Prof. Dr. Yakov Kuzmin – YUMANADİ
Yrd. Doç. Dr. Pavel V. KULESHOV
Hazarların tarihi üzerine yapılan çalışmalarda, bu insanlarla ilgili olarak okuyucuyu yanlış yönlendirebilecek pek çok hatalı yorum ve çözülmemiş problem hâlâ karşımızda durmaktadır. Bu durum, Hazarlar üzerine araştırma yapan tarihçilerin, bütün tarihsel olguları doğru olarak kavrama olanağı vermeyen sınırlı sayıda kaynak üzerinde çalıştıkları gerçeğiyle açıklanabilir. Böylelikle, Avrupalı tarihçiler genelde Hazar Hanlığı ile ilgili olayları ele alan, ancak ondan öncesi veya sonrasındaki olayları vurgulamayan Bizans ve Yahudi kaynaklarını kullanmışlardır. Aynı şekilde Rus tarihçileri de Hazarlar üzerine pek çok şey yazmakta, ancak hepsi de Kiev’li keşiş Nestor’un eseri “Povesti Vremennikh Let”i kullanmaktadırlar. Hayatında hiç Hazar görmemiş olan bu adam, Hazarlar yok olduktan tam yüz elli yıl sonra Bizans tarihçelerinden yararlanarak onlar hakkında yazı yazmıştır. Bu nedenle, pek çok değerli Suriye, Ermeni, Gürcü, İran ve Arap kaynağı ne Avrupalı, ne Rus, ne de Türk tarihçileri tarafından kullanılmıştır. Hazarların Tarihi[1] gibi temel bir eser yazmış olan Rus tarihçi M. Artamonov tarafından Hazarlar hakkında bazı ek bilgiler bulundu ve bunlar ancak 20. yy.’ın ortalarına doğru kullanıldı. Ne var ki, mevcut nice kaynaktan yararlanmamış olan bu yazar da, sonuç olarak bazı gerçeklere ulaşamamıştır. Bu nedenle bugün, pek çok tarihi malzemeyi gözler önüne serme ve Hazar tarihine yeni bir bakış ortaya koyma gereksinimi bulunuyor. Bu makalenin yazarlarının tam olarak amacı da budur.
Hazarlar Kimdir?
Ne Avrupa’daki, ne de bir başka yerdeki tarih literatürü Hazarların etnik kökeni hakkında güvenilir bir kanıt ortaya koyabiliyor. Tarihin bu çözülmemiş probleminin ardındaki gerçek, tarihçilerin “Hazar” kelimesini kullandıklarında, kendine has bir milletin varlığına işaret etmelerine dayanıyor. Aslında böyle bir millet hiç var olmadı. Hazarların çağdaşı olan yazarlar bile bu gerçeği dile getirmişlerdi. Ancak sonraki tarihçiler bir şekilde kullandıkları kelimelere fazla dikkat etmediler. Örneğin, Hazarların çağdaşı olan Arap seyyah ve coğrafyacı İbn Havkal, “Hazara gelince, bu isim, başkenti İtil olan ülkeye verilen isimdir” der ve daha ileride şöyle açıklar: “Bu ne bir milletin ne de bir halkın ismidir”.[2] İstahri de “Hazar, iklimin adıdır” der. Eserinin Farsça tercümesinde ise bir ekleme yaparak, “Başkentine İtil denilen bölgenin adıdır”[3] der. Bekri yaklaşık olarak aynı ifadeyi tekrar etmiştir: “Hazar o ülkenin adıdır”.[4] Kaşgarlı Mahmud kendinden öncekilerin ifadelerini tasdik eder şekilde yazar: “Hazar, Türklerin yaşadığı yere verilen isimdir”.[5] Dolayısıyla, çağdaşları “Hazar” ismini dile getirdiklerinde, bir etnik gruba ya da bir millete değil, sadece belli bir bölgeye ve mecazi olarak o bölgede yaşayan insanlara işaret etmişlerdir.
Aslında isim, Hazar Denizi’nden gelmektedir. Farsça konuşanlar ve aynı zamanda bu denizin civarında ya da bölgedeki adalarda yaşayan insanlar, bu denizi Hazar Denizi diye adlandırırlar. Önceleri, denizin kuzey kıyılarına sürekli değişen göçebe kabilelerin yerleştiği zamanlarda, Hazar bu bölgede görülen bütün göçebelerin ismiydi. Bu nedenle tarihsel anlamda “Hazar” sözcüğü, aynı noktada Hazar bozkırlarını yurt edinmiş olan çok çeşitli göçebe ya da yarı-göçebelerin ismidir. Eski çağlarda “Hazar”, Hazar Sakalarına ve Sarmatlarına verilen addı. Farsça yazılmış olan epik şiir “Şehname”de M.Ö. 450’li yıllarda Şah Lorasp zamanında, Hazarların Transkafkasya’ya yaptıkları bir akından söz edilir. Antik Gürcü kaynakları ise Hazarların Güney Kafkasya’yı işgalinden ve Milattan önce 7. yy.’da Torgomesyanlarla yaptıkları savaşlardan bahseder.[6] Milattan sonraki ilk çağlarda “Hazar”, Dağıstanlı Sarmatyanlara bağlı bir boyun adı oldu, -Barsiller ya da Basllar. Ermeni kaynakları bu Hazar-Barsiller’den ilk olarak ikinci ve üçüncü yüzyıllarda söz eder. Horenli Musa ise onlardan önce 193 ve daha sonra 213 yıllarında bahseder. “Ermenistan Tarihi”nde, Ermeni Çar Vakharşak’ın hükümdarlığı sırasında, “Hazar ve Basl güruhlarının birleşip Djor Geçidi’nden geçtikleri ve o tarafta dağıldıkları” söylenir. Movses Kagan katvatsi ve “Agvan Tarihi”, Şatsur’un hükümdarlığı sırasında (M.S. 309-380) ve ayrıca 552’de Hazarların Ermenistan’ı işgal edişinden bahseder. Aynı zamanda Şah I. Kavad zamanında (482-531) Hazarların Djurzan (Gürcistan) ve Arran’ı (Azerbaycan) fethettiklerine dair kanıtlar da vardır.
Barsiller Avrupa’da Akatsir takma adıyla bilinen Savir ve Hun kavimlerine katıldıktan sonra Hazarya’da ortaya çıktılar. Önceleri, daha kalabalık olmalarından dolayı Savirler daha etkin bir rol üstlendiler. Ancak sonraları Hun-Hazarlar adıyla bilinen Hunlar daha sık akınlar yapmaya başladılar. Derken Batı Göktürk Hanlığı Hazar bölgesinde ortaya çıktığında, Göktürk-Hazarlar ön plana yerleşip Savirlerin yerini aldılar ve Transkafkasya’ya yönelik akınları sürdürdüler. 11. ve 12. yy.’lar boyunca Hazarlar ya da Deşt-i Hazar, aynı bölgeye akınlar yapan Hazar Kıpçaklarının adı oldu. Modern Çağ’da (18-20. yy.’lar) ise Hazarlar, Hazar Denizi’nin doğu kıyısına yerleşmiş olan etnik Moğolların adı oldu. Hazaretti diye de bilinen bu grup sonraları Afganistan’a ve Doğu İran’a doğru yöneldi (Bu Hazarlardan oluşan ve sayıları yüzleri bulan bazı küçük gruplar, Sovyetler Birliği’nin 1926 nüfus sayımına göre, Hazar Denizi’nin doğu kıyısını kapsayan kayıtlarda hâlâ görülmekteydi). Sonunda Hazarların adı, göçebeler yerleşik hayata geçtikten sonra Hazar bölgesinde anılmaz oldu. Yine de Azerbaycanlılar bugün bile Hazar ismini, Hazar Denizi’ndeki balıkçılar ve karşı kıyıda/adada oturan, farklı diller konuşan insanlar için kullanmaktalar. Dolayısıyla nesiller boyunca tarihçilerin zihnini kurcalayan gizemli Hazar halkının, daha iyi araştırıldığı takdirde, asal olarak farklı diller konuşan, Hazar Denizi’nin kuzeyinde farklı dönemlerde yaşamış olan çeşitli göçebe ve yarı-göçebelerden oluştuğu anlaşılacaktır.
Geçmişte yaşamış bir çok farklı Hazar’ın var olmasına karşın, bilimsel yazın sadece M.S. 650’den 965’ye kadar varlığının sürdürmüş olan Hazar Hanlığı’ndaki yerleşimcileri bu isimle anmaktadır. Ancak bu Hanlık’ta yaşamış olan yerleşimcilerin bile farklı diller konuştuğu, Hun-Hazarlar, Göktürk-Hazarlar ve Yahudi Hazarlar olmak üzere üç farklı etnik gruptan geldiği artık biliniyor. Bu nedenle Hazar Hanlığı tarihine geçmeden önce, Hazar bölgesinde ortaya çıkan Hun-Hazarlar ve Türk-Hazarların tarihine bir göz atalım (Yahudi Hazarların ortaya çıkışı konusunu daha sonra ele alacağız).
Hun – Hazarlar
Hun-Hazarların kökeni Orta Asya’ya, özellikle eski Çin kaynaklarında Hunnu ya da Syunnu diye bilinen Kuzey Hun kavmine dayanır. Milattan sonraki ilk dönemlerde Hunlar, Çinlilerin baskısıyla batıya doğru gitmek zorunda kaldılar. Batıya, Avrupa’ya doğru hareket etmelerinden sonra Çin sınırına bir daha hiç dönmediler. Sayıca küçük, ama son derece savaşçı olan bu kavim, Avrupa yolu üzerinde daha başka göçebe kabileleri de kendi bünyelerine katarak ilerlediler ve “Büyük Kavimler Göçü” diye bilinen hareketi başlatmış oldular. İlk olarak Batı Sibirya’dan geçerken büyük bir kabile sayılan Savir ya da Sabirleri aralarına aldılar. Ugor dili konuşan ve Sibirya’nın doğal yerleşimcilerinden olan bu grup, bugünkü Macarların atalarıydılar. Böylece Hun adıyla bilinen güçlü bir ikili ortaklık oluşturdular. Aral Denizi civarından geçerken, Çincedeki adı Kangyuy olan daha geniş bir Türk kavmiyle birleştiler. Bunlar daha sonra Bolgar, Balkar ve Bulgarların atası olacaklardı. Uralların ve İdil’nın güneyinden geçerken dilleri Farsça olan bir Avar kavmini, Don Nehri’nin aşağı taraflarındayken de yine Farsça konuşan bir Alan kavmini içlerine kattılar. Bunlar bugünkü Ossetlerin (Ossetinler) atasıydı. Beş kavimden oluşan bu ortaklık Hun genel adı altında birleşti ve 370’lerde Orta Avrupa’yı işgal ederek Avrupalıları neredeyse bir yüzyıl boyunca dehşete sürükleyecek olan grubu meydana getirdi. Türklerin grubu en kalabalık kavim olduğundan, bütün Hun boylarının de baş komutanı oldu. Bütün Hun kavimlerinin başına geçen bu Türk yöneticilerden bir tanesi de iktidarı zorla alıp önceki lideri öldüren meşhur Attila’ydı. Sonraları kavim içi çatışmalar çıktığında, Avrupalılar Attila’nın oğullarının ordularını yenmekte zorlanmadılar. Böylece bütün Hunlar, Batı ve Orta Avrupa’dan sürüldü.
Hun birliği Doğu Avrupa’da iken tamamen çözüldü. Alanlar, Kuzey Kafkasya’daki anavatanlarına dönen ilk grup oldu. Avarlar kendi Trans-İdil bölgelerine döndülerse de bir süre sonra tekrar Avrupa’ya gittiler. Türkler ise daha küçük gruplara bölündüler (Utikur, Kutikur, Kotrigur, Onogur ve diğerleri). Bunlar Azak Denizi civarında tekrar birleşene kadar aralarında savaşmaya devam ettiler. Sonra Büyük Bolgarya adı verilen geçici devletlerini kurdular. Bu sırada “Büyük Kavimler Göçü”nün ateşleyicileri olan ve Avrupalılar tarafından Akatsir olarak tanınan Hunlar ve Savirler doğunun içlerine, Hazar Denizi bozkırlarına doğru dağıldılar ve orada Hazarlar ya da Hun-Hazarlar adını aldılar. Bu olaylar 5. yy.’ın sonu, 6. yy.’ın başı arasında meydana geldi.
Burada, Hazar topraklarında, Hunlar uzun bir süre kalırken, müttefikleri Savirler Türk Hanlığı’nın yayılmasından dolayı fazla kalmadılar. Hazar’dan ayrıldılar ve dağıldılar. Bundan dolayı Madior adı verilen büyük boyları Orta Avrupa’ya yöneldi ve bugünkü Macaristan toprakları üzerine yerleşti. Savirlerin Suvarlar adıyla bilinen ortanca boyu ise sonraları Bulgarlara katılacakları Orta İdil bölgesine ilerlediler. Sayıca daha küçük olan boylar Kafkasya’da, Kura ile Aras arasında, sonraları diğer Kafkas halklarıyla kaynaşacakları yerde kaldılar. Bundan ötürü Hazar Kağanlığı’nın kuruluşuna kadar asal olarak Hazar bozkırlarını kontrol altında tutanlar Hazar ve Hun-Hazarlar oldu.
Türk – Hazarlar
Türk-Hazarların kökeni Orta Asya’ya dayanır. Etnik olarak Oğuz lehçesiyle konuşan Batı Türklerine dayandırılırlar. Ataları ayrı bir topluluk olarak Urallar’ın ötesinde yerleşmişlerdi, ama 6. yy.’ın ortalarında birleştiler ve tarihte bilindiği gibi, Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki etkisi hızla yayılan Göktürk Hanlığı’nı kurdular. Temel olarak Doğu’nun uzak bölgelerinde mücadeleye girmiş olan Göktürk Kağanlığı için Hazar bozkırları yaşamsal önem taşıyan stratejik bir bölge değildi. Ancak, İran’a karşı yürütülen savaşta Türkler, Bizans’la müttefik olmak zorunda kaldılar. Hazar böylece, Güney Kafkasya yolu üzerinde bir ulaşım koridoru oldu. Öyle ki orada yaşayan ve gizli bir anlaşmaya vardıkları Hun-Hazarlarla birlikte o bölgeye çekilebiliyorlardı. Göktürklerin Hun-Hazarlar ile birlikte ortak eylemlerine dair ilk kanıt 630’lu yıllara, İran Şahı’nın Orta Asya’da Türklere ve Güney Kafkasya’da Bizans’a karşı olmak üzere iki ayrı cephede savaştığı döneme dayanmaktadır. İran’dan ağır bir darbe alan Bizans İmparatoru Herakleios, elçisi Andreus’u Türk Kağanı Yabgu’ya 625 yılında göndererek kendisine destek olmaları için Türk birliklerinin gönderilmesini ister. Kağan bu talebi kabul eder ve 626’da oğlu Şad’ı Hazar üzerinden İran sınırına gönderir. Şad’ın ordusu Hazarlarla (doğal olarak Hun-Hazarlarla) takviye edilmiştir ve aynı yıl Transkafkasya’daki İran topraklarına girer. Ertesi yıl, 621’de, bizzat Kağan Yabgu karışık “Hazar orduları”yla gelir. Zira Orta Asya cephesinin tehlikeye düşebileceğini düşünerek oradan çok sayıda birlik getirmek istememiştir.
“Agvan Tarihi”nin yazarı Movses Kagankatvatsi, ve diğer bazı çağdaş yazarlar, orduda kuzeyden gelen “örgülüler”in ve “dazlak”ların da yer almasına rağmen, kağanın gelişmiş birliklerinin, Hazarlardan oluştuğundan bahsederler. Derbent geçidine yaklaşılıp surları yıktıktan sonra kağanın birlikleri Azerbaycan’a girdiler. Oradan Gürcistan’a yönelip, İran Gürcülerinin savunma hattını ellerinde bulundurdukları Tiflis’e doğru ilerlediler. Tiflis bölgesinde İmparator Herakleios ile kağan buluştular, birleştiler, ancak Tiflis’i alamadılar. Altı ay sonra kağan kaleyi ele geçirip düşman askerlerini ciddi bir biçimde cezalandırdı. Kale komutanının gözleri dağlanırken, İranlı vali ve Gürcü prens derileri yüzülmek suretiyle öldürüldü. Tiflis yağmalandı.
Gürcistan’daki savaşın ardından Türkler Transkafkasya’daki diğer şehirleri de İran egemenliğinden kurtarmaya başladılar. Kağan, ele geçirilen Azerbaycan bölgesini oğlu Şad’a bir armağan olarak verdi. Savaş Bizans’ın zaferiyle sona erdi. 628 yılında İran ile Bizans arasında barış yapıldı ve Hun-Hazarlar pek çok ganimetle yurtlarına geri döndüler. Göktürk ve Hun-Hazarlar arasındaki bu başarılı ortak sefer, dostluklarını daha da pekiştirdi ve Hazar Kağanlığı’nın oluşumu için bir zemin oluşturdu.
Aslında Türklerin İran’a karşı Bizans ile birlikte kazandıkları bu ortak zaferden elde ettikleri tek şey talihsizlik oldu. Kağan, oğlu ve askerleriyle birlikte Kafkasya’da, savaş meydanında iken anayurtlarında onlara bir tuzak kuruldu. Kağanla birlikte seferde olan Nuşhibi boyunun yokluğundan yararlanan düşman Dulu boyu, bir darbe planı hazırladı. Kağan Yabgu oğlundan önce yurduna döndüğünde bir isyanla karşılaştı ve öldürüldü. Oğlu bunu öğrendikten hemen sonra Azerbaycan’dan ayrılarak yurduna yöneldi. Ancak babası ölmüştü ve Dulu boyu iktidarı eline almıştı. Nuşhibi boyunun üyeleri canlarını kurtarmak için çoğunlukla Doğu Avrupa’ya kaçmışlardı.
Bazı tarihçiler tahtını veya varisini kaybetmiş olan kağanın oğlunun bu sırada maiyetiyle birlikte Doğu Avrupa’ya kaçtığını ve Türklere olan iyi tavırlarıyla bilinen Hun-Hazarlarla birlikte oraya sığındığını düşünmektedirler. Gerçekte öyle olmuş olsun ya da olmasın, tam olarak bu olaylardan sonra Hazar’da bir kağan ve Nuşhibi boyundan gelen Türkçe konuşan askerler ortaya çıktı. Attila bir tumin katletmişti ve, tahminimize göre, uzun süre tuminden yoksun kalan Hun-Hazarlar şimdi Göktürklerle ortak hareket etmenin getireceği yararları görüp yüksek mertebeli Türk kağanları kendi liderleri ve kağanları olarak seçtiler. Her halükârda, ilk Hazar kağanının ismini zikretmese de, İran tarihi belgelerini bir araya getiren “Hudud’ül-A’lam” adlı esere göre, Hazar kağanlarının hanedanı Nuşhibi boyundan başlamaktadır.
Hazar Kağanlığı’nın Oluşumu ve Altın Çağı
Geleneksel olarak şuna inanılır ki, ilk Hazar kağanının tahta geçişi ve sonuç olarak Hazar Kağanlığı’nın oluşumu 650’li yıllara denk düşmektedir. Ne var ki, bu hadisenin tarihi tam olarak belirlenmiş değildir. Hazar kağanlarının egemen hanedanı Göktürk Kağanlığı’ndan geldiği içindir ki, pek çok insan Hazarya’nın, daha sonraları ortadan kalkmış olan Batı Göktürk Hanlığı’nın halefi olduğunu düşünür. Ancak o dönemde Hazarya nüfusunun Göktürklerden değil, Hun ve Hun birliğinin doğal üyeleri olan Savirlerden oluştuğunu biliyoruz. Kağanlığın nüfusu sonraları önemli ölçüde değişmiştir, zira Hunların eski müttefiki olan Savirler Hazar’dan bir daha dönmemecesine ayrılırken, diğer Türkler, kağanın ardından bu bölgeye geliyorlardı.
Kağan unvanlı ilk liderlerinin gelişi Hun-Hazarlar için avantajlıydı, kabile üyelerinin birleşmesi ve eski askeri güçlerinin yeniden tesisi anlamına geliyordu. Tahtın varisi olan tuminin Attila tarafından ortadan kaldırılmış olmasıyla, karşılarına çıkan liderler ve Savir boyunun tayin ettiği sahte yöneticilerle yetinmek zorunda kalmışlar, böylece birlikleri bozulmuş ve güç kaybetmişlerdi. Kargaşa ve belirsizlik ortamından çıkma arzusu, yönetici olarak, bir yabancı da olsa, unvanı olan kudretli bir kağanı kabullenmelerini sağlamış olabilir. Bunun ötesinde, henüz benimsedikleri yöneticiye bir hükümdarın sınırsız gücünü vermekten çekinmediler, öyle ki görevlerini yerine getiremeyen kulları onun emriyle intihara bile hazırdı. Dahası, kağanlarını çok dikkatli bir biçimde koruyorlardı. Böylelikle onun varlığı uğruna sadece saldırmak ve öldürmek fikrini benimsemiş olmuyorlar, aynı zamanda kötü niyetlilerin uğursuz bakışlarına veya büyülerine maruz kalmaması için kimsenin ona bakmasına da izin vermiyorlardı. Böylesi sınırsız haklar ve ayrıcalıklarla donanmış olan bu hükümdar, askeri gücü inanılmaz ölçüde artan Hun-Hazarların teşkilatı ve disiplini konusunda köklü gelişmelere yer açtı. Yeni kağanın benimsenmesinden bir kaç yıl sonra Bosjor üzerinde denetimi ele geçirdiler. 655’de Kırım’ı fethedip, 662’de Azerbaycan’da büyük yağmalar yaparak ganimetlerle geri döndüler. Daha sonra Azak Denizi civarındaki Büyük Bolgarya’ya karşı sefer hazırlıklarına başladılar ve 675’te Bolgarlarla savaşa tutuştular (Thephtilactos Simeocatta’nın tarihçesine göre savaş 671’de oldu). Karşı tarafın üstün kuvvetlerini kesin bir yenilgiye uğratarak onları farklı yerlere dağıttılar. Böylece Asparuh’un idaresi altındaki bir grup Bolgarlar batıya doğru kaçarak Tuna’nın ardına yerleşirken, bir başka grup ise Batbay’ın önderliğinde Hazarlara teslim oldu ve Kuzey Kafkasya’da göçebe olarak yaşamaya başladılar. Hazarlara boyun eğerek göçebe hayatlarını devam ettiren üçüncü bir grup ise Orta İdil bölgesine yerleşen ve Bulgarlar olarak bilinen gruptu.
Büyük Bolgarya galibiyetinden sonra Hazarların kuvveti uzak bölgelere kadar yayıldı. Kuzeyde Suvarlar ve Bersullar ile birlikte, Yaslar, Kosoglar, Burtasler, Arlar, Meriler, Bulgarlar aynı zamanda Vyatiçeler, Polyanlar, Severler, Drevliyanlar gibi bütün doğu Slav kavimlerini kontrolleri altına aldılar. Bu sırada güneyde Kafkas, Taman, Kırım’daki pek çok halkı ve Kuzeybatı Hazar bölgesindeki bütün grupları egemenlikleri altına soktular. Hazar yönetici Yusuf sonraları mülkünü şöyle tarif edecekti: “İtil Irmağı’nın yanında oturuyorum… Bu ırmak boyunca pek çok köy ve şehir var, oralarda da çok sayıda insan yaşıyor. Bazıları açık alanlarda, bazıları surlarla çevrilmiş şehirlerde oturuyor. Bunlar Burtalar, Bulgarlar, Suvarlar, Arisu, Çeremişler, Vnantr, Severler, Slavlardır. Her birinin ne tam sayısını bilmek mümkün ne de araştırıp öğrenmek. Hepsi bana hizmet edip haraçlarını öderler”.[7] Joseph’in bu sözlere kanıt teşkil edecek bir gerçek, Bizans yazarı İtirafçı Theophanes’ın yazdıkları arasında bulunuyor: “Hazarlar büyük bir halktır. Kara Deniz’e kadar uzanan toprakların tamamını yönetimleri altına almışlardır”. Gerçekten o dönemde ne Avrupa’da ne de Asya’da, çok sayıda kavmiyle Hazar Kağanlığı ölçüsünde bir başka devlet daha yoktu.
Kağanlığın güç ve refahı hem Doğu’yu hem de Batı’yı cezbetmekte gecikmedi. Farklı ülkelerin kralları, yöneticileri artık Hazarlarla barışçı ve dostane ilişkiler kurmaya çalışıyor, pek çoğu hanla akrabalık bağı kurma yolları arıyordu. Bizans İmparatoru II. Justinian, Hazar Hanı’nın vaftiz edildikten sonra Theodora adını alan kızıyla evlendi. İmparator II. Tiberius da hanın kızlarından biriyle evlenip Hazar askerlerini ülkesinin topraklarına getirdi. 798’de başvezirin oğlu olan Vali Barmaki, Bagadur Han’ın kızı Subat ile evlendi. Bizans İmparatoru Leo Isaur ise oğlu Constantinos’un, kağanın kız kardeşi Çiçekle yapacağı evliliği düzenledi. 759 yılında Ermenistan’daki Arap elçi Yezid ibn Usayd es- Selami de kağanın büyük bir çeyizi olan Hatun isimli kızıyla evlendi.
Bu uzun tarihi özetleyecek olursak, 7 ile 9. yy.’lar boyunca Hazar Kağanlığı dünya sahnesinin ön saflarında yer aldı ve uluslararası konularda etkin bir rol oynamaya başladı. Ancak uluslararası ilişkiler konusunda başarılı oldukça, iç işlerinde de kağanlığı felakete sürükleyecek olan zıtlıklar o ölçüde şiddetleniyordu.
Sınıflararası Düşmanlık
Kağanlığın kurulduğu ilk zamanlarda, ne yeni kağanın ne de onun iki yüz Göktürk savaşçıdan oluşan maiyetinin, aslen Hun-Hazar olan nüfusla arasında bir anlaşmazlık olmuştu. Ayrıca kağanla aynı kavimden gelen yeni üyeler maiyete dahil olduğunda da, diğer askerler arasında onlara herhangi bir ayrıcalık tanınmamış, böylece hiçbir çekişme olmamıştı. Bütün Hazarlar askeri hayatın zorluklarına eşit olarak katlanıyorlar, aynı şekilde sefere gidip ganimeti birlikte paylaşıyorlardı. Ancak sonraları yeni ülkeler ele geçirildikçe kağanın maiyeti devlet hazinesine daha fazla, hatta haddinden fazla, bağımlı hale geldi. Seferlere katılmamaya başladılar ve asalak bir soylular sınıfına dönüştüler. Artık ülkedeki bütün anahtar mevkileri ele geçirmiş, maliyeyi, orduyu ve kanunu idareleri altına almışlardı. Resmi görevlileri kendi çevrelerindekilerden tayin ediyorlardı: kagan-pek, çavşir, çitar-hazar, tarkan, tudun ve diğerleri. Bir yandan da aslen Hun-Hazar soyundan olanların yüksek mevkilere gelmelerine engel oluyorlardı.
Bir başka ifadeyle, o dönemin şartları göz önüne alındığında milli ve sınıfsal bir karakteri olan toplum içinde, sıradan savaşçılarla iktidarı elinde tutanlar arasında gittikçe kötüleşen keskin bir tabakalaşma oluşmaktaydı. Zira alt sınıf, önderlerine karşı çıkan Hun-Hazarlardan meydana gelirken, soylu sınıf tamamen Göktürklerden meydana geliyordu. Kral Yusuf’un mektubunun ve diğer Yahudi kaynaklarının bu toplumsal meseleyi başarılı bir biçimde gözardı etmelerine karşın, Arap kaynakları gerçeği gizlememişlerdir. İstahri şöyle yazar: “Hazarlar iki sınıfa ayrılmıştır: Kara Hazarlar ve Ak Hazarlar” (Türkler sıradan halka “kara”, soylu sınıfa da “ak” ismini takmıştı). Ebu Feda, Çuvaş dilinde Kura Çura (kara köleler) ifadesine karşılık gelen Kara-Cur diye adlandırdığı “Kara Hazarlar”ın bağımlı durumlarından bahseder. Yakut ise “Kağan onlara (Kara Hazarlara) köleymiş gibi davranıyor” ifadesini ekler. Doğal olarak bu şartlarda baskı altında yaşayan insanlar, kendilerini yönetenlere şiddetle itiraz ediyor ve onların mevcudiyetine karşı bir tehdit oluşturuyordu. Kağan ve onun sınırlı sayıdaki maiyeti, sadece askeri yöntemler kullanarak kalabalıkların bu taleplerine karşı koyamazdı. Bundan dolayı, Musevi misyonerlerin onlara anlattığı Yahudiliğin temel kurallarıyla kendilerini koruma yolunu denediler. Bu noktada, Hazar’da Yahudilerin ortaya çıkışına kısaca değinmemiz gerekiyor.
Yahudiler Kağanlık en parlak çağına ulaştıktan hemen sonra geldiler. İlk olarak Irak’tan çıkıp İran üzerinden gezgin tüccarlar olarak girdiler. Mozaist Yahudiler olarak adlandırılıyorlardı, sayıları son derece azdı ve devlet işlerine karışmıyorlardı. Büyük sayılarda Yahudinin gelişi daha sonraları, kendi topraklarındaki Yahudileri katleden İmparator Romanos zamanında Bizans’tan oldu. Kağanın ve maiyetinin Yahudileşmesine yol açanlar işte Bizans’tan kaçan bu Yahudilerdi. Bir efsaneye göre kağan, dininin üstünlüğünü ona kanıtlayan parlak zekâlı bir Yahudi misyoner sayesinde Yahudi olmaya ikna olmuştu. Aslında bu sonuç, misyonerin bir becerisi değildi. Kağanın ve maiyetinin ikna olmasını sağlayan gerçek, Museviliğin kuralları arkasına sığınarak kalabalığın itirazlarını etkisiz hale getirmek amacına dayanmaktaydı. Bundan önce de Arap fatihi Mesleme vasıtasıyla İslam’ı, Bizans misyoneri Cyril vasıtasıyla da Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Ancak bu dinlerden hiçbiri onları halka karşı korumadığı için ikisini de terk ettiler. Şimdi ise Kağan Obadiya, kesinlikle yasak olmasına rağmen, “İsrailli insanlardan” büyük miktarda para karşılığında Yahudiliği kabul etme iznini elde etmişti. Kral Yusuf’un mektubunda “Obadiya’nın onlara pek çok altın ve gümüş verdiği” ve ardından bu dini resmi inanç olarak ilan ettiği ifade edilir. Böylece Hun-Hazarlar Museviliği kabul etme hakkına sahip olmayan mühtediler haline geliyor ve dolayısıyla soylular sınıfına girme kapısı onlara kapanıyorken, öte yandan Kağan ve maiyeti “Tanrı’nın seçtiği İsrail halkı” sıfatını elde ediyorlardı. Resmi olarak hiç kimse Yahudiliğini açıkça söyleme hakkından mahrum değildi, ancak din değiştirenler sadece Mozaist Yahudiliği seçebiliyorlardı. Bu da Talmud Yahudiliğini benimseyen üst sınıfa giriş imkanını ortadan kaldırıyordu. İyi düşünülmüş bir aldatmacaydı bu. Her türlü fermana inanmaya hazır olan cahil halkı bir süre için teskin eden, yalanlar ve rüşvetlerle yürütülen bir aldatmaca. Ne var ki, fazla uzun sürmedi. Çekişmenin gerçek nedenleri hâlâ ortadaydı ve sınıflar arası düşmanlık yok olmamıştı. Bu nedenle Obadiya’nın reformu Hazar toplumunu kurtarmak bir yana, meşhur Kavar isyanıyla sonuçlanacak olan toplumsal çekişmeleri daha da kötüleştirdi.
Kavar isyanı, Obadiya’nın reformunun hemen ardından, 820-830 arasında meydana geldi. Yahudiliğin imtiyazlı bir hale getirilmesi, diğer dinlere karşı olumsuz çabalar ve halkın içinde bulunduğu çetin şartlar, âsilerin yoldan çıkmalarını sağladı. Müslümanların önderliğinde başlatılan isyan, aynı zamanda bazı Hıristiyan ve pagan topluluklardan da destek buldu. Âsiler karşılarında kağanı, maiyetini ve yöneticilerine bağlı olan askerleri buldular. Kağanın oğlunun o sıralarda Güney Kafkasya’da İslam’ı yayma gayretinde olan Araplara karşı savaşmak üzere bölgeye gittiği kaydedilmiştir. Bu esnada Müslüman Hazarlar Arap dindaşlarına karşı yürütülen bu savaşa katılmayıp şehirlerinde kaldılar ve kendi yöneticilerine karşı plan hazırladılar. Kağanın oğlu tarafından idare edilen birlikler ülkeden ayrıldıkları zaman ayaklanmalar başladı. Soylular ve vali de dahil olmak üzere bir çok devlet görevlisi öldürüldü. Ancak kağan son anda oğluna haber göndermeyi başardı. Ordu derhal geri döndü ve çok şiddetli bir savaş başladı. Âsiler uzun süre dayandılarsa da çok kayıp verdiler. Hayatta kalan küçük bir grup, ülkeyi aileleriyle birlikte terk etti. İlk olarak, kuzeye, sonra batıya, ortak Hun seferleri sırasında birlikte pek çok şey paylaştıkları Savirlere (Macarlar) katılarak Karadeniz bozkırlarına yöneldiler.
Böylece Kavar isyanının bir sonucu olarak Hun-Hazarlar iki gruba ayrıldı: Kavarlar ve Cuvaşlar; âsiler ve barış taraftarları. Bazı tarihçiler bu isyanı düzenleyen Kavarların isminin “kabar” olduğu görüşündedir. Ancak Bizans İmparatoru Constantine Porphyrogenitus da dahil olmak üzere çağdaşları onları “kavar” (kavaroi) olarak adlandırmışlardır ki bu, Çuvaş dilindeki düzen, düzenbaz, muhalefet gibi anlamlara gelen “kavar” kelimesine karşılık gelir. Öte yandan Türkçe cuvaş kelimesinden türeyen barışçı grubun ismi de barışçı, sakin, yumuşak başlı gibi anlamlara gelmektedir. Bu Cuvaş (ya da Çuvaş) halkı Hazarya’da kağanın idaresi altında kalmış, ancak Kavarlar, daha önce belirtildiği gibi, Madiarların yanına giderek bir süre sonra onlarla kaynaşmış ve Macar dilinde bazı izler bırakmışlardır. Bizans İmparatoru Constantine Porphyrogenitus onlarla ilgili olarak şunları söyler: “Bu Kavarlar, Hazar kavminden geliyorlardı; iktidarla aralarında ayrılık çıktığında iç savaş başladı ve iktidar galip geldi, onlardan bazıları öldü, bazıları kaçıp Peçenek topraklarındaki Türklerin (Macarların) yanına yerleştiler ve ebedi barışı tesis etmiş olarak Kavarlar adını aldılar. Türklere (Macarlar) Hazar dilini öğrettiler. Türkçe de bilmelerine rağmen hâlâ bu dili konuşurlar. Savaş meydanında sekiz kavimden (Macarlardan) daha güçlü ve cesur olduklarını kanıtladılar. Bu durumun bir neticesi olarak savaşta lider olma hakkını kazandılar. Kavarların üç kavminin de hâlâ hayatta olan tek bir prensi vardır”.[8]
Öyle görünüyordu ki, Kavarların Hazar’dan ayrılmaları üzerine kağan, âsilerden kurtulmuştu. Ancak şimdi Yahudi soylu sınıftan gelen başka düşmanları vardı. Problemin temeli çok eskilere uzanan bir geleneğe dayanıyordu ve buna göre her soylu, kağan olamıyordu. Sadece Nuşhibi boyunun bir üyesi olan ilk Hazar kağanının soyundan olanlar seçilebiliyordu. Yeni soylular taht üzerinde hak iddia edemiyor, böylece ülkede sözü geçen bir rol üstlenemiyordu. Bu modası geçmiş geleneği etkisizleştirmek için hileli bir çözüm bulundu. Elindeki bütün dünyevi gücü alıp meşru kağanı ilahi bir kişilik konumuna çıkartarak, kendi sarayında şerefli bir mahkumiyete soktular. Bütün kudret yeni Yahudi soylular arasından seçilen kağan-pek’e devredildi. Bunun sonucunda devlet işleri çar adını verdiği, kimi zaman kağan da denilen, kağan-pek’ler tarafından idare edilmeye başlandı. Bu kudretli Hazar çarlarından bir tanesi, İspanyalı Yahudi Hasday Ibn-Şafrut’a yukarıda adı geçen mektubu yazan Yusuf’dur. Durmak bilmeyen bu sınıflar arası düşmanlık döneminde Hazarya’nın yöneticilerinin halka karşı güvensizlikleri o kadar fazlaydı ki, koruma görevi için bile yabancı savaşçılar çağırılıyordu. Muhafız olarak önce Rus brodnikler tutuldu. Mesud, “Hakanın ordusu ve hizmetkarları Ruslar ve Slavlardan oluşuyor”9 diye yazar. Bir süre sonra Ruslara güvenmekten vazgeçildi ve o zamana değin İslam’ı kabul etmiş olan ve Larsi (muhtemelen Terçi) adıyla anılan Orta Asyalı Türkler kiralandı. Çağdaşlara göre Larsilerin sayısı yedi bine yakındı. Bunun ötesinde, ülkede çoğunlukla Hun-Hazarlardan oluşan bir muhafız birliği de mevcuttu, ancak onlar savaş esnasında görev alıyorlardı. Oysa Larsiler yöneticileri ve soylu sınıfı korumakla görevliydiler. Bu profesyonel muhafız birliğinin oluşturulması, içeride düzeni sağlamaya ve yöneticileri emniyet altına almaya yaradıysa da, aynı zamanda, Hazar Kağanlığı’nın hızlı çöküşünün nedenlerinden biri oldu. Sıradan ve düzensiz halk kitlelerinin, üstelik Müslüman, Karayit, pagan gibi aralarında düşmanlık olan gruplara bölünmüş bir haldeyken, organize olmuş bu kuvvete karşı durması imkansızdı. Kısacası yerli halk, kendi ülkesinde küçümsenen, uyumsuz bir ayak takımı sınıfına dönmüştü ve yöneticilerini devirmek için iyi bir fırsat kolluyordu.
Hazar Kağanlığı’nın Çöküşü
Halkın bir bütün olduğu zamanlarda ortaya çıkmış olan Büyük Hazar Kağanlığı, içeride yaşanan düşmanlığın gittikçe şiddetlenmesinin ardından adım adım çözülmeye başladı. 882 yılında Kiev Prensliği Hazarya’dan çoktan kopmuş, ardından Slav kavimlerinden Drevlianlar 883’te, Severler 884’te, Radimiçisler 885’te ayrılmıştı. Vyatiçiler ve diğerleri hemen sonra onları takip etti. Dahası, Rus askeri güçleri İdil boyunca Hazarya’nın başkentine sızmaya başladılar ve sonra Hazar Denizi’ne kadar ilerlediler. Hazar’a sık sık düzenlenen seferler ve Hazar hakanın muhafızları olarak yapılan görevler, Rus savaşçılarına Hazar savunma hattının bütün zayıflıklarını öğretmişti. Artık paralı muhafızların, yabancılara karşı onları korumaktan ziyade, yönetimden daha fazla para sızdırmanın peşinde olduklarını biliyorlardı. Ayrıca, yerli Hazar muhafızların soylu sınıftan ve onların paralı askerlerinden nefret ettiğini, Hazarların artık yaz mevsiminde başkentten ayrıldığını ve rahatça aile konaklarında dinlendiklerini fark etmişlerdi. Bu nedenle Hazar’ı yağmalama fikri Rus askerlerin zihninde canlanmakta gecikmedi. Ancak sadece Kiev Prensi Svyatoslav’ın ordusu 965 yılında bunun gerçekleştirebildi.
Svyatoslav’ın Hazar seferi bir yıl sürdü, hazırlıkların eksiksiz yapıldığı ve o topraklarda bir çok defa bulunmuş olan insanların prense eşlik ettikleri son derece rahat ve başarılı bir sefer oldu. O günlerde Kiev ile Hazar arasındaki bozkırda savaşçı Peçeneklerin sözü geçiyordu, bu nedenle Svyatoslav, önce Oka Irmağı’ndaki Vyatiç Prensliği boyunca, sonra da İdil’dan aşağıya dolambaçlı bir yol izledi. Bir önceki bahar, Oka üzerinde gemiler hazırlatmış ve askerlerini takviye etmişti. 965 yılının baharında donanmasını İdil’ya geçirdi ve aşağıya doğru ilerledi. Hiçbir engelle karşılaşmadan İdil Bulgarlarını mağlup edip Hazar başkentine yöneldi.
Hazar’nın başkenti İtil, kağanlığın doğuşundan sonra kurulmuştu (daha önce Belencer ve Semender başkentti) ve Svyatoslav’ın zamanına gelindiğinde son derece büyük bir kent olmuştu. İdil yakınında, bugünkü Astrahan’ın biraz kuzeyinde yer almaktaydı. Ancak tam yeri, geçen binyıl boyunca İdil’nın yatağı bir çok kez değiştiği ve kıyıdaki yıkıntılar sular tarafından sürüklendiği için bilinemiyor. 10. yy.’da şehir, göçebelerin keçe çadırları (yurt) ile yan yana yer alan ahşap evlerden oluşuyordu. Plansız bir biçimde etrafa yayılmışlardı. Sadece kağanın pişmiş tuğladan inşa edilmiş sarayı diğer bütün yapıların üstündeydi. Şehir, İdil kıyıları boyunca yaklaşık altı-yedi kilometre uzanan iki kısımdan meydana gelmekteydi. Kentin sol tarafı genel olarak sıradan halkın yerleşik olduğu bir bölümdü. Aynı zamanda burası, yabancı tüccarların kullandığı kervansaray, hamam, cami ve pazar yeri gibi bölümlerin olduğu kısımdı. Bu nedenle kentin bu bölümüne kalabalık denilirdi. Öte yandan sağ taraf ise soylu sınıfın, kağanın ve onun muhafızlarıyla maiyetinin bölgesiydi. Kağanın sarayı İdil’nın içine doğru çıkıntı yapan bir burnun üzerinde, biraz uzaktaydı. Sular yükseldiğinde bu burun kısmen su altında kalıyor ve bir ada haline geliyordu. Bazı seyyahların İtil’in üç bölümden oluştuğunu zannetmelerine sebep budur: Sağ taraf, sol taraf ve ada (Mesud). Sular yükseldiği zaman kağanın sarayı kıyının sağ tarafına yüzen bir köprüyle bağlanıyordu. Kağanın adası da dahil olmak üzere kentin sağ tarafının tamamına, Çuvaş dilinde “soylu insanlar, aristokrasi” anlamına gelen Sarasin deniliyordu.
Kış mevsiminde İtil’deki tüccarların sayısı azalmaktaydı. Ancak bütün meydanlar ve avlular taşradaki topraklarından dönen Hazarların yurtalarıyla dolup taşıyordu. Mart ayında insanlar yurtalarını söküp sonbahara kadar kalacakları topraklarına gitmek üzere bozkırlara çıkıyorlardı.
Svyatoslav’ın ordusu İtil’e geldiğinde mevsim yazdı ve şehir yabancı tüccarlarla doluydu. Neredeyse hiç Hazar yoktu. Sadece Larsiler kenti koruyabilecek durumdaydılar. Yine de hakan ve ordusu yaklaşan Rus birliklerini karşıladı ve galibiyet için değilse de, en azından muhafızlar ülkenin farklı bölgelerinden yetişene kadar onları oyalamak için mücadele etti. Kuşku yok ki, Svyatoslav Hazarların taktiğini biliyordu ve hiç vakit kaybetmeksizin şiddetli bir saldırıyla Larsileri dağıttı ve kaçırdı. Rus birlikleri kente girdiler, her yeri ateşe verdiler. Hakanla birlikte geride kalanlar canlarını zor kurtardı. Bu yüzden muhafızlar taşradan döndüğünde geldikleri gibi kaçıp gitmekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı. Bütün ülke dehşet içindeydi. İnsanlar sadece Rus ordusundan değil, aynı zamanda birbirlerinden de kaçıyordu: Soylular halktan, halk soylulardan, Yahudiler paganlardan, paganlar Müslümanlardan…
İlk olarak Svyatoslav’ın birlikleri İtil’i yerle bir etti. Sonra gemilerle açılıp Dağıstan’a su yoluyla gittiler, Semender ve diğer Hazar kentlerini ele geçirdiler. Kuzey Kafkasya’yı batıya doğru kat ederek Don deltasına ulaştılar. Yolları üzerindeki Yasaları ve Kosogları dağıttıktan sonra Svyatoslav, dönüş yolunda Don Irmağı’ndan yukarıya doğru ilerledi. Hazar kalesi olan Sarkel’i ele geçirdi. Sonbahara kadar orada kaldı ve kış için güneye doğru giden Peçeneklerin geçmesini bekledi. Sarkel’de küçük bir gözcü birliği bırakarak bugünkü Ukrayna’nın kuzeyi boyunca ilerledi ve Kiev’e ulaştı. Rus vakanüvisler bu olaydan kısaca bahsederler: “6473 yılında (965) Svyatoslav Hazarlar’ın üzerine yürüdü. Hazar Kağanı’nın kendisine kafa tuttuğunu biliyordu, böylece savaşa tutuştu. Savaşta onları alt etti, şehirlerini ve Belaya Vezha’yı (Sarkel) ele geçirdi. Ayrıca Yasaları ve Kosogları da mağlubiyete uğrattı”.[9]
Burada Hazar Kağanlığı’nın varlığı son buluyor ve Hazar halkı görünüşte tarih sahnesinden ayrılıyor. Hazar ile olan bütün uluslararası ilişkiler kesildiğinden Rus, Bizans ya da Yahudi kaynaklarından hiçbirinde artık Hazarların akıbetleri ile ilgili bir bilgiye rastlanmıyor. Bu bağlamda pek çok tarihçi, Svyatoslav’ın ordusu tarafından bu milletin garip bir biçimde paramparça edildiği şeklinde bir düşünce benimsemektedirler. Dolayısıyla A. F. Ritikh şöyle yazar: “Rusların bu insanları mahvetmesinden sonra onlardan geriye hiçbir şey kalmamıştır”.[10] M. Artamonov ise devletlerin ortadan kalkmasının halkların da yok olması anlamına gelmediğini söylerse de, “ama bu kez böyle olmadı” diye ekler.[11] Aynı zamanda bazıları da yüksek Hazar uygarlığının Ruslar tarafından barbarca yok edilişinin yasını tutar. Prof. Grigoriev üzüntüsünü şöyle dile getirir: “Avrupa’nın karanlık ufku üstünde parıldayan bir meteor gibiyken, arkasında hiçbir iz bırakmadan yok olup gitti”.[12] Prof. Leo Gumilev ve Alexin, Hazar’ın efsanevi Atlantis gibi Hazar Denizi’nin dibine gömüldüğünü düşünmüşlerdi.[13] Bazı maceracılar ise hâlâ bu ülkeyi aramaktalar. 1996 yılında astronot Kizim ve Soloviyev “Mir” uzay istasyonundan Hazar Denizi’nin derinliklerindeki Hazar kentinin “harabelerini” gözlemlemekteydiler. 1998 yılında ise Cousteau takımının Fransız balıkadamları Hazar Denizi’nin dibini “Alsion” gemisiyle altüst ettiler.
Doğal olarak bütün bunlar bazı meraklı hayalperestlerin düşlerinden ibarettir. Gerçek ise, Hazar’ın sulara gömülmediği, Hazar halkının tamamen Svyatoslav’ın adamları tarafından yok edilmediği, varlıklarını sürdürüp bugün aynı soydan gelen nesillerin hâlâ aramızda yaşadığıdır.
Hazar Soyu Hakkında
Yukarıda zikredildiği gibi, Svyatoslav’ın ordusu Hazar’ı baştan aşağı yakıp yıktı ve bir çok ganimetle birlikte aynı yıl Kiev’e döndü. Rusların ülkelerinden sonsuza dek çıkmayacakları düşüncesiyle dehşete kapılan Hazar soylu sınıfı, komşuları olan Harezm’den askeri yardım talep ettiler ve şahlarından, Museviliği bırakıp İslam’a dönmeleri şartıyla destek sözü aldılar. Soyluların bir çoğu bu şartı kabul edip İslam’a geçtiler ve Harezm’e tâbi oldular. Svyatoslav’ın ordusunun Hazar’yı aynı yıl terk etmiş olmasına karşın, ülke bu kez Harezm’in hükmü altına girmişti. Hazar halkı artık Harezm şahına tebâ olmuştu. Bütün bu gelişmeler sonraları kaçınılmaz bazı sonuçlar doğurdu.
İlk olarak Hazar Kağanlığı bir imparatorluk olarak çökmüştü. Kendisine tâbi olan bütün gruplar, Dağıstan, İdil Bulgarya, Burtaseler, Yaslar, Kosoglar, Fin-Ugrik kavimleri ayrıldı. Büyük Hazar’nın elinde kalan, bugünkü Astrahan ve Rusya’nın Volgograd bölgesine karşılık gelen küçük Saksin ülkesiydi sadece. Hazar’nın başkenti İtil kötü bir biçimde yerle bir edilmiş olduğundan yeniden kurulmadı. Onun yerine İdil’nın kollarından biri olan Aktuba’da, aynı isimle, yani Saksin adı altında yeni bir kent kuruldu. Svyatoslav’ın seferinden tam yirmi yıl sonra oğlu Prens Vladimir Svyatoslaviç oraya ordusuyla gittiğinde artık İtil diye bir yer yoktu, tıpkı bir zamanlar nice zenginliğiyle var olmuş Hazar Kağanlığı’nın var olmayışı gibi. Bu nedenle prens büyük bir ganimet elde edemeden geri döndü.
Bütün bunların ardından, Hazar halkına ne oldu? Hayatta kalmayı başardılar, ancak ilişkileri hiç de dostça olmayan pek çok farklı milli ve dini topluluğa bölündüler. Kağanlıktaki çözülme aslında üç Hazar topluluğu olan Hun-Hazarlar, Göktürk -Hazarlar ve Yahudi- Hazarlar din kavgalarına girişip bir çok farklı isim altında çeşitli topluluklara bölündükleri zaman başlamıştı. Ancak bir süre, kağanın merkezi iktidarı sayesinde aynı yerde birlikte yaşamayı başarmışlardı. Ne zaman ki Svyatoslav’ın ordusu merkezi iktidarı ortadan kaldırdı, işte o zaman bütün bu gruplar kendi bağımsızlıkları için mücadele eden ayrılıkçılara dönüştüler. Bu arada, Hazar soylu sınıfı da ikiye bölünmüştü: O zamana kadar İslam’ı benimsemiş olan ve Türkçe konuşan soylular ve İslam’ı benimsemeyi reddedip Yahudi inançlarını muhafaza eden Yahudi soylular. Bununla beraber, Yahudi grup da kendi içinde ikiye ayrılmıştı: Talmudistler ve Mozaistler.
Hun-Hazarlar da tek başına bir etnik bir grup olarak kalamadılar. Kavar isyanından bu yana onlar da ikiye bölünmüştü: Âsi Kavarlar (Macaristan’a ilerleyen “Kabarlar”) ve Hazar’da kalan barışçı Cuvaşlar. Toplumun bir kısmı İslam’a döndüğü zaman bu Cuvaşlar da kendi içlerinde ikiye ayrıldılar: İslamiyet’i kabul edip Besermen (Rus kaynaklarında Busurmanlar) adı alanlar ve şu anda Çuvaşlar olarak anılan dinsiz Cuvaşlar.
Göktürk-Hazarlar da iki ayrı sınıf oluşturmaktaydı: Larsilerden oluşan sıradan halk ve İslam’ı kabul etmiş soylulardan oluşan Sarasinler (İsimlerini İtil’deki eski soylu bölgesi olan ve “soylu halk” anlamına gelen Sarasin’den almışlardı. Rus kaynaklarında, Müslümanlara batılıların verdiği isim halkı olan Saratsinlerle karıştırıldıklarını ve Saraçin ve Saratsin gibi isimlerle anıldıklarını görüyoruz).
Hazar Kağanlığı Harezm’e tâbi Saksin ülkesine dönüştükten sonra Orta Asya’nın Müslümanları bu bölgeye gelerek gayrimüslim halkın hayatını zorlaştırmaya başladılar. Buna karşılık gayrimüslimler de bölgeyi terk etmek üzere harekete geçtiler. İslam’ı benimsemek istemeyen Yahudiler çeşitli ülkelere dağılırken, büyük bir çoğunluğu Darial vadisi boyunca ilerleyerek Gürcistan’a gitti. Arap seyyahların gözlemlerine göre, Gürcistan’daki bu Yahudiler aradan pek çok yıl geçtikten sonra dahi hâlâ Hazarlarla Ruslar arasında bir barış olmasını bekliyorlar ve İtil’deki evlerine dönmeyi umuyorlardı. Bu barış hiçbir zaman gerçekleşmedi ve onlar da Gürcistan’da kaldı. Gürcistan’ın Tshinvali, Kutais, Akhaltsukh kentlerinde ve diğer bazı bölgelerinde varlıklarını bugüne kadar sürdürdüler. Ancak İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte, bu bölgeden ayrılmalar başladı.
Hem Türk hem de İbrani diline vâkıf olan Hazar’ın Mozaist Yahudileri (Karayitler) birlikte bölgeyi terk edip Kırım’a yöneldiler. 14. yy.’a kadar Kırım ve civarında kalan bu grubun büyük bir bölümü, Polonya ve Litvanya orduları bu bölgeyi ele geçirdikten sonra esir edilerek Polonya ve Litvanya’ya götürüldü. Onların torunları bugün hâlâ Kırım’da, Litvanya’da ve Batı Ukrayna’da yaşamlarını sürdürüyorlar.
Pagan Hun-Hazarlardan geriye kalan Cuvaşlar ya da Çuvaşlar ise Saksin’den batıya doğru ilerlediler ve Sarkel civarında (Belaya Vezha), bugünkü Kalmikya bozkırlarının olduğunu bölgeye ve Don Irmağı’nın aşağı kısımlarına yerleştiler. 11 ve 13. yy. Rus kaynakları bu gruptan Kozars Belovezhskie (Beloveja Hazarları) diye bahseder. Altın Ordu Hanlığı zamanında İdil’nın batı yakası boyunca yayıldılar, ardından Sura ve Sviaga Irmakları arasında daha yoğun yerleşimler kurdular. Burası daha sonra Çuvaş Özerk Cumhuriyeti’nin kurulduğu yer olacaktı. Eğer kendilerine has bir yazı geliştirmiş olan Karayitler, Hazar’a dayanan soylarını iyi hatırlayabildilerse, herhangi bir yazıları olmayan Çuvaşların Hazar ile olan bağlantılarını geçen bin yıl içinde unutmuş olmaları hiç şaşırtıcı değildir. Bu nedenle kısa bir süre öncesine kadar Mari ile aynı soydan gelen İdil Bulgarı, Suvar ve Burtasıların torunu olduklarını düşünüyorlardı. En son araştırmalar gösterdi ki, bunlar Hun-Hazar kavminin hayatta kalmayı başarmış bir kolunun üyesidirler.[14]
Yahudilerin, Karayitlerin ve Çuvaşların bölünen Hazar Kağanlığı’nı terk etmelerinin ardından sadece Larsi, Sarasin (Türkçe konuşan İslamlaşmış soylular) ve Besermenler (İslamlaşmış Çuvaşlar) gibi Müslüman topluluklar Saksin’de kaldı. 1131 ve 1153 yılları arasında Arap seyyah Ebu Hamid Garnati Endülüsi’nin bu bölgede kaldığı süre içinde bütün bu gruplar refah ve barış içinde yaşıyorlardı. Sarasin ve Besermen soyundan gelenlere ait olan büyük avlular yan yana sıralanmaktaydı ve insanlar aynı camilerde ibadet ediyorlardı. Aynı zamanda onları ticari işler nedeniyle ziyaret eden pagan bozkır halkıyla (kuşkusuz Çuvaşlarla) alış-veriş yapıyorlardı. Bu bozkır halkı sürülerini Saksin’e getiriyor ve şehirde etin fiyatı hızla düşüyordu. Bu nedenle yetişkin bir koç yarım dannik ve kuzu bir tassuc oluyordu.[15] Ancak Moğol işgalinden sonra bütün bu topluluklar esir edildi ve hepsine birden Tatar ortak adı verildi. Böylece onların torunları da İdil Tatarlarının bir bölümü oldu.
Gördüğümüz gibi Hazarların halefi yok olmuş değil, ancak geçen bin yıl boyunca başka halklarla karışmış ve önceki isimlerini muhafaza etmeyi başaramamışlardır.
Prof. Dr. Yakov Kuzmin – YUMANADİ
Yrd. Doç. Dr. Pavel V. KULESHOV
Kazan Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi / Rusya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 464-472