Kuzey Moğolistan’ın doğusuna düşen Orhun nehri civarında, sekizinci yüzyılın ilk yarısında dikilmiş olan üç yazılı taş[1] Türk kültür tarihinde mühim bir yer tutar. Çinlilerin TuKiüe adını verdikleri Göktürklerin elli yıl Çin esareti altında kaldıktan sonra 681’de İlteriş Kağan’ın başkanlığında yeniden nasıl istiklâl kazanarak büyük bir devlet kurmağa muvaffak olduklarını anlatan bu yazılı taşlardan birisi, bu istiklâl savaşında mühim bir rol oynayan büyük kumandan Tonyukuk’a, ikincisi 731 yılında ölen Göktürk hakanı Kül Tigin’e (Költigin) üçüncüsü ise 734’te vefat eden Bilge Kağan’a aittir. Tonyukuk’ a ait taşın 725 yılında dikildiği tahmin edilmektedir.[2]
Bu yazılı taşlar da, Yenisey mezar taşları gibi, bir ölünün hatırasını gelecek nesillere nakletmek için dikilmiştir. Yalnız bu taşlardan bahis konusu olan şahıslar, devlet kurucusu büyük kahramanlardır.
Dikiliş maksatları, ihtiva etmiş oldukları geniş ve tafsilatlı bilgi ve ton bakımından, onlar, basit birer mezar taşı olmaktan ziyade, bir devletin hatırasını ebedileştiren tarihi abide hüviyeti taşırlar. Türk Bilge Kağan, daha ilk satırlardan itibaren, geniş bir kitleye, Türk milleti için çok mühim hakikatleri bildirmek maksadıyla şöyle seslenir:
“Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki şadpıt beyleri, kuzeydeki tartat, buyruk beyleri, Otuz tatar… Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit, adam akıllı dinler.”[3]
Hitap eden şahsın otoritesi, hitap edilen kitleinni genişliği ve hitap edilişi şekli bakımından sadece bu satırlar bile, bu abidelerin Yenisey mezar taşlarından farklı bir mânâ ve mahiyet taşıdığını göstermeğe kâfidir. Burada bir devlet, bir millet ve onun mukadderatı bahis konusudur.
Yukarıdaki satırlardan sonra Bilge Kağan, yapmış olduğu seferleri, Türk milletini götürdüğü yerleri anlatmakta ve şimdi neden Ötüken ormanında oturduğunu izah etmektedir:
“Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tabidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk Kağanı Ötüken ormanında olursa ilde sıkıntı yoktur.
Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Güneyde Dokuz Ersine kadar ordu sevk ettim. Tibet’e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci nehrini geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar ordu sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş.”[4]
Bir kahramanın yapmış olduğu savaşlara geniş bir mekana ve insan kitlesine hakim olduğunu anlatan bu satırlar, bize Oğuz Kağanı hatırlatıyor: Yalnız burada bahis konusu olan kahraman, efsanevi bir tip değil, tarihi bir şahsiyet; hâkim olduğu yerler de müphem destan mekânı değil, belli ve muayyen yerlerdir. Şahsın ve mekanın belirli oluşu, bu satırları destani olmaktan çıkararak tarihi yapmaktadır. Fakat kudret iradesi ve geniş bir mekâna hâkim olma fikri bakımından Oğuz Kağan ile Bilge Kağan arasında hiçbir fark yoktur. Bu benzeyiş, bize destan ile tarihin hemen hemen aynı davranış tarzının ve hayat görüşünün ifadesi olduğunu gösterir.
Göktürk yazıtları, “Tarihi yaratan kavimler, kavimleri hareket ettiren ise muayyen tarzda yaşama iradeleri, yani kültürleridir” tezini savunan Alman mütefekkiri Erich Rothacker’in görüşünü teyit eden güzel örneklerden biridir.[5]
Burada biz ” Oğuz Kağan Destanı” ile Yenisey mezar taşlarında ifade olunan hayat görüşünün ve onun temsilcisi olan insan tipinin, tarihe nasıl şekil verdiğini çok açık olarak görürüz. Göktürk Devleti’ni kuran kahramanlar, atlı göçebe medeniyetinin geliştirdiği temel kıymetlere göre hareket ederler ve bir töre haline gelmiş olan bu kıymetlere uygun yaşamak için isyan bayrağı açarlar, savaşırlar. Çin esareti, yarattığı tezat ile, onlarda öteden beri mevcut olan ve yarı gayrişuuri halde yaşayan duyguları daha da keskinleştirmiş ve şuurlu hale getirmiştir. Kendilerine tamamiyle yabancı bir medeniyet şekliyle karşılaşmanın doğurduğu müsbet ve menfi tesir, “Orhun yazıtları”ında mühim bir yer tutar.
Akınlar, siyasi ve ticari münasebetler dolayısıyla Çinlilerle yakından temas eden bazı Türk beyleri, bu yerleşik ve yüksek medeniyetin şaşaasına kapılarak, kendi adlarını bırakıp Çin adları alacak kadar milli örf ve adetten uzaklaşmışlar, hanlarının ve milletlerinin aleyhine dönmüşlerdir. Bizzat Çinliler, kendileri için çok zararlı buldukları Türklerdeki akıncı ruhu çürütmek ve sosyal birlik duygusunu bozmak maksadıyla kurnazca usuller tatbik etmişlerdir. Bu usullerden birisi, altın, gümüş, darı ve ipek gibi şeyler vererek beyleri ve halkı maddi vasıtalarla kandırmak, ikincisi ise, Budizm’i yayarak eski Türk dinini, örf ve adetini ortadan kaldırmaktır. Yazıtlarda Çin’in bu maddi ve manevi ifsad faaliyeti çok açık olarak belirtilmiştir. Bilge Kağan şöyle diyor:
“Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor.
Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti öleceksin!”[6]
Çinliler daha ziyade, kitlelere hakim olan beyleri aldatmağa çalışıyorlar. Çünkü bir kere onları elde edince, kendilerine tabi olan halkı kolayca esir edeceklerini sanıyorlar. Fakat eski din, örf ve adetlerine bağlı olan Türk halkı milli ruha sahip birkaç bin kişi, Çin boyunduruğu altına girmiş olmalarına rağmen, mukavemet ediyorlar; onların bu töreye bağlılık duyguları sayesinde, yeniden hürriyet ve istiklâle kavuşuyorlar. Kitabelerde, kendilerini Çin tesirine kaptıran beylerin ihaneti ile halkın duyguları arasındaki tezat çok güzel belirtilmiştir:
“Türk Beyler Türk adını bıraktı. Çinli Beyler Çin adını tutup, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş. Doğuda gün doğusunda Bölki Kağan’a kadar ordu sevk edivermiş. Çin kağanına ilini, töresini alıvermiş.
Türk halk kitlesi şöyle demiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani. Kime ili kazanıyorum der imiş. Kağanla millet idim, kağanım hani, ne kağana işi gücü veriyorum der imiş. Öyle diyip Çin kağanına düşman olmuş. Düşman olup, kendisini tanzim ve tertip edemediğinden yine teslim olmuş.
Bunca işi gücü verdiğini düşünmeden, Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım der imiş, yok olmaya gidiyormuş.
Yukarıda Türk Tanrısı mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İltiriş Kağan’a annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı yürüyor diye ses işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki, inmiş toplanmış, yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya batıya asker sevk edip toplanmış yığmış. Hepsi yüz er olmuş.
Yedi yüz er olup İlsizleşmiş, kağansızlaşmış, milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti ecdadımın töresince yaratmış, yetiştirmiş. Tölis, Tarduş milletini orda tanzim etmiş. Yabguyu, şadı orda vermiş.
Güneyde Çin milleti düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan Dokuz Oğuz kavmi düşman imiş, Kırgız, Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay, Tatabı hep düşman imiş. Babam kağan bunca.. Kırk yedi defa ordu sevketmiş, yirmi savaş yapmış. Tanrı lütfettiği için ilgiyi ilsizletmiş, kağanlığı kağansızlatmış, düşmanı tabi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece ili, töreyi kazanıp, uçup gitmiş.[7]
Bu son parça hakanlarla halk arasındaki münasebeti göstermesi bakımından dikkate şayandır. Çinlilere karşı nefret hisseden halk, üzülüyor, isyan ediyor, fakat başında kendisini yürütecek ve tanzim edecek bir başkan olmadığı için, tekrar Çin hükümdarına boyun eğiyor. Halkın bu duygusunu kendi içinde hisseden İlteriş Kağan ile İlbilge Hatun, hareketin başına geçince, etrafında birdenbire çığ gibi büyüyen bir kitle bulunuyor. Bu sadece Türklük yeniden istiklâle kavuşuyor; büyük bir devlet haline geliyor. Kağanlarla halkı birleştiren hakim duygu, Gök Tanrı ve Türk töresine bağlılık hisleridir.
Kitabelerde bu tarihi tecrübeden çıkaran bir ders vardır: Hakan, Çin tesiriyle baştan çıkan Türk beylerine ve halkına acı tecrübeler sonunda varmış olduğu hakikati şöyle açıklar:
“Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese Türk milleti, ilini töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslenmiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun.
Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mızraklı nereden gelerek sürüp gönderdi. Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin. Doğuya giden, gittin. Batıya giden gittin. Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın su gibi koştu, kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evladın kul oldu, hanımlık kız evladın cariye oldu.”[8]
“Göktürk yazıtları”nda Çin medeniyetinin fasid tesirleri karşısında dağılmağa ve yok olmağa yüz tutan göçebe Türk toplumunun, yine kendi esaslarına göre, yeniden tanzimi fikri vardır. Yalnız, muayyen bir yere, Ötüken ormanına yerleşerek, buradan devleti idare etme düşüncesi, Türk tarihi bakımından son derece ehemmiyetli, yeni bir fikirdir. Çünkü bu, göçebelikten yerleşik medeniyet nizamına geçmenin bir başlangıcıdır.
Sosyal yapısı itibariyle hayvancı ve akıncı olan bir toplum, Gök Türk hakanlarının düşündükleri şekilde, aynı yaşayış tarzını, hayat görüşünü, örf ve adetini muhafaza ederek yerleşik ve sürekli bir devlet kurabilir mi? Göktürk hakanları bunun mümkün olduğuna inanmaktadırlar.
Çin’e giden Türklerin orada mahvolduklarını söyleyen Bilge Kağan şöyle diyor:
“O yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç sıkıntı yoktur. Ötüken ormanında oturursan edebiyen il tutarak oturacaksın.”[9]
Fakat tarih, Bilge Kağan’ın bu görüşünü yalanlamış, kendisinden sonra Göktürk Devleti yeniden sarsılmış, Çinlilerin teşvik ettiği ve desteklediği diğer Türk boyları, Basmiller, Karluklar ve Uygurlar tarafından yok edilmiştir.[10]
Göktürk Devleti’nin yıkılışında, Çin müdahalesi kadar, yerleşik ve sürekli bir devlet kurmaya müsait olmayan göçebe medeniyetinin de büyük tesiri vardır. Aşiret birliği ve maddi kuvvet esaslarına dayanan göçebe Türk devletlerinden hiç birisi sürekli olmamış, üstelik birbirini yok etmişlerdir. Eski Türkler, İslamlıktan sonra olduğu gibi, aşiret birliğini aşan büyük ve devamlı bir devlet kuracak ve yaşatacak bir toplum anlayışına, bir hayat görüşüne sahip değildirler. “Göktürk yazıtları”nda geçen Türk kelimesi bizi aldatmamalıdır. Bu kelime, bugün anlaşılan manada, geniş bir kavmi birliği değil, tıpkı Oğuzlar, Uygurlar, Karluklar, Peçenekler gibi, müstakil aşiretler halinde yaşayan etnik bir zümreyi ve onun hakim sınıfını ifade eder. Hayvan sürüleri ile oradan oraya dolaşan, çapulculuk ve akıncılık ile geçinen muhtelif Türk boyları arasında aşiret hududuna aşan bir birlik, ancak, onlardan birisinin ötekilere hakimiyeti sayesinde mümkün oluyordu Fakat bu birliğe dahil olan aşiretlerden her birisi, daima isyana ve diğerlerine tecavüz etmeğe hazırdı. Yenisey mezar taşlarında görüldüğü gibi, her il kendisini kutsal tanıyor ve onun için ölmeği en büyük şeref sayıyordu. Göktürk Devleti’ni kuran hakanlar da, kutsal bildikleri kendi illerini hür ve müstakil kılmak, yabancı kavimlerle birlikte, diğer Türk kavimlerini de idareleri altına almak için savaşmışlardı. Kitabelerde Kırgızlara karşı tam yirmi beş kere sefer edildiği,[11] yazılıdır. Bilge Kağan, ili namına yapmış olduğunu kahramanlıkları anlatırken şöyle der:
“Milleti besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyde Çin’ e doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim, savaştım.”[12]
Burada Oğuzlar, Kıtay, tatabı ve Çin kavimleri gibi yabancı bir kavim telakki edilmiştir. Kitabelerde “dizilere diz çöktüren, başlılara baş eğdiren” kavimler arasında, Kırgızlar ve Oğuzlardan başka diğer Türk boyları da vardır.
Bunlar açıkça gösteriyor ki, Göktürk kitabelerine hakim olan sosyal duygu, bugün anlaşılan manada Türklük duygusunu değil, İl’ini üstün ve hatim kılmadan ibaret bir boyculuk duygusudur.
Yukarıda söylemiş olduğumuz gibi, illerden birinin hakimiyetine dayanan bu birliği dahil bütün iller ve onların beyleri de aynı duyguya sahiptiler ve birlikten ayrılmak için fırsat kolluyorlardı. Kaldı ki, bu birliğin dışında kalmış, Uygurlar ve Kırgızlar gibi aynı hakimiyet ihtirasıyla yanan başka Türk boyları da vardı. Sosyal yapısı böyle olan bir devletin uzun zaman yaşamasına imkan yoktu.
Kitabelerde acı ile belirtildiği gibi, bizzat idare eden zümrede dahi bir istikrar yoktu. Oğullar, kardeşler ve amcalar arasındaki mücadeleler, Bilge Kağan öldükten sonra da devam etti. Çinliler ve diğer Türk boyları bunlardan faydalanarak, o kadar mücadele ile kurulmuş olan Göktürk Devleti’ne nihayet verdiler.[13] Göktürk Devleti’nin kurulmasında amil olan aynı sebepler İline bağlılık, onu hakim kılmak için kahramanlık onun yıkılmasını da hazırlanıyor. Sürekli bir devlet kurulabilmesi için, bu duyguları doğuran sosyal yapının ve hayatın değişmesi lazımdı. Her şeyden önce, avcılık, hayvancılıkla çok yakından ilgili insan tipinin değişmesi zaruri idi. Zira hayatın manasını kuvvetli olmada gören vatandaşlardan ibaret bir toplumun sulh ve sükun içinde yaşamasına imkan yoktur. Sürekli bir devlet nizamı, başka türlü meziyetleri haiz olan insan tipini gerektirir. Göçebe cemiyetinin yetiştirdiği “sert” insan tipine mukabil, buna “yumuşak” insan tipi adını verebiliriz. Ekincilik ve zenaatçılığa dayanan Çin böyle bir insan tipi vücuda getirmişti. Başarısı da bundan ileri geliyordu. “Göktürk yazıtları”nda “tatlı sözlü ve mülayim huylu” diye tavsif edilen Çinli, düşmanına galebe için “kuvvetine” değil, para, eşya ve zekasına güveniyordu. Eski Çin hakimleri “yumuşak” tipli insanı yüceltirler:
“Bükülüne hiçbir şey olmaz; eğilen yine doğrulur. Su insanların küçümsedikleri yerde bulunur, onun için Tau’ya yakındır. Dünyada su kadar yumuşak, su kadar zayıf hiçbir yoktur. Ama sert olana, kuvvetli olana saldıran hiçbir şey (tesir bakımından) onu geçemez. Suda, yerini başka bir şeyin tutabileceği hiçbir şey yoktur. Zayıf kuvvetliyi, yumuşak serti alt eder.”[14]
Hayvanı örnek alan, kurdu rehber edinen, kuvvete en büyük değeri veren alp tipi, bunun tam zıddı idi. O, bin bir kurnazlık düşünen, alet ve vasıtalar icat eden zekasına göre değil, kendisini ölüme atan kuvvet ve kudret ihtirasına göre hareket ediyordu. Ekinciliğin terbiyesini almadığı için sabırlı ve uzak görüşlü, zenaatkâr olmadığı için de ince zekâlı ve hesaplı değildi. Binmiş olduğu at, avladığı hayvan, kullandığı, ok ve yay, onda sadece bir kabiliyeti ve ihtirası geliştirmişti: Avcılık, savaşçılık ve hakimiyet ihtirası.
“Göktürk kitabeleri”nde savaşlar ve sosyal endişeler ön planda geldiğinden, bu toplumun alt yapısını teşkil eden ve onu hareket ettiren esaslı Amil, hayvan unsuru pek gözükmez. Fakat dikkat edilirse bazı cümlelerde o yine vardır ve alp tipinin davranışını izah eder. Savaşlar tasvir olunurken kahramanlar kadar atlarına da ehemmiyet verilmesi, “Oğuz Kağan destanı”nda olduğu gibi, burada da insan ile hayvanın birbirinden ayrılmaz iki varlık olarak tasavvur edildiğini gösterir:
“Yirmi bir yaşında iken, Çaça generale karşı savaştık. En önce tadıgın, Çorun boz atına binip hücum etti. O at orda öldü. İkinci olarak İşbara Yamtarın boz atına binip hücum etti. O at orda öldü. Üçüncü olarak Yigen Silig beyin giyimli doru atına binip hücum etti. O at orda öldü. Zırhından, kaftanından yüzden fazla ok vurdular,…”[15]
Keza:
“Kül Tigin, Bayırkunun ak aygırına binip atılarak hücum etti. Bir eri ok ile vurdu, iki eri kovalayıp takip ederek mızrakladı. O hücum ettiğinde Bayırkunun ak aygırını, uyluğunu kırarak, vurdular.”[16]
Bir devlet ve milletin, Gök Tanrı’ nın, törenin, mazi ve istikbali bahis konusu olduğu tarihi bir hitabe, atlardan bu kadar teferruatlı söz edilmesi, göçebe medeniyetine has düşüncenin hayvanlarla ne kadar haşır ve neşir olduğunu, müşahhas teferruatın içine dalarak, bütüne yükselmediğini gösterir.
Kül Tigin kitabesinin Çince kısmında, bambaşka bir düşünüş tarzı, bambaşka bir üslup ve ifade vardır. Burada kainata ve insanı bir bütün olarak kavrayan ve onda bir nizam bulan Çinli tefekkür, daha ilk satırlardan itibaren kendisini hissettiriyor:
“Şu geniş göklerin kaplamadığı ve sıyanet etmediği hiçbir şey yoktur. Gök ve insan hemahenk olduklarından bütün kainat bir kül teşkil eder; bu küllün esası ulvi ve süfli olarak iki uzva ayrıldığı gibi, insanlar da bu sebepten ileri gelen prenslere veya hükümdarlara ayrılırlar (veya biz onları böylece kendilerine mahsus mevkilerde buluruz). Filhakika bu ileri gelen prensler yukarda zikrolunan iki uzvun irsen intikal etmiş olan neticeleridir.”[17]
“Göktürk kitabeleri”nde de, gök ile insan arasında bir münasebet kurulur. Fakat bu münasebet, burada görüldüğü gibi, bir nizam fikrini ihtiva etmekten ziyade, kağanların hakimiyet iradelerini dayadıkları kutsal bir otorite kaynağı şeklindedir. Profesör D. W. Eberhard’a göre Çinliler Gök dinini Türklerden almışlardır. Çin’e hakim olan Türk hükümdarları bu dini oraya sokmuşlardır.[18] Fakat Çin hakimleri bu fikri işlemişler, kendilerine has unsurlarla birleştirerek, çok ince ve kompleks bir sistem haline getirmişlerdir. Göçebe Türklerde ise, dini düşünce mitik bir merhalede kalmış, yüksek tefekkür seviyesine ulaşamamıştır. O savaşlarla dolu hayat içerisinde derin düşüncenin gelişebilmesine imkan yoktu.
Tonyukuk kitabesinde göçebeye has düşünce tarzı daha kuvvetli olarak gözükür. Başlangıçta neticesiz gibi görünen istiklâl hareketi karşısında tecrübeli Tonyukuk şöyle muhakeme yürütüyor:
“Düşündüm: (İnsan) zaif boğalarla, semiz boğaları uzaktan bilmek istese, semiz boğa, zayıf boğa diye bilemez iliş diyerek böylece düşündüm.”[19]
Havyanlar aleminden alınan benzetmelerle yapılmış muhakeme tarzına bütün göçebe metinlerinde rastlıyoruz. Hayvanlar göçebenin sadece maddi değil, manevi hayatına da şekil verirler.
Yine Tonyukuk, hayatlarının mesut bir anını şöyle tasvir ediyor:
“Çogay’ın kuzey yamaçları ile Kara Kum’da oturuyorduk. Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk. Milletin boğazı tok idi. Düşmanımız, etrafta ocak gibi idi, biz ateş idik”[20] Bu esnada bir haberci gelerek, Çin’e kuvvetli bir hakim bir hükümdarın hakim olduğunu haber veriyor. Çin’de doğan ve Çinlileri yakından bilen Tonyukuk, endişeye düşüyor. Gece uyuyacağı, gündüz oturacağı gelmiyor. Ve hakanına düşüncesini arz ediyor.
“Çin, Oğuz, Kıtay bu üçü birleşirse kalakalacağız. Kendi içi dıştan tutulmuş gibiyiz. Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa delinmesi zor imiş. Doğuda Kıtay’dan, güneyde Çin’den, batıda Batılılardan, kuzeyde Oğuz’dan iki üç bin askerimiz, geleceğimiz var mı acaba? Böyle arz ettim.”[21]
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Tonyukuk, ilerisine gören ve düşünen bir insandır. Düşünceleri ile o Göktürk Devleti’nin teşekkülünde mühim bir rol oynamıştır.
Tonyukuk’un, sadece bir kahraman değil, aynı zamanda, düşünen bir insan olmasında, belki de, Çin’de doğup büyümesinin tesiri vardır. Fakat o, yine de esas itibariyle göçebe hüviyetini muhafaza etmiştir. Diğer Türk beyleri gibi Çin tesiri altında kaldığı anlaşılan Bilge Kağan memleket dahilinde Buda mabedleri inşa ettirmek istemiş fakat Tonyukuk buna itiraz etmiştir.
“Tonyukuk Türklerin cedlerinden gördükleri ulusal hayatı takip etmesini muvafık görüyor, onları bu hayattan uzaklaştırmanın Türk seciyesini bozacağını ileri sürüyordu. Nihayet Bilge Kağan da bu noktayı kabul etmişti.”[22] Hür, müstakil ve sürekli bir devlet kurmak isteyen Göktürklerin o sıralarda büyük bir medeniyet buhranı geçirdikleri muhakkaktır. Tonyukuk’un Türkler arasında Budizm’in yayılmasına mani olması dikkate değer bir husustur. Daha önce Budizm ve Çin medeniyetini kabul eden bir çok Türk boyları, milliyetlerini tamamiyle kaybetmişlerdir.[23] Kitabelerde de belirtiğimiz üzere, yüksek tabakanın Çin medeniyetini benimsemesi, Göktürk Devleti’nin çöküşü üzerinde rol oynamıştır. Böylece bu durumda, eski geleneklere sımsıkı sarılmaktan başka çare var mıydı? Çin örneğine göre yerleşik bir medeniyet nizamını kabul etmek ve milli varlığı korumak mümkün müydü? Türk tarihinin daha sonraki gelişmeleri bunun mümkün olduğunu göstermiştir. İlkin Uygurlar, Budizm ve Çin medeniyetini benimsemek suretiyle, milli varlıklarını tamamiyle kaybetmeden, yerleşik medeniyete geçmeğe muvaffak oldular. Daha sonra Karluklar ve Oğuzlar, Fars ve İslam medeniyetinden faydalanarak, yerleşik devletler kurdular. Fakat Türk tarihinde en sürekli devleti, Anadolu Türkleri kurmağa muvaffak olmuşladır. Bunun nasıl gerçekleştiğini ilerde göreceğiz. Burada şunu söyleyelim ki, Türklerin bu merhaleye ulaşmaları için yüzyıllar boyunca acı tecrübeler geçirmeleri ve yerleşik medeniyet nizamını benimsemek için büyük emekler harcamaları icap etmiştir. Büyük Türk kitlesi, Göktürklerden yüzyıllarca sonra da hayvancı göçebe medeniyetini unutmamışlardır. Bu maceranın başka safhalarını ve örneklerini göreceğiz.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 3 Sayfa: 735-739