Haddini Bil
Hâkimiyeti Milliye’nin 21.XI.1933 tarihli 4434. sayısında A. Muhip imzasıyla Orhun’dan bahseden bir yazı çıktı. Tarihten de, felsefeden de salâhiyetle dem vuran ve benim “Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar” adlı eserimin başlangıcını tenkit eden bu yazı aynen şudur:
Orhon (1)
Edirne de bu namda bir mecmua intişar etmeye başladı. Matbaamıza gelen birinci sayıdan anlaşıldığına göre, geçen sene İstanbul’da Adsız(2) diye çıkan bir mecmuanın devamıdır. Mecmua kendisini okurlara takdim ediyor, maksadını anlatıyor ve ezcümle diyor ki: Orhun’dan gelen yol Turfandan geçerek Ankara’ya uğrayan yoldur. Ankara, Adalar Denizinden Altay’ın daha ötesine kadar uzanan ulu bir varlığın kısaltılmış ifadesidir… Bu yolun arkasında büyük bir ezeliyet, önünde yüce bir ebediyet vardır, ilh… Edirne’deki gençlerin pragmatizm felsefesi etrafında toplanmak istedikleri anlaşılıyor. Bu felsefenin iyi taraflarıyla beraber kötü tarafları da vardır. Amerika’da doğan ve tatbik edilen bu sistemden kuru, gözsüz ve az beşerî bir Amerika medeniyeti doğmuştur. Netekim, bu hususta en selâhiyetli kalemlerden olan Suut Kemalettin “Millî Pragmatizm” adını taşıyan makalesinde, pragmatizmi yabancı milletlerin anladığı mânâda almak lâzım geldiğini söylüyor: Biz pragmatizmi başka türlü anlıyoruz. Bizim için hakikat alelûmum hayat değil, bir milletin Türk milletinin hayatıdır. Bizim için bir fikrin, biri itikadın, bir sistemin doğruluğu onun hayattaki, dünyadaki faydasıyla değil, Türk milletinin enerjisini beslemek kabiliyetiyle ölçülür.
Mecmuanın sahip ve müdürü H. Nihâl Bey, Adsız namı müstearıyla “Türk Tarihi Üzerinde Toplamaları”nı neşrediyor. Yazı gelecek nüshada devam edecek. Bizden ziyade tarihçileri alâkadar edecek olan bu yazının mukaddemesi üzerinde ehemmiyetle nazarı dikkati celbederiz. İsmini koymaktan içtinap eden Nihâl Bey, bir sayfaya sığdırdığı bu mukaddemede kocaman ve cür’etkâr bir iddiada bulunmaktadır:
Ne kadar yazık ki, diyor, tarih cemiyeti tarafından yazılan ve mekteplerde okutulan dört ciltlik tarih kitabı da aynı yanlış görüşle yazılmıştır. Ve devam ediyor: Bu tarih, beş yüz âlimin kaleminden çıkmışa benzemiyor ve asıl gayesi olan Türk gençliğine tarihi öğretmek maksadını hiç de temin etmiyor. Bir edebiyat hocası olduğu halde memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimlerinin görüş tarzını tenkit eden bu fazla taşkın iddia şudur: Tarihçilerimiz muhtelif Türk sülâlelerinin zamanlarını birbirinden ayrı devletlermiş gibi mütalea etmek yanlışlığına düşüyorlarmış. Halbuki, bu tarihçilere göre, ayrı ayrı devletler olarak mütalea edilen, meselâ Gök Türk Devleti, Dokuz Oğuz Devleti, Çağatay Devleti, Aksak Timur(3) Devleti ayrı devlet değil, aynı devleti idare eden ayrı sülâlelermiş. Aynı milletten olan bir takım zümreleri idare eden ayrı devletleri sülâle sanan ve devletle sülâleyi birbirine karıştıran bu adsıza verilecek cevap bize ait değildir. Türk gençliği bilmediği mevzular üzerinde bu kadar uluorta iddialara girişmemelidirler.
Bu yazıyı okuyunca bunu yazanın kim olduğunu sordum. Bir iki yıl önce Ankara Lisesini bitirip şimdi gazetecilik eden ve Varlık mecmuasına şiirler yazan biri olduğunu söylediler. Vaktiyle kendi hocası olan Suut Kemal Beyin Millî Pragmatizm adlı yazısına ait olan kısımlarına cevap verecek ve bu gence, burada, bilmediği bazı şeyler öğreteceğim.
İlk önce herkes gibi Muhip Bey de şunu bilmelidir ki ben Atsız imzasını atmakla onun sandığı gibi adımı koymaktan içtinap ediyor değilim. İçtinap etmek için ortada içtinap edilecek bir sebep bulunmak veya korkak olmak lâzımdır. Halbuki ortada ne içtinap edilecek bir sebep var, ne de ben korkağım. Onun için Muhip Beyin genç yaşından umulmayacak bir karakterle, bizden önceki nesillere yaraşan bir jurnalci ruhuyla bizden ziyade tarihçileri alâkadar edecek olan bu yazının mukaddemesi üzerinde ehemmiyetle nazarı dikkati celbederiz demesine, yani beni jurnal etmesine gülüp geçtim. Fakat burada bence anlaşılamayan bir nokta var: Muhip Bey bizden ziyade tarihçileri alâkadar eden bu yazı… derken, biz kelimesiyle kimi ve hangi mesleki kastediyor? Eğer gazetecilik mesleğini kastediyorsa kendisine vereceğim cevap şudur: Bu kadar ilmî ve şümullü bir mesele bir gazetecinin ilmi, zekâsı ve ihatasıyla ve gazete sütunlarında münakaşa olunamaz. Henüz gazetecilik mektebi açılmadığı ve Muhip Bey de oradan mezun olmadığı için onun ilmî seviyesi benimle bu meseleyi münakaşa edecek bir raddede değildir. Ankara Lisesinden mezun olmak ise Muhip Bey’e bu meseleyi benimle münakaşa edecek kadar bir salâhiyet vermemiştir. Çünkü kendisi henüz sınıf geçmek için Ali Reşat Beyin kitabından tarih ezberlemeye çalışır ve Kül Tigin’i ve Göl Tekin diye yalan yanlış öğrenirken ben Kül Tigin’i asıl metninden okuyor, Türk tarihini kafamda sistemlendirmek için onun boyunca kitap karıştırıyor, hakikî âlimlere çıraklık ederek bir tarih amatörü olmak yoluna giriyordum. Benim yüzlerce kitap okuyarak ve yıllarca çalışarak meydana getirdiğim bir eseri, o eser ne kadar taslak olursa olsun, Muhip B. gibi henüz özenti şiirler yazmak çağında bulunan çocuklar tenkit edemez.
Muhip B. bu yazım hakkında ehemmiyetle nazarı dikkati celbediyor. Kimin nazarı dikkatini celbediyor ve ne için celbediyor acaba? Kendisi tarihin nazariyeleri, usulü ve tespiti hakkında ne kadarlık fikir ve bilgi sahibidir ki çizmeden yukarı çıkabiliyor da söze girişiyor? Ahmet Muhip Beye ve Ahmet Muhip Beylere top yekûn söylüyorum: Ben Türküm! Türk kanunlarının bana verdiği müsaade ve selâhiyetler dahilinde herkesi ve her şeyi tenkit edebilirim. Bu tenkit kanununun çerçevesi dahilinde olmak şartıyla dünyadaki hiç bir kuvvet bana yan bakamaz.
Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır derken ben hiç de, Muhip B.in sandığı gibi cüretkâr bir iddiada bulunmadım. Bilâkis Türk tarihi âlimlerinin öteden beri haykırdıkları, fakat kimseye anlatamadıkları bir hakikati yeni bir tarzda ifade ettim. Evet, yine tekrarlıyorum ki Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır. Çünkü biz medenî ve büyük bir millet olduğumuzu ispat etmek istiyorsak tarihî hayatımızda bir istikrar olduğunu ispata mecburuz. Medenî ve büyük olmıyan milletlerin hayatında istikrar olmaz. Halbuki dört ciltlik tarih, hakikatin tamamen hilâfına olarak, bizi istikrarsız bir millet gibi gösteriyor. Bizi dünyanın yetmiş iki yerinde yetmiş iki devlet kurmuş bir millet olarak gösteriyor. Peki, eğer hakikat bu ise ve biz kurduğumuz hiç bir devleti, hakikaten bir iki asırdan fazla yaşatamamış bir milletsek nasıl olur da dünyanın ikinci milleti olduğumuzu iddia edebiliriz?
Halbuki benim ortaya sürdüğüm tez şudur: Türk tarihini bir bütün olarak mütalea etmek lâzımdır. Sülâleleri devlet olarak mütalea etmek yanlıştır. Çünkü sülâleleri ayrı devlet saymak zihniyeti, sülâlelerin hâkim oldukları devirlerde revaçta bulunan ve bugünün ileri ve milliyetçi zihniyetine yaraşmayan geri bir düşünüştür. Halbuki dört ciltlik tarih Türk tarihini bir bütün olarak değil, parçalayarak mütalea ediyor ve birbirleriyle olan irtibatını bulamıyor. Bunun için Muhip B.’e bir daha edeyim ki o tarih 500 değil bir tek âlimin kaleminden çıkmışa bile benzemiyor. Bunu anlamak için de yalnız Orhun‘un birinci sayısında gösterdiğim ismihas yanlışlarına bakmak kâfidir. Yalnız Kül Tigin’i Gültekin yazmak bile o tarihi yazanlar arasında bir tek âlim olmadığını ispata yetişir. Çünkü: bir kere onların Orhun âbidelerini okumadığını gösterir. Sonra Türk dilinin kaidelerini bilmediğini anlatır (çünkü eski Türkçede ve bugünkü şark Türkçesinde g ile başlayan hiç bir söz yoktur.) Ve en sonra “prens” mânâsına olan tigin ile “boş” mânasına gelen, tekini karıştırmakla insan nihayet kendi boşluğunu meydana koymuş olur. (4)
Benim, popüler mahiyette olsa da yılların emeğiyle vücuda gelmiş bir yazımı bir iki kalem darbesiyle berbat (!) eden Muhip B. Türkçeyi de bilmiyor. Bakınız şu ifadeye: Bir edebiyat hocası olduğu halde memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimlerinin görüş tarzını tenkit eden bu fazla taşkın iddia şudur. Gördünüz mü Türkçeyi? O halde edebiyat hocası olduğumu ileri süren Muhip B.in şu cümlesini edebiyat hocası sıfatıyla önce bir düzelteyim. Bu cümleye göre edebiyat hocası ben olmuyorum. Taşkın iddia edebiyat hocası oluyor. Görülüyor ki fiili, fâili yerinde bir cümle yazmaktan aciz olan bu lise mezunu Türkçeyi ancak Salamon, Nobar veya Çaldaris kadar biliyor. Bu kabil Don Kişotça yazılar “Fon Lökok”la “Pol dökok”u birbirine karıştıracak kadar cahil olan gazeteciler için pek ayıp sayılmazsa da lise mezunu olan Muhip B.in, bir lise hocasının yazısını tenkide yeltenirken biraz daha bilgili ve şuurlu olması icap etmez miydi?
Hem anlayamıyorum: Muhip B.in memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimleri dediği zevat kimlerdir? Bir kere Muhip B. in Avrupa âlimlerinin isimlerini bile bilmediği muhakkaktır. Çünkü bir lise mezunu bunları bilmez. Fakat şu bizim memleketimiz âlimleri acaba kimlerdir? Eğer Muhip B. bu sözüyle 4 ciltlik tarihi yazanları kastediyorsa aldanıyor. Her ne kadar bu zevattan hiç birisi kendisinin âlim olduğunu iddia edecek kadar ciddiyetsiz ve hafif değilse de galiba Muhip B. onların hepsini âlim sandığı için ben burada o zevatın âlim olmadıklarını Muhip B. e göstermek mecburiyetindeyim. Anadolu kitabeleri sahasında değerli bir mütehassıs olan (fakat eski Türk tarihi sahasını hiç bilmediği oradaki yanlışları düzeltmediğinden anlaşılan) Balıkesir mebusu İsmail Hakkı Beyi şöyle bir tarafa ayırırsak, evet bu heyet arasında bir tek âlim yoktur. Âlim demek ilmî eserler yaratmış ve şöhreti dünyaca tanınmış insan demektir. Halbuki onların arasında eskiden beri tarihle uğraşan Yusuf Akçura Bey bile hiç bir ilmî eser vücuda getirerek şöhretini dünyaya tanıtmış değildir. Eğer Muhip B. âlim diyerek tarih heyeti arasında bulunan Hâmit ve Ali Muzaffer B.ler gibi sabık darülfünun hocalarını kastediyorsa yine aldanıyor. Çünkü hiç bir eserleri bulunmayan bu zevat, hayal bu ya, âlim olsalardı cehaletleri yüzünden darülfünundan çıkarılmazlardı. Bu heyetin azasından olan ve ileri gelenlerinden bulunan Reşit Galip B. bile henüz amatör bir müptedi sayılabilir.(5) Ülkü mecmuasında (sayı 9) çıkan tarihî bir makalesinde Yavuz Sultan Selimin Türkçe şiir yazmadığını söyliyecek kadar vukufsuzluk gösteren, hele bu iddiada bulunurken Lâtifi tezkiresine dayanarak okuduğunu dahi anlamadığını ispat eden ve Lâtifinin adını bile doğru dürüst bilmeyip Lûtfı yazmak suretiyle bu malûmatın kendisine başkaları tarafından verildiği şüphesini uyandıran ve Sehî ve Lâtifi tezkirelerinin verdiği malûmatı kendi kafasındaki fikri sabite göre izaha kalkışan Reşit Galip B.’e de âlim denilemeyeceği gayet tabiidir.(6) Sadri Maksudi B.’e gelince onun da âlim olmayıp müptedi olduğu ve Sorbon müderrisi diye imza atmakla da kendisini reklâm ettiği, Köprülüzade Fuat Beyle yaptıkları münakaşa dolayısıyla ilim efkârı umumiyesine malûm olduğundan (merak edenler Türk Yurdu ve Türkiyat mecmualarında bu münakaşayı okuyarak hüküm verebilirler) şu sual kendiliğinden doğuyor.(7) Bu değerli âlimler acaba kimlerdir?
İmdi: Ben böyle müptediler tarafından yazılan ve içinde tabiatıyla bir çok yanlışlıkları bulunan bir eseri tenkit edersem bunda memleket hesabına ne zarar vardır? Tarih cemiyeti hüsnüniyetle bir eser vücuda getirir. Fakat hüsnüniyet kâfi olmadığı için bunda kaş yaparken göz çıkarır. Ben de o kitabı hüsnüniyetle tenkit ederim. Eğer iddialarım haklı ise tarih cemiyeti onu derhal kabul eder. Haksızsam, haksız olduğumu bana ispat eder. Eğer haksızlığım meydana çıktığı halde inat edersem kötü bir maksadım var demektir: Eğer tarih cemiyeti de benim haklı iddialarım karşısında inadında devam ederse onun kötü bir niyeti var demektir. Fakat her ne de olsa bu münakaşa benimle onlar arasında cereyan eder. Muhip B. gibi lise mezunu çocuklar bu münakaşaya karışamazlar.
Muhip B. aynı milletten olan bir takım zümreleri idare eden ayrı devletleri sülâle sanan ve devletle sülâleyi birbirine karıştıran bu atsıza verilecek cevap bize ait değildir diyor”. Peki Muhip B.! Size ait değilse ne diye bu kadar çene çaldınız? Gösteriş olsun diye mi? Yoksa gazetecilik dolayısıyla sütun doldurmak için mi?
Evet, tarihî görüşümüz yanlıştır. Gök Türk, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı, Selçük, Karahıtay, Nayman, Çingiz devletleri değil, sülâleleri vardır. Beni devletle sülâleyi birbirine karıştırmakla itham eden Muhip B. acaba devletle sülâlenin doğru bir tarifini yapabilir mi? Eğer yapsaydı muhakkak bu iddiada bulunmayacaktı. Belki istifade eder diye burada kendisine yeniden izah edeyim ki: Meselâ Gök Türklerle Dokuz Oğuzlar iki ayrı devlet değildir. Fark: Birinde Gök Türk boylarının, birinde de Dokuz Oğuz boylarının diğer bütün boylara hâkim olmasıdır ki, buna da sülâle farkı derler. Muhip B. belki bilmez ama sülâle diye yalnız aileye değil, kabileye de derler. Çünkü, zaten hükümdar olan da o kabilenin başında olan ailedir.
Yazısını Türk gençliği bilmediği mevzular üzerinde bu kadar ulu orta iddialara girişmemelidirler diye bitiren Muhip B.’in yine yanlış olan bu cümlesini “Türk gençleri…” diye düzelttikten sonra bu hitabı aynen kendisine tekrarlayarak soruyorum! Yıllardır uğraştığım bu mevzu üzerinde bir amatör kadar, ben salâhiyet sahibi değilim de gazeteci Muhip B. mi salâhiyet sahibidir?
* * *
Delikanlı, haddini bil!
ORHUN, (1934), Sayı: 3
(1) Orhon değildir. Orhun’dur. Burada uzun süreceği için izaha lüzum görmüyorum.
(2) Adsız değildir. Atsız’dır. Türkçede d ile biten söz olmadığını Muhip Bey bilmiyor mu?
(3) Türkçede “Timur” diye bir söz yoktur. Muhip Bey hiç olmazsa benim mukaddememden, bunun “Temür” olduğunu öğrenmeliydi.
(4) Bu kitabın yanlışları bir iki tane değildir. Burada maksat kitabı tenkit değil, Muhip B’e cevap olduğu için bu yanlışları birer birer sayacak değilim. Yalnız burada şu kadarını söyleyim ki meselâ “Metenin Siyenpileri Kingan Dağları şarkına çekilmeye mecbur etmesi (cilt 1, s.65)” hakkındaki malûmat cehaletin şaheseri sayılabilir. Çünkü Meteyi Siyenpilerle çarpıştırmak Selçukluları Aksak Temür’le savaştırmak gibidir ki bu yanlışı da ancak bir ilk mektep çocuğu yapar. Aralarında, Siyenpi adının Metenin ölümünden bir iki asır sonra tarihe çıktığını bilen bir tek kişi bulunmayan bir heyetin azasına nasıl âlim denilir?
(5) Müptedi kelimesini, Reşit Galip B. tarihle henüz iki üç yıldır uğraşmaya başladığı için kullanıyorum.
(6) Türk tarihinin membalarını iyi bilmediği anlaşılan Reşit Galip B. eğer arzu ederse Sehi ve Lâtifi (Lûtfî değil) tezkirelerinin verdiği malûmatı kendisine izah eder ve Yavuzun Türkçe şiirleri olduğuna dair başka memba da gösteririm.
(7) Hususî ve resmî şahsiyetleri ne olursa olsun, âlim olmadıklarını ispat mecburiyetinde olduğum kimselerin ilmî şahsiyetlerini teşrih etmek şahsiyata dökülmek değildir. Bu adamın ilmî şahsiyetini açığa dökmekten başka yol olamaz.