Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Eski Türkler ve Selçuklularda İstihbaratçılık

0 14.706

Yrd. Doç. Dr. Hamit PEHLİVANLI

Bir devlet için istihbarat ve istihbarat teşkilatları son derece önemlidir. Türk istihbaratçılığının gelişimini ortaya koymadan önce istihbarat nedir? sorusunun cevabını vermek lazımdır. Lügat manası “bir kimse, bir şey hakkında toplanan bilgi, haber veya haberler, duyulan şeyler, haber alma” şeklindedir. Ancak istilahi manası veya bugün teknik olarak kullanılan anlamı farklıdır. Buna göre “istihbarat haberlerin işlenmesi sonucu üretilen bir ürün veya bilgidir. Bir başka ifade ile istihbarat, planlama, araştırma, deliller toplama, çeşitli akli ve tecrübi, ilmi metotlar ile onları değerlendirip bir sonuç elde edip kullanma faaliyetlerini içine alır.”[1] “İstihbarat yabancı bir ülkenin bir veya birden fazla yönüne ait sağlanabilmiş bilgilerin bir araya toplanması, kıymetlendirilmesi, birleştirilmesi tahlil ve yorumunun sonucu elde edilen hasıladır.”[2] Bazen “haber alma” istihbarat kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Ancak bu istihbarat kavramını yukarıdaki tariflerde dikkate alındığında açıklamaktan uzaktır. Haber istihbaratın sadece bir malzemesidir. Zira istihbarat merkezine ulaştırılan haberler kaynağın güvenilirliği ve muhteva yönünden kıymetlendirilirler. İstihbarat faaliyetini besleyen haberlerin büyük bir kısmı günümüzde açık kaynaklardan elde edilir. Zaman zaman istihbarat ile casusluk birbirinin yerine kullanılmaktadır. Casusluk istihbarat faaliyetlerinde ihtiyaç duyulacak bazı özel malumatı elde etmek üzere gizli ve korunan kaynaklara ulaşmak için başvurulan yoldur. Bu faaliyet sonucu elde edilecek haberler istihbarat faaliyetini besleyen malzemenin çok az bir kısmını teşkil eder. Yani casusluk istihbarat faaliyetinin geniş kapsamı içinde küçük bir yer tutar.

Geleceği görebilmek, muhtemel sorunlar hakkında önceden bilgi sahibi olmak, olayların perde arkasına uzanabilmek, ancak sağlıklı istihbarat üretimi ile mümkün olabilir. Tarih boyunca istihbaratın lüzumu üzerinde bir çok devlet adamı ve asker kişiler durmuşlardır. Nitekim günümüzden 2500 sene evvel yaşayan Çinli bilge Sun-Tzu “…istihbarat savaşın en önemli unsurudur. Çünkü ordunun kazanması, sağlam bilgiler almasına bağlıdır…Bu yüzden ordunun iyi işleyen beyinlerinden casusluk amacıyla yararlanmak ve onlar aracılığı ile önemli sonuçlar elde etmek, ancak akıllı bir devlet adamının, ileri görüşlü bir generalin başarabileceği şeydir.”[3] der. 19. yüzyıl Fransız devlet adamı ve büyük asker Napolyon’da yüzyıllar sonra Sun-Tzu’yu teyit eder mahiyette istihbarat ve istihbaratçının önemini “bir casus yerinde ve zamanında, cephedeki binlerce askere denktir” “İnanın bana, savaşların sonuçları incelendiğinde topçunun, süvarinin, piyadenin kahramanlıkları, casusların şu göze görünmez, lanetli ordusu yanında hiç kalır!” sözleriyle gayet veciz bir şekilde açıklamıştır.[4] Daha sonraki kuşaktan olan meşhur istihbaratçı Gehlen ise, Adenaur’a vermiş olduğu bir muhtırada istihbarat servisinin önemini “bağımsız bir ulusun siyasal davranışlarının dayandığı materyallerin en önemli kaynaklarından biri istihbarat servisidir”[5] şeklinde açıklamaktadır.

Tarihin en eski devirlerinde, en küçük insan topluluklarında bile istihbarat işi vardır. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak basitten karmaşığa doğru istihbarat elde etmede ve bu işi yapan teşkilatlarda da büyük gelişmeler olmuştur. Son yüzyıllarda savaşın anlamı çok genişlemiştir. Dolayısıyla istihbaratın manası da genişlemiş, yani istihbarat toplanması gereken alanlar da çoğalmıştır.

Devletlerin siyasi, askeri, ekonomik, teknolojik, stratejik, iç ve dış güvenliğe yönelik istihbarata ihtiyaçları vardır. Bu işi yapacak ve ülkenin istifadesine sunacak istihbarat teşkilatına sahip olmak ta kaçınılmaz bir zarurettir. Demek ki kuvvetli bir istihbarat teşkilatı bir ülkenin, bir milletin gözü, kulağı, doğru ve lüzumlu bilgi dağarcığıdır. XIX. yüzyıla gelinceye kadar konu daha çok askeri casusluk şeklinde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Casusluk anlamında istihbaratçılığın tarihi eski olmasına rağmen bugünkü manada teşkilatlanması oldukça yenidir.

I. Eski Türklerde İstihbaratçılık

Binlerce yıllık Türk tarihinde kurulduğunu bildiğimiz büyük-küçük birçok devlet veya imparatorluğun bağımsızlıklarını koruyabilmek için ismi ne olursa olsun sonuçta istihbaratla uğraşan basit veya gelişmiş teşkilatlara sahip oldukları muhakkaktır. Bütün milletlerde olduğu gibi Türklerde de istihbarat ve istihbaratçılarla ilgili kavramlara rastlamaktayız. Türkler devletlerinin temel düzenini yıkmaya, devleti ortadan kaldırmaya, milleti esir etmeye çalışan casuslara Türkler “çaşıt-çaşut” derlerdi. İhbar işine ise “çaşutlama” derlerdi. Göktürk Yazıtları ile yazılmış Türkçe yazılarda haberci, için “sabçı” denmiştir.[6] Türkler devletler arasında gidip gelen kağan elçilerine şimdiki gibi “elçi” derlerdi. Oğuzlar, aileler arasındaki elçi ve habercilere “yazıkçı-salıkçı” derlerdi. Aynı zamanda bu katip demekti.[7] Yine adi haberci ve casuslara ise “körüg, tıl (dil), tıgrak”da derlerdi.[8] Türklerde “çabar, çapar” sözleri de kurye ve elçi demekti. Diğer taraftan eski Türklerin “kılağuz” “yirçi” dedikleri kılavuzlar, devlet ve ordu içinde çok önemli rol oynuyorlardı. Bu kişiler, çok gezmiş ve çok görmüş kimselerdi. Ayrıca fevkalade askerlik bilgisi ile, idari tecrübeye de sahip idiler. Askeri kılavuzlara “yi (e) zek” denirdi.[9]

Casusluk yapmadıkları sürece elçilere dokunulmazdı. Şüpheli hareketleri görülen yabancı temsilciler hapse atılır veya ülkenin uzak bir yerinde belirli bir zaman için, ikamete memur edilirdi. Bu durum elçilerin casusluk faaliyetlerinde de bulunduklarının bir göstergesidir. Çinlilerin Hun ve Göktürk imparatorlukları içinde ve Bizans’ın Batı Hun İmparatorluğunda kesif casusluk faaliyetleri görülmüştür. Bunlarla çok uğraşılmış, mesela İmparator Rua, Hun topraklarında tacir, seyyah, oyuncu kisvesi altında, halkı isyana kışkırtan Bizanslıların memlekete girmesini yasaklamış ve bunu yaptığı antlaşmada bir madde olarak belirtmişti. Çinliler Türk devletlerini çökertmek için bilhassa Türk hükümdar ailesi üyelerinin ve idarecilerin aralarını açarak birbirlerine düşürmeğe büyük ehemmiyet vermişlerdir. Yazılı antlaşmalara bile riayet etmeyen Bizans’ın iki yüzlülüğü Türk-şad’ı tarafından elçilerinin yüzlerine vurulmuştu. Sasaniler de hile ile Türk elçilerini öldürüyorlardı. Ruslar da aynı şeyi yapıyorlardı. Çinliler antlaşmalara rağmen Hunları aldatmaya çalışmışlardır.[10] Hunlarda elçilere karşı sıkı tedbirler alındığını ve hakanın yanına girerken, iyice arandığını biliyoruz.[11] Bu durum, Hunların Çin’in casusluk faaliyetlerine karşı tedbirli olduklarını göstermektedir.

Eski Türkler dikkatli ol anlamına gelen bir deyimle her an için, “sak” yani uyanık ve dikkatli olmak zorunda idiler. Bugün de Anadolu’da “seh dur” tabiri vardır. Baskın ancak karşı baskınla durdurulabilirdi. İşte bu sebeplerden dolayı boylar ve hatta küçük aileler uyurken bile “kargu” yani gözcüler ile “yelme” denen öncüler çıkarmak zorunda idiler.[12] Türk ülkesini emniyette tutmak ve ani baskınları önlemek üzere, etrafa gözcüler dikerler ve uygun yerlere, erken haber almayı sağlayan, içinde daimi nöbetçilerin bulunduğu Kargu-karguy-(ateş kuleleri) inşa ederlerdi.[13]

Casusluğun ilk örnekleri sayılabilecek “çaşıt”lar genellikle din adamları idi. Bunlar ya Çin din adamları, ya da Hindistan da doğup büyüyen ve doğuya doğru yayılan Buda dinine mensup din adamları idi. Bunların görevi Türk topluluklarına kendi inançlarını benimsetmek, özellikle yöneticileri elde ederek toplumda sarsıntılar yaratmak, sonra onu için, için eritip yutmaktı.

Çinli rahipler, Türkler arasına girer, seyyah gibi davranır, bir yandan dinlerini yaymaya çalışırken, diğer yandan da Türk toplumunun genel yaşayışı, gelenekleri, insanların birbirleri ile ilişkileri ve güvenlik konularında bilgi toplarlardı. Daha sonra bunları “Seyahatname” biçiminde düzenleyerek hükümdarlarına sunarlardı. Bu şekilde Çinlilerin Hunlar arasına soktukları bilinen ilk seyyah ve casus Chang-Chien’dir. Chang-Chien M.Ö. 138 yılında Hunlar arasında geziye çıkmış ve 13 yıl dolaştıktan sonra topladığı bilgileri Çin hükümdarına rapor halinde sunmuştur.[14]

Daha sonraları Türklerin Hindistan, İran ve Hıristiyan dünyası ile komşu olmaları üzerine yeni, yeni casuslarla uğraşmak durumunda kaldıklarını görüyoruz. Batı Hunları Avrupa içlerine kadar ilerleyince, Bizans ile Roma’dan elçi ve din adamı gibi özel görevlerle Atilla’ya casuslar gönderilmiştir. Papanın Atilla’nın Roma üzerine yürüyüşü sırasında birden bire savaşa ara vermesini, kesin sonuç alınmadan savaşı bırakmasını, gönderdiği casuslar aracılığı ile başardığını, Atilla’yı savaştan vazgeçirdiğini eski kaynaklar ifade etmektedirler. Yine Atilla’nın çadırında kalan, onun özel hayatını anlatan ve Hunlarla ilgili doğru bilgiler veren Bizans tarihçisi Priskos’ta bu casuslardan birisi olsa gerektir.[15]

Türk tarihinde sürekli casusluk faaliyetleri sonucu ikiyi bölünen ve sonrada ortadan kaldırılan devletlerden biri de Göktürklerdir. Ötüken’de 552-745 yılları arasında yaşayan bu devlet Çinlilerle komşudur. Göktürklerin gelişmesi ve çevresindeki toprakları ele geçirmeye başlaması Çinlileri ürkütmüştür. Çin hükümdarı iyi bir casus olan bakanlarından Cang-Sun-Çing aracılığı ile Göktürk ülkesine casuslar sokmuş ve Kağan ile yakınları arasına fitne sokarak aralarında kavga çıkartmıştır. Bu kavga sonucu devlet 582 yılında ikiye ayrılmıştır.[16]

Casusların yıkıcı faaliyetlerine Göktürkler gibi Uygurlar da maruz kalıyordu. Uygurlar içine giren bu casuslar dinî ve siyasi yönden toplumu sarsarak parçalamaya çalışıyordu. Yalnız bu casuslar daha önceden olduğu gibi sadece Çinli değildi. Aralarına Moğol, Kırgız, İranlı ve Müslümanlar da katılmıştı.

Hint ve İslam dünyasından gelenler misyoner-dinî amaçlı; Kırgızlar ise tamamen siyasi amaçları için faaliyette bulunuyorlardı. Uygurlardan başka batıya göç etmiş Türk kavimlerinden Avar, Bulgar ve Macarlar da daha çok Hıristiyan casusların propagandalarına maruz kalmışlardır. Papanın emrindeki bu casuslara bilahare Bizans casusları da katılmıştır. Bizans casusları seyyah ve elçi kisvesinde görevlerini yapmaktaydılar.[17]

Yabancıların Türklere karşı yürüttükleri casusluk faaliyetleri ile ilgili daha birçok misal bulunmaktadır. Ancak bu misalleri çoğaltarak daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Dikkat edilirse verilen misallerde daha çok yıkıcı bölücü istihbarat faaliyetlerine Türklerin maruz kaldığını görüyoruz. Kaynaklarda geçen Çaşıt ve Çaşıtlama ve daha bazı casusluk ve istihbarata ait kavramlardan, Türklerin de bu konularda bilgi sahibi olduğunu çıkarıyoruz. Ancak eski Türklerin kendilerine karşı yapılan casusluk faaliyetlerine nasıl bir karşılık verdiklerine dair pek bilgi bulunamamıştır. Orta Çağ’da Karahanlı ve Gaznelilerle birlikte Türklerde istihbarat ve istihbarat teşkilatları ile ilgili bilgilerimiz daha da netleşmeye başlamaktadır. Özellikle Orta Çağ’ın büyük bir bölümüne damgasını vuran Büyük Selçuklu Devleti’nde ise istihbarat teşkilatı ve istihbaratçılık ile ilgili kaynaklarda bir çok bilgi bulunmaktadır.

II. Selçuklularda İstihbaratçılık

Selçuklularda daha önceki Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi istihbarat teşkilatına sahiptir. O dönemin devlet adamları da milli menfaatlerin ve ülke çıkarlarının korunabilmesi için istihbarat teşkilatına sahip olmanın zaruretine inanmaktadırlar. Büyük Selçuklu Devleti’nin en önemli devlet adamlarından Nizamü’l-Mülk bunların başında gelmektedir. Devlet yönetimi ve siyaset bilimine dair önemli eseri “Siyasetname”de Nizamü’l-Mülk devletin, istihbarat için adamlar göndermesinin gerekli olduğunu yazmaktadır. Ona göre hükümdarın uzak, yakın ülkenin her tarafına gönderilecek elemanlar aracılığı ile halkın ve ordunun durumunu sormak, öğrenmek ve genel bir bilgi sahibi olmak mecburiyeti vardır. Ülkenin ve halkın durumunu bilmek ve ona göre tedbirler almak durumunda, mecburiyetinde, olan devlet başkanının bu işleri yapabilmesi için mutlaka haberciye (sahib-i haber) ihtiyacı vardır. Taşra yönetiminin sultana karşı tutumları ve isyanlarına karşı istihbaratçı görevlendirilmesi zaruridir. Nizamü’l-Mülk bu düşüncesini pekiştirmek için de “…cahiliyette ve İslam’da padişahların bütün şehirlerde hayır veya şer olup-bitenden haberdar olan sahib-i beridi olmuştur” diyerek tarihi, düşüncelerine şahit göstermiştir. Hatta bu hadiseye o kadar önem vermektedir ki iyi bir hükümdar olmanın olmazsa olmaz şartı gibi değerlendirmektedir. Zira, sahib-i haber ve münhi tayin etmek, (padişahın) adalet, uyanıklık ve basiretindendir.[18] Selçuklu döneminde (XI-XIII. yüzyıllarda) Nizamü’l-Mülk’ün dışında da devlet idaresine dair eserler yazan en dindar, hatta tasavvuf akidelerine bağlı müelliflerin bile memlekette olup biten her şeyi hükümdara bildirmekle mükellef bir istihbarat teşkilatının lüzumunda müttefik olduklarını görüyoruz.[19]

A. İstihbarat Teşkilatının Devlet Teşkilatındaki Yeri

Selçuklu merkez teşkilatında yürütme organı olan “Büyük Divan” en önemli devlet organıdır. Vezir-i azamın başkanlığında devlet işleri bu organ tarafından hükümdar adına yürütülürdü. Bu divan, bugünkü bakanlıklara tekabül eden divanlardan meydana gelirdi. Her divanın başında “Sahib-i Divan”adını taşıyan bir bakan vardır. Bütün bu divan üyeleri bir araya geldikleri zaman “Büyük Divan”ı oluşturmaktadırlar.[20] Selçuklular idare teşkilatını büyük ölçüde Samani ve Gaznelilerden almıştır. Ancak daha önceki devletlerde merkez teşkilatında önemli bir yere sahip olan bazı divanların Selçuklularda büyük divana dahil olmadığı görülmektedir. Bunlar arasında en önemlilerinden biri de posta divanı olup, nazır veya reisine “Sahib-i Berid” denilmektedir. Büyük divan üyesi olmamakla beraber bu divana çok önem verildiğini görüyoruz. Zira “Sahib-i Berid”in tayini bizzat hükümdar tarafından yapılmaktadır. Yine bu makama tayin edilen kişilerin ekonomik ihtiyaçlarının azami ölçüde karşılandığı ve kafi derecede maaş verildiği bilinmektedir.[21] Ancak Selçuklu sultanları arasında sadece Sultan Alp Arslan’ın devletin “posta ve istihbarat” işlerine bakan “Divan-ı Berid”e çok önem vermemesi, özellikle istihbarat kısmını büsbütün kaldırması o dönem devlet adamlarınca tenkit edilir. Bununla birlikte Selçuklu devlet teşkilatının da bazı birimlerinin dışında daha önceki geleneği devam ettirdiği görülmektedir.[22]

Samaniler devrine ait olduğu tahmin edilen bir eserde (Zafername) istihbarat teşkilatı başkanı “Sahib-i Berid”in vasıfları şöyle sıralanmaktadır: a- Davaları dinleyip, hükmetmekle mükellef olduğu için bütün Şeri meselelere vakıf, zahid, müttaki, alim ve salih olması, b- Her işi yeterince araştırması, c- Doğru sözlü olması, d- İyi huylu olması, e- Herkesin iyiliğini isteyen bir yapıda olması, f- Olayları arz ederken etraflı düşünmesi, yani ani karar vermemesi gereklidir.[23]

Sultan Alp Arslan zamanında Nizamü’l-Mülk’ün bütün ısrar ve telkinlerine rağmen İstihbarat teşkilatına önem verilmediği, hatta kaldırıldığı görülmektedir. Tarihi kaynakların müşterek ifadelerine göre casusluk ve casuslardan nefret eden Sultan Alp Arslan bu divanın istihbarat kısmını kaldırmıştır. Bir kaynakta bu konuda şunlar yazılıdır: “…Alp Arslan Muhammed bin Davut tahta çıktı, Nizamü’l-Mülk haberciler nasb etmek hususunu, Alp Arslan’a arz etti, Alp Arslan şöyle cevap verdi: habercinin bize lüzumu yoktur, dünyanın her kıtasında (şehrinde) dostlarımızda, düşmanlarımızda bulunur. Haberci bize bir haber getirdiği zaman kendinin bir garezi varsa, dostu düşman, düşmanı dost suretinde gösterebilir.”[24] İstihbarat teşkilatı hakkındaki kanaatini bu şekilde ifade eden sultan teşkilatı kaldırmıştır. Aslında Sultan günümüzde de üzerinde durulan çok önemli bir meseleye parmak basmıştır. İstihbaratın sınırı, yani İstihbarat hukukunu işaret etmiştir. O günün şartlarında bugünkü manada bir istihbarat hukuku kavramı ve belirlenmiş uluslararası normlara dair belgeler elimizde bulunmamaktadır. Ancak Sultan Alp Arslan’ın vezirine söylediği sözlerden nereye kadar, nasıl, ne şekilde istihbarat yapılacak ve bilgiler ne amaçla, niçin, ne şekilde kullanılacaktır meselesine önem verdiğini anlamaktayız. İstihbarat elemanlarının yetkilerini istismar edeceği noktasından meseleye yaklaşmaktadır. Aslında bu endişesinde haksız da değildir. Selçuklu öncesi devletlerde de örneğine çok rastlanan bu istismar konusunda titizlenmesinde bir devlet başkanı olarak haklıdır. Ancak ortaya koyduğu çözüm şeklini doğru kabul etmek mümkün değildir. Yetkili bir devlet başkanı olarak istihbaratçıların görevlerini kötüye kullanmalarını önleyecek tedbirler alabilecek durumdadır. Daha çok konuya ahlaki açıdan yanaşmakta ve tecrübeli vezir Nizamü’l-Mülk’ün tekliflerini reddetmektedir. Halbuki istihbarat teşkilatı, teşkilat içi kontrolü yapmakta ve elemanları başka istihbaratçılarla takibe almaktadır. Dolayısıyla Sultan’ın endişeleri teşkilat tarafından da dikkate alınmaktadır. Selçuklu Devleti’nde istihbarat teşkilatının en zayıf olduğu dönem hemen hemen Sultan Alp Arslan zamanıdır denilebilir. Büyük bir devlet adamı olduğunda şüphe olamayan Sultan’ın, istihbarat teşkilatı konusunda gösterdiği bu zafiyet kısa zamanda çeşitli olumsuzluklarla kendini gösterecektir. Mesela Batıniler Selçuklu İmparatorluğu içinde gizli faaliyetlerde bulunurlarken birden bire kuvvetli bir şekilde ortaya çıkacaklardır. Daha sonra Nizamü’l-Mülk’ü faaliyetlerine engel olduğu için de öldüreceklerdir. Teşkilatın kaldırılmasının aslında bir hata olduğu kısa süre sonra görülecektir. O devrin tarihçileri bu durumun ortaya çıkmasını Berid (istihbarat) teşkilatının kaldırılmasına bağlamaktadırlar.[25]

Günümüzde o dönem ile ilgili çalışan araştırmacılar arasında Sultan Alp Arslan’dan sonra teşkilatın yeniden canlandırılıp canlandırılmadığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. İbrahim Kafesoğlu, Sultan Alparslan tarafından kaldırılan “Berid teşkilatının Nizamü’l-Mülk’ün bütün ısrarlarına rağmen Melikşah devrinde yeniden kurulduğuna dair de kati deliller yoktur”[26] diye yazmaktadır. Ancak Fuad Köprülü bu kanaatte değildir. Köprülü “… bu kadar kuvvetli ve geniş bir imparatorluk idaresinde, merkezi idare ile vilayetler ve büyük sultan arasında süratle muhabereyi temin edecek resmi posta teşkilatının ve her türlü istihbarat vasıtalarının bulunmamasına asla ihtimal verilemez”[27] demekte ve Melikşah, Sultan Sancar zamanından bazı örneklerle düşüncesini pekiştirmektedir. Mehmet Altay Köymen’de Kafesoğlu’nun aksi kanaattedir. Köymen “mamafih, Melikşah zamanında istihbarat ve devlet posta teşkilatının tekrar faaliyete geçtiği anlaşılıyor”[28] diyerek bazı örneklerde vermektedir. O da Köprülü gibi düşünmektedir. Gerçekten de her ne kadar Sultan Alp Arslan casusluk ve casuslardan hoşlanmadığı için teşkilatı kaldırmışsa da, bu durum daha sonraki dönemlerde hiçbir suretle resmi posta teşkilatının ve menzil tertibatının bozulduğunu göstermez.

B. İstihbarat Teşkilatı, Kaynakları ve Usulleri

Eskiden beri kervancılar vasıtasıyla elde edilen haberlerin Selçuklular zamanında bizzat devlet eli ile yürütüldüğü görülmektedir. Divan-ı Berid’in vilayetlerde “Sahib-i Haber” denilen memurları vardı. Memleketin her tarafından haber getirmek üzere “Peyk”ler yani piyade “Sai”ler istihdam edilirdi. Peyklerin Nakip ismi verilen tımar sahibi amirleri vardı.[29]

Raporlar derviş veya satıcı kılığındaki Sailerle gönderilirdi. Gizliliğe son derece riayet edilirdi. İstihbarat elemanının yakalanması halinde raporların düşman eline geçmesini önlemek için birtakım usullere başvurulmaktadır. Bilgiler bazen bir mum içine veya bir asa arasına yerleştirilmek suretiyle gizlenmektedir.[30]

Haberler değişik usullerle gerekli yerlere ulaştırılırdı. Bu iş için at, güvercin, bilhassa Suriye ve Irak taraflarında deve gibi hayvanlar kullanılırdı.[31]

İstihbarat teşkilatında görevli kişilere “Münhi”de denilirdi. İstihbaratın en önemli unsurlarından olan güvenilir haberleşmenin düzenli ve hızlı yapılabilmesi için yollar üzerinde karakollar ve daimi kontrolü gerektiren yerlerde kontroller için ribatlar kurulurdu.[32] Nizamü’l-Mülk’e göre büyük yolların mühim noktalarında ribatlar yapmak hükümdarların başlıca vazifelerindendir. Stratejik mevkilerde kurulan ve haberleşmede önemli rol oynayacak olan bu ribatlar aynı zamanda askeri amaçlı olarak da kullanılmaktadır. Ordunun herhangi bir seferde yiyecek sıkıntısı çekmemesi ve ihtiyaçlarından dolayı halka eziyet etmemesi için menziller çevresindeki arazinin devletleştirilmesi uygun görülmektedir. Böylece elde edilen mahsul ribatlarda ve çevresindeki köylerdeki ambarlarda saklanmalıdır. Düşmanın durumu ile alakalı bilgi toplamada başka unsurlardan da yararlanılmaktadır. Ateş kuleleri ve davul çalmak bunlar arasındadır. Düşman hücumu karşısında ateş kuleleri ile uzaklara haber verildiği gibi, civardaki ahaliye de davullarla tehlike işareti veriliyordu. Bundan sonra herkes ribatlarda toplanıyor, müdafaa için hazırlıklar yapılıyordu.[33]

İşlek yollar üzerinde kurulan bu merkezlere elli fersah mesafedeki yerlerden haber toplamak üzere belli ücret mukabili peykler tayin edilirdi. Böylece günlük olarak ülkenin her tarafından haber sağlanmış olurdu. Teşkilat gizli ve açık istihbarat ile bilhassa meşgul olmaktadır.[34]

C. İstihbarat Elemanlarının Vasıfları ve Görevleri

Nizamü’l-Mülk devlet için istihbaratın yapılmasını ve bu amaçla eleman görevlendirilmesini istemektedir. Ona göre “bu iş çok nazik ve çok üstün bir iştir. İstihbarat haklarında şüphe bulunmayan kimselerin eline, diline ve kalemine bırakılmalıdır. Zira memleketin salaha kavuşması ve fesada uğraması onlara bağlıdır.”[35] İstihbarat işlerini yapacak elemanların gelişi güzel seçilmeyip, birtakım ahlaki faziletlere sahip olmaları gerektiği o devrin eserlerinde belirtilmektedir. Ancak teşkilat elemanlarının suiistimallerine karşı tedbirler alınmasını da tavsiye etmektedirler. Bunun önüne geçmek için istihbarat elemanlarının da başka elemanlar aracılığı ile kontrollerinin gerekliliği şarttır. Bütün bu tedbirlere rağmen bazı istihbarat elemanlarının kendi maddi menfaatlerini temin etmekten başka bir şey düşünmedikleri anlaşılmaktadır. Başka yollardan gönderilen hususi mektuplarla herhangi bir olayın çarpıtılması, saklanması mümkün olmadığı halde bu tip memurların zaman zaman merkezi yalan haberlerle oyalamaya çalıştıkları görülmektedir.[36]

İstihbarat elemanlarının görevlerini yaparken şüphe çekmemek için hangi iş, sanat, meslek erbabı olarak hareket ederek gizliliği sağlayacakları da belirtilmektedir. İstihbaratçılar tüccar, seyyah, sufi, derviş, satıcı, eczacı, elçi vs. kılığında ülkenin çeşitli yerlerine giderek olan biteni hükümdara bildireceklerdir.

İstihbarat teşkilatı ve elemanlarının oldukça geniş görevleri vardır. İç istihbarat görevi, kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla bu teşkilata yüklenmiş durumdadır. Ülkenin her tarafındaki kumandanların, valilerin, kadılar ve maliye memurlarının hal ve hareketlerini takip etmektedirler. Yine bu görevlilerin hükümdara karşı besledikleri niyetlerini tetkik ederek en kısa zamanda merkeze bildirmektedirler. Resmi teftiş vazifelerinden başka sultanın hususi casusluğu görevini de ifa etmektedirler. Melikşah ve Nizamü’l-mülk’ün hususi casuslar kullandıkları bilinmektedir. Mesela Sultan Melikşah’a oğlu Davud’un ölümü esnasında içki ve eğlence tertipleyen İbn Behmenyar’ı, Sahib-i Berid bildirmiştir. Yine Sultan Sancar’ın Edib Sabir’i casusluk amacı ile Harezm’e yolladığı ve onun gönderdiği bir resim sayesinde aleyhinde hazırlanan bir suikasttan kurtulduğu bilinmektedir.

Sultanın istihbarat teşkilatı mensuplarını resmi görevleri dışında hususi maksatları için kullandığını yukarıda belirtmiştik. Ayrıca özel istihbarat için başkalarını da görevlendirdiğini görüyoruz. Özellikle saray çevresindeki devlet adamlarını, bilhassa vezirin hal ve harekatını kontrol için bir takım insanları kullandığı bilinmektedir. Bunlar arasında saray hizmetkarlarının, gözdelerin ve şarkıcıların istihbarat toplamak gayesiyle görevlendirildiklerinde hiç şüphe yoktur.

İdari, mali büyük yolsuzluklar yapanlarla, kötü niyet besleyen askeri ve idari amirler, istihbarat memurlarının durumlarını merkeze bildirmelerini önlemek istemektedirler. Çeşitli usullerle istihbaratçıları kandırmaya çalışmaktadırlar. Bir kısım valilerin istihbarat elemanlarının raporlarını kontrol etmek istedikleri, hatta raporları kendi istekleri doğrultusunda yazdırmak istedikleri görülmektedir. İstihbarat teşkilatı bu tarz olaylarla karşılaşıldığında ne yapacağını gayet iyi tespit etmiştir.

Mahalli idarecilerle arayı açmamak için onların istekleri doğrultusunda raporlarını göndermektedirler. Ancak hemen aynı hadise ile ilgili asıl gizli raporlarını yine emirlerindeki gizli adamları aracılığı ile merkeze gönderirlerdi. Onun için böyle durumlarda merkezi idare veya hükümdar ile memur arasında evvelce kararlaştırılmış özel bir işaret yoksa gelen rapora itimat edilmezdi. Hatta gelen rapor istihbarat elemanının el yazısı ile yazılmış ve mührü ile mühürlenmiş olsa bile buna güvenilmezdi.

Seyyar satıcı veya serseri bir derviş kılığında merkeze ulaşan asıl elemanın getirdiği rapora göre hareket edilirdi. Bağımsızlık sevdasına düşen ve isyan etmek isteyen valiler, derhal istihbarat elemanının vazifesine son verir ve merkezle olan resmi irtibatı kesme yoluna giderdi. Orta Çağ Türk- İslam devletlerinde görülen bu uygulamaların ve görülen noksanlıkların aynı devlet teşkilatını hemen hemen devam ettiren Büyük Selçuklularda da görüldüğünü söyleyebiliriz.

D. Askeri, Stratejik ve Dış İstihbarat

Nizamü’l-Mülk dış istihbarat ile askeri ve stratejik istihbarat görevini elçilere yüklemektedir. O hükümdarların birbirlerine elçi göndermelerinden maksadın, sadece haber ulaştırmak veya mektup göndermekten ibaret olmadığını belirtmektedir. Elçiler görünen resmi görevlerinin dışında bir çok gizli vazifeleri yerine getirmekle mükelleftirler. Onlar ülke için önemli olan stratejik ve askeri istihbarat yapmak durumundadırlar. Bunun için yolların, boğazların, suların, otlakların durumunun nasıl olduğunu tespit edeceklerdir. Yani ordunun herhangi bir sefer esnasında yollar ve boğazlardan kolaylıkla geçip geçemeyeceği; o günün şartlarında ordu için stratejik bir madde olan otun nerelerde bulunup, bulunmadığı gibi hususlarda istihbarat yapacaklardır. Yine asker sayısının tespiti, alet ve teçhizatın miktar ve mükemmelliğini de istihbar edeceklerdir. Hedef ülkenin yönetimi ve yöneticileri ile memurları hakkında bilgi toplayacaklardır. Günümüzde de istihbaratçıların çok önem verdikleri biyografik istihbarat yapılarak, kim oldukları, karakterleri, şahsiyetleri hakkında sağlam bilgiler elde edeceklerdir. Orta Çağ’da ülke yönetiminde ve komşular arası ilişkilerde hemen, hemen tek ve mutlak belirleyici olan hükümdarın her bakımdan tahlili yapılacaktır. Kişilik tahlili bunların başında gelmektedir. Hükümdarın sofrasının, meclisinin, sarayının, oturuş ve kalkışının nasıl olduğu dikkatle gözlenecektir. Huy ve tabiatı, bahşiş verişi, çalışması, çehresi ve işi hakkında bilgi toplanacaktır. Halkı ve ülkesi ile ilişkileri incelenecektir. Bu meyanda, zalim mi, adil mi; ülkesi mamur mu, harap mı; ordusu kendisinden hoşnut mu, değil mi, halk zengin mi, fakir mi araştırılacaktır. Yine hasis mi, cömert mi, devlet işlerinde uyanık mı, gafil mi, dindar mı, doğru (dürüst) mu, yoksa aksi mi, sevdiği sevmediği şeyler nelerdir öğrenilecektir.

Hükümdarın ve yanındaki devlet adamlarının tahlili de önem arz etmektedir. Bu bakımdan elçiler, hükümdarın kabiliyetli bir veziri, iş bilir, tecrübeli komutanları; zarif ve liyakatli nedimleri var mı, yok mu tetkik edeceklerdir. Hükümdarın kişiliğinin önemli bir göstergesi sayılan himmet ve şefkati, ciddiyeti, açık, saçık boş sözlere, gulamlara veya kadınlara rağbet edip, etmediği de elçilerin öğrenmeye çalıştıkları hususlardır. Nizamü’l-Mülk elçilerin tespit ettiği bu bilgilerin ne maksatla kullanılacağını da açıklamaktadır. Hedef ülke ve hükümdarı hakkında elde edilen bu bilgiler, o hükümdarın ele geçirilmesi veya ona karşı alınacak tavırlarda belirleyici rol oynayacaktır. Yani şahsiyeti, açık ve noksan tarafları, ülkesinin ve yöneticilerinin durumu bilindiği için ona karşı gerekli tedbirleri almakta güçlük çekilmeyecektir. Bu yüzden Selçuklu döneminde elçilere karşı çok dikkatli davranılmakta ve açık verilmemeye azami gayret gösterilmektedir. Semerkand hükümdarı elçisi, satranç oynadıktan sonra kazandığı bir yüzüğü sağ elinin parmaklarına taktığı için Nizamü’l-mülk’ün rafizi olduğu kanaatine varmıştır. Bu kanaatini de hükümdarı Şemsu’l-mülk’e Selçukluların bir zafiyeti olarak anlatmıştır.

Nizamü’l-mülk hem Semerkandlıların Selçuklular hakkındaki düşüncelerini öğrenmek; hem de Sultan Alp Arslan’ın karşı tarafa gönderdiği elçisini takip etmek için özel olarak gönderdiği elçisi (ajanı) Danişmend Eşter’den bu bilgileri alınca çok korkmuştur. Zira elçinin anlattıklarını Sultan Alp Arslan duyarsa kendisini öldürteceğinden endişe etmiştir. Bu haberin sultan tarafından duyulmaması için çok paralar harcamıştır. Bu amaçla 30.000 dinar kadar bir parayı ihsan olarak, hilat ve hatta maaş olarak karşı tarafa vermiştir. Bu olayda dikkati çeken bir başka husus vezirin, Sultan’ın elçisini dolayısıyla sultanı kontrol altında tutmak istemesidir. Vezirin Sultan’a getirilecek bilgilerin tamamından haberdar olmak ve sultan karşısında karşı taraf hakkında eksik bilgi sahibi olarak zor duruma düşmemek istediği açıktır.

Sonuç

İnsanlığın varlığından beri istihbarat ve istihbarat teşkilatı vardır. Eski çağlarda basit bir şekilde de olsa başlayan istihbarat kurumu gelişerek devam etmiştir. İslam’dan evvelki Türk devletlerinde casusluk ve istihbarat ile ilgili kavramlardan onlarda da bu müessesenin bulunduğu anlaşılmaktadır.

Selçuklular hemen, hemen bütün müesseselerinde olduğu gibi istihbarat teşkilatında da kendilerinden önceki Türk-İslam devletlerini örnek almışlardır. Ancak istihbarat kurumu bazı hükümdarlar zamanında diğer devlet kurumlarının aksine görmesi gereken itibarı daha az görmüştür. Burada dikkat çeken bir husus ta şudur. Vezir Nizamü’l-Mülk ve diğer devlet adamlarının bu kuruma önem vermelerine karşılık, özellikle Sultan Alparslan bütün ikaz ve isteklere rağmen istihbarat teşkilatı ve elemanlarına pek, hatta hiç sıcak bakmamıştır. Posta ve istihbarat görevi yapan “Berid” teşkilatının istihbarat kısmını ihmal etmiştir.

Ahlaki ve hukuki gerekçelerle bu teşkilata karşı çıkan Sultanın endişelerinde haklı olduğu bir gerçektir. Zaten günümüzde de istihbaratın sınırı-özellikle iç istihbaratta- meselesi istihbarat hukuku kavramını doğurmuştur. Uluslararası bir mesele haline gelmiştir. Özellikle iç istihbarat konusu istismara açık ve toplumsal sonuçları bakımından da önemlidir. Sınırlarının iyi tespit edilmesi ve çok iyi araştırmalardan sonra karar verilmesi gereken bir konudur. Zaten sultan da bilhassa bu husus üzerinde durmakta ve istihbaratçıların verecekleri bilgilerin “…dostu düşman, düşmanı dost suretinde gösterebileceğini vurgulamaktadır. Bu insan hakları ve istihbarat hukuku bakımından çok önemli, isabetli ve günümüze ışık tutacak nitelikte bir düşüncedir. Ancak bu sakıncaları ortadan kaldıracak uygulama, teşkilatı ihmal etmek veya ortadan kaldırmak olmamalıydı. Daha önceki Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi teşkilat içi kontrol mekanizmalarını kuvvetlendirecek tedbirler alınmalıydı. Bu dönem istihbarat teşkilatı ile alakalı fazla ve net bilgiler yok gibidir. Ancak istihbaratsız devlet olamayacağını gösteren birçok olay ve uygulama da söz konusudur. Zaten Sultan Alp Arslan’ın bu tavrının bir devlet politikası haline gelmediğini de görüyoruz. Melikşah ve sonraki hükümdarlar zamanında “Berid” teşkilatının istihbarat kısmının yeniden faaliyete geçirildiği yukarıda da yazıldığı gibi çok açıktır. Birçok yıkıcı ve bölücü faaliyetin tehlike sınırına gelmeden önlendiği dikkate alınırsa teşkilatın canlandırıldığı ve iyi bir şekilde çalıştığını söylemek mümkündür.

Yrd. Doç. Dr. Hamit PEHLİVANLI

Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 279-285


Dipnotlar :   
[1] Erdal İlter, Milli İstihbarat Teşkilatı Tarihçesi, Ankara 2002, s. 1.
[2] Muazzez Şenel-A. Turhan Şenel, Stratejik İstihbarat, Ankara 1970, s. 12.
[3] Sun-Tzu, Savaş Sanatı (Çeç. Şule Kılıçarslan), İstanbul 1992, s. 7; Başlangıcından Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi, Artel yay., İstanbul 1974, s. 2.
[4] Feridun Akkor, Casuslar Çarpışıyor, Ankara, s. 5; Başlangıcından Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi, Artel yay., İstanbul 1974, s. 1.
[5] Hamit Pehlivanlı, “Teşkilat-ı Mahsusa’dan Milli Emniyet’e”, Bilim Yolu, Kırıkkale 1998, s.
[6] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 1988, s. 750.
[7] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Ankara 1979, s. 266.
[8] Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C. VII, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 127; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul 1978, s. 122, 132; Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Ankara 1979, s. 266.
[9] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 266-267; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul 1978, s. 122, 141.
[10] İbrahim Kafesoğlu, “Türkler”, İslam Ansiklopedisi, M. E. B. Yay., C. 12/2, s. 235.
[11] Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. VII, s. 146.
[12] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 269-271.
[13] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1988, s. 274-275; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul 1978, s. 117.
[14] Başlangıcından Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi, Artel yay., İstanbul 1974, s. 2; Abdülkadir Özcan, “Casus”, TDV. İ. A., c. 7, İstanbul 1993, s. 166.
[15] Başlangıcından Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi, Artel yay., İstanbul 1974, s. 3.
[16] A.g.e., s. 6.
[17] A.g.e., s. 6-7.
[18] Nizamü’l-Mülk, Siyasetname (Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen), Ankara 1982, s. 80-81; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1984 (3. b), s. 45; Abdülkadir Özcan, “Casus”, TDV. İA., c. 7, İstanbul 1993, s. 166;.
[19] M. Fuad Köprülü, “Berid”, İ. A. II. C., İstanbul 1970, s. 546.
[20] Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı, III. c., Ankara 1992 s. 156.
[21] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1984 (3. b), s. 44-45; “Büyük Selçuklular”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, 7. c, İstanbul 1988, s. 198 ve 204.
[22] Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı, III. c, Ankara 1992, s. 156; Köprülü, “Berid”, İ. A., II. c, s. 546. (Berid, Barid kelimesinin Latincede “posta hayvanı” manasına gelen “Veredus”tan geldiği tahmin edilmektedir. Bütün ortaçağ İslam devletlerinde “Posta hayvanı, süvari postacı, devlet postası, posta menzili” ve nihayet “iki posta menzili arasındaki mesafe” manalarında da kullanılmıştır. Latin menşeli bu kelimeyi, ilk İslam fatihlerinin Suriye ve Mısır’da tesadüf ettikleri Bizans posta teşkilatından aldıkları açıktır. Ancak geniş coğrafi sahalara sahip eski şark imparatorluklarının merkezi bir idare kurabilmek için böyle bir posta ve istihbarat teşkilatına muhtaç oldukları düşünülürse, bunun köklerini Roma’dan daha evvelki devletlerde aramak daha doğru olur. Gerçekten Ahamanidler (Dara I zamanında) İmparatorluğu’nda muntazam bir devlet postası kurulduğunu görüyoruz. Herodot bile Serahs zamanında böyle bir teşkilatın mevcudiyetinden bahseder. Sasaniler devrindeki devlet posta ve istihbaratının da bundan farklı olmadığı düşünülebilir. M. Fuad Köprülü, “Berid”, İ. A. II. c., İstanbul 1970, s. 541; ayrıca Berid Divanı için bkz. A. Mez, “Ortazaman Türk-İslam Dünyasında İdare Teşkilatı” (Almanca’dan Çev. Cemal Köprülü), Ülkü Halk Evleri Dergisi IX. C., sayı. 50 (Nisan 1937), s. 123-124; Abdülkadir İnan, “Orta Asya’da Muğ Kale Hafriyatında Bulunan Vesikalar”, Belleten, VII. c. (Temmuz 1943), sayı. 27, s. 617.); Mehmet Zeki Pakalın, “Berid”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I. c, İstanbul 1971 (2. b), s. 207-208.
[23] Köprülü, “Berid”, İ. A., II. C, s. 544.
[24] Nizamü’l-Mülk, a.g.e., s. 89 (Nizamü’l-Mülk eserinde bununla ilgili Ebu’l-Fazl Sigizi ile Sultan Alp Arslan arasında geçen şu diyoloğu aktarmaktadır: “Ebu’l-Fazl Sigizi şehid Sultan Alp Arslan’a “niçin sahib-i haberlerin yoktur?” dedi. Alp Arslan: “mülkümü havaya uçurmak mı taraftarlarımı benden ürkütmek mi istiyorsun?” dedi. Ebu’l-Fazl: “Niçin?” dedi. Alp Arslan: “Bir sahib-i haberi nasıl göreyim?; beni seven, dostluğuna yeganeliğine itimadım tam olan (kimse) sahib-i habere önem vermez ve ona rüşvet vermez. Muhalif ve düşman olan ise, onunla dostluk kurar ve ona para (mal) bahşeder. Böyle olunca sahib-i haber mecburen bizim dostlarımız hakkında kulağımıza daima kötü (sözler); düşmanlar hakkında da iyi sözler ulaştırır. İyi ve kötü söz ok gibidir; biri hedefini bulur. Bu sebepten, her gün gönlümüz dostlara (karşı) daha fazla kırılır, onları (nezdimizden) daha fazla uzaklaştırırız ve düşmanları ise kendimize daha yakınlaştırırız. Baktığın zaman az zamanda bütün dostlar düşman olurlar ve düşmanlar onların yerini alırlar. O zaman padişahlıkta hiç telafi edilemeyecek bozukluklar doğar” dedi. Eğer bu böyle ise de sahib-i haberin olması daha tercihe şayandır. Yalnız (o) itimada değer ve dindar olmalıdır. Padişahın bütün fenalık isteyenlerden gam çekmeyecek ve endişe duymayacak kadar, akıllı ve dirayetli olması lazımdır. İnşallahu Taala”, Nizamü’l-mülk, a.g.e., s. 89; İmad al-Din al-İsfahani, Zubdat al-nusra, (Türkçe tercümesi: Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Çeviren: Kıvameddin Burslan), İstanbul 1943, s. 67.
[25] İmad al-Din al-İsfahani, Zubdat al-nusra, (Türkçe tercümesi: Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Çeviren: Kıvameddin Burslan), İstanbul 1943, s. 67-68; Köprülü, “Berid”, s. 545; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 45; İbrahim Harekat, “Berid”, T. D. V. İ. A., s. 499-500.
[26] İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 154-155;.
[27] Köprülü, “Berid”, İ. A., II. C., s. 546.
[28] Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı, III. c, Ankara 1992, s. 156.
[29] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 45.
[30] Köprülü, “Berid”, İ. A., s. 545.
[31] “Büyük Selçuklular”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, 7. c, s. 204.
[32] İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İ. A., 10. c, s. 400; “Türkler”, İ. A., 12/2. c, s. 270.
[33] Fuat Köprülü, “Ribat”, Vakıflar Dergisi, II. c., Ankara 1974 (2. b.), s. 269-274; Georges Marçais, “Ribat”, İ. A., IX. c., İstanbul 1971, s. 734; Oktay Aslanapa, “Ribat”, İ. A., IX. c., s. 737.
[34] Köprülü, “Berid”, İ. A., s. 544-545.
[35] Nizamü’l-Mülk, Siyasetname (Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen), Ankara 1982, s. 80-81.
[36] Nizamü’l-Mülk, Siyasetname (Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen), Ankara 1982, s. 94;. Abdülkadir Özcan, “Casus”, TDV. İA., s. 166.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.