Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Eski Türklerde Tabiat Kuvvetlerine İnancın Destanlarda Tasviri

0 12.360

Doç. Dr. Nezaket Hüseyn KIZI

Animist görüşlü eski Türkler, mevcut olan doğa olaylarını idrak etme iktidarında olmadıklarından, onlar hakkında çeşitli rivayet ve efsaneler üretmişlerdir. Efsane ve destanlarda tabii varlıkların mitik unsurlar halinde tasvir edilmeleri, bizzat dünyayı bu şekilde idrak etmenin sonucudur. Mitik unsurlara daha çok yaratılış destanlarında ve ilk insanla ilgili oluşturulmuş esatirlerde rastlanır. Bu esatir ve destanlarda olaylar bir kural olarak yeraltı ve yerüstünde, hatta gökyüzünde cereyan ederler. Gökyüzü hayrın, iyiliğin, yeraltı kötülüğün kaynağı gibi genelleştirilir. Bu genelleştirmede, insanların mitik animistik düşüncesi, daha kabarık bir biçimde dikkat çekmektedir. Şöyle ki, doğa olaylarının asıl mahiyetini anlamakta zorluk çeken eski insanlar, kendi tefekkürleri düzeyinde meselelerin izahına çalışmışlardır.

Başkurtların “Ural Batır” Destanı’nda olaylar üç mekanda: yeraltı, yerüstü ve gökyüzünde cereyan eder. Eski insanlar, bu destandaki doğa kuvvetlerini dış görünüşlerine göre karakterize etmişlerdir. Örneğin, Güneş ısı ve ışık kaynağı olduğundan, Ay ise kendi ışığı ile akşamları nura boyadığından, eski insanlar bu özelliklerinden yola çıkarak onları iyilik sembolü olarak kabullenmiş ve onların yerleştiği semayı da mukaddes mekan olarak değerlendirmişlerdir. Yeraltı ise eski insanlar için sürekli korku kaynağı olmuştur. Çünkü, yerin kabararak tepe, dağ halinde değişmesi, volkan püskürmesi, depremler vb. gibi doğa olaylarının gerçek mahiyetini idrak edemeyen ve bu olaylar karşısında aciz kalan eski insanlar, tüm bunların yeraltı dünya güçleri (cin, ejderha, dev, yılanlar vb.) tarafından yapıldığını düşünerek olayların mitik formada izahına çalışmışlardır.

“Ural Batır” Destanı’nda kötü güçlerin göl dibinde yaşamalarının temel nedenlerinden biri bu göllerin sularının içilmemesidir.

“Ural Batır” Destanı’nda Güneş, Ay, Samray (SimurgN. H.) aynı zamanda ilk ecdat, ilk yaratıcı, türeyiş kaynağı gibi tasvir edilirler:

Erze his kem tıumastan,
Bereü ayak basmastan,
Kurş bulırğa yar ezlep,
Erze hisken tapmağas,
Kükke ocop yar ezlep,
Ayzı, koyaştı küzlep,
Üzene yar haylağan,
İkihen de arbağan,
Bar koştarğa baş bulmağan

Samrau atlı atam var.[1]

Açıklaması: Daha yer yüzünde hiç kimsenin olmadığı zamanda, hiç kimsenin izi olmadığında, babam kendisine eş arar, yerde hiç kimseyi bulamaz ve kendisine eş aramak için semaya uçar. Güneş’i, Ay’ı görüp, kendisine eş seçer ve ikisi ile de evlenir. O, tüm kuşların başıdır, babamın adı Simurg’dur.

Kozmogonik güçlerin canlı tasavvuru, animist bakışın sonucunda ortaya çıkmıştır. Görüldüğü gibi bu destanda Gün ve Ay ışığın, dev, ejderha karanlığın sembolü olarak karşımıza çıkmaktalar. Bu anlayış, dünyanın yaratılışından beri gece ile gündüzün, aynı zamanda mevsimlerin sıralanmasının mitik anlamda terennümü ve yansımasıdır. Sonbaharda, kışta, bulutlu havalarda Güneşin görünmemesini bir doğa olayı gibi algılayamayan eski insanlar, onların devler, ejderhalar tarafından esir alınarak saklandığına inanmış, bunu da masal ve destanlara kendi düşüncelerine göre yansıtmışlardır.

“Kaftan”ın masalında bu durum daha açık yansıtılmıştır. Örneğin, Kaftan, ejderhayı aslanın verdiği taşla öldürerek içeri girer ve güzelliği ile dört yana nur saçan bir kızla karşılaşır. Kaftan, burasının Gün’ün evi, kızın da Gün olduğunu öğrenir.

Gün Kaftan’a şunları söyler:

“Ey oğlan, altı aydır hiç bir yeri aydınlatamıyordum. Ejderha önümü kesmişti. Sen onu yendin ve beni bu beladan kurtardın.”[2]

Burada karşılaştığımız güneşin esir alınması, zamanın sonbahar ve ya kış mevsimi olduğuna işarettir. Bu mevsimlerde Güneş’in doğmadığı söylenemez. Güneş, bu mevsimlerde de doğar, ama onun ışınlarının önünü bulutlar kapatır. Bu motifden hareket edersek “Kaftan”ın masalındaki “ejderha” bulutun mitolojik suretidir. Ünlü folklor araştırmacısı M. Tahmasib de doğa güçlerini kişileştirmenin, animist bakışın sonucu olarak değerlendirmiş ve şunları söylemiştir: “Karanlık ve onun doğal nedenlerini, aynı zamanda da onları yok eden Güneş’i ve Ay’ı canlı varlık gibi algılamak, genellikle gelişmenin belli bir aşamasında doğa güçlerine ve gök cisimlerine olan animist bakışın sonucudur”.[3]

Özbeklerin “Rustamzod ve Şerzod” masalında da dev karanlık sembolü olarak tasvir edilmektedir. Şöyle ki, akşam Şerzod tarafından gözleri kör edilen ejderha sabah olunca, hava aydınlandığında ölür.[4]

“Yılan yıldız görmeyince can vermez” gibi halk arasında yaygın olarak kullanılan atasözü de yılanın (ejderhanın) karanlık sembolü olduğunu bir daha onaylamaktadır.

Başkurtların “Ural Batır” Destanı’nda, yukarıdaki mitik olaya çok sık bir biçimde rastlıyoruz. Destanda kötü güçler olan dev ve ejderha Ay’ın, Güneş’in kendisini değil, onların kızlarını ele geçirmek için mücadele verirler. Yılanların başı (ejderha) defalarca Ay’ın kızı Ayhulu’yu esir edip, yer altında saklar.[5] Gün’ün kızı Humay’a sahip olmak için ise Ağboz At’ı ikna etmek ve onu ele geçirmek için çabalar.[6]

Destandan hareketle, buradaki kızların (evlatların) sembolik anlam içerdiğini söyleyebiliriz. Ayhulu’nun tasvirinden O’nun, güzelliği ve parlaklığı ile Ay’ın ışığının[7] sembolü olduğu anlaşılmaktadır. Ayhulu’nun Sarısay Atla semalarda gezmesi de bu fikrimizi desteklemektedir.

…Ayhılıu tigen atım bar,
İlde totkan atam bar,
Kükten Ayıesem bar,

Harısay tigen atım bar.[8]

Açıklaması: Ayhulu deyilen ismim var; elin başı atam var, semada Ayannem var, Sarısay adlı atım var.

Ayın doğal özelliklerini, aynı zamanda onun ışınlarının sarı olduğunu ve aydınlığının bu ışınlar aracılığıyla her tarafa yayıldığını göz önünde bulundurursak, Sarısay’ı ışınlarla, Sarısay’la semalarda gezen Ayhulu’yu ise bu ışınlar aracılığıyla etrafa yayılan ışığın animist dünya görüşü çerçevesinde oluşan sembolik bir sureti olduğu şeklinde yorumlayabiliriz. Humay’ın tasvirinde de aynı animist bakışla karşılaşmaktayız:

Koyaş tigen esem bar,
Samrau tigen batşanın
Homay tigen kızımın;
Altın esem tarkaham
Nurğa ilde kümenen,
Köndöz erge nur hiben

Kisen ayğa nur birem.[9]

Açıklaması: Güneş denilenannem var. Simurg denilen padişahın Humay adlı kızıyım. Kızıl saçımı açıp bıraksam, alemi nura boyarım. Gündüz yere nur saçarım. Gece (akşam) nuru veririm Ay’a.

Ayhulu’nun özellikleri göz önünde bulundurularak O’nun Ay’ın ışığı olduğunu kabul edersek, Humay’ın şu tasvirinden de kesinlikle O’nun, Güneş’in nuru olduğunu kanısına varabiliriz.

Gecenin karanlığı Güneş’in, bulut ise Ay’ın kendisini değil, sadece onların şafaklarının karşısını alabilir. Şu mitolojik olayın “Ural Batır” Destanı’ndaki tasviri, masal ve destanlardan farklı olarak, Ay’la Güneş’in kendilerini değil, evlatlarını (Ayhılu ve Humayı) esir almakla geçici bir süre için onların aydınlıklarının, nurlarının önüne geçmesinin animist düşünce çerçevesinde tezahürüdür.

Destan ve masalların esas özelliklerinden olan “dönüşmeler”, “Ural Batır” Destanı’nda daha belirgin bir şekilde görülmektedir. Şu “dönüşmeler”: Humay’ın güzel bir kıza veya aksine kızın kuşa, insanın yılana vb. çevrilmeleri mitolojik düşünce ile sıkı ilgilidir. Yalnız bu destanda değil, birçok halkların (Teleütler, Şorlar, Sagaylar vb.)[10] destanlarında Humay’ın uzun, kızıl saçlı kız gibi tasvirine rastlanmaktadır. Humay, dünya halklarının esatirlerinde doğum, çocuk, mutluluk, devlet ve hatta bereket sembolü olarak da verilmiştir.

“Ural Batır” Destanı’nda Humay, aynı zamanda yaratılışa ölmezlik kazandırmak isteyen kahramana, Ural’a, amacına ulaşmasında yardımcı olur. O, sınavlardan geçerken O’nu, karşılaştığı kötü ruhlardan koruyarak iyiliği temsil etmekle insanlığı himaye eder. Kendi amacına ulaşan kahramanın içilecek suyu boz dağlara, düzlere getirmesi ile yeşillik oluşturmasında başlıca araç olan Humay, burada da bereket tanrıçası olarak karşımıza çıkar.

Adı geçen bu destanlarda devler, ejderhalar aynı zamanda ölümün, kuraklığın sembolü olarak da karşımıza çıkmaktalar. “Ural Batır” Destanı’nda görülen üç büyük sel felaketinde de devler ve ejderhalar baş roldedir. Bu da doğa olayı olan bulutların çok toplandıkları yerde, şiddetli yağmurların yağması sonucu ortaya çıkan sel felaketleri karşısında aciz kalarak dehşetler içerisinde kurtuluş yolu arayan eski insanların kendi düşüncelerinin mitolojik yansımasıdır. “Ural Batır” Destanı’nda taşkına neden oldukları doğal felaket sonucunda devler ve ejderhalar ölüm sembolü olarak karşımıza çıkarlar. Ama Türkmenlerin “Köneürgenç Minarası” efsanesinde ejderhaların ölüm sembolü gibi gösterilmelerinin sebebi bir az anlaşılmazlık doğurmaktadır: “Beyaz ve siyah renkli ejderhalar insanları yemek için onların çoğalmalarını bir az daha beklemeleri gerektiği konusunda anlaşırlar.”[11]

Buradan da bu suretlerin, açlık, doğal felaketler vb. sonucunda ortaya çıkan toplumsal facialar karşısında mitik tefekkürlü insanların olaylara tepkilerinin yansıması kanısına varabiliriz.

Dev ve ejderhanın destan ve masallarda kuraklığın, susuzluğun sembolü olarak yansıtılması olayına daha çok tesadüf edilir. Onlar suyun önünü keserek büyük kurbanlar karşılığı insanlara bir yudum su verirler.[12]

Eski Türklerin efsane ve destanlarda bir doğa olayı olan “ölüm”le ilgili fikirleri de ilgi çekicidir. Bu doğa olayının birçok kaynaklarda canlı tasavvur olunması bu, motifinin, yaratılışın ilk çağlarında oluştuğu fikrini destekliyor.

İnsan, yaratılışından itibaren hayatı anlama çabası içine girer. Onu kuşatan kainatın kim tarafından, nasıl yaratıldığı İnsanı sürekli düşündürmüş ve insanlar bu soruya cevap bulmaya çalışmışlardır. Canlıların belli bir süre sonra ölmesi olayı, eski insanları dehşete düşürmüş, onları düşünmek zorunda bırakmıştır. Bu olaylar doğanın sırlarını anlayamayan ilkel insanları sürekli olarak korku altında tutmuş ve onlar kurtuluşlarını “ölümsüz” hayatı arayıp bulmakta görmüşlerdir.

Ebedi hayat aramak motifi pek eski olup, birçok dünya halklarının destan ve masallarında kendi aksini bulmuştur. Türk halklarında eski insanlar ölümsüzlüğün sırrını suda ve bitkide, hatta meyvada aramışlardır. Folklor araştırmacısı M. Seyidov’un dediği gibi: “Suya, bitkiye (ağaca) inanma Türklerin eski inançları ile ilgilidir. Su da, ağaç da ilkindir… Eski insan için su da, ağaç (bitki) da onun hayatı, yaşayışı için esas idi. İnsanların, ölmezliği suda, bitkide aramış olmaları bu sebepten olsa gerek”.[13]

Eski insanlar “ebedi yaşam” sırrını bir kaide olarak suda aramışlar. Bu da tesadüfü değil. Yaratılış için vacip olan dört unsurdan başlıcası sudur. Su hayatın canıdır. Suyun destanlarda, ebedi hayat aramanın sembolü olduğunu görürüz. Bu iksiri ancak şirin sularda bulurlar. Bildiğimiz gibi, acı, tuzlu sular hayat kaynağı olamaz. Çünkü bu sular insanlar için içmeye, tabiat için yeşillikleri sulamaya bile yaramıyor. Bu nedenle de kahramanlar insanlığı ve tabiatı bu beladan kurtarmak için sürekli çözüm yolları aramış, sonuçta hayat suyunu (içilebilir su kaynaklarını) bulup insanlara sunmak için çaba sarfetmişlerdir.

Destan ve masallarda bir kural olarak hayat iksirinin kötü kuvvetler tarafından esir edilmesi motifi ile karşılaşıyoruz.

Suyun şifavericilik ve hayatvericilik özelliğinin tasviri Altayların “Kögüdey” Destanı’nda da var.[14] Fakat bu destanda su, ebedi hayat sembolü gibi verilmiyor. Burada su ölüyü diriltse de, ebedi hayat verici öğe değildir.

Bu mitolojik motifin, şair Nizami Gencevi’nin son eseri olan “İskendername” poemasının “Şerefname” bölümünde de karşımıza çıkması dikkat çekicidir. Bu eserde de hayat suyunun karanlık diyarlarda bulunduğu belirtilir:

Dünyada Zülmata çatmaz bir diyar,
O güzel toprakta hayat suyu var.
Yaşamak istesen dünya yüzünü,

Get, geçir eline hayat suyunu![15]

Eski Doğu abidesi olan “Avesta”dan günümüze kadar birçok efsane, destan ve masallarda ejderha, dev, insanların düşmanı, Ehrimen’in yardımcıları gibi tasvir edilir. Onların görüldüğü her efsane, destan ve masalda sürekli olarak, insanlar içme suyunu kullanma konusunda çeşitli engellerle karşılaşmaktalar.

“Ural Batır” Destanı’nda da ebedi hayat çeşmesi bizzat devlerin diyarındadır:

Deyeü padşah erende,
Eyteler, bir şişme bar,
Şunan huı eshe keşe,

His te ülmey yeşey, ti.[16]

Açıklaması: Dev padişahın yerinde (toprağında), bir çeşme var diyorlar. Bundan insan su içse, hiç ölmez, hep yaşar diyorlar.

Zaman zaman tuzlu deniz ve göl sularını içerken azap çeken eski insanlar, doğaya, canlılara hayat veren tatlı suyun doğal özelliklerini olduğu gibi anlayamadıklarından meseleye mitolojik görüşler çerçevesinde yaklaşmışlardır. Buradan da bu ebedi hayat suyundaki sırrın içmeye yararlı olmasında olduğu anlaşılmaktadır. Çok sayıda yiğidin insanları ve doğayı susuzluk belasından kurtarmak amacıyla yola çıkarak, doğal felaketler sonucu ölmeleri, geri dönmemeleri olayı ilkel tefekkürlü insanları dehşete düşürerek, onlar tarafından ejderha, dev gibi kötülük aşılayan mitik suretlerin yaratılmasına neden olmuştur. Aynı zamanda tabii olayların: soğuğun, kışın, baharda iklim değişmesi sonucunda donmuş suların, sellerin asıl mahiyetini kavramaktan uzak olan animist düşünceli insanlar, bu olayların sebebini kendilerinin anladıkları biçimde, kötü güçler (devler, ejdahalar) tarafından türetildiğinin mütevazice izahına çalışmışlardır.

Eski insanların doğa olayları nedeniyle yer sathının kabararak dağ halinde formalaşmasının ve bu dağların yerleşme istikametlerine münasebetleri de çok ilginçtir. Böyle ki, destan ve masallarda akarsuların önünü kesen dağların, kötü ruhlar tarafından yaratılmış olmaları gibi çeşitli mitolojik inançlarla da karşılaşmaktayız.

“Ural Batır” Destanı’nda Yamantau’nun oluşmasının çok ilginç bir açıklaması var. İnsanlara ölüm hazırlayan Ezreke, son derece büyük, korkunç ve dehşetli bir ejderhadır. Destanın kahramanı Ural Batır, onu öldürerek insanları onun zulmünden kurtarır. Ezreke ölürken onun cesedinden Yamantau oluşur, şu dağ şirin sulu nehirin karşısını kestiği için eski insanlar onu bu köyü özelliğinden dolayı “pis dağ” (kötü dağ) olarak adlandırmışlardır.

Selin, yangının ortaya çıkma nedenini anlayamayan ve bu olaylar nedeniyle de son anda canlıların ve doğanın yok oluşuna tanık olan eski insan, bu olayları kendi ilkel düşünce tarzlarıyla mitik bir biçimde onları canlı olarak tasavvur ederek onlara karşı mücadele vermişlerdir.

Bu mücadeleler bir kısım Türk kahramanlık destanlarında küçücük bir epizod halinde geçmesine rağmen, “Dede Korkut” ve “Ural Batır”da ise onlardan farklı olarak Deli Dumrul’la Ural Batır’ın insanlara ebedi hayat bahşetmek için “ölüm”le savaşlarının birbaşa tasviri ile karşılaşıyoruz. Öyle ki, her iki kahraman da “ölüm”ü bir canlı olarak kabul eder, onu yok etmekle insanları ölümsüzlüğe kavuşturmak isterler.

“Ural Batır” Destanı’nda daha 10 yaşlarında olan Ural, ölümün nasıl bir güç olduğunu anlamak için çaba gösteriyor. Ural yer yüzünden ölümün, kanın izini silmek için yollar arıyor. Bu düşünce ona rahatlık vermez, onu daima düşündürür. O, ölümü canlı bir varlık olarak algılar ve onu öldürmek için yola çıkdığı zaman babasının ona nasihatları çok dikkat çekicidir: “Eger yulda Ülem osraha, başın kırkıp, alıp kaytarğa kuşkan”.[17]

Açıklaması: “Eğer yolda ölümle karşılaşırsan, başın kesip, götürüp eve dön”.

“Dede Korkut” Destanı’nın “Deli Dumrul” Boyu’nda da benzer bir olayla karşılaşmaktayız.

Deli Dumrul: “Mere, Azrail dediyiniz ne kişidir kim, adamın canın alır? Ya kadir Allah, birliğin, varlığın hakkı icün Azrail’i benim gözüme göster ki, savaşayım, çekişeyim, direşeyim, iyi yigitlerin canını kurtarayım…dedi”.[18]

“Ebedi hayat arama” motifinin bulunduğu destanların sonu aynı şekilde biter.

“Ural Batır” Destanı’nın kahramanı Ural, öyle bir hayat arıyor ki, oradaki canlılar ölmez olsunlar, bitkiler hiç bir zaman solmasın, güçlü zayıfı avlayıp yemesin. Bu da onun ilkel tefekküründen ileri gelmektedir. O, otlar, çiçekler solmazsa yenilerinin bitemeyeceğini, sular akmasa, çağlamasa kokacağını, yaranan ölmese yer yüzünde hayatın duracağını anlamıyordu. Bu bakımdan destanın finalinde ölmezlik kazanmış kişinin dediği ilginç ve ibretamiz sözlere dikkat edelim: “Zamanı ile ben de senin gibi bu çeşmeden su içtim. Amacım şeri (kötülüye) yenilgiye uğratıp hoş devranı görmek idi. Ben artık ölmek istiyorum. Amma ben o çeşmeden su içtiğim için ölüm ruhumu kabul etmiyor. Canıma kurtlar doluştu. Artık gereksiz bir hayat yaşıyorum. O, Ural’a insanın dirilik suyu içip gereksiz hayat yaşamaktansa, ona verilen ömrü şerefle yaşarsa zaten ölümsüzlük kazanacağını anlatmaya çalışıyor”.[19]

Ul da bulha yakşılık
Kükke le osopyakşılık,
Hıuğa la batmas yakşılık
Telden de tösmesyakşılık
Barı eşke baş bulır,
Uzene le, keşege

Menge yeşer as bulır.[20]

Açıklaması: Onun adı iyiliktir. Göğe kalkmaz iyilik, suya batmaz iyilik, ateşte yanmaz iyilik, dilden düşmez iyilik. O, tüm emellerden yücedir. Kendin ve insanlar için ebedi yaşamanın yolu budur.

Buradan böyle bir felsefi sonuç çıkarabiliriz: “İnsan ancak iyilik edip, emelleri ile hafızalarda ebediyen yaşayabilir”.

Sümer Destanı “Gılgamış”da da bu düşüncenin varlığını görürüz. Gılgamış Adamakrabdan “Ölüm korkurur beni, yokmu ebedi hayat?” diye sorduğu zaman Adamakrab cevabında ona şöyle söyler:

Gılgamış, gam çekme canın sağ olsun senin,
Gece gündüz de, şenlen, keyfin çok olsun senin.
Keyfine bak, bayram geçir
Gece gündüz çal çağır, şarkı söyle, oyna sen!
İyi giyip geçin, üstün başın temiz olsun.
Çocukların oynasın, bırak tutsun ellerinden,
Sevgilini azizle, razı kalsın erinden.

İnsanın hayatı da, işi de budur ancak.[21]

“Dede Korkut” Destanı’nın “Deli Dumrul” Boyu’nda, Deli Dumrul Tanrı’dan aman dilerken helalinin (kadınının) sadakatını gören Tanrı onlara 140 yıl ömür verir.

Deli Dumrul:
Ulu yollar üzerine
İmaretler yapayım senin için,
Ac görsem, doyurayım senin için,

Yalıncık görsem, donadayım senin için.[22]

Deli Dumrul, artık ne kadar uzun ömür verilse de, cismani ölümün kaçınılmazlığını kabul ediyor, iyilik etmekle, kutsal emellerle ebedi hayat kazanacağını idrak ediyor ve ona verilen 140 yıl ömür süresinde ancak iyilik edeceğine söz veriyor.

Beşeri düşüncelerle yaşayan kahramanlar hiç bir zaman sadece kendilerini düşünmemişlerdir. Onlar tüm canlı hayatı zulümden kurtarmak için yollar aradıklarına göre kutsallaşmış, ebediyyete kavuşmuşlardır. Bütün bu karşılaştırmalardan “Cismani ölüm kaçınılmazdır. Ebedi yaşam iksiri iyi emellerdir. Sağlığında hayır sahibi olan ebediyet kazanır” sonucunu çıkarabiliriz.

Destan ve esatirlerde doğa güçlerinin kişileştirilmesi daha çok ilk insan, ilk türeyişle ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Bu tür mitolojik unsurlar, İskitlerin “Targıtay” destanında daha çok görülmektedir. Bu esatir animist dünya görüşünün ürünüdür. Heredot, Zeus’un kimliğini açıklarken Yunanların büyük tanrısı, İskitlerin ise babası gibi gösterildiğini belirtir. İlk insan olan Targıtay’ın Tanrı Zeus ile Borisfen Nehiri’nin kızının (peri kızN. H.) izdivacları sonrası dünyaya gelmiş olması sırf animist dünya görüşünün sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Eski dünya mitolojilerinde su perisinden doğma anlayışı genellikle mitolojik tefekkürle ilgilidir. Fakat destanlardan da görüldüğü gibi, Peri kızıyla izdivac her zaman müsbet sonuçlanmaya bilir. “Targıtay” efsanesinde Peri kızın büyük Tanrı Zeus ile izdivacından İskitlerin başı Targıtay türemiş, “Dede Korkut” Destanı’nda ise Peri kızı Tepegöz’ü doğurarak Oğuz’a bela gönderiyor. Tepegöz’ün Peri annesi oğlanın parmağına yüzük geçirerek: “Oğul! Sana ok batmasın! Tenin kılınc kesmesin!” dedi.[23]

Şu iki karşılaştırmadan da görüldüğü gibi “Peri kız” kutsal varlıktır. Kutsal varlık olan tanrıyla (Zeus’la) izdivacından müsbet kahraman, Çoban’ın bu kutsal varlığa tecavüzünden Oğuz’a bela türer.

Başkurt destanı “Ural Batır”da da böyle mitolojik anne ve baba suretleri vardır. Burada zoomorfik unsur olan Simurg’nun kosmogonik unsur Güneş ve Ay’la izdivacından Humay ve Ayhulu’nun (gu kuşu, melek kız) türemesi Ay’ın, Güneş’in eski Türk metnlerinde yaratıcı güç rolünü üstlendiklerini gösterir. Fakat kosmogonik Ay, Güneş ve zoomorfik Simurg suretlerinin izdivacından insan değil, kuş kızlar (melekler) Humay ve Ayhulu türer ki, onların da antropomorfik suretler olan Şulgen ve Ural’la izdivaçlarından yine antropomorfik suretler olan Hakmar ve İdel’in türediğini destanın ilerleyen bölümlerinde görmekteyiz.

Genellikle, Ay ve Güneş Türk mitolojisinde birçok hallerde türetici güç olarak karşımıza çıkmaktalar. Her iki doğa unsuru da daha çok mitolojik anne olarak yansıtılır. Ay, kosmogonik unsuru ise bu bakımdan ikili seciyeye sahiptir. Ay mitolojide bazen baba, bazen ise anne fonksiyonu taşır. “Ural Batır” ve “Oğuz Kağan” Destanlarında Ay “anne” olarak dikkat çekmektedir.

Gene günlerden bir gün ay kağanın

közü yarıb butadı erkek oğul togurduz.[24]

Her iki destanın da benzer mitik suretlere sahip olmasına bakmayarak, bu suretlerin destanlardaki tasviri, onların farklı zaman dilimlerinde oluştuklarını gösterir.

“Altay Yaratılış Destanı”nda ise Tanrı Karahan beşeriyetin ilk canlısını ağaç dallarından yaratıyor: “.dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak hoş değil, bu ağacın dokuz dalı birden olsun, bu dokuz dalın her birinden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz millet olsun”.[25]

Ağaç ana (mitolojik ana) motifine birçok Türk metinlerinde rastlamanın mümkünlüğü, değinilmesi gereken ilginç noktalardandır. Altay Destanı “Maaday Kara”da düşman eline geçmesin diye Maaday Kara, çocuğunun beşiyini Kayın ağacına asar ve ağacın öz suyunu bağırsak aracılığıyla onun ağzına yöneltir.[26]

Tört tör Kayın bu emdile

Enen bolgay, balam dedi! [27]

Açıklaması: Dört Kayın ağacı bu günden annen olsun, balam dedi.

Demek, kahraman maddi varlık olarak insanlardan türemiş olsa da, onun ölmemesinde, yaşamasında ve gıdalanmasında başlıca rolü Kayın ağacı oynuyor.

Türk halklarının mitolojisinde ağaca mukaddes varlık olarak bakma, ona tapma, inanma halleri sürekli olarak karşımıza çıkabilecek bir motiftir. Halk arasında yeşil ağaca (yani yaşayan ağaca) el kaldırmak, onu kesmek günah sayılıyor. Ağaç türlerinden en çok kutsal sayılanı Çınar ve Kayın ağaçlarıdır. Çınar ağacına Türk mitolojisinde anne motifi olarak rastlanmıyor. Çınar destan ve masallarda azamet, dayanıklılık sembolü olarak tasvir edilir.[28] Buna benzer motif “Dede Korkut” Destanı’nda da var.

Uruz’u düşmanlar asmak istediğinde O, ağaca yüz tutarak şöyle söyler:

Büyük büyük suların köprüsü ağaç!
Kara kara denizlerin gemisi ağaç!
Eğer erdir, eğer övrettir korkusu ağaç!
Başın ala baksam eğer, başsız ağaç!
Dibin ala baksam, dibsiz ağaç!
Beni sana asarlar, götürme, ağaç!

Eğer götürsen, yigitliğim seni tutsun! [29]

Çinar ağacının şimdi bile Türk halk yaratıcılığında “Han Çinar” teşbihinin, azamet ve vakar sembolü gibi kullanılması tesadüf olmayıp bu destanlardan kaynaklanmaktadır.

Kayın ağacı ise Türk halklarının mitik metnlerinde mitolojik anne motifi olarak karşımıza çıkar. Kayın ağacı Buryatlarda da “Anne ağaç” olarak adlandırılır.[30]

Tüm bunları, ağaca mitolojik bakışın, animistik görüşle yansıdığı şeklinde değerlendirebiliriz. Anne çocuğu besleyen, baba ise koruyan, irade, cesaret ve hüner aşılayan varlıktır. Ağaçların doğal özellikleri onların bu türlü seçimine olanak sağlıyor. Buradan da Kayın ağacının öz suyu gıda için yararlı olduğundan animist tefekkürlü insanlar onu anne, Çinarın ululuğuna bakarak onu da baba olarak suretleştirmiş oldukları kanısına varabiliriz.

“Dede Korkut” Destanı’nda da ağaç yine mitolojik anne olarak karşımıza çıkar. “Basat’ın Tepegözü Öldürdüğü Boy”da Basat kendisini Tepegöze tanıtırken ona şöyle seslenir:

Annem adın sorar olsan, Gaba ağaç.[31]

Uzman araştırmacı M. Seyidov’a göre: “Birçok eski halkların, aynı zamanda da Türk mitolojik tarihinde esatiri ecdad bazen bir, bazen ise iki kökten götürülüyor; iki kökten götürülen ecdadın biri baba, diğeri ise anne olur”.[32]

Altay destanı “Maaday Kara”nın metni, kahramanın iki mitolojik ecdadının olduğunu söyleme imkanı verir. Bunlardan biri Kayın ağacı (anne), diğeri Dağ babadır.

Kara tayga bu bolgazın,

Adan bolgay balamdedi.[33]

Açıklaması: Kara dağ senin baban olsun, balam, dedi.

Genellikle “dağ” motifi Türk mitolojisinde baba fonksiyonu taşımaktadır.

Destanda Maaday Kara’dan önceki neslin şeceresi ile ilgili bilgi yoktur. Maaday Kara’nın kendisinin dağ ruhundan türediği de belirtilir.

Tuu yelbisten boyı bitkenMaaday Kara.[34]

Açıklaması: Dağ ruhundan meydana geldin, Maaday Kara.

Demek, animist tefekkürlü eski insanlar bu mitolojik unsurları gelişi güzel değil, onların doğal özelliklerini dikkate alarak yaratmışlardır.

İlk ecdad, ilk insan konusu “Kurani Kerim”de de aksini tapmıştır. Ama “Altay yaratılış destanı”ndan farklı olarak, ilk insan ağaçtan değil, topraktan yaratılır. Allah şeytana hangi nedene dayanarak Adem’e secde etmediğini sorduğu zaman o, şöyle cevap verir: “Ben ondan daha üstünüm: Sen beni ateşten yarattın, onu ise topraktan yarattın”.[35]

Eski Türklerin tabiat kuvvetlerine olan inanç ve itikadını öğrenmek için ilkin kaynaklar olarak eski Türk destanları da esas yönlendirici özellikler taşıyor. Çünkü bu destanlarda eski Türklerin Ay’a, Güneş’e, diğer bir ifadeyle kosmogoniye, doğa güçlerine olan itikad ve inancı animistik düşünce çerçevesinde şekillenmektedir. Bu bakımdan eski Türk destanları, Türk mitoloji sisteminde gök cisimlerine olan inancın oluşumun öğrenilmesinde ilkin kaynak fonksiyonu konumundadır.

Doç. Dr. Nezaket Hüseyn KIZI

Baku Devlet Üniversitesi / Azerbaycan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 3 Sayfa: 338-344


Kaynaklar :
♦ Azerbaycan Nağılları, “Melikmemmed”, Bakü 1975.
♦ Altayskiy Epos, Kogutey, MoskovaLeningrad 1935.
♦ Bayat, F., Oğuz Epik Enenesi ve Oğuz Kağan Destanı, Bakü 1993.
♦ Gılgamış Destanı, Bakü 1985.
♦ Başkırd HalkEposu, Moskova 1977.
♦ Ezrayıl Bilen Garip, Aşkabad, 1967.
♦ Karavelliler, Bakü 1967.
♦ Kitabi Dede Korkut, Bakü, 1978.
♦ Nizami Gencevi, Şerefname. Bakü, 1988.
♦ Maaday Kara, Moskova, 1973.
♦ Seyidov, M., Azerbaycan Mifik Tefekkürünün Kaynakları, Bakü, 1983.
♦ Sepetcioğlu, M. N., Türk Yaratılış Destanları, Ankara 1976.
♦ Tehmasib, M., “Azerbaycan Halk Edebiyatında Dev Sureti”, Vatan Uğrunda Dergisi, Bakü 1946, no. 1.
♦ Özbek Halk Ertekileri, I. cilt, Taşkent, 1960.
♦ Letopisi Hronskih Buryat, MoskovaLeningrad 1940.
♦ AlZahraa for Arab “Mass Media”, 1993.
Dipnotlar :
[1] Başkırd Halk Eposu, Moskova 1977, s. 67.
[2] Karavelliler. Bakü 1967, s. 8.
[3] M. Tahmasib, “Azerbaycan halk edebiyatında dev sureti”, Vatan Uğrunda Dergisi, Bakü 1946, no. 1, s. 81.
[4] Özbek Halk Ertakları, I. cilt, Taşkent 1960, s. 146.
[5] Başkırd Halk Eposu, Moskova 1977, s. 101.
[6] A.g.e., s. 103, 122, 161.
[7] A.g.e., s. 110-113.
[8] A.g.e., s. 114.
[9] Başkırd Halk Eposu, Moskova 1977, s. 67.
[10] A. M. Sagalayev, UraloAltayskaya Mifologiya, Novosibirsk 1991, s. 58.
[11] 1967, s. 129 Ezrayıl Bilen Garıp, Aşkabad.
[12] Azerbaycan nağılları, “Melikmemmed”, Bakü 1975, s. 93.
[13] Seyidov M, Azerbaycan Mifik Tefekkürünün Kaynakları, Bakü 1983, s. 118
[14] Altayskiy Epos Kogutey, MoskovaLeningrad 1935, s. 116.
[15] Nizami Gencevi, Şerefname, Bakü 1988, s. 505.
[16] Başkırd Halk Eposu, Moskova 1977, s. 62.
[17] Başkırd Halk Eposu, Moskova 1977, s. 88.
[18] Kitabi Dede Korkut, Bakü 1978, s. 88.
[19] Başkırd Halk Eposu, Moskova 1977, s. 149-150.
[20] Başkırd Halk Eposu, Moskova 1977, s. 150.
[21] Gilkamıs, Bakü 1985, s. 162.
[22] Kitabi Dede Korkut, Bakü 1978, s. 93.
[23] Kitabi Dede Korkut Destanı, Bakü 1978, s. 35.
[24] F. Bayat, Oğuz Epik Enenesi ve Oğuz Kağan Destanı, Bakü 1993, s. 110.
[25] Sepetçioğlu, M. N., Türk yaratılış destanı, Ankara 1976, s. 18.
[26] Maaday Kara, Moskova 1973, s. 68.
[27] A.g.e., s. 87.
[28] A.g.e., s. 68.
[29] KitabiDede Korkut, Bakü 1980, s. 40.
[30] Letopisi Hronskih Buryat, MoskovaLeningrad 1940, s. 60.
[31] Kitabi Dede Korkut, Bakü 1978, s. 123.
[32] M. Seyidov, Azerbaycan Mitik Tefekkürünün Kaynakları, Bakü 1983, s. 92.
[33] Maaday Kara, Moskova 1973, s. 68.
[34] Maaday Kara, Moskova 1973, s. 78.
[35] Koran, AlZahraa for Arab, “Mass Media”, 1993, s. 279.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.