayun’unki gibi, ortasında bir mozole ve her iki yanında pavyonlar olan çok geniş bir kare bahçedir, ama ana bina-bir mermer iç bahçe ile süslenmiş üst üste konulmuş kumtaşı çadırdan yapılmış bir kesik piramid Fethpuri tarzını hatırlatır. Bugünkü garip görüntüsü muhtemelen Cihangir’in ana anıtın açık bırakılması yolundaki emri ile yapılan değişikliklerdendir.[29] Duvar etekliği içindeki kubbeli odanın bir zamanlar Süleyman resmini çağrıştıran figürlerle boyalı yıldızlı bir tavanı vardı.[30] Dış cephe bir zamanlar geometrik intarsia taşı ile kaplı olup, sadece piştakları korunmuş, beyaz mermer minarelerle süslenmiş Timur dönemine ait görüntüsü olan bir geçide sahipti. Arklar bir kaçı kalmış olan mermer kaide ile korunmuştur.
Allahabad’daki Hüsrev Bağı’ndaki türbeler hemen hemen aynı döneme aittir: imparator’un büyük erkek kardeşi olan ve tahta meydan okuduğu için hapsedildiği dönemde ölen Hüsrev’in; (duvar eteğindeki, güzel yıldızlı kemerleri olan, iki geleneksel kare türbenin) sahibi Hüsrev’in kız kardeşi Sultan Nisar Begüm’ün ve (1604’te ölen) onların annesinin, bir chatri de sona eren Ekber’in mozelesine benzer, türbeleri.
Saray halkı genellikle Lahor’da otururdu. Burada Cihangir’in, bir Raput prensesi (1611-12) olan annesi, Meryem el-Zamani, tarafından bir camii inşa ettirildi: Delhi’deki Afgan camiileri gibi beş- bölümlü ve tek koridorlu üç kubbesi olup, orta kubbesinde aralarına çiçek desenleri serpiştirilmiş Tanrının isimleri bulunan camiinin harikulade çok renkli taşı olan yıldızlı tavanı bulunmaktadır. Yakınlardaki bir kalenin içinde yer alan ‘Kale Burcun Süleyman tasviri ile ilgili simurglar kuşlar Avrupa tarzında melekler ve diğer figürleri olan bir yıldızlı kemeri vardır.[31] Melek figürleri ve zincire vurulmuş cinler, ayrıca darşan (her gün reaya karşısına çıkma anlamına gelen bir Hint geleneği) için inşa edilmiş pencerenin hemen altındaki kale duvarlarının kiremit kaplamasında da görülür. Süleyman tasvirleri ayrıca kraliçe Nur Cihan’a ait (Agra’daki) Bağ-ı Nûr Efşan’ın köşklerine de hakimdir.[32] Farklı üniteleri içeren teraslı plan Bag-i Nilûfer’I hatırlattığı için, bahçe muhtemelen Babur dönemine ait. Cihangir kendisine ait bir kaç bahçe yaptırdı: 1615’te Acmer’de yapılan Çeşme-i Nûr, onun mimari ve manzarayı uyumlu bir şekilde birleştirme yeteneğinin en iyi örneğidir; ama en ünlüleri Keşmir’dekilerdir: Achabal’daki, şelaleler ve su fıskiyeleri oluşturmak için meyilli terası ve çok güçlü bir su kaynağını kullanırken, Vernag’da üç-sıralı bir kanal, bir sıra kemer (ve daha önceleri köşklerle) çevrelenen geniş sekiz kenarlı bir havuzu ayırır.
Ayrıca saray kadınları tarafından, (Hindistan’da serais adı verilen) bir kaç han inşa ettirildi. Bununla birlikte, Nûr Cihan’ın şaheseri Agra’da (1626-28) ebeveynleri (babası İtimad-üd Devle Cihangir’in vezîri idi) için yaptırdığı türbedir. Türbe, her tarafında (ki nehir kenarındakilerin en görkemlisidir) köşkler olan dört parçalı bir bahçe içine yapılmıştır; o dönemin, sekiz yan oda ile çevrelenen alçak bir anıtı olan, köşelerinde küçük kuleler bulunan ve çatısının tepesi, jali, yukarıdaki anıtları barındıran çatı ile korunan diğer türbeleri (1623’te ölen Meryem el Zamani’nin Sikandra’daki türbesi gibi) andırır. Beyaz mermer duvarları, deve tüyü ve sarı abri taşları, ve şarap şişeleri, meyve tepsileri, çiçekler ve meşe ağaçları gibi cennet motiflerini temsil eden dokusu kilim düğümlerini andıran kümelerle işlenmiştir. Yıldızlı kemerleri dönemin en görkemlisidir.
Cihangir’in dönemi imparatorluğun mimari tarzının Bihar ve Bengal gibi çok uzak bölgelere yayılışına tanıklık etti: Hindu tapınaklarının inşası da devam etti. İmparator henüz isyan edip Allahabad’da kendi sarayını kurmuş bir prens iken, en eskisi Murakka-i Gülşen adlı bir albüm olan, yazmaları hizmete sundu; aynı yıllarda, (1610’da biten) Enver-i Süheyli’ye başlandı. Saray ustalarının başı, İran tarzı Ekber için pek de çekici olmayan, ama olgun yaşında iken bile babasının zamanına özgü dinamik manzaralarından daha çok dengeli ve karışık kompozisyonları tercih eden genç Selim’in ilgisini çeken İranlı usta Aka Rıza idi. Aka Rıza’nın, çocukluğundan beri Avrupa baskılarını (en ünlüsü de Durer çalışmalarıdır)[33] kopya ederek eğitilen, yetenekli oğlu, Ebu el-Hasan, çok kısa bir süre içinde başta gelen bir portre sanatçısı olacaktır.
Tahta gelmesi üzerine, Cihangir, Sa‘dî’nin çalışmalarının ve Nevâî’nin Hamse’sinin resimli nüshalarını hizmete sundu. Babasının tarzı ile kıyaslandığında, bunlar daha az ve geniş figürler sunar, ve insanların hareketlerinden çok “insan kişiliklerinin karşılıklı etkileşimi ve dışa vurumu”[34] üzerine yoğunlaşır. Basâvan’ın, daha Ekber döneminde aktif olan, oğlu Manohar bu karekteri en iyi ifade eden kişi idi. (Sayfaları çoklukla dağılmış ve on dokuzuncu yüzyıldan daha sonraki nüshalar ile ciltlenen)[35] albümler giderek daha popüler oldu. Hat sanatı örnekleri ve farklı kökenli resimler genellikle gösterişli (resimlerde, çiçek veya arabesk desenli hat için figürlü marjlarla çevrelenen ift- sayfa kompozisyonlar oluşturmak için birlikte gruplandırıldı. Figürlü marjlar Hindu-Timur sarayında yaşama dair fevkalade belgeler sağlar: içinde kârhanenin (imparatorluk atölyeleri) aktiviteleri açıklanmış ve en önde gelen saray ressamları tarafından resmedilmiştir.
Albüm resimleri Avrupa ksilografilerinin yeniden yorumu, çiçek ve hayvan çalışmaları (Mansur en iyi uzmandı), ve çoklukla alergolik (muhtemelen çağdaş İngiliz resminden esinlenen)[36] görkemli portreler gibi farklı konuları içerir. Cihangir krallara bir Sufi şeyhini takdim eder adlı resim, İngiliz orijinalinden sonra I. James’in bir portresi ve Bellini tarzındaki bir Osmanlı sultanının tasvirini içerir. Ayrıca, kadın portreleri -çok büyük ihtimalle de Nur Cihan’ınki- de sunulmuştur ve bir kaç tane kadın ressam bilinmektedir.[37]
Şah Cihan (saltanatı 1628-1658) döneminde sanatlar ve mimari, resmi bir kanuna bağlandı. Mimaride, Timur dönemi ve İran ögelerinin (yumrulu kubbeler gibi çağdaş Deccan’dan alınan teknikler dahil) dengeli bir sentezi başarıldı; Bununla birlikte, resim, Cihangir’in döneminden daha az yaratıcı gözükür. Bu belki haminin kendi-imajını yansıtır: anılarını yazmak yerine, Şâh Cihan yaptıklarını kaydeden bir kaç resmi kronik edindi, ve seleflerinin bir çok heterodoks uygulamalarını reddetti. Cami ve ‘idgâhların inşası giderek arttı, ve-her ne kadar tapınaklar inşa edilmeye, özellikle de Bengal’de, devam etse de, politik amaçlarla da olsa, bir kaç tanesi yıkıldı.[38]
Yeni hükümdarından beklenen ilk mimari proje, ölen imparator için bir anıttı: bununla birlikte, bu projeye çok az yer verdiğine ve genellikle imparatorun dul eşi Nûr Cihan’ın gerçek hami olduğuna inanıldı. Seleflerininki gibi, Cihangir’in türbesi başkentten belli bir uzaklıkta, Lahor’da, inşa edildi. Asaf Han’ın (Nûr Cihan’ın erkek kardeşi, Şah Cihan’ın veziri ve kayın pederi) türbesine bitişik olan türbe, benzer bir şekilde bir bahçede inşa edildi ve aynı giriş kompleksinden ulaşılabilir bir konumda idi. Uzun köşe minareleri, geniş bir kaidesi ve ana anıt etrafında[39] bir zamanlar basit bir haziresi olan- Türbe değerli kırmızı, beyaz, ve pembe taşlarla kaplanmıştır. Anıtın, Allah’ın doksan dokuz isminin yer aldığı ince ve değerli taş işçiliği Tâc Mahal’inkilerin benzeridir. Civardaki, ağırlıkla restore edilmiş Nûr Cihan Türbesi Cihangir’in türbesine benzer ama minareleri yoktur.
Kısa bir süre sonra 1631’de zamansız bir şekilde ölen Asaf Han’ın kızı Mümtaz Mahal için yeni bir imparatorluk türbesi dikildi. Bu ünlü Tâc Mahaldir ; standart bir Moğol mezar kompleksidir ama türbe bahçenin sonundaki nehir kıyısı terasındadır. Planı muhtemelen bir nüshası İmparatorluk kütüphanesinde bulunan ve Ahiret günü Tanrının Tahtı ve Cennet Bahçelerini temsil eden İbn-i Arabi’nin Fütühat-el Mekkiyesindeki[40] bir diyagramı yansıtır. Yazının dönemi bu yorumu doğrular,[41] oysa türbenin şekli Humâyûn’un türbesini temel almış olup, beyaz mermer içerisinde ve Deccani yumrulu kubbe ve Timur dönemi klasik mimarisini hatırlatan silindir minarelerle yeniden yorumlanmıştır. Terasın her iki tarafında kırmızı-beyaz binalar vardır: bir camii ve mihmanhane. Böyle simetrik kompozisyonlar bu döneme özgüdür.
Şah Cihan babasının görkemli yapılarının yerine kendisininkileri koydu; o ayrıca Agra ve Lahor’daki ahşap dinleme hollerini, mermere benzeyen çok parlak dış duvar sıvası (chûna) ile kaplı kırmızı kum taşından yapılmış sütunlu hollerle değiştirmiştir. Kaynaklar bu holleri, çağdaş Safevi İranı’ndaki gibi, Süleyman’ın yarattığına inanılan, Persepolis Holü’nü hatırlatan Çihil Sütûn’- olarak adlandırırlar.[42]
Lahor kalesinde, en olağanüstü yapılar, büyük bir nilüfer havuzu olan mermer bir avluya bakan ayna mozaiği ile kaplı dikdörtgen şeklindeki bir hol olan Şah Burç’dur; ve Avrupa oymalarında tasvir edilen krallığa ait “baldaquinler” ile olan benzerliği ile ünlü Bengal’in bölgesel mimarisinden[43] çıkan kıvrımlı şekil-bangla çatılı bir köşk olan, ‘Naulakha’dır.[44]
Agra kalesinde, kapalı bahçelere bakan teraslar üzerindeki, çoklukla -Tac Mahal ve dönemin nehir kıyısı bahçelerinde olduğu gibi- dört parçalı simetrik kompozisyonlarına göre gruplandırılmıştır.
En etkileyici örneği imparator’un yatak odasına (ârâmgâh) ev sahipliği yapan, her iki tarafında yaldızlı bangla çatılı köşkler bulunan, bir iç bahçedir: biri darşan, diğeri de imparator’un büyük kızı olup, annesinin ölümünden sonra, genellikle imparator eşlerine ait olan (imparatorluk mührünü korumak gibi) rolleri üstlenmiş Cihanara içindir. Kaledeki, ‘Moti Mescid’ (İnci Camii, 1653), döneminin en çok tercih edilen malzemesi ile yapılmış (esas özellikleri üç yumrulu kubbe, bir sıra hatrîs olan) Sikri hanekah’ı andırır. Acmer’de (1640), Şeyh’in mezarına iaatı göstermek için kubbesiz bırakan Mu’ineddin Çisti dergahında imparator tarafından inşa edilen camii gibi, onun sahte arkları ve cephesinde uzun bir yazıt bulunmaktadır.
Acmer’in göl tarafında, eskilerinin yerini alan Şah Cihan’ın köşkleri hâlâ görülebilir aşırı şekilde yarı-değerli taşlarla kaplı mermer yapılar, yeni başkent Şahcihanabad’da (Delhi’deki eski şehir merkezinin kuzeyi) kısa bir süre sonra inşa edilenleri öncüsüdür. Şehir ve kale-saray 1639 ve 1649 yılları arasında inşa edilmiştir. Bir sonrakinin kalıntıları -bahçe duvarları İngiliz işgali sırasında yıkıldığı için- hala farkedilir, ve şehir planlamasında simetrinin artan önemine tanıklık eder: Kalenin çapı oluklu köşeleri olan muntazam bir şebeke üzerine oturmuştur, ve ortadaki halkı dinleme avlusu (Divân Hâne- i Hâss-ı ‘Am), bir kapı ve nakkâr hane aracılığı ile şehrin ana caddesi ile birleşir. Dinleme avlusundaki mermerden oyulmuş taht Avrupa “baldaquinleri’nden esinlenmiş bir şekle sahiptir ve duvar dekorasyonu Orpheus’u hayvanları eğitirken temsil eden İtalyan pietra dura ve yine Süleyman tasvirlerini andıran yerel taklitleri birleştirir.[45] Nehir kıyısına bakan, özel dairelerin her biri teras ve köşkten oluşur ve bir kanal ile nehr-i Bihist (Cennet’in nehri) adı verilen kaynaklara ulaşır ve zengin kakma desenler ve çiçek yaprakları ile süslenmiştir. Onlar, diğer kalelerdeki benzer köşklerde olduğu gibi, genellikle nilüfer çiçeği şeklinde çok güzel hakkedilmiş ve oyulmuş havuzlar içerir.[46]
Şah Cihan, kadınları ve saray ricali için bir çok bahçe inşa ettirdi ve bir çoğunu da yeniledi, aralarında en ünlüsü imparator henüz bir şehzade iken inşa ettirdiği, tahta geldikten sonra da genişlettiği Srinarda’ki (Keşmir) Shalimar Bâg’dır. En son şekli ile, bahçe sırası ile Ferah Bakıs ve Faiz Bakıs adında iki terasa sahiptir ve hâlâ siyah mermer sütunları olan bir köşkü vardır. Lahore’da 1642’de yapılan adaşı, geniş merkezi su haznesi yüzden fazla fazla su-fıskiyesi barındıran büyük teraslı bir bahçedir. Ayrıca, çoğu sarayın kadınları tarafından bağışlanan bir çok cami inşa edildi. Bunlardan en önemlisi Cihanârâ tarafından 1643-48’te inşa ettirilen Agra Cami Mescid’tir. Sikri hanekahı temel alan, yumrulu kubbeleri olsa da, mermer oymaları, şimdi çarşı içinde kaybolan uzun bir duvar etekliği ve bir bölümü on dokuzuncu yüzyılda İngilizler tarafından yıkılan avlusu olan kırmızı kum taşından yapılmış bir binadır. Daha geniş olmasına ve bir sıra çatısının çıkarılması ve iç mekanın küçük kulelerinin yerine uzun çizgili minareler koyulmasına rağmen, ona çok benzeyen başka bir eser de Delhi’de 1650-56’da inşa edilen, döneminde Mescid-i Cihann’üma olarak bilinen, Şah Cihan’ın kendi Cami Mescid’idir.
Lahor’da, Pencab valisi (1634-34) Vezir Han tarafından Delhi kapısı yakınlarında ve bir evliyanın mezarının bulunduğu alan üzerinde geniş bir camii inşa edildi. O yeni yok olmuş bir hanın ve hâlâ varlığını sürdüren bir hamamın gelirleri ile ayakta tutulabildi. İçerde görkemli bir şekilde resmedilmiş olan camii dış görünüşü itibarı ile Lahor’a özgü bir çok renkli seramik kaplama duvarına sahiptir. Benzer seramik kaplamalar Lahor -Delhi yolu boyunca yapılan- Dakhni sarayı ve Emanet Hân sarayı gibi bir çok serâyı karakterize eder. 1640-41’de Ekber’in türbesi ve Tac Mahal için yazılar tasarlayan hattat tarafından inşa edilen ikincisi de güzel yazılara sahiptir; onun yanında Şah Cihan Hami’nin türbesi vardır. Bölge için olağandışı olan, benzer tuğla kaplamasından dolayı Çhîni-ka Ravza olarak bilinen Agra türbesi Ekber’in, bir zamanlar Şah Cihan’ın divan-i küll (ekonomi bakanı) olan kardeşine (ö. 1638) ait olabilir.
Resimde, Cihangir dönemi ile karşılaştırıldığında, konu ve tarzda önemli bir düşüş vardır. Minyatürler imparatorlukla ilgili figürler üzerine yoğunlaşır: dinle ilgili (muhtemelen imparatorun büyük oğlu, İslam ve Hindu düşüncesinin sentezine katkıları olan bir mistik olan Dârâ Shikoh için yapılan) bir kaç görüntü ve Cihangir’in döneminkinden daha resmi ve daha cansız bir kaç çiçek ve hayvan resmi dışında, sıklıkla imparator’un -ve çok tipik bir şekilde atalarının görkemli alegorik portreleri yapıldı. İmparatorluk portreleri daha önceki resimlerin psikolojik inceliğinden uzak bir mükemmelliyetçiliği gösterir. Albümler el yazması resimlerinden daha popüler olup, Cihangir’in dönemi ile karşılaştırıldığında saray portrelerine görülmemiş bir önem verir. Bunlar arasında yeni çerçevelere sahip eski resimler vardır, ve şimdi çoğunlukla ondokuzuncu yüzyıl albümleri içinde dağılmış durumdadır.[47]
Diğer taraftan, Şah Cihan, hiç biri bugüne ulaşamayan bir dizi olağanüstü mücevher- kaplı altın tahtla ve işlemeli kaplar, mücevherler ve işlemeli silahlar gibi Hindu-Timur dönemine ait en özgün nesneleri bir araya getirdi. Nilüfer şeklinde bir keçinin başında sona eren beyaz bir yeşim kap dönemin teknik ve stilistik inceliğine bir örnektir. İmparatorun mücevherlere olan düşkünlüğü, daha gösterişli süslemelerin ve dokuma örneklerinin tasvir edildiği minyatürlere yansımıştır.
Daha çok, saltanatı Evrengizb ismi ile bilinen, Alemgîr (Saltanatı 1658-1707 döneminde, bir çok camii ve ‘idgâb inşa edildi ve Şah Cihan saray mimarisine özgü süslemeleri dini binalara uygulandı. Alemgîr -çok dindar[48] ve yetenekli bir general ve devlet adamı olan babasının döneminde Deccan valisi olarak görev yaptı, ve zamanının çoğunu orda boş yere bütün kıtayı fethe uğraşarak geçirdi. Bu dönemde mimarinin daha da büyük Deccan etkisi göstermesi şaşırtıcı değildir. Bir örneği, Aurangabad’da (Maharashtra, 1657-61), muhtemelen imparator’un emri ile, ‘Alemgîr’in eşi, Rabî‘a Daurani, için oğulları Şehzade A‘zam tarafından inşa ettirilen türbedir: ortasında biçimi ve rengi zayıf olsa da, (muhtemelen bir zamanlar çok renkli olan, sonra bunun yerini mermerin aldığı duvar kabartmaları ile) Tâc Mahal’ı andıran geleneksel bir mezar bahçesidir. Bununla birlikte, Rabî’a’nın türbesi Hindu-Timur dönemi mimarisinden çok Deccani mimarisinin özellikleri olan “uzaysal bir gerginlik duygusu”[49] ve süslemeyi (Alemgîr’in mimarisinin iki önemli özelliği) yansıtır; bu, mimari ögelerin ve süslemelerin bir analizi ile doğrulanmıştır.[50] Türbe imparatorluk mozeleleri içinde tek bir anıt olması sebebiyle eşşizdir.
‘Alemgîr’in en iyi bilinen eseri Lahor’daki (1673-74), bugün Bâdşâhî Mescid’ olarak bilinen, daha önceki bütün Hindu-Timur camilerinden çok daha büyük olan-Câmi‘ Mescid’dir. Delhi’deki Şah Cihan’ın camiini örnek alan cami, ‘Alemgîr’in babasının zamanında mimarideki dengeli yaklaşımdan çok uzak olarak, yine bir tür uzaysal gerginlik duygusu gösterir: burada (yaklaşık 60,000 insana ev sahipliği yapan) çok geniş bir alanın köşelerindeki masif minareler, ve oldukça küçük arkları olan iç mekan kubbeye tam bir ağırlık hissi verir. İçerisi çok miktarda kullanılan çok renkli sıva kabartmaları ile süslenmiştir.
‘Alemgîr tarafından inşa edilen bir diğer güzel cami de Delhi kalesindeki, ‘Moti Mescid’ (İnci Camii) olarak bilinen, ve Şah Cihan’ın dinsel mimarisinde bilinmeyen bir süsleme sergileyen camidir. Uzun kubbeleri bir zamanlar yaldızlı bakır ile kaplı idi. İmparator ayrıca hanlar, köprüler ve sarnıçlar gibi kullanım amaçlı yapılar da inşa ettirdi ve Agra ve Delhi kalelerini bir sıra takviye ile yeniledi. Onun dönemine ait, Bijapur (Karnataka) de dahil, sadece bir kaç bahçe vardır. Ailesi ve ricali tarafından bir çok camii inşa ettirildi: kızı Ziynet el Nisâ’nın Delhi’de inşa ettirdiği, Cihannüma’yı model alan camii hâlâ ayakta. Farklı şehirlerde yüksek rütbeli memurları tarafından inşa ettirilen diğerleri, genellikle alış veriş yerlerinin üzerindedir. Yüksek rütbeli memurlar ayrıca Acmer (1660-1) ve Gvalior (1664-5)’de Cami‘ Mescidler inşa ettirdiler. İlkinin dikeyliği Rabî‘a’nın türbesini anımsatır; bir tapınak bölgesinde olan ikincisi yerel sarı kum taşından yapılmış olup daha önceleri imparatorluk saraylarında kullanılan bangla çatılara sahiptir. Varanasi (Benares)’deki, ‘yer yer yıkılmış ve çok renkli sıva ve koyu kumtaşı ile kaplanmış, Alemgîrî Mescid’ yüksek-dereceli biri tarafından inşa edilmiş olabilir.
Alemgîr’in hoşgörüsüz bir idareci olduğuna dair yaygın inanca rağmen, bu dönemde, özellikle Bengal’da (bir çoğu terracotta’dadır) olmak üzere, bir kaç tane tapınağın inşa edildiği görülür. Ayrıca, Şah Cihan ve ‘Alemgîr’in dönemleri arasında Amber Sarayı, Kacchvaha Râcputların ikametgahı, genişletildi ve tezyin edildi.[51] ‘Alemgîr’in Delhi’yi terkedip Deccan’a gitme ve bütün finansal çabalarını güneydeki Hindu kırallıklarına karşı savaşmak için kullanma kararı, sanatçılar görevlerinden azledildikleri ve eyaletlerin saraylarında iş aradıkları için, sanat üzerinde bağlantılı sonuçlar doğurdu. Bu, inşa faaliyetlerinde ve uç bölgelerindeki el yazması üretiminde ve Müslüman sarayları dışında imparatorluk tarzının yayılışında gözle görülür bir düşüşe neden oldu.
Buna karşın, imparatorun bir kaç portresi bilinmektedir; tahta geçişini kutlayan biri onu Şahcihanî “baldaquined” tahtının altında oğulları ve asilleri tartından çevrelenmiş olarak -babasının ilk portrelerinde görülen bir kompozisyon- ama tipik bir Deccani tavrı içerisinde elinde bir şahin tutarken gösterir.[52]
İmparator daha sonra, Aurangabad’a (Maharashtra) oldukça yakın Kuldabad’da, danışmanınkine yakın basit bir mezara defnedildi. Böyle basit, açık hava -mezarları dönemin karekteristiği idi; daha görkemlileri Cihanara’nın türbesinde- Delhi’deki Nizamüddin dergahında çiçekli bir arabeskle sarılmış mermer bir hazîre- bir zamanlar bir bahçede duran-ve Ekber’in türbesindeki çatı üstü bahçesini andıran, kız kardeşi Roshânâra’nın türbesinde görülebilir.
On sekizinci yüz yıl ile birlikte, sanatlar üzerindeki imparatorluk himayesi önemli ölçüde azaldı; Muhammed Şâh (saltanat 1719-48 arasında) dönemi sanatların kısa süreli dirilişine tanıklık etti: minyatürlerinde güçlü bir Râcput havası vardır. Aynı zamanda, eyalet saraylarında Hindu-Timur miamri tarzı daha da geliştirilmiştir.
Cenova Üniversitesi Eski ve Ortaçağ Araştırmaları Bölümü / İtalya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 891-899