Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Fanteziler

0 14.209

Hüseyin Nihâl ATSIZ 

Dünya çok değişti. Galiba fabrika bacalarından ve arabalardan çıkan zehirli gazlar havanın terkibine iyice karışarak insan şuurunda kötü tesirler yaptı. Her zaman için geçerli olan manevî değerlerin bu kadar değişmesini başka türlü açıklamaya imkân yok. Eskiden insanları utançla kızartacak olaylar karşısında âdeta gururla duranlara baktıkça başka nasıl düşünülebilir?

Tehlikeler görüldüğü halde tedbir alınmayışı, uyuşukluk içinde vakit geçirilişi de, maddî veya manevî, herhalde bir zehirlenmenin sonucu olsa gerek.

İnsanlarda hak ve adalet kavramı da kalmadı. Hiçbir konuya doğru teşhis konulamıyor. Türkiye’nin son bir buçuk yıllık hayatı bunun örnekleriyle dolu..

Bir Millî Selâmet Partisi var. Bu partinin başkanı dünyayı gülpembe görenlerin başında geliyor. Son seçimlerden önce tek başlarına iktidara geleceklerini iddia ediyor ve Türkiye’de milliyetçi, sol, renksiz olmak üzere üç türlü parti bulunduğunu söylüyordu. Bu başkana göre milliyetçi parti kendileri, solcu parti CHP idi. Renksizler de öteki partilerdi. Milliyetçi olduğunu iddia, daha doğrusu vehmeden başkan, solcu diye yerdiği CHP ile iş birliği yapmaktan çekinmedi. Kendisinin “millî” sandığı “şeriatçı” zihniyeti bunu kaldırdı. Sonra her vilâyette bir fabrika açacaklarını, yüz binlerce traktör, binlerce tank ve uçak yapacaklarını ilân etmesine rağmen bir tezgâh bile açamayarak çekildi, gitti. Bir başbakan yardımcısının çok ölçülü konuşması gerekirken, sanki içki masası başında şaka yapıyormuş gibi bol keseden vaatlerde bulundu.

Türkiye’de bir de Halk Partisi vardır. Bu parti şimdiye kadar hiçbir seçimi kazanamamıştır. Son seçimlerde oyların % 33’ünü aldığı dahi doğru değildir. Çünkü o, oylamaya katılan % 65’inin % 33’ünü toplayabilmiştir ki bu oran, seçmen sayısının % 22’si eder.

İşte, seçmenlerin % 22’sinden oy toplayan bu parti seçim sisteminin yanlışlığı ve seçmenlerin bıkkınlığı sebebiyle, koalisyon yoluyla da olsa iktidara geldi. Parti başkanı Ecevit, seçimlerden önce millete üç vaatte bulunuyordu: Mahkûmları hapisten çıkarmak, hayatı ucuzlatmak, sosyal adaleti sağlamak.

Ecevit yalnız birinci vaadini yerine getirebildi ve bundan bilhassa devlete silâh çekmiş, varlığına kastetmiş olanlar faydalandı. Bu da ancak şeriatçı, dinci, imanı bütün MSP başkanı sayesinde, onun desteği ile oldu. Hayatın ucuzlaması rüya halinde kaldı. Aksine, sosyalistlerin iş başına geçtiği her ülkede olduğu gibi hayat pahalandı. Kuyruklar teşekkül etti. Bazı ihtiyaç maddeleri ortadan kalktı.

Sosyal adalet ise bütün mühim veya az mühim yerlere Halk Partililerin getirilmesi, tanınmış milliyetçi öğretmenlerin yerlerinden koparılması şeklinde tecelli etti.

Buna rağmen Halk Partisi, kendi başkanlarını Kıbrıs Fatihi ve İkinci Atatürk diye ilân etmek fırsatını kaçırmadı. Kıbrıs harekâtı başlarken Ecevit, Afyon’da haşhaş tarlalarında inceleme yapıyor, Dışişleri Bakanı da Uzak Doğu seyahatinde bulunuyordu.

Kıbrıs harekâtı tamamı ile Genelkurmayın kararı ve başarısıdır. Kalanı boş sözden ibarettir.

Yunanlı ile kardeşliğe dair şiir (!) yazan, doksan yaşında bir kürt kadınının kulübesinde “Türkiyeli” olduğunu keşif ve ilân eden bir kişinin Kıbrıs Fatihi olmasına da zaten imkân yoktu.

Türkiye’de son çelişki örneğini de Başbakan Sadi Irmak verdi. Kendi eski Halk Partisi bakanlarından olup Anadolucular grubuna mensuptur. Anadolucular bir nevi milliyetçi olup komünizme karşıdırlar. 1944 Türkçüler davasında, o sırada Cumhurbaşkanı ve Millî (!) Şef olan İsmet İnönü her türlü milliyetçilikten şiddetle ürktüğü ve bunları kendi makamına göz dikmiş rakipler gibi gördüğü için Halk Partisindeki Anadolucu bakan ve mebusları da tutuklamaya karar vermiş, Sadi Irmak da bu kararı dostları vasıtasıyla öğrenerek hapse girme hazırlığını yapmıştı. Bu rezaleti yine Halk Partili bir Türkçü olan Memduh Şevket Esendal önlemiş ve meydan okurcasına kendisinin de tutuklanmasını isteyerek kuruntulu İnönü’nün daha ileri gitmesine engel olmuştur. Yani Sadi Irmak, İsmet İnönü’nün çapını ve fikriyatını çok iyi bilmektedir. Böyle olduğu halde onu millî kahraman ilân etmek, İnönü haftası yaptırmak ve İstanbul’la Ankara’da birer heykelinin dikilmesini karar altına almak Sadi Irmak’ın her sözünde tekrarladığı Atatürkçülüğe tamamen aykırı olduğu gibi, millî kahramanlığın değerini de düşürmekten başka bir şey değildir. Atatürk, İsmet İnönü’den, emirlerine kayıtsız şartsız baş eğdiği sürece faydalanmış, itaatte sapma görünce de silkip atmıştır. Atatürk’ün hiç hoşlanmadığı bir adamın heykelini diktirmek Atatürkçü bir davranış değil, onun zıddıdır. Hele Cumhuriyet çağında Kâzım Karabekir ve Fevzi Çakmak, daha eski çağlarda da yüzlerce büyük adam varken tutup da İsmet İnönü’yü seçmek, poligamiyi savunmaktan daha garip bir tutumdur.

Sadi Irmak’ın Atatürkçülüğe aykırı davranışları bu kadar da değildir. Ankara’daki bir üniversitede “Türk gençleri” diye hitap ettiği yaratıkların “biz Türk değiliz” diye bağırmalarına, iğrenç komünist selâmıyla sol yumruklarını havaya kaldırmalarına ve hakaretlerine ancak göz yaşıyla mukabele edip salonu terletmesi de Atatürkçülüğe zıt, âcizane bir harekettir.

Bir başbakan, Türk değiliz diye bağıran serserileri derhal celbedeceği polis kuvvetiyle tutuklatıp haklarından gelemez miydi? Böyle bir durum karşısında Atatürk’ün nasıl davranacağını, o üniversiteyi yerle bir edeceğini bilmiyor muydu?

Doğrusu Atatürk’ün hâtırasına ve eserine hakaret edilirken susan bir Başbakanın Atatürkçülükten dem vurması fanteziden başka bir şey değildir.

Zaten fanteziler döneminde yaşıyoruz. Dar köprü üzerinde karşılaşıp birbirlerine yol vermemek için inat ederek dövüşen ve ikisi de uçuruma yuvarlanan keçiler gibi sırf şahsî kaprisleri yüzünden antikomünist koalisyonun kurulmasına engel olan Demirel ve Bozbeyli’nin; sandalye için, evvelce “renksiz” diye ilân ettiği partilerle iş birliğine can atan Erbakan’ın tutumu fantezi değil de nedir?

Dövüş sonunda uçuruma yuvarlanıp parçalanacak olan yalnız iki inatçı keçi olsa bir şey çıkmaz. Bilâkis nüfus plânlamasına yardımı olur ama uçuruma düşecek olan bütün bir millettir. Yurtseverliğin ilk şartı ise mevki ihtirası değil, feragattir.

Artık bu göklerden düşen yağmur bu topraklarda feragat tohumlarını yeşertmiyor. Bunun sonu çok korkunç olabilir.

Ötüken, 1975, Sayı: 1(133)

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.