Fütüvvet ve Ahilik, İslam-Türk tarihi için içtimaî, siyasî, iktisadî ve daha birçok bakımlardan önemli kurumlar arasında yer almaktadır. Bu kurumlar, İslam-Türk kültür ve medeniyetinin önemli dönemlerinin ortaya konulmasında araştırmacılara yardımcı olan çok yönlü fonksiyona sahiptirler.
Fütüvvet kurumuyla ilgili araştırmalar, ilk defa Batılı Şarkiyatçılar tarafından yapılmış, Ahilikle ilgili olanlar da buna bağlı olarak ortaya konulmaya başlanmıştır. Türkiye’de ise bu kurumlarla ilgili ilk araştırma, Fuad Köprülü tarafından başlatılmış, daha sonra da diğer ilim adamları bu konular üzerine eğilmişlerdir. Gerçekten de, bugünkü Türkiye’nin sosyo-ekonomik tarihi içinde, esnaf hayatının ticarî mahiyetini tam anlamak, fütüvvet ve özellikle de Ahiliğin, bir kurum olarak ilmî bir metot ve objektif bir bakış açısıyla ele alınıp değerlendirilmesini gerektirir. Bu noktadan hareketle fütüvvetin tarihî gelişimi ve ahilikle ilişkisini kısaca ortaya koymak faydalı olacaktır.
Çok yönlü özelliklere sahip bir kurum olan fütüvvetin tarihî ve sosyal alt yapısı ele alınıp, izlediği gelişim süreci gözler önüne serilirse bu teşkilatın daha iyi anlaşılma noktasında belirgin faydalar getireceği muhakkaktır. İşte burada öncelikle fütüvvetin dayandığı teorik temelleri sıralamak gerekmektedir.
Fetâ Kavramı ve Ortaya Çıkışı
Arapça bir kelime olan fetâ; Genç, yiğit, delikanlı demektir. Çoğulu fityân ve fityedir. Farsça civanmerd ve bunun çoğulu olan civanmerdân da aynı anlamdadır. Bu tabirin daha çok İslam’dan önceki Arap toplumunda kullanıldığını görülmektedir. Sosyal bir kurum olarak Emeviler Dönemi’nin ortalarına doğru doğmaya başlayan fütüvvet anlayışının, bu fetâ tipiyle sadece anlam olarak birbirine benzediği, yapısal ve organik olarak aralarında bir ilişkinin olmadığı, bu kurumun tarihsel gelişim ve yapısının tahlîli ile ortaya çıkmaktadır.
Fütüvvet araştırıcıları, bu kurumun tarihî sürecini tespit etmeye çalışırlarken öncelikle Kur’ân-ı Kerim’deki ve Arap toplumundaki fetâ tabirinin anlamını ele almışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de fütüvvet tabirinin değil, fetâ ve çoğulu fitye ve feteyâtın geçtiği görülür.[1] Kur’ân-ı Kerim’de geçen bu tabirlerin hemen hemen hepsinin, sözlük anlamı çerçevesinde, yani genç, delikanlı ve yiğit manalarında kullanıldığını, sadece el-Kehf Suresi’nin 60. ve 62. ayetlerinde geçen fetânın uşak manâsına da geldiği görülmektedir. Fetâ tabirinin Kur’ân-ı Kerim’de sadece sözlük anlamında kullanılması, fütüvvet kavramının burada temellendirilemeyeceğini göstermektedir.
İslam öncesi Arap toplumunda fetânın başlıca şecâat, iffet, sehâvet ve diğergâmlık özelliklerini bir arada toplayan ve o şekilde değerlendiren asalet ve fazilet anlayışını temsil etmekte olduğu görülür. Bunun da, toplumda genellikle ferdî kişilikleri yansıtmak üzere kullanıldığı göze çarpar. O çağlarda bu nitelikleri kendilerinde bulunduran kişiler bir birlik halinde bulunmuyor, fetâ denen kimseler tek tek anılıyordu. O çağlar için bir örnek olarak, Arap edebiyat ürünlerinin çoğunda sözü edilen kişi Tay kabilesi başkanı Hatem Tâî’dir.[2] Arap toplumunda bu tabirin tam anlamıyla açıklığa kavuşturulması için Arap Şiiri’nin incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bugün, özellikle F. Taeschner, Arap şiirinin incelenmesi yoluyla fetâ kavramının istenilen anlama geleceği konusu üzerinde ısrarla durmaktadır.[3]
Cahiliye dönemi Arap toplumunda insanlar, başka insanların ve çevresinin takdirini kazanmak ve şöhret sahibi olmak için cömertçe davranışlarda bulunurdu. Burada hiç şüphe yok ki, şahsi menfaat sağlama asıl gayedir.[4] Yine Arap toplumunda fetâların eski hasletlerin ve değerlerin devam ettirilmesi yolunda başlıca şecâat, iffet, sehâvet ve diğergâmlığı ele aldıklarını görüyoruz. Diğergâmlık ki, fetâ kendisinin elinde hiçbir şey kalmayıncaya kadar insanlara yardım eder ve daima insanları düşünürdü. Bu ise, ancak ahlâkî bir faziletle ifade edilebilir. Fetânın özellikleri olarak karşımıza çıkan sehâvet ve şecâat, daha sonraları fütüvvetin istilzam ettiği iki baş fazilet olarak telakki olunmuştur.[5]
Sosyal vasıfları kazanarak tezahür eden ve Emevi Dönemi’nin ortalarına doğru ortaya çıkan fütüvvete kadar, fetâ kavramı İslamiyet’in gelmesiyle birlikte Arap toplumunda geçerliliğini sürdürmüş, hatta İslam’ın bazı prensipleriyle süslenmiş ve gelişmiştir. İslamiyet’le birlikte Arap toplumunda fetâdan daha gelişmiş bir biçimde kahraman tipi ortaya çıkmıştır. İslamiyet’le birlikte bazı sosyal hadiselerin, hayat tarzının değişimi gerçekleşmiş, toplumlarda sosyal nitelikte, artık münferit olmaktan çıkmış ve gruplardan meydana gelen bir kavram ortaya çıkmıştır: Fityân. Yani kurumlaşmanın (fütüvvetin) İslam’dan önceki Arap toplumunda (münferit özellikleri göz önünde bulundurulduğunda), fetânın mevcut olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Sosyal Bir Kurum Olarak Fütüvvet ve Orta Çağ İslam Toplumu
Sosyal bir kavram olarak fütüvvet anlayışının Emevî Dönemi’nin ortalarına doğru doğduğu tahmin edilmektedir. Bu sonuca, siyasî ve sosyal gelişmeler neticesinde ortaya çıkan değişimler yoluyla ulaşılmaktadır.[6] Fetâdan farklı olarak, tam teşekküle ulaşmasa ve tam manasıyla sosyal bir kavram sayılmasa da kendisine fityân denilen teşekkülün Arap toplumunda değil, İslam hakimiyetine girmiş antik kültür merkezlerinde ortaya çıktığı görülmektedir.[7]
Fityânın menşeinin nerede aranması gerektiği konusunda şu soruyu sorup cevabını aramak konuyu biraz açıklığa kavuşturacaktır. Acaba fityân, İslamiyet’in gelişinden sonra oluştuğu halde, ilk görünüm itibariyle neden dinle alâkalı bir durumda olmamıştır? Eğer bu birlik, Arap toplumunda gelişmiş olsaydı, birinci planda İslamiyet’le teması kaçınılmaz olacak ve İslamî bir çehreye bürünecekti. İslamiyet’in Arap Yarımadası’na geldiğini ve daha sonra dalga dalga diğer memleketlere yayıldığını bildiğimize ve ayrıca sosyal kurumların çarçabuk değişime uğramasının mümkün olmadığına göre, fityândaki dînî yapının karakteristik özelliği ve menşei ortaya çıkmaktadır. .
Fityan, fütüvvet birliklerinin çekirdeği olarak kısa zamanda çoğalmakta, bütün İslam dünyasını sarıp etkilemektedir. Çünkü fütüvvet, İslamiyet’in yayılma dönemlerinde, Orta Doğu toplumlarındaki yapısal değişimlerle birlikte ortaya çıkan hızlı şehirleşmenin bir araya getirdiği kalabalık insan kümeleri için hayatî bir ihtiyaca cevap vermektedir. İran’da olsun, Arabistan’da olsun fütüvvet ideolojisi, gerek İslamiyet’in getirdiği, gerek İslamiyet’le birlikte gelen değişikliklerden sonra, eski sosyal değerlerin yeniden yorumlanması olarak görünmektedir.[8] İslamiyet, yapısı itibariyle toplum hayatını derinden etkilemiş, İslamiyet’le birlikte yerleşik hayat anlayışı toplumda kabul edilmiş ve dolayısıyla eski hayat tarzı değişime uğramış, bunun yanında eski gelenek ve değerler de, oluşan yeni hayat tarzının içerisine yerleşmiştir.
Burada fityânın (fetânın çoğulu) genellikle bekar erkeklerin kendi kafa yapılarına uygun olan erkeklerle bir araya gelme arzularından doğan bir teşekkül olduğunu söylemeliyiz. Bu manâda, şehirlerde genç kimseler müşterek bir hayat sürmek üzere birleşiyor, kendilerini fityân olarak adlandırmak suretiyle, eski Arap fetâ-asil insan idealini temsil etmek ve tahakkuk ettirmek gayesinde bulunduklarını ilan ediyorlardı. Bu arada hemcinsle olan bağlılık kaybolduğu cihetle, bu gaye çok kere yüzeyselleştirilmiş oluyordu. Uğrunda mücadelenin insanı asilleştirdiği o hemcinse karşı bağlılık ve vazife hissi burada da ziyana uğruyordu.[9] Bu gruplar, çok büyük birlik şeklinde değil, bilakis küçük birlikler şeklinde yaşayan çeşitli sosyal, etnik çevrelerden gelen aile bağları, meslek bağı ve kavim bağı bulunmayan kimselerden oluşuyordu. Cahiliye fetâsından farklı oldukları noktalardan birisi de budur. Bir araya geliş meselesinin yönünü, İslamiyet’le birlikte sosyal yapının, özellikle eski kültür merkezlerindeki sosyal yapının da değişikliğe uğraması gerçeği tayin etmektedir. Eski Araplardaki sıkı kabilevî sistem, eski kültür merkezlerinde İslamiyet’le beraber yumuşamış ve fityânın oluşum tabanını etkilemiş görünmektedir.[10]
Fityânın gayesi öyle görünüyor ki sadece bir arada bulunmak ve eğlenmekten ibaretti. Özellikle İslam’ın ilk yüzyılında dikkat çeken husus, fityânın daha çok dünya işleriyle iştigal etmesidir. Öyle ki fityân, kendi yaşadıkları dönemlerde devlet otoritesinin zayıfladığı zaman iktidarı ellerine alıyorlar, iktidar kudretli olduğu zamanlarda da geri çekiliyor ve siniyorlardı. Bunların İran ve Irak gibi ülkelerde ve hatta Bağdat’ta bile yönetime karşı bir dehşet havası oluşturdukları da bildirilmektedir.[11] C. Cahen, fityânın meslekî olmayan karşılıklı bağımlılıkları bulunan, dinsel amaçlarla değil de sosyal amaçlarla etkinliklerini düzenleyen, zaman zaman büyük bir şiddetle yetkililere ve aristokrasiye karşı gelen bir kuruluş olduğunu söylüyor ki,[12] birçok kaynakça bu görüşün doğrulandığı göze çarpmaktadır.
Dönem kronikleri, fityânı bazen müstakilen bu ad altında zikrederek, bazen de yönetim çevrelerinin ve halkın adlandırdığı biçimde ayyâr, şâtır, evbaş ve rind gibi isimlerle zikrederek tasvir etmesi, bunların toplum içerisinde biraz marjinal kalan kesim olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.[13]
Tam anlamıyla tekâmül etmiş ve kurumlaşmış fütüvvetin, bu fityândan kaynaklandığını ve dolayısıyla bu kurumun kökeninin gayri Arap ve şehirli bir kültüre dayandığını kabul etmek gerekir.[14] Bunu güçlendiren bir vâkı’a olarak da, ayrıca H. II. asırda doğduğu belirtilen ve fütüvvet kavramını benimseyen tasavvuf hareketlerinin de, Arap olmayan tabakaya dayanan bir kimlikle, aynı sosyal tabandan kaynaklanarak ortaya çıkmış olmasını gösterebiliriz.[15] Nitekim bu yüzden IX. yüzyılda fütüvvet ile sûfîlik kolayca iç içe girmiş ve ilk yazılı sûfî eserleri veren sûfîler, onu tasavvufun bir cüz’ü olarak kabul etmişlerdir.[16]
Fütüvvet ve Tasavvuf
Daha önceki bölümlerde isim ve fonksiyonlarından bahsettiğimiz fetâ ve fityândan çok farklı olarak, onlardan daha üst seviyede bir teşkilatlanmaya sahip olduğunu göreceğimiz fütüvvetin, sûfî fütüvvetnâmelerinde konu edildiği de göz önüne alınınca, üst seviyede bir teşkilatlanmanın ilk basamağını tasavvuf içerisinde geçirdiği dikkat çeker. Başlık olarak zikrettiğimiz meseleyi daha detaylı ve etraflıca araştırmak için tasavvufun doğuşunu ve doğuş ortamını tahlil etmek herhalde iyi olurdu.
Fakat biz, bununla ilgili olarak tasavvufla fütüvvetin ilişkisinden bahsedeceğiz. Tasavvuf ehli olan kişilerin en belirgin özelliği olan diğergâmlığın, H. II. asırdan itibaren yavaş yavaş fityân içerisinde kabullenildiğini ve toplum içerisinde bu özelliğin yansıtıldığını görebilmekteyiz.[17] Tasavvufun ana kavramlarından biri olan diğergâmlık, tasavvuf tarafından geliştirilerek fütüvvet şeklinde, tamamen tasavvufun içerisinde ortaya çıkmıştır.
Sûfîlikte fütüvvet kavramı, ilk büyük sûfîler tarafından hemen hemen tasavvufla aynı anlamda kullanılmış, fakat bununla beraber bu kavramın çok geniş bir biçimde, ancak X. yüzyılın sonlarına doğru yorumlanmaya başlanması sebebiyledir ki, bu konuda tasavvuf kaynaklarında fütüvvete tahsis edilen müstakil bölümler veya müstakil yazılan risaleler, ancak bu yüzyıldan sonra görülmeye başlamıştır. Sûfîlerin risâlelerine (fütüvvetnâmeleri) bakılacak olursa, fütüvvet ve tasavvufun ilişkisi ve iç içeliği göze çarpar.[18] Sûfî yazarlarca fütüvvetin, tasavvuf içerisinde ve genel olarak da tasavvufun bir cüz’ü şeklinde anlatılması, bu mahiyette olan fütüvvetin daha ziyade ahlakî bir mefhum olduğunu anlatmaya yeter sanırız. Çünkü, fütüvvetin tariflerini incelersek, hemen hemen tamamının ahlakî güzellikleri, faziletleri yansıttığını görebiliriz.
Fütüvvet teşkilatının en eski şekli olan tasavvufî fütüvvete, sûfîliğin şekil verdiğini ve yine bu teşkilatın, fityân gruplarından doğduğunu kabul etmemiz gerekir. Burada, fityânın inkişaf süresinde sûfîlerin nasıl olup da fityândan ayrıldıkları meselesi gündeme gelmektedir. Sûfîlerin, sahip oldukları tasavvuf anlayışının temel özellikleri ile fütüvvetin faziletlerini en güzel bir şekilde yorumlamaları, fütüvvetin tasavvufa benzer yapısı dolayısıyla tekâmülünü ifade etmeye kafi gibidir. Çünkü o, kötü huyluluk ve sefâhat değil, sunulan bir aş, bir armağan, güleryüz, tevazû ve başkalarına kötülük etmekten çekinmektir.[19] IX. asırda belirgin bir şekilde tarih sahnesinde görülen sûfîlik, toplumda belli bir nüfuzu olan fityân teşkilatlarına ilgi duymuş, bu çevrelere nüfûz edebilmek için fütüvvet kavramını benimseyerek, ona kendi doktrin yapısına göre bir muhtevâ kazandırmıştır.
Bu yakın temas sonucunda, XI. asırdan itibaren sûfîlik yavaş yavaş kurumlaşma sürecine girmiş, buna paralel olarak, onunla iç içe geçmiş bulunan fütüvvet kurumunda da sûfî nitelik, giderek ağır basmaya başlamış ve benzer kurumlaşma bunda da kendini göstermiştir. Yani, sûfîlikteki kurumlaşma, fütüvveti de etkilemiştir.[20] İşte XII. asrın sonlarında Abbasî Halifesi en-Nâsır li-Dinillah (1180-1225) fütüvvet kurumunu kendine bağlamak suretiyle, devletleştirme faaliyetine giriştiği zaman onu böyle bir kimlikle bulmuştur.
Yukarıda da görüldüğü gibi, fütüvvetin ve tasavvufun faziletlerinden olan değerler o derece ele alınıp işlenmiş ki, daha sonra bu özellik şeref statüsüne geçmiş, bir taraftan da kendi nefsini düşünmeyecek ve daima etrafındaki insanları gözetecek bir nitelikte devam ederek bazı sûfîler tarafından ifrata vardırılmak sûretiyle, temelde melâmetîliğin karakteristik hususiyeti şekline dönüşmüştür. Melâmetiyyede, kişinin ameli ile etrafın tekdirini kazanmak, kabullenen bir anlayış şekli olarak ortaya çıkmaktadır.
Sülemî, ahlakî bir değer olarak fütüvvet namına, melâmetiyyenin içerisinde, daha doğrusu bir melametîde olması gereken kendini küçük görme, hemcinslerini düşünme, kendi kusurlarını açığa çıkarma gibi özellikleri bünyesinde barındıran kimsenin layık olacağını dile getirmiş, yani onun fütüvvet tarifi tamamen melâmet anlamında görülmüştür.[21] Küçük çaplı fakat esaslı bir tanımlama bile bizi, melametîliğin fütüvvet içerisinde varolduğunu düşünmeye sevk etmektedir.
Teşkilatlı Fütüvvetin Başlangıcı ve Teorik Temeli: Melâmetiyye ve Fütüvvet İlişkisi
Buraya kadar yapılan açıklamalarda fütüvvetin, gelişim ve dönüşüm seyri içerisinde, ne fetâ, ne fityân ne de tasavvufî görünüme bürünmüş şekli, kişiler ve bunların gerçekleştirdiği girişimler yoluyla teşkilatlanmamıştı. Tasavvufî görünüm içerisinde fütüvvet birlikleri tasavvufî özellikler göstermişler, hatta fütüvvetnâmelerde bile bunları yansıtmışlardır. Fakat, tasavvuf cereyanını benimsememiş ilk fityân birliklerinin, toplumu ve devleti zor duruma sokmaları durumunun bir devamı veya bunların sosyal yapılarından kaynaklanan özelliklerinden dolayı, tasavvufî görünümleri içerisinde bile anti- sosyal hareketlerde bulunanlar mevcut olmuştu. İslam dünyasının birçok yerinde, sosyal düzeni altüst eden bu gruplara, kroniklerce değişik isimler verilmiştir.[22] Onların faaliyetleri ise kaynaklarca H. IX- XII. asırlar arasında gösterilmiştir.
Abbasi halifeliğinin başına XII. asrın son çeyreği içerisinde geçen en-Nâsır, İslam dünyasının birçok bölgesinde düzeni bozmaya yönelik hareketlerde bulunan bu gruplara karşı değişik bir metod uygulamış ve kendisinden önceki devlet adamlarının yaptıklarının aksine, Fütüvvet teşkilatına girmiştir. Aynı zamanda da bu örgütü yenileştirmek, birleştirmek, disiplinli kılmak ve aristokrasiyi de örgüte girmeye teşvik etmek gibi girişimlere başlamıştır.[23] Halife Nâsır, böyle yapmakla bu grupların etkilerini azaltmak, onları nüfuzu altına almak gibi gayeler hedeflemiştir. Nihayet Nâsır, halifeliğinin ilk yılları içerisinde bütün amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik olarak, Şeyh Abdu’l-Cabbar elinden fütüvvet şalvarını giymiş ve fütüvvet kâsesinden içmiş, böylece fütüvvet yoluna girmiştir.
Aslında halifenin yaptığı en önemli şey, o zamana kadar gayriresmi bir hüviyet taşıyan bu kuruma resmiyet kazandırarak onu bir anlamda devletleştirmek ve bu suretle meşrûlaşan bu kurumun siyâsî desteğini arkasına almak olmuştur. Böylece o zamana kadar, merkezî yönetimin zayıfladığı zamanlarda sık sık siyâsî otoriteyi tehdit eder durumlara sebebiyet veren bu güçlü kurum, devletin yanına alınmış oluyordu. Halife bunu başarmış ve yaptığı işte, kendi danışmanı olan büyük sûfî Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdî’nin yardımlarını görmüş ve onun otoritesinden faydalanmıştır.[24]
Halife, kendi şahsında merkezîleştirmiş olduğu fütüvveti bütün İslam dünyasında yaymak için birtakım yollara başvurmuştur. Bunların başında, hükümdarlara elçiler vasıtasıyla fütüvvet libasını giydirme ve fütüvvet kâsesinden içmelerini sağlama gelmektedir. Onun bu girişimi, birçok hükümdarca hüsnü kabul görmüştür. Çünkü, bu teklifi kabul etmek, onlar için İslam dünyasının en büyük lideri olan halife tarafından meşruiyetlerinin tanınması demek oluyordu. Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’a (1211-1220) da Sühreverdî başkanlığında hilâfet heyeti ve fütüvvet alâmeti olarak da şalvar ve kase gelmişti. Selçuklu sultanının Fütüvvet teşkilatına girmesi ise, Anadolu’da ahiliğin gelişmesinde oldukça önemli bir yere sahip olmuştur.
Fütüvvetin buradaki teşkilatlanmasından sonra meydana gelen oluşumlar içerisinde iktisadi yönü ağırlık kazanmaya başlamaktadır. Hatta Anadolu’da Ahilik teşkilatı adıyla teşekkül eden kurumda, önceleri tasavvufî yönü de olmasına rağmen, daha sonraları iktisâdî yönü ağır basmaya başlayan bir gelişme görülmektedir. Fütüvvet teşkilatının yapısı içerisine iktisadi özellikler yansıtan yapının nasıl girdiğinin ve ne şekilde etki yaptığının tesbit edilmesi gerekmektedir. Onun için burada, biraz da fütüvvet anlayışının tesiriyle doğup gelişme gösteren melâmetîliğin, Fütüvvet teşkilatının içerisinde olan iktisâdî yanı nasıl yönlendirdiği, yani teşkilatlı fütüvvet bölümüne katkılarını zikretmek gerekir.
Melâmetiyyenin ortaya çıkışı, Hicret’in II. asrının son yarısına rastlamaktadır. Bu oluşum, H. III. asırda tamamıyla yayılmıştır.[25] Melâmetin levm kelimesinden türediğini biliyoruz. Bu, “kınama” anlamına gelmektedir. Melâmetîler Kur’an-ı Kerim’in V. suresindeki bir ayete isnad etmektedirler. Melâmetî, ululuktan, kendini göstermekten, halkın sevgi ve saygısını kazanmak kaydından geçen, kerameti, insana benlik verdiği için erkeklerin hayız görmesi sayan, kendini herkesten aşağı, herkesi kendinden üstün gören, giyim-kuşam özelliğiyle, tekkeyle, vakıftan hazır yemek yemekle, zikirle, vecde gelip bağırıp çağırmayla kendini göstermeye çalışmayan, halktan hiçbir suretle ayrılmayan, kazancıyla geçinen, iç yüzden Hakk’la, dış yüzden halkla beraber olan, hatta, halkın saygısını, sevgisini bir kayıt bildiğinden nafile ibadetleri bile gizleyen, buna karşılık, onların kınamasından ürkmeyen, hatta hatta, bu yüzden de halka kendisini kötü gösteren kişidir.[26] Melâmetin birçok tarifi yapılmıştır. Mesela melâmetîliğin kurucusu olarak kabul edilen Hamdun el-Kassar’ın tarifi şöyledir: “Melâmetiyye tariki, insanlara karşı her nevi debdebeden ehl-i hal olarak feragat ve herhangi sıfat ve hareketi tasdik ettirmek hususunda sarf-ı mesaiden istinkaftır. Senden Cenab-Hakk’a rücû eden bir meselede levm-i layim sana kat’iyyen isabet etmesün”.[27]
Melâmetîliğin dayandığı genel nazari esas, bu mezhep erbabının nefse karşı karamsar bir gözle bakması ve onu yenmek ve ezmek, itham etmek ve ilim, amel, hal ve ibadet diye ona nispet olunan her şeyden onu mahrum etmek için bir meşrep oluşturma ihtiyacını hissetmeleri şeklinde belirtilebilir. Tasavvuf ehlinin dünya görüşlerine ve onların aşırı derecede zahitlik şeklini benimseyerek, bir derecede tekkelerin ve vakıfların kaynaklarından geçinmeyi kendilerine şiar edinenlere karşı; herkesin kendi gücü ölçüsünde geçinebilmesi gerektiği görüşüne sahip olmak üzere bir işle, bir sanatla iştigal etmesi prensibini kabullenmişlerdir. Melâmetîlikteki bu nokta; fütüvvetin melâmetiyyeyi teşkilatlandırdığı göz önüne getirilirse, fütüvvetteki bir iş, bir sanat sahibi olma prensibinin nereden kaynaklandığı daha iyi anlaşılacaktır. Gerek melâmet, gerek fütüvvet, bu yollara girenleri dünyadan çekmeyen, bilakis dünyaya ve hayata bağlayan, ana prensiplere sahip yollardı. Mistik olmakla beraber, kuvvetli dünyevî prensipleri de bulunan bu yollar, birer tarikat olmadığından birçok tarikat ehli, melâmet neşesine sahip olabiliyor, yahut melâmet yoluna da girebiliyordu. Sanat ehli olan veya esnaftan bir bölüğe mensup bulunan tarikat erbabı da meslekleri gereği, tabiatıyla fütüvvet yoluna girmiş oluyordu.[28]
Neticede ilk ortaya çıkışları itibarıyla fütüvvet ve melâmet arasında yakın bir ilişki vardır. Birincisi ikincisinden önce doğmuş, ilk ortaya çıkışı sırasında iktisadî hayatla doğrudan münasebetdâr olmamış, fakat melâmet ise olmuştur. Daha sonra ise fütüvvet, melâmetîliğin etkisiyle iktisâdî bir teşkilat şekline dönüşmeye başlamıştır.[29] Zira melâmet ve fütüvvet ehlinin diğer tasavvuf ehlinden farkları, hayat mücadelesinde aktif olmalarıdır.[30] Fütüvvette ve daha sonra Anadolu’da ahilik şeklinde tezâhür eden teşkilatta bu tesirin, mevcûdiyeti kabul edilmektedir.
Fütüvvet ve Mesleki Bir Kurum Olarak Ahilik
Halife Nâsır’ın, başıboş ve dağınık bir durumda bulunan fütüvvet gruplarını kendi şahsında birleştirme ve hilâfetin prestijini koruma yolunda büyük gayretler içerisinde olduğundan daha önce bahsetmiştik. Halife esas gayesini gerçekleştirmek için komşu ülkelere fütüvvet cihazı denilen ka’sul-fütüvve ve libasu’l-fütüvveyi gönderip onların da bu teşkilata girmelerini sağlamıştı. O zamanlarda Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. İzzeddin Keykavus da bu teşkilata alınmıştı. Bahsedilen fütüvvet cihazı bu sultana da gelmiş, sultan da hem fütüvvet kâsesinden içerek, hem de fütüvvet şalvarını giyerek bu teşkilata dahil olmuştu. İşte Anadolu’da meydana gelen bu gelişmelerin, burada fütüvvetin değişik bir biçimde teşkilatlanıp, gelişip yayılmasında oldukça önemli rollere sahip olduğu kabul edilmelidir.[31] Artık, fütüvvetin Anadolu’da değişik şartların yönlendirmesi neticesinde aldığı şekle ahilik diyoruz.
Metodolojik olarak öncelikle Ahi tabirinin tanımından başlamak gerekir. Ahi: Arapça bir kelime olup erkek kardeşim manasına gelmektedir. Bu kelimenin Divanu Lügati’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi eski Türkçe eserlerde geçen cömert, eli açık, âlicenâp gibi anlamlara gelen akı kelimesinden; “k” harfinin yumuşayarak “h” şekline dönüşmesi sonucu ortaya çıktığı görüşü de bulunmaktadır.[32] Fakat, kelimenin sadece anlam bakımından değerlendirilmesi araştırmacıyı, sosyal olayları ve oluşumları, tarihî ve kültürel altyapılarını ortaya koymadan açıklamaya çalışma yanlışlığına götürür.
Ahilik, ilk eserlerde ve fütüvvetnâmelerde daha ziyade ehl-i fütüvvet diye zikredilir. Ahi tabiri daha sonralarıdır ve en fazla kuruluşa mensup olanlar arasında kullanılmaktadır.[33] Fütüvvet ehlinin şeyhlerine “Ahı” denmesi konusuyla alâkalı olarak muhtemelen şu sonuca ulaşılabilir. Fütüvvet ehlinin şeyhleri olan kişiler, fütüvvetin Anadolu’da geçirdiği tekâmüle paralel olarak, özellikle XIII. asrın ortalarından itibaren merkezî otoritenin gücünü kaybetmesi sonucu, zamanla bu şeyhler ve etrafındaki taraftarları otorite boşluğundan faydalanarak birçok yerde etkinlik gösterdiler.
Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus zamanında halifenin, onu Fütüvvet Teşkilatı’na almak için elçi göndermesinden sonra, Anadolu’da fütüvvet hareketinin yayılmaya başladığı bilinmektedir. Keykavus’un ölümünden sonra yerine geçen I. Alaeddin Keykubad Dönemi’nde de yine aynı halifenin gönderdiği elçilik heyeti vasıtasıyla fütüvvet hareketinin yayılması hızlanmıştır. Aynı şekilde I. Keykubad da Fütüvvet Teşkilatı’na girmiştir.[34] Fütüvvetin Anadolu’ya yerleşip nasıl bir gelişme gösterdiği konusunda, Köprülü’nün tespitleri gerçekten anlamlıdır: “Büyük bir ihtimalle, I. İzzeddin Keykavus’un Fütüvvet Teşkilatı’na girmesinden sonra, bu teşkilat Anadolu merkezlerinde daha kuvvetlenmiş, devrin umumi temayülüne ve Anadolu’nun manevi muhitindeki fikri cereyanlara uyarak biraz tasavvufi bir renk de almış, bir taraftan korporasyonlara hulûl ederek onlardan kuvvet aldığı gibi, kendisi de onları canlandırmış, diğer taraftan da köylere kadar yayılarak Alplar teşkilatı ile de, yani toprak sahibi sipahilerle de münasebet peyda etmiştir. XIII. asrın ikinci nısfından XIV. asra kadar Anadolu’da birtakım büyük devlet ricalinin, kadıların, müderrislerin, muhtelif tarikatlara mensup şeyhlerin, büyük tacirlerin Fütüvvet Teşkilatı’na dahil olduklarını görüyoruz ki, bu, teşkilatın içtimâî kıymetinin yükseldiğine alamettir. Fütüvvet prensiplerinin bu suretle kuvvetlenerek esnaf korporasyonlarına girmesi, yani bu teşkilatın fütüvvet kadrosu içinde yeniden tanzimi, Anadolu’da XIII. asrın ilk yirmi beş yılından sonra vukua gelmiş olmalıdır”.[35]
Yukarıdaki cümlelerle, Ahi zümrelerinde var olduğunu belirttiğimiz tasavvufi özelliklerin, o dönemde Anadolu’ya yönelen büyük göçlerle şekillendiği de doğrulanmış olmaktadır. Çünkü, doğuda Moğol istilası önünden, özellikle Anadolu’ya büyük bir Türkmen göçü vuku bulmuştur. Bu göç esnasında, daha doğrusu Anadolu’ya akın akın gelen kitleler içerisinde alimler, dervişler, mutasavvıflar vs. de mevcut idi ve buranın dinî-içtimaî ve kültürel yapısının şekillenmesinde önemli etkiler meydana getirmişlerdir. Anadolu’nun bu yeniden yapılanmasında meydana gelen gelişmeler meyânında Türkleşme ve İslamlaşma meselesi de bu olaylarla doğrudan bağlantılı bulunmak bakımından büyük bir öneme sahiptir.
Burada, ilk durumu itibariyle Ahiliğin sadece bir esnaf teşkilatı olmadığını belirtmek gerekir. Zira onlarda sûfî nitelikler mevcuttu. Köprülü de, zamanında Ahi teşkilatının herhangi bir esnaf topluluğu olmadığını ve o teşkilat üzerine istinad eden, akidelerini o vasıta ile yayan bir tarikat kabul edilebileceği fikrini ileri sürmüştü.[36] Fakat tarikat fikrinden daha sonra vazgeçmişti.[37] İlk dönem Ahilerdeki sûfî niteliklerin mevcut olduğunu, onların teşkilatlarının tüzükleri durumunda bulunan Ahi fütüvvetnâmelerine dayanarak söyleyebiliriz. Hatta, bazı ahi çevrelerinde, diğer yerlere nazaran, daha koyu bir dervişlik temayülü mevcuttur ve bazı ahi müesseseleri yakın zamanlara kadar derviş tekkeleri olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Buna güzel bir örnek de, meşhur ahi velisi Ahi Evren’e kadar dayanan Kırşehir Tekkesi’nin, bir Bektaşi Tekkesi olarak yakın zamana kadar mevcut olmasıdır.[38] Bilindiği gibi Ahi teşkilatındaki meslekî yapı, fütüvvetin Anadolu’ya gelişinden daha sonraki döneme isabet etmektedir.
Ahi teşkilatının bizde daha çok bilinen ve kabul edilen yönü iktisadî saha ile olanıdır. Fakat bu teşkilatın sûfî karakterleri, içerisinde barındırdığını kabul etmemiz gerekmektedir. Teşkilatta bu yapı, varlığını devam ettirmekte, buna paralel olarak meslekî yapılanmalar da kendini göstermektedir. Bu dönemde Anadolu’nun dini-içtimaî ve iktisadî yapılanma sürecine girmesinin de bu oluşumların meydana gelmesinde etkili olduğu dikkat çekmektedir. Özellikle Ahilikteki meslekî yapının ağır basmaya başlaması, yine Moğol tazyiki dönemi ve sonraki dönemlere rastlamaktadır. Fütüvvet hareketi Anadolu’ya geldikten sonra gelişmeye devam etmiş, fakat şehirli bir yapıya sahip olan bu hareket Anadolu’nun eski şehir kültürü zemininde özellikle orta halli halk tabakası arasında daha çok gelişme göstermiştir.[39] Bizde bazı araştırıcılar tarafından Türklere has bir teşkilat olarak kabul edilen Ahiliğin kurucusu olarak Ahi Evren’in kabul edilmesi pek doğru görünmemektedir. Onun doğudan gelen büyük sûfîler arasında bulunması itibariyle, bu teşkilatın kurucusu değil, fakat gelişmesinde büyük roller oynayan ve aynı zamanda Ahiliğin tasavvufî bir kurum olduğunun canlı bir delili olarak büyük bir sûfî olduğunun kabul edilmesi daha gerçekçi olur zannındayız. Zira ahiliği, fütüvvetten ayrı olarak telakki etmek, fütüvvetin geçirdiği oluşum ve gelişim seyrini göz ardı etmek olur ki, bu doğru değildir.[40]
Anadolu Selçukluları Dönemi’nde Ahilerin daha çok içtimaî, siyasî ve askerî sahalarda etkili olduklarına dair, Anadolu Selçuklu tarihinin en önemli kaynağı sayılan İbn Bîbî’nin El-Evâmirü’l- Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye,[41] Aksarayî’nin “Müsâmeretü’l-Ahbâr”,[42] Eflâkî’nin Menâkibu’l-Arifîn[43] ve Anonim Selçuknâme[44] gibi eserlerde önemli bilgiler mevcuttur.
Selçuklu Dönemi’nin aksine Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarına gelindiğinde, Anadolu Ahileri hakkında çok önemli bilgiler veren dünyaca ünlü seyyah İbn Batuta’nın gözlemlerine sahip oluyoruz. Bu seyahatname, bugün XIII. ve XIV. asır Anadolu tarihinin çok çeşitli sahalarında çalışan araştırmacılar için en önemli ana kaynaklardan biri olma özelliğine sahiptir. Bilhassa Ahilik üzerinde yapılan çalışmalar için vazgeçilmez bir kaynaktır. Anadolu’ya Alanya yoluyla giren seyyah, burada birçok şehir ve kasabaya uğramış, gittiği her yerde de ahilerden ve ahi zâviyelerinden bahsetmiştir.
Onun ahilerle görüşüp onlar hakkında edindiği izlenimler ve ahi zâviyelerindeki misafirliği sırasında, ahilerin yaşantıları hakkında verdiği bilgiler bizim için çok önemlidir. Bu bilgi ve gözlemler, bunların da çoğunun bir iş ve sanat sahibi olduğunu, dolayısıyla, artık Ahi teşkilatının bundan önceki döneme göre tamamen farklı bir yapıya bürünerek meslekî tarafı ağırlık kazanan bir teşekkül haline geldiğini göstermektedir. Bunun yanında siyasî güçlerinin de devam ettiğini seyyahın şu sözleri teyit etmektedir: “Öte yandan bulundukları yerlerdeki zorbaları yola getirir, herhangi bir sebeple bunlara iltihak eden kötüleri ortadan kaldırırlar. İşte bu gibi hususlarda bunların dünyada eşi benzeri yoktur”.[45]
Ahiler için, kendi sanat ve iş hayatlarından başka, zâviyelerdeki hayatları da önemlidir. Bilindiği gibi ahi zâviyeleri, Anadolu’da Ahi teşkilatının gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Ahiler, büyük şehirlerde mesleklerine göre çeşitli zümreler meydana getirmekte, her zümrenin kendine ait özel zaviyeleri bulunmaktaydı. Ahi zâviyeleri, zaman geçtikçe şehir merkezlerinden kasabalara ve hatta köylere kadar yayılmıştır. Fakat, köylerde bu teşkilatın sadece zâviyeler yoluyla gelişme imkanı bulduğunu söylemek, sosyal bir kurumun oluşumunda etken olan değerlerin göz ardı edilmesi olur ki bu da, metodolojik bakımdan doğru olmaz.
Üretici halk sınıfları çerçevesinde birtakım gruplandırmalar yapmak pekala mümkündür. Şehir ve köy halkları da bu üretime tabiî olarak katkıda bulunmaktadırlar. Bilindiği gibi, köy halkı daha çok tarım ve hayvancılıkla meşgul olmaktadırlar. Şehir ve kasabalarda yaşayan halk ise, tarım ve hayvancılıkla uğraşsa bile esas olarak bir iş veya sanata sahip olmak ve hayatlarını bu şekilde devam ettirmek durumundadırlar. Ahi teşkilatının köylere kadar gelmesi ve buralarda gelişme göstermesine açıklık getirmesi bakımından şunlar da zikredilebilir. Şehir ve kasaba gibi, köylere göre daha hareketli bölgelerden, buralara oranla daha sakin ve ücra bölgelere, olağanüstü durumlar ve savaşlar vs. gibi birtakım mecburiyetler sebebiyle göçler olabilmiştir. Ahi teşkilatına mensup insanların uc bölgelerine göçleri, onların gazalara bile katılmalarına ve Alpler teşkilatı ile ilişki içerisine girmeleri sonucunu doğurmuştur.[46]
Daha çok, fütüvvet prensiplerini kabullenen Ahi teşkilatı mensuplarının, bu prensipleri hem iş ve sanat hayatlarında hem de yaşantılarının önemli bir bölümünün geçtiği ve aynı zamanda çok hareketli olan zâviyelerde uyguladıkları görülmektedir. Köylerde, bir işi veya sanatı olmasa bile çalışır durumda bulunan insanların, fütüvvet prensiplerine uymaları ve onları buralarda uygulamaları, bizi, köylerde bu teşkilatın tekke ve zâviyeler yoluyla daha çabuk geliştiği sonucunu kabul etmeye sevk etmektedir.
Sonuç
Fütüvvet ve ahilik, İslam-Türk kültür ve medeniyeti içerisinde sosyo-kültürel, meslekî, ekonomik ve dinî-ahlakî bakımlardan önemli roller oynamış kurumlar arasında yer almaktadır. Temellerinin İslamî dönem içerisinde atıldığını gördüğümüz Fütüvvet kurumu, tarih boyunca birtakım oluşum ve gelişim sürecine uğramıştır. İlk ortaya çıkış itibariyle içtimâî bir özellik gösteren bu kurum, gerek iç gerekse dış birtakım hareketlenmelerden de etkilenmiştir.
Ahiliğin Anadolu’ya girişi ise, fütüvvetin tarihî gelişimine paralel bir yol takip ederek, Anadolu’ya girmesinden hemen sonraya rastlamaktadır. Bundan sonra ahilik adıyla gelişme gösteren kurum, Anadolu’da birçok sahada önemli gelişmelere damgasını vurmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu tamamlayıp, merkezî otoritesini sağlamlaştırdığı zamana kadar ahilik, siyâsî gelişmelerde önemli roller oynamıştır. Merkezî otorite güçlendikten sonra da, Anadolu’nun sosyo-ekonomik gidişâtını büyük bir oranda çizmeye başlamıştır.
Sonuç olarak; özellikle muhtevalarındaki benzerlikler bakımından ahilik, fütüvvetten ayrı ve bağımsız olarak düşünülmemelidir. Fütüvveti araştırıp incelemeden, ahiliği tam anlamak mümkün değildir. Ahi teşkilatı, XIII. asırda Anadolu’da Ahi Evren tarafından kurulmuş olmaktan ziyade geliştirilmiş görünmektedir. Bu teşkilatın gelişmesinde, Moğol istilası nedeniyle, doğudan Anadolu’ya göç eden birçok sınıfa mensup insanın rolleri bulunduğunu da belirtmek gerekmektedir. Ayrıca ahilik, mâhiyet bakımından, tam manâda bir esnaf teşkilatı görünümünde değildir.
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 264-271