I. Giriş
Kuzey Afrika’da XIX-XX. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin yüksek egemenliğindeki Cezayir, Tunus, Trablusgarp eyaletlerine verilen müşterek bir ad olarak “Garp Ocakları” veya “Magrip Ocakları” denilirdi. 3-4 asırlık bir uzun zaman süresinde Osmanlı-Türk teşkilat ve kültürü bu sayede Kuzey Afrika’da yayılmış ve geniş etkiler yaratmıştır.[1]
Ifrikıyye ve Magrip adlarıyla anılan Kuzey Afrika kıyılarındaki islam devletlerinin eski güçlerini kaybedip parçalanmaya yüz tutmaları XVI. yüzyılın başlarına rastlamaktadır. Aynı zamanda Portekiz ve İspanyolların batıdan, 1517’de Mısır’ın fethinden sonra, Osmanlıların doğudan siyasî, dinî ve ticarî rekabetler sonucu karşı-karşıya gelmişlerdir. Orta ve batı Akdeniz’de egemenlik kavgası, Osmanlı Devleti’nin Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’ı fethiyle Osmanlılar lehine sonuçlanmış ve İspanyollar kaybetmiştir. İspanyolların, Afrika kıyılarını “yeniden fetih” projesi de akamete uğramıştır. Yerli müslüman halkların Türkler’i daveti ve onları kurtarıcı olarak karşılaması unutulamaz. Türk denizcisi Oruç Reis sayesinde ilk defa 1516’da Cezayir’e giren Türkler Yavuz Sultan Selim’in asker ve mühimmat desteğiyle burada İspanyollara üstün gelmişlerdir. Trablusgarp 1551’de, Tunus ise 1534’de ve 1569’da ki geçici fetihlerden sonra 1574’de nihaî olarak Osmanlı ülkelerine katılmıştır. Oruç ve Hızır Reis Cezayir’in, Koca Sinan Paşa ile Kılıç (Uluç) Ali Paşa Tunus’un, Turgut Reis ise Trablustgarp’ın Avrupa’da fatihleridir.[2]
Siyasî ve tarihi literatürde Garp Ocakları hakkında “eyalet, niyabet, emaret, cumhuriyet, krallık, barbar devletleri” gibi anlamlara gelen “régence, régency, barbary régencies, states of barbary, etats barbaresques, régence de Tunisie, régence de Tripoli, royaume d’Alger” gibi adlandırmalar kullanılmıştır. Osmanlı kaynaklarında ise; “Beylerbeyilik” terimi geçmektedir. Merkezden uzaklıkları, halkının bir kısmının göçebe oluşu, yöneticilere iç işlerinde yarı müstakil bir yönetim modelin sağlandığından başka, zamanla yöneticilerin seçimle işbaşına gelmeleri gibi nedenlerle bu adlandırmalar etkili olmuştur. Batı etkisiyle özellikle XIX. yüzyılda Osmanlı belgelerinde “Niyabet, emaret” terimlerine de rastlanmaktadır.[3]
Garp Ocakları Osmanlı egemenliğine girdikten sonra başlangıçta müşterek olarak idare edilmişlerdir. Sonra ayrı ayrı yönetim tarzları oluşmuş, Klasik Osmanlı eyalet teşkilatı kurulmuştur. Saliyâneli eyalet olarak doğrudan merkeze bağlıydılar. Daimi bir savaş alanı “Darülharb” bölgesinde bulunan bu denizaşırı eyaletlere yeniçeri askeri ve mühimmat (gemi, savaş malzemesi, kereste, yelken, zift vb) gönderilirdi. İdarî ve askerî otoritenin temsilcisi olan beylerbeyinin icra gücü, önce merkezden sonra, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden, adalardan, az sayıda Rumeli’den devşirilip gönderilen Türk asıllı askerlerden oluşuyordu. Paşa Divanı, askerlerin kendi meselelerini görüşmek, çıkarlarını korumak için kurdukları “Ağa” veya “Yeniçeri Divanı” eyaletlerde üst seviyede danışma meclisleri niteliğindeydi. Paşa kapısı denilen eyalet beylerbeyinin resmi konağı, diğer eyalet vezirlerinin konakları gibi birçok görevliyi barındırıyordu. Hazineci, Mühürdar, Başağa, Yalı vekilharcı veya Tersane emini vb. gibi idarî, malî, bahrî birçok görevliler vardı. Garp ocakları birer deniz devleti olduğundan uzun sahillerin korunması, deniz savaşları için bahriyelilerin üst komutanları olan “Reis taifesi” yönetimde etkili idiler. Zamanla nüfuzları artan yeniçeriler ve leventler klasik beylerbeyilik sistemine son vererek her üç ülkeden farklı idareler teşekkül ettiler.[4] Garp ocaklarının en önemlisi ve ünlüsü “Cezayir-i Garp” veya “Sultan Cezayir” de denilen Cezayir di.
II. Yöntem
1. Osmanlı-Türk Yönetim Yapısı, Divan, Yerel Aileler
Osmanlı bürokratik yapılanması üç ocakta da süratle gerçekleşmiştir. İki kardeş Türk denizcisinin kurduğu Cezayir ocağı, 1525’te Cezayir’in kesin olarak zaptından sonra, Cezayir ve Cicelli Sultanı ilan edilen Hızır Reis’in Yavuz Sultan Selim’e bağlılık bildirmesi ve Osmanlı Devletinin bu bölgeye yönelik ilk resmî ve fiili siyasetinin başlangıcı olmuştur. 2000 asker, topçu kuvveti gönderilmesi ve Anadolu’dan gerektiği zaman gönüllü asker yazma müsaadesi verilmesi, hutbenin Osmanlı Sultanı adına okunması önemli gelişmelerdi. 1534’ten sonra üç yıl süre ile paşa gönderilmesi yeni bir dönemi başlattı. Paşalar devri 1659’a kadar sürdü. 1671’den itibaren önce reisler, sonra yeniçeriler arasından seçilen “Dayılar” devri başladı ve 1830’a kadar sürdü. Seçimi ocaklılar yapar, Osmanlı hükümranlığı yeni seçilen dayıya ferman ve hil’at göndererek görevini tasdik etmekle sürerdi. Cezayir dayıları bazen müstakil hükümdar gibi hareket ederlerdi. Yabancı devletlerle savaş, ayrı-ayrı antlaşmalar (barış, ticaret, seyr-ü sefayin) yapmak imkanını buldular. Akdeniz’de Osmanlı Devleti’nin deniz savaşlarına bütün Garp Ocakları donanmaları XIX. yüzyıl başlarına kadar muntazaman katıldılar, 1827 Navarin savaşında Mısır gibi Tunus donanması da mevcuttu ve yakıldı. Başlangıç’ta yıllık “seneviyye” olarak gönderilen vergi, zamanla padişah cülûslarında hediye şekline dönüştü.[5]
Tunus ocağı başlangıçta 1574’ten itibaren beylerbeyiler egemen oldular ise de, yeniçerilerin isyanı sonucu 1594’ten sonra üç yıl ile dayı seçimi yöntemi başladı. Seçim zamanla irsi intikal eder halî bazen dayılar irsi olarak görevi aynı aileden kişilere devrettiler. Osmanlı otoritesinin temsilcisi beylerbeyi, dayı ve askeri kumandan olan vatan beyi mücadelesi epey zaman yönetimde sorunlar yarattı. Yeniçeriler ile yerli annelerden doğan Kuloğulları Tunus’ta birbirini takip eden iki aile olarak Tunus’u yönettiler. Zamanla dayı, beylerbeyi, emirü’l-evtan görevi paşa ünvanıyla aynı kişinin şahsında toplandı. 1631-1702 yılları arasında Muradîler, 1705-1881 (aile 1957’ye kadar Tunus’ta egemenlik sürdü) Hüseynîler irsi birer hanedan olarak Tunus’u Osmanlı Devleti’ne bağlı, içlerinde serbest olarak idare ettiler.[6]
Trablusgarp’ta ise, 1551’den 1609’a kadar merkezden tayin edilen beylerbeyiler dirayetli bir yönetim kurarlar. 1609’da yeniçerilerin isyanı sonucu kendi aralarında seçtikleri bir kişiyi dayı yaparlar. Dayı-beylerbeyi olarak İstanbul tarafından onaylanır. Dayılık-beylerbeylik rejimi 1711 yılına kadar sürmüştür. 1711’de Karamanlı Ahmet Paşa ile birilikte kuloğlu soyundan yerel bir hanedan işbaşına geçmiştir. 1855’e kadar süren dönemde irsen her paşanın ölümünde, yenisi ulemanın görüşü, halkın tasvibi alınarak askerler tarafından seçilmiş ve bu seçim Padişah tarafından tasdik edilmiş, tevcih fermanı, hil’at ve hediyeler gönderilmiştir. 1830’da Cezayir Fransa tarafından işgal edildiği zaman, Osmanlı hükümeti Doğu Akdeniz’de tutunabilmek için, Kuzey Afrika’daki egemenliğini güçlendirmeyi hayati bir zaruret olarak görmüş ve süratli bir askeri hareketle 1835’te Karamanlı ailesinin yönetimine son vermiştir. 1855-1911 arasında Trablusgarp merkeze bağlı bir vilayet olarak yönetilmiştir. Ancak XIX. yüzyılın sonlarına doğru İtalyan kolonisi ve İtalyan kültür, eğitim, ticaret kuruluşları Trablusgarp’ta artmıştır.[7]
Garp ocaklarının başkenti olan Cezayir, Tunus ve Trablusgarp kentlerinde Türkçe kasaba sözünden bozma “kasbah” semtleri mevcut olup, Türk döneminde beylerbeyi dayı sarayları veya paşa kapısı yani hükümet sarayı buralarda veya yakınında bulunurdu. Görkemli beylerbeyi veya dayı sarayı, büyük, ihtişamlı binalar olup, Divan burada toplanırdı. Üst düzey yöneticilerin katıldığı (hazine önemli bir makamdı) toplantılar burada yapılır, beylerbeyi adaleti icra ederdi. Paşanın haremi de genelde bu saraya yakın yerde olurdu. Cezayir’de Cenina Sarayı, Tunus’ta Bardo Sarayı, Trablusgarp’ta Kasbah mahallesindeki saray aynı işlevi gören mekanlar di. Bürokratik ve askeri terim ve deyimler tamamen Türkçe’ydi. Kahya, Tersane Emini, Atlar hocası, Haznedar, Vekilharç, Müfti, beylerbeyi divaninin üyeleriydi. Yeniçeri Ağası, Levent Reisleri, bölükbaşı, mahalle ağası, sipahi ağası askeri ocakta ve divanda bulunan üst düzey görevlilerdi.[8]
Katipler sınıfı gerek bürokraside ve gerekse askeri ocaklarda iyi yetişmiş, Türkçe ve Arapça’ya aşina, şiir, edebiyat, musiki ile de ülfeti olan kültürlü insanlardı. Bürokratik gelişmede katip sınıfının önemini vurgulamak gerekmektedir. Gelirlerin toplanması, asker alımı kayıtları, maaş defterleri, Türkçe tutulurdu. Katipler Osmanlı bürokratik yazışma usullerine ve farklı yazı türlerine (divanî siyakat v. b.) egemendiler.[9]
Garp ocaklarında kurulan Osmanlı yönetimleri, güveni, düzeni, emniyeti sağladığından, halk huzur buldu ve ekonomik gelişmeyi ve ilerlemeyi refahı sağladı. Çeşitli esnaf erbabının kalkınmasını ve gelişmesini temin etti. Başkentler mekan olarak büyüdü.[10]
Garp ocaklarında Türk yönetiminin Beylerbeyi-dayı, yeniçeri-levent ikilisinden sonra, üçüncü unsuru müfti-kadı gibi dinî, kazaî merciydi. Garp ocaklarının Arap Berberî kökenli halkı Malikî mezhebine. mensuptular. Osmanlıların Kuzey Afrika eyaletlerinde varlığıyla birlikte Hanefîlik, resmen ön plana geçti. Osmanlı bürokratları askerleri, ulema sınıfı, tüccarlar, Türk aileleri Hanefî mezhebine ve hukukuna göre yaşamlarını sürdürdüler. Garp Ocakları halkından arzusuna göre Hanefî mezhebine geçenler de olmuştur. Kural olarak, islamiyeti kabul eden Hristiyanlar Hanefî mezhebine sâlik oluyorlardı. Hanefî tarzı gelenek ve yaşam tarzı dolayısıyla Türkler ihtiyaçları olan cami, mescid, medrese, sıbyan, okul, tekke, vakıf gibi sosyal kurumları ihtiyaçları ölçüsünde kurdular ve yaşattılar. Hanefî ve Malikî müftileri din ve kazaî otoriteler olup, protokolde Hanefî müftisi “şeyhülislam” adıyla daha ilerideydi. Nitekim Tunus’ta Hanefî Başmüfti aynı zamanda şeyhülislamdı. Hanefî ve Malikî din ulemasına aynı değerde saygı gösterilirdi. Ocakların gelirleri ve deniz seferlerinde elde edilen ganimetler sadece Türklerin, kısaca mutlu azınlığın tasarrufunda bulunmaz, ulemaya, medreselere, tasavvuf erbabına, tarikatlara da belli oranlarda bölüştürülürdü. Dolayısıyla geniş toplum kesimleri ile gelir ve kazançta bir paylaşım söz konusuydu. Osmanlı yönetiminin Kuzey Afrika’da uzun yüzyıllar kalmasının sırlarından biri bu gerçektir.[11]
Garp ocaklarına sadece asker ve bürokratlar gitmemiştir. Türk ve gayr-i Müslim Osmanlı tebaası tüccar ve işadamları, öğrenciler de gitmiştir. XVII. yüzyılda Cezayir’de 700 Türk aile vardı. Anadolu’ya daha yakın olan Tunus ve Trablusgarp’ta daha fazla ticaret erbabı bulunuyordu. Gemi taşımacılığında Fransız, Malta, Ceneviz gibi ülkelerden kira ile tutulan yabancı gemilerde kiralanırdı.[12]
Taşra yönetimi açısından, Cezayir sahil kısmı hariç, üç sancak (beylik; Konstantin, Titeri, Maskara) bölünmüştü. Daha küçük birimlerde “ka’id” adı verilen valiler ve şeyhler görev yapardı. Tunus merkez dışında ka’idliklere bölünmüştü. Trablusgarp’ta Fizan, Bingazi olarak düzenlenmişti. Merkezi hükümetin etkinliğini göstermek, vergileri toplamak, göçebe aşiretleri disiplin altına almak için “mahalle” veya “mahalle-i Mansûre” denilen askeri birliklerle teftiş ve vergi toplama işlemi ilkbahar ve sonbaharda iki kez gerçekleştirilirdi. Tunus’ta bu görevi Vatan Bey’i denen kumandan sağlardı. Yeniçerilerin taşra görevleri arasında kentlerin korunması, ayaklanmalarda isyanı bastırmak vardı.[13]
Merkez ve taşra yönetiminde, kayıt, sicil ve belgeler düzenli ve güvenli şekilde korumuştur. İyi organize edilen idarî mekanizma çatı altında “Hazine-i evrak” veya “mahzen-i evrak” denilen arşivlerde, resmî kayıtlar, askerî, malî, bürokratik yazışmalar ve defterler, vakıf kayıtları, vakfiyeler, sultan fermanları (evâmir-i sultaniye), yabancı devletlerle yapılan antlaşma metinleri, ganimetler ve gelir paylaşım defterleri, vergiler devlet arşivlerinde titizlikle korunmuşlardır. Osmanlı yönetiminden sonra sömürgeci ve koloniyal yönetimlerin, geçmiş Türk yönetimini kötülemek yolundaki çabalara belki bazı arşivlerin şuurlu olarak tahribine rağmen, günümüzde Cezayir, Tunus ve Libya arşivlerinde kalmış Türkçe belgeler ve defterler gösterilen titizlik ve bürokratik mükemmeliğin güzel delilleridir. Bu belgelerin katalogları da yayınlanmıştır.[14]
2. Askerler: Yeniçeriler, Leventler
Garp ocaklarının askeri gücünü başlangıçta iki üç yılda bir değiştirilmek üzere merkezden gönderilen yeniçeriler ve leventler oluşturdu. Yeniçeri ocağına benzer askeri ocaklar kuruldu. Zamanla merkezden yeniçeri gönderme işlemi durdu. Ocakların ihtiyacı Anadolu, Rumeli ve Adalardan yeni asker yazımı, şevki ve yetiştirilmesi usulü ortaya çıktı. Yüzyıllarca Anadolu delikanlıları Garp ocaklarının temel askeri kaynağı oldular. Anadolu ve Rumeli yeniçeri ocaklarının aksine, Garp ocaklarında daima Türk ve Anadolu kökenliler tercih edilmiştir. Leventler de çoğunlukla Türk’tü. Araplar ve dönmeler de askerlikte kullanılırdı. Denizciler Reis taifesinde dönmeler bulunurdu. Türk askerleri Anadolu’nun gelenek görenek ve yaşam tarzını Kuzey Afrika’ya taşımışlardır. Yurt özlemi zaman içinde kendisini gönüllerinde hissettirirdi. Ocak bir başıboş gurubu değildi. Sıkı ve katı bir disiplin anlayışı hakimdi. Bazı Avrupalı gözlemci, gezgin, eski esir, tüccar, din adamı, diplomat gibi kişilerin aşağılayıcı sözleri[15] (serseri, çakal, Anadolu öküzü, haydutlar eşkiyalar yurdu gibi) gerçeği yansıtmayan suçlamalardı. Anadolu’nun en bahadır, en cesur, en aktif insanları paraya, üne, refaha kavuşmak, gazâ ruhu dolu olarak ocaklara giderlerdi. Asker toplanması Anadolu’nun Ege kıyılarından yapılırdı. En tanınmış liman Antalya, Uzuntaş ve İzmir’di. Asker ve gönüllü yazanların hoş bir çağrıları vardı: “Yorulmadan akçe kazanmak, terlemeden ölmek isteyenler bayrağımız altına gelsin”. Garp ocaklarından yeniçeri ve levent için başlangıçta hayat zordu. Asker özel bir mesleği varsa onu da icra edebilirdi. Her asker en üst makama kadar çıkabilirdi. Ancak bu mutlu azınlığa, Garp Ocaklarına gidenlerin ancak onda ikisi varabilirdi. Tahminlere göre onda beşi savaşlarda ölür, onda üçü esir düşer, onda ikisi kalabilirdi. Bu arada sakat kalanları da düşünmek gerekir. Bu itibarla Garp ocaklarında askerlik ve denizcilik güç, fakat şerefli bir meslekti. Resmi bürokratik yazılarda ve konuşmalarında Yeniçeriler birbirlerine “yoldaş” veya “yoldaşân” derlerdi. Yeniçeri ve leventlerin bir üstünlüğü ateşli silahlara sahip olmalarıydı.
Donanmada top mevcutlu, Garp ocakları da özellikle eyalet gelirlerinin büyük bölümü deniz savaşları ve korsanlık yoluyla ele geçtiğinden XVI.-XVII. yüzyıllarda bu ülkeler çok zenginleştiler ve kalkındılar. Askerler için yapılan en önemli yapılar kışlalardı. Osmanlı yapı stilinde büyük kışlalar Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’ı süsleyen önemli yapılardı. Maaş defterlerinde ve kışla odalarının kapılarındaki isim kayıtlarında görülen Bayındırlı, Kazdağlı, Sinoplu, İzmirli, Karslı, Rodoslu, Karamanlı, Tokatlı, Bursalı, İzmitli, Akşehirli, Manisalı v.b. yer adların onların menşelerini ve Anadolu kökenli olduklarını gösterir. Bazı yöneticilerin (İbrahim Rodoslu, Mehmet Laz, Salih Bergamalı) kentini de belirtir.[16] Yeni yoldaşların tahriri ve asker celbi için Garp ocaklarının yönetimleri Osmanlı Sultanı ile iyi geçinirlerdi. Bazen asker tahririne yasaklamalar olmuş, fakat tekrar iyi ilişkilere girilmiştir. Ayrıca denizcilik malzemelerinin kereste, yelken bezi, zift, kürek, demir, katran, kurşun gibi malzemelerin ocaklara düzenli sağlanması için Osmanlı Sultanı’nın hoş tutulması gerekiyordu. Bu iki husus hayati önemi haiz konulardı.
Aksi takdirde ocaklarda Türk varlığının devamı tehlikeye düşerdi. Savaş dışı ve gemilerin kış mevsiminde tersaneye çekildiği zamanlarda yeniçeriler ve leventler ticaretle ve küçük mesleklerle uğraşırdı ve kazançları artardı. Gazalarda dinî, unsurlar da çok önemliydi. Cezayir “Mücâhidler meskeni, gaziler diyarı” olarak nitelenirdi.
Yüzyıllar içinde Garp ocaklarına giden Türk askeri gücü hakkında bir tahmin yapmak zordur. Cezayir’de 15-20.000, Tunus’ta 6-8.000, Trablusgarp’ta 3-5.000 arasındaydı. Asker devşirilmesi bazen her yıl, bazen birkaç yıl ara ile 1.000-2.000 kişi olarak yapılırdı. Cezayir’e 1800-1829 arasında 8550 yeni asker toplanmıştır.[17] Prensip olarak yeniçeri ve leventlerin evlenmeleri yasaktı. Ancak yerli kadınlarla evlenmeleri engellenememiştir. Asker çocuklarına “kuloğlu” veya “koloğlu” denilmiştir. Evlenenin yükselme şansı azalır, artık kışlada yatamaz, günlük dört ekmek (tayın) hakkı kesilirdi. Özellikle Cezayir’de Kuloğulları üst düzey yönetimden uzak tutuldukları gibi, irsî bir hanedanın kurulmasına asla izin verilmemiştir. Tunus ve Trablusgarp’ta ise Kuloğlu asıllı aileler yöresel hanedanlar kurdular.[18]
Arap ve berberî kökenli yerlilerden de askeri birlikler kuruldu. Mehâzin denilen bazı kabileler, bazı vergi ayrıcalıkları elde ettiler. Zuav askerleri, sipahiler, Tunus’ta Türk hanbalar, Arap hanbalar bu tür yardımcı güçlerdi. Tunus ve Trablusgarp saraylarında köle çocuklar küçük yaşta satın alınıp eğitildiler. Memlûk denilen bu seçkin sınıf mensupları sadık ve bağlı insan olarak asker ve bürokrat üst yönetimde kullanıldılar. Ailenin kızları ile evlendirildiler. Bunlar arasında bir çok ünlü kişi çıkmıştır.[19]
3. Kuloğulları
Yeniçeri olan her yerde kuloğlu ortaya çıkmıştır. Ancak Garp ocaklarında bambaşka bir gelişme göstermiştir. Kulogulları önemli bir sosyal tabaka haline geldiler. Yoldaşların yerli halkla en önemli bağlantıları idiler. Yerli halka damat, enişte olan Türk yoldaşlar artık onlara akraba idiler. Kuloğulları Cezayir’de üst düzey paşa, dayı asla yapılmadılar. Vergiden bazı muafiyetle, tahsildarlık, kolluk görevleri verildi. Alt memuriyetlerde, bürokraside, vakıf işlerinde hizmet gördüler. Barbaros’un oğlu Hasan Paşa bir kuloğluydu. Tunus’ta Hüseyniler, Trablusgarp’ta Karamanlılar, kuloğlu aileleriydi, Cezayir’de Tlemsan bir kuloğlu kentiydi. Zamanla bölge beyliklerini ve sermayeyi ele geçiren burjuva gurubu oldular. Aydın, tüccar, sanat ve ticaret erbabı birçok kuloğlu bulunuyordu.[20] Emir Abdülkadir, Konstantin Bey’i Ahmet Bey, Kuloğlu asıllı ulusal kahramanlardı. Fransa gibi sömürgeci devletlerin Anadolu ile bağlarını kesmeleri sonucu Türklükle ilgileri azaldı. Trablusgarp’ta ise, Kuloğulları daha uzun yıllar varlıklarını sürdürdüler. XX. yüzyıl sayıları epey, fazlaydı ve askeri, mülkî, zaptiye hizmetlerinde epey görevli vardı. Kuloğulları genelde kentlerde veya çevrelerinde otururlardı. İşgalci ve sömürgeci devletlere karşı güçlü direniş hareketleride Kuloğulları arasında görülmüştür. Taşıdıkları Türk kanının hakkını vatanlarına karşı vermişlerdir.
Grarp ocaklarının Fransa ve İtalya tarafından sömürge idarelerinin kurulmasından sonra, Türk, Kuloğlu ve Müslüman Arap bazı halkları ve vatanseverleri yurtlarını terkederek Osmanlı ülkelerine göç etmişlerdir. İstanbul’da birer koloni ve lobi oluşturarak mücadele etmişlerdir. Şam, Yafa, Beyrut, İskenderiye, Trablusgarp, Kahire gibi kentlere göçenler vardır. Osmanlı Hariciye Nezareti Fransa ve İtalya ile birçok diplomatik görüşmeler yapmış ve haklarını savunmuştur.[21] Valilik kaymakamlık yapmış bir Kuloğlu; Sadullah Koloğlu, 1950’de Libya’nın ilk başbakanı olmuştur. Aynı zatın Libya’da “Türk”, Türkiye’de “Arap” olarak tanınması ilginçtir.[22]
III. Türkçenin Varlığı ve Üstünlüğü
1. Bürokraside Türkçe
Garp Ocakları’nda Arapça, halkın ve taşra yönetiminin yaygın dili olmasına karşılık, Beylerbeyliğin bürokraside resmi dili Türkçe idi. Çünkü Osmanlı Devlet ve taşra yönetiminin ve ordusunun dili Türkçeydi. Osmanlı bürokrasisi daima Türkçe yazardı. Gayr-i müslimler de memursa bu dili bilirdi. Paşa ve yeniçeri divanı kararları Türkçe alınır ve yazılırdı. Mülkî, askerî, malî kayıt ve defterler, maaş, askere alma, tevcihat, tevzi’at sicilleri Türkçe’ydi. Kadı sicilleri ise Arapça tutulurdu. Başkent İstanbul ile yazışmalar ana dille Türkçe’ydi. Avrupa devletleri ile yapılan muahedeler ve antlaşmaların metinleri Türkçe yazılırdı. Fransa ve Tunus arasında Türkçe akdedilen son antlaşmalar Mayıs ve Kasım 1824 tarihliydi. Halkın şikayetleri, ulemanın yazışmaları Arapça olabilirdi. Arapça yazılar için bir engel yoktu. Bürokrasi, askerlik ve denizcilik terminolojisi Türkçe idi. Türkçe bilmeyen halk kitleleri bu terminolojinin Arapça karşılığını ve/veya Araplaştırılmış şeklini kullanırdı. Kuzey Afrika lehçelerine 1200-1500 Türkçe veya Türkleştirilmiş kelime XIX. yüzyılda hu etki daha da artmıştır. Ocağın tüm yazışmaları Türkçe’ydi. Başta Paşa (Başa), Dayı (Dey), Bey, Ağa, Vekil, Harç, Defterdar, Katib, Başhoca, Başçavuş, Bölükbaşı, Kahya vb. birçok kelime Arapça’ya geçti. Türk dilinin Arapça karşısında varlığını sürdürmesi Anadolu ile bağların devamını kanıtı XIX. yüzyılda Ahmet Paşanın Tunus’ta 1838’den sonra yazışmalarda Arapça’ya ağırlık vermesi, bağımsızlık isteği ve dış etkilerle, açıklanabilir. İşgalci ve sömürgeci idareler Türkçe’nin gücünü kırmak istediler. Halbuki Garp Ocakları’nda Türkçe bir kurum haline gelmişti.[23] 1950’lerde bile Tunus’ta Hanefî camilerinde Arapça vaazdan sonra, Türkçe hutbe okumak gelenekti. Bardo Sarayı’nda Türk olan Başhamba Bey’e Türkçe “hoşgeldin” derdi. XIX. yüzyılın başında Garp ocaklarında gelişmiş Türkçe bürokratik yazışma geleneği mevcuttu. Türkçe’nin güçlü etkisi Arapça yazışmaya da etki yapmıştır.[24]
2. Sosyal Yaşamda Türkçe
Sosyal ve ekonomik hayatın bir çok yönlerinde Türkçe’nin etkileri olmuştur. Birçok Türkçe kelime, terim, deyim Kuzey Afrikalıların günlük yaşamında kullanılır oldu. Türkçe’de olup Arapça’da bulunmayan “ç”, “ı”, “lı” harfleri çarpıtılarak kullanıldı, “ci” eki ile kullanılan meslek adlarında, babucci, beşmakci, bleyci, halvaci, hammamci örnekleri gibi. Aynen yerleşen kelimelerde vardı: Anbar, ferman, şal, şayak, şiş, samsa gibi. Gündelik yaşamda çok kullanılan bazı emirler, küfürler, argo terimlere güzel bir örnek yasakçı-Başyasakçı kelimesidir. Yönetim, askerlik, denizcilik, alet, meslekler, yiyecek v. b. alanlarında Türkçe kelimeler bolca geçmiştir. Sosyal yaşamda kendi adet, gelenek ve zevklerini yaşatan Türk askerleri, bürokratları, tüccarları, öğrenci ve tarikat erbabı Garp ocaklarının Arap ve müslüman halklarına ana vatanlarının kültür miraslarını ve dillerinin güzelliklerini aktarmışlardır.[25]
3. Edebiyatta Türkçe
Garp ocaklarında özellikle yeniçeriler ve leventler arasında birçok halk şairi ve yetişmiştir. Bunlar üç yüz yıl boyunca Cezayir, Tunus, Trablusgarp yaşamından ezgiler, koşmalar, türküler dile getirmişlerdir. Birçok divan ve cönk teşkil etmişlerdir. Bunların bir kısmının örnekleri mevcuttur. Öncelikle birçok kahramanlık, savaş, fetih, hizmet, kahramanlık destanları terennüm edilmiş ve zengin bir edebiyat ürünü kalmıştır. Magripli halk şairlerinin ve asker kökenli ozanların eserlerinde islamî gaza şevkini, fetih ve mücadelelerin ulviliğini, son dönemin hezimet ve çözülme tarihini, üzüntüleri, hüzünleri bulmak mümkündür. İslam dinîne, Türklüğün değerlerine, devlete, iradeye, cesarete, feragate, ahlak ve imana, vatana, sılaya, özleme, aşka ve sevgiye, insanî değerlere ait birçok güzel erdemlere, fedakarlığa ait değerler bu şiirlerde yer almaktadır. Vatan özlemi, aşk teması bolca işlenen konular arasındadır.[26]
“Cezayir’in üst yanı kara dağdır kaçılmaz
Alt yanımız deniz derya geçilmez
Kahpe felek kanat vermeyince uçulmaz
Kahpe felek kanat ver de uçalım”
bir özlemin ifadesidir.
“Cezayir güzeli on beş yaşında
Giyinir kuşanır hafta başında
Her birisi bir yiğidin peşinde
Tunus Trablus Sultan Cezayir
Cezayir’in gemileri yağlanır
Güz gelince Tersaneler bağlanır
Cezayir’de koç yiğitler eğlenir
Güzelleri mis kokulu Cezayir…”
Deniz eri şair Nakdî şikayetini şöyle anlatıyor:
“Şol tarih-i hicret varmadan yüze (1199-1784)
Alaman-İspanyol kasdetti bize
Nice vasf edeyim hünkarım size
Sultan Cezayir’den haberin var mı?.
Ey Nakdî gaziler şad oldu güldü
Şehidler cennette makamın buldu
İspanyol, Portekiz, Nemse bir oldu
Sultan Cezayir’den haberin var mı?”
Benli Hasan “Kaside-i Feth-i Cicel” (l664)’de Fransız donanmasının yenilgisi üzerine ne güzel söylemiş:
“Yürü ey Sultan Cezayir dilerim binler yasa
Urdun ol yedi kralın basını daşdan daşa”
Şemsi Hoca ise gazâ, yolundaki gayretleri şöyle anlatıyor:
“Biz Cezayir kullarıyız bize bu devlet yeter
Kârımız her dem gazâdır lütf-i Hak rahmet yeter
Biz Muhammed ümmetiyiz işimiz her bar
Daima Hasbünallaha serimiz kırdık eda
Tama’-ı dünya değiliz kim cihad eyler kifâ
Dü cihanda bi-hamdillah bize bu nimet yeter”[27]
Değerli halk şairlerinin örneklerinden bir cönk Cezayir Milli Kütüphanesi’nde 1817 numaradadır. Jean Deny ve Orhan Koloğlu bu cönkten yayınlar yapmışlardır.[28] Çırpanlı, Geda Muslu, Benli Ali, Kara Hamza, Nakdî Mağriblioğlu, Kuloğlu, Derviş Ali, Şemsi Hoca, Seferlioğlu, Dalyarak, Şerif, Ömer, Neşati Mustafa, Şerif İbrahim. Nuri v. b. önemli isimler ve halk şairleri, aşıklardır. Prof. Dr. Şükri Elçin bu halk şairilerinin örneklerini bir kitapta toplamıştır.
Üst düzey aydın ve ulema Türkler arasında divan şiirleri yazanlar vardır. Osmanlı hanedanına övgü, savaşlar ve sosyal yaşam ile manzumelere rastlanmaktadır. Türk asıllı Tunuslu bir ulema ve bürokrat ailesi olan Muhammad Bayramlar buna örnek olarak gösterilebilir.[29]
Doğal olarak askeri ocaklarda ve bürokraside Arapça öğrenen Türklere rastlanıyordu. Türkçe Arapça karışımı şiirlere, aşk terennümlerine dair ürünler bulunmaktadır.[30]
Halk şairlerini ezgileri âşıklar tarafından kahvehanelerde saz kopuz eşliğinde çalınır ve söylenir, atışmalar yapılırdı. Türklerin sosyal yaşamında bunun önemli yeri vardı.
Garp ocaklarında Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca, İspanyolca, Maltaca, Portekizce dillerinden alınmış kelimelerden oluşan ve özellile leventlerin kullandıkları ortak bir anlaşma dili (Esperanto) de teşekkül etmişti. Akdeniz uluslarının adeta bir ortak diliydi. Türkçe’nin bu ortak dile katkıları söz konusudur.
IV. Türk Sanatı
Garp ocaklarındaki Türkler, ikinci vatan olarak kabul ettikleri Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’ta Türk sanatının bütün örneklerini bu ülkelerde kurmuş ve geliştirmişlerdir. Kuzey Afrika Türk sanatından söz edilebilir. Türkler, dinî, askerî, kültürel, hayır kurumları ihdas ettiler. Türkler hem kendi gelenek ve göreneklerini, hem de yerel özellikleri sanat bakımından korumuşlardır.
1. Mimari
Beylerbeyi, mirmirân, dayı, bey, yeniçeri ağası, denizci reisi gibi üst düzey yöneticileri daima mimarî eserlere yatırım yapmışlardır. Dinî müsesseseler arasında, cami, mescid, tekke, şadırvan önde gelir. Oran’da (Vehran) Hasan Camii, Cezayir’de Keçova Camii, Konstantin’de XVIII. yüzyıllda Salih Bey, XIX. yüzyılda Hacı Ahmet Bey camii pek ünlüdürler. Türklerin Cezayir’de 110 cami inşa ettirdiklerinden bahsedilir. Tunus’ta Yusuf Dayı camii, Hammûda Paşa camii, Murad Paşa Camii, Sidi Mahres Camii çok meşhurdur. Bizerte, Mehdiye, Gafsa, Kayveran ve Cerbe adasında da camiler inşa edilmiştir. Ayrıca Osmanlı öncesi camilerde onarımlar dikkate değer mahiyettedir. Trablusgarp’ta Turgut Reis, Karamanlı Ahmet Paşa, Yusuf Paşa Camileri güzel eserlerdir. Derne, Bingazi ve Tobruk’ta bu tür yapılar mevcuttur. Derne’deki 44 kubbeli büyük cami nadir eserlerdendir. Tekke mimarisine ayrı bir özen gösteren Türkler vakıf gelirleri ile onların daima hayatta kalmalarını sağlamışlardır.[31]
Askeri inşaat alanında, askeri kışlarlar, hisar, tersane, sur, tahkimât gibi eserler vücuda getirdiler. Askeri ocaklar için büyük boyutta ve yüksek binalar olan kışlalar Cezayir şehrinde tane idi. İhtiyaca göre kışla adedi artmıştır. Tunus’ta en büyük kışla inşa ettirenler Yusuf Dayı ve Hammuda Paşa kışlalarıdır. 1814 tarihli bu kışlalardan biri günümüzde Tunus Millî Kütüphanesi olarak işlev yapmaktadır.[32] Bu yapıların kitabeleri Türkçe, Arapça, bazen Türkçe-Arap dillerinde güzel hat örnekleri ile yazılmıştır. Kışla inşa üslubu tamamen Türk tarzında olup, kaç kilometre öteden hemen Türk eseri olduğu anlaşılır. Cezayir’de Yoğurtçular, Ali Paşa, Salih Paşa, Yalı, Musa Usta, Mukriyyin kışlaları kentin alt kesiminde yerleşmişlerdir.[33]
Sivil mimarî eserleri arasında saraylar, kasırlar, köprüler, su, sebiller, yollar, kemerler, türbeler, çarşılar, hastahaneler, çeşmeler ve daha başkaları büyük bir yekun tutmaktadır. Arapların “Dar al- başa” dedikleri paşa sarayları Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’ta önemli, geniş ve büyük saraylardı. Kuzey Afrika mimarisinde bu tür konak ve saraylar büyük ve geniş olarak inşa edilirdi. Cezayir’de Cenina, Tunus’ta Bardo, Muhammediye ve Ahmediye, Trablusgarp’ta Beyberbeyi Sarayı en tanınmışlarıdır. Yazlık ev mimarisi de geliştirildi.[34] Yapıların dışının beyaz boya ve kireç ile boyanması gelenekti. Arap kentlerine bol su getirmek için su yolları ve kemerler inşası Türklerin büyük uğraşlarından biri olmuştur. Cezayir, Tunus gibi kentler Osmanlı döneminde su sıkıntısı asla yaşamadılar.[35]
Cezayir’de Ali Paşa (1754-66), on üç çeşme yaptırmıştı; önemli bir örnektir. Medreseler eğitim ve kültür kurumları olarak inşa edildiler. Türk kolonisi kendi ihtiyacına göre, kendi dillerini öğreten, hanefî fıkhını anlatan öğretim kurumları açtılar. Arap halkın ihtiyaçlarını da inşa etmekten geri kalmadılar. Medrese aynı zamanda bir sosyal yardım kurumu idi. Yusuf Dayı medresesi, Trablusgarp’ta Osman Paşa medresesi Türkler içindi. Doğal olarak, Türkçe yanında Arapça, Farsça da talebelere öğrenirdi. Irkî bir ayırımcılık yapılmıyordu. Osmanlı tarzı hat sanatı ve yazı çeşitleri geliştirilmiştir.
Türbe mimarisi Türkler ile birlikte Garp Ocaklarında çok gelişme gösterdi. Osmanlı tarzı hat sanatı da gelişmiştir. Cezayir dayılarının, Muradî, Hüseynî, Karamanlı ailelerinin türbe inşaları ve yapıları çok görkemlidir. Tunus’ta “Bey Türbesi” bunun güzel bir örneğidir.[36] İslam yaşamında mezarlıklara ve mezar mirasına verilen önem inkar edilemez. Türklerin mezar taşı şahideleri bazen Arapça, bazen Türkçe hakkedilirdi. Tunus ve Trablusgarp’ta Osmanlı devri mezarlarından güzel tipler günümüze ulaşmıştır. Cami, zaviye veya genel bir mezarlıkta Türk geleneğini yansıtan örneklere ve Türkçe kitabelere rastlanmaktadır. Trablusgarp’ta Turgut Reis Camii haziresindeki “Gurbet elde vefat eden İslam Bey” yazılı mezartaşı buna örnektir.
Hastahaneler önemli sosyal yardım müesseseleri olarak vakıf olarak her seviyeden insanın yararlanması için kuruldu. Tunus’ta XVII. yüzyılda büyük Türk kadını Azize Osmana hastanesi (müsteşfâ) güzel bir kuruluştur. Günümüzde sürüyor.
Ticarî ve ekonomik hayatta varlığı elzem olan çarşılar özenle bina edildiler. Başkentlerde ve taşrada önemli çarşılar ihdas edildi. Her grup esnafa bir sokak tahsis edildi. Tunus’ta Attarin, Suk el- Türk’te ticareti ve el sanatlarını geliştiren yerlerdi. Önemli bir yapı grubu da kervansaraylardı. Cezayir kervansarayları 1830’dan kısa süre sonra kent merkezinin büyük kısmı ile yok oldu. Tunus ve Trablusgarp’ta kalanlar vardır. Hamamlar da sağlık kuruluşları içinde zikredilmelidir.
Türklerin önem verdiği bir kültür yuvası da kütüphanelerdir. Üç ocağın da başkent ve taşrasında müstakil, cami veya medrese yanları da kütüphane binası inşa ile vakıf kitaplar bağışlamışlardır. Tunus’ta Osman Dayı, Yusuf Dayı, Ali Paşa, Ahmet Paşa kıymetli kütüphane kuranlardır.[37] Türk cilt sanatı ve yazmaları bu kütüphaneleri güzelleştirmiştir. Ayrıca o zamanların üniversiteleri demek olan Cezayir’de Camii-kebir, Tunus’ta Zeytune, Trablusgarp’ta Ahmet Karamanlı Camii-i kebir medreselerine înşa, kitap, para yatırımları yaptılar. Taşradaki medreseleri yaygınlaştırdılar. Unutulmaması gereken ve Kuzey Afrika’da Osmanlı-Türk mührünü vuran bir olgu bu çeşitli türden mimarî eserlerin kitabeleridir. Cami, çeşme, medrese, türbe, vb. kitabeleri ve mezar taşları, zaman içindeki bakımsızlık ve yok olmalara rağmen, Türk varlığının Garp Ocakları’ndaki en sağlam delil ve kanıtlarıdır. Cezayir, Tunus Trablusgarp’a ait bazı kitabeler yayınlanmış ise de, bütünü kapsadığı söylenemez. Kültür Bakanlığımızı kültür mirasımızın tesbiti ve envanterinin çıkarılması için girişimleri olduğunu sevinerek öğreniyoruz. Bu çalışmaların basılarak gün ışığına çıkması temennimizdir. Kitabelerin çeşitli yazı türleri (sülüs, nesih, kufi) ve hat sanatının gelişimi açısından da katkılar sağlamıştır.[38]
2. El Sanatları
Türkler el sanatlarının ve loncaların gelişmelerine katkıda bulundular. Anadolu ve Türk insanının kültür zenginliğini yansıtan sanat ve mesleklerde Arap, Endülüs ve Türk üslupları kendisini gösterdi. Kurulan çarşılarda birçok meslek sınıfının adı Türkçe’ydi. Cezayir’de 33, Tunus’ta 83 lonca vardı. Ahşap işleyen marangoz, demirci, bakırcı, kuyumcu, dokumacı, fesçi, taşçı, silah yapımcı vb. birçok mesleklerde gelişim görüldü.
Yoldaş ve leventlerin ve bürokratların getirdikleri malzemeler ve el becerileri bu bölgede yayıldığı, yerel sanatlara da etkiler yaptı.[39]
V. Gelenek, Görenek, Yaşam Tarzı
Garp Ocaklarına giden Türkler kendi gelenek ve göreneklerini sürdürdüler. Yüzyıllarca Anadolu’nun yaşam adetlerini buralara taşıdılar. Bu yaşam tarzı giyimden, eğlenceye, kahve kültüründen yemek-içmek tarzına kadar çok geniş bir yelpazede yayılım gösterdi. Türk tarzı yatağandan sazına kadar Türk kültürünün bütün birimleri bunun içine dahildir. Gündelik hayatta Türk yaşam tarzı egemendir. Arap, Berberi toplumlar da bundan ziyadece etkilenmişlerdir. Baklava, börek, tarhana çorbası, pilav, kavurma, şerbet hepsi buna dahildir.[40]
Kuzey Afrika zihniyetinde Türk toplumunun; “asil, cesur, saygın, misafirperver, ahlâklı” bir insanı temsil ederdi. Türk askeri seçkin bir kişiydi. Kahvehanenin Türklerin yaşamında özel bir yeri bulunuyordu. Kahvehane bir keyif, eğlence, sohbet mekanıydı. Yoldaşlar, emekliler ve mazûller için sohbet yeriydi. Ana vatan, sıla özleminin, geçmişin, savaş ve maceraların anlatım yeriydi. Genelde eski bir yoldaşın işlettiği kahvehaneye Türkler yanında Araplar da gelirdi. Kahvehane kültürü Arap ocaklarına Türkler tarafından taşındı. Aşık ve halk şairlerinin saz çalmaları ve atışmaları için güzel bir mekan kahvehanelerdi. Hasret ve özlem giderme mekanı yine kahvehanelerdi. Dolayısıyla kışla, gemi, çarşı, ev dışında sosyal buluşma ve kaynaşma alanı kahvehanelerdi. Kahve ve çubuk ikramı Dayı sarayında da yapılırdı.[41]
Görsel sanatlar içinde karagöz Garp Ocaklarına taşınan da güzel bir oyundu. Kahvehanelerde, bayram günlerinde, eğlencelerde sahnesi kurularak oynanırdı. Zevk ve kültür birliği sağlayan bu oyun, Cezayir’de Osmanlı sonrası sömürge idaresi tarafından fark edilmiş ve 1860’larda gösterimi yasaklanmıştı. Karagöz oyunundaki tiplerde ve konuşmalarda Anadolulular kendi özlerini buluyorlardı.[42]
Güreş, önemli bir ulusal spor olduğundan ocaklarda sürdürüldü ve müsabakalar yapıldı. Kol güreşi de yapılırdı. “Ahmet Pehlivan, Mehmet Pehlivan, Mustafa Pehlivan gibi” isimlere rastlanırdı. XIX. yüzyılda İstanbul’a Tunus Paşası’nın gönderdiği görevlilerden birisi Mustafa Pehlivan olup, cülûs tebrikine gönderilen heyetteydi. Güreş “geraş” olarak Arapça’ya da girdi.[43]
Garp ocaklarında yönetici zümrenin, yerel burjuvazinin kırda yazlık evleri, güzel konutları bulunurdu. Cezayir, Tunus emirleri kıra ve çayıra güçlü eğilim taşırlar ve çeşitli eğlenceler tertip ederlerdi. Ziyafetler, raks, çengiler, bu tür eğlencelerdendi.[44]
İnsan yaşamında hayatî bir önem olan, Türk yiyecek-içecek ve yemek kültürü Kuzey Afrika’ya götürüldü. Tayın, baklava, çorba, kebab, sarma, dolma, kavurma, pilav, şerbetler, börek, yahni, turşu vb. oralara götürülen Anadolu ürünleridir. İçecek olarak ayran yaz kış tüketilirdi. Mutfak kültürü ile ilgili olarak kullanılan malzeme adları da Türkçe’den Arapça’ya taşındı: Kazan, tava, kevgir, taşlık, leğen, peşkir vb.
Anadolu insanları müzik gelenek ve zevklerini de taşıdılar ve özellikle halk müziğinin örneklerini terennüm ettiler. Beylerbeyi, dayı, bey saraylarında birer mehter takımı bulunuyordu ve mehter müziğini ve çeşitli makamlarda ezgileri çalınıyordu. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Cezayir’de uzun süre kalan ve Kuzey Afrika’da gezen Venture’de Paradis Dayı Sarayı önündeki mehter takımından ve ağasında söz etmiştir.[45]
Türk toplum yapısında asiller ve seçkinler sınıfı olmadığından yetenek ve çalışkanlık ilerlemek için önemli faktörlerdi. Garp Ocaklarında liyakat, tecrübe, kıdem, ehil olma ilerleme için arzu edilen niteliklerdi. Türk olmak, Türkçe konuşmak, müslüman olmak, liyakatine göre her yoldaşa en üste kadar çıkmak hakkını tanırdı. Bayrak ve ay-yıldız Türklerin sosyal yaşamında üstün manevî değerleri olan sembollerdi. Saray, kışla, çeşme, mezar taşı gibi birçok tarihi eserde ay-yıldız sembolü Türklüğün bir iftiharı ve eseri olarak daima kullanıldı. Ay-yıldız olan her eser Türklerin malıydı. Bu ülkeler bir gün bağımsız olduktan sonra bile bayraklarından ay-yıldızı çıkarmadılar. Türklüğün en güzel günümüze ulaşan simgesi bu ay-yıldızdır. Tunus kentinin Jellaz, Manuba mezarlıklarında bu tür mezarlara rastlanır.[46]
VI. Vakıflar
Osmanlı-Türk uygarlığının en önemli kurumlarından olan vakıflar Garp Ocaklarında tesis ettikleri önemli sosyal yardımlaşma ve dayanışma müesseseleridir. Birçok beylerbeyi, dayı, bey askeri kumandan, tüccar, büyük hacimli, yeniçeri, reis, bölük başı vb. gibi yardımseverler küçük ölçekli para (nukûd) vakıfları kurmuşlardır. Cezayir’de Barbaros Hayreddin Paşa ve oğlu Hasan Paşa’nın vakıfları, Tunus’ta Muradî ve Hüseynî paşalarının (Murad Paşa, Hüseyin Paşa, Hammuda Paşa gibi) Trablusgarp’ta Hüseyin Paşa, Yusuf Paşa vakıfları birinci gruba dahildirler. Üst yönetici tabakasının kurdukları vakıflar yanında, daha mütevazi paralarla kurulan sosyal yardım vakıfları çok daha fazladır. Vakıflarının çoğunun kayıtları Cezayir, Tunus, Libya Vakıflar Müdürlüğünde bulunan kayıtlardadır.
Ancak bu tür vakıfların dökümü ve envanteri ortaya konmadığından bu konuda Türk varlığı hakkında fazla bilgimiz bulunmamaktadır. Çoğu kez de bu vakfiyeler Arapça olarak yazılmıştır. Tunus’ta fakir çocuklara topaç almaktan, Ramazanın 27’sinde fakirlere baklava, Kurban bayramı arefesinde koyun, alınması gibi yardım vakıfların varlığından haberdarız.
VII. Tarikatlar
Osmanlı Türklerinin Garp Ocaklarında yüzyıllarca tutunmalarının manevî, sebeplerinden biri, dinî müsamaha ve tarikat erbabı ile çok iyi ilişkiler içinde olmalarıyla açıklanabilir. Cezayir örneğinde olduğu gibi, ocağın ince detaylarına kadar işleyişini anlatan ve 1853’te A. Devoulx’nun yayınladığı Defter-i Teşrifat’ta görüldüğü üzere, eyalet gelirlerinden şeyhler, zaviyeler, tekkeler, imamlar da paylarını alıyorlardı.
Birçok tarikat şeyhleri Türklerin İslam’a hizmetinden ve adaletinden hoşnuttular. Tunus’ta gömülü büyük tarikat pirlerinden Seyyid Abdüsselam el-Futûri “Türkleri seviniz, onlar islamın muhafızı ve askerleridir”[47] demiştir. Sidi Mahruz, Ahmet bin Arus, Muhriz bin Halaf vb. önemli tarikat kurucuları idiler. Kuzey Afrika’da “Habus” olarak anılan vakıf geliri erimden ve özel kurulan vakıflardan tekke, zaviye ve diğer kuruluşlara mühim kaynaklar aktarıldı. Kadirî, Geylanî, Şazeliye, Ticâni, Senusiyye, vb. önemli tarikatlar meşhurdu. XX. yüzyılda bile bakışlarını İstanbul’a çevirmiş ve oradaki tasavvufi cereyanlara yabancı olmayan Kuzey Afrikalı Türkler ve Müslümanlar vardı. Arabi el-Alevî, Tunuslu İsmail Sefayihi, Muhammed as-Sanûsi İstanbul’a gelip ziyaret eden son devir büyük ulemasıydı. Sultan II. Abdülhamid Şazeli’ye tarikine ileri geleni Şeyh Muhammed Zafir Efendi’ye büyük önem vermişti.[48]
Sonuç Yerine
Osmanlı Devleti’nin üç ülkede egemenlik kurduğu Kuzey Afrika’daki Garp Ocakları Türklerin Akdeniz egemenliğinde önemli hizmetler yaptılar. Bazen bağımsız hareketlerine rağmen Osmanlı Sultanının hükümranlığı daima gerçek olarak hissediliyordu. Türk askerlerinin daima Anadolu’dan akışı sayesinde bu ocaklar Türk kimliklerini daima sürdürdüler. Türk unsuru iktidarı elinde tutmak için Cezayir’de asla ödün vermedi. Tunus ve Trablusgarp’ta, kurulan Kuloğlu asıllı yerel hanedanlar da eski Türk gelenekleri aynen devam ettirdiler.
Türkler Anadolu’nun günlük yaşamındaki gelenek ve göreneklerini aynen Garp Ocaklarına taşıdılar. Yüksek kültür seviyeleri, Arap, Berberî ve Endülüs’lü göçmenlere etkiler yaptı. Osmanlı askerî, bürokratik ve dinî (kadı, müfti) kurumları tüm işleyiş şekilleri ile devam etti. Garp Ocaklarının müftü ve kadıları Rumeli Kazaskeri tarafından genelde birer yıllığına gönderilen Türklerdi. Dinî ve mezhebî özgürlüğe büyük önem veren Türk yönetimi, dört köşe Malikî mezhebi minaresi yanına, yuvarlak kalem gibi Hanefî mezhebi minaresi koymuş, ihtiyacı olan cami, medrese, tekke vb. yapmış, asla baskıcı ve hele ekonomik bakımdan asla sömürücü olmamıştır. Çünkü gidilen ülke ister Basra, ister Bosna, isterse Cezayir olsun, orası Türk için ikinci bir vatandır. Bu yeni vatana da, sılası Anadolu gibi aynı yatırım yapılmıştır. Kroniklerde ve belgelerde rastladığımız, bir kısmı günümüze ulaşan bütün mimarî faaliyetlerde temel felsefe budur. Yemek kültüründen, giyime, silahtan spora kadar Türk sosyal yaşamının bütün öğeleri oraya götürülmüştür. En önemlisi Türkçe’nin günümüze kadar ulaşan üstün etkisi, Türklerin Kuzey Afrika eyaletlerine doğudan güzel medenî unsurlar taşıdıklarını göstermektedir. Kuzey Afrika eyaletlerinin Osmanlı Dünyası içinde yüzyıllarca birlikte yaşamaları hem Türkler ve hem de bu ülkelerin halklarının savunması, ilerlemeleri için müsbet ve hayırlı faydalar sağlamış olduğu kanaatindeyiz. Fransız, İtalyan sömürge ve işgal devletleri maddî, manevî Türk varlığını Kuzey Afrika ülkelerinden, silmek, yok etmek için epey gayret sarfetmişlerdir. Uygar batının, bu çifte standart uygulamasının örneklerindendir. Osmanlı-Türk döneminde, ekonomik ve entelektüel durgunluktan söz etmek bağnaz bir tutumu yansıtmaktadır. Bereket versin ki, André Raymond gibi olumlu batılı tarihçiler bulunmaktadır.
Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 926-935