Türklerin teşkilatlanabilmeleri ve bozkırlarda güçlü devletler kurabilmeleri yaşadıkları kültür coğrafyasının tarih öncesi devirlerine kadar gitmektedir. Çin belgelerinde Tuman zamanına kadar Türk devletiyle ilgili şu bilgi dikkate değerdir: “1000 yıldan daha uzun zaman sürecinde devlette zaman zaman büyüme, zaman zaman küçülme oldu, fakat bölündüler, parçalandılar”[1]. Bu bölünüp parçalanma zaman zaman devletin küçülmesiyle ilgili olmalıdır. Çünkü 1000 yıldan fazla zaman sürecinde birleşip büyüdükleri, parçalanıp dağıldıkları ve yeniden birleşip büyüdükleri anlaşılmaktadır[2]. Türk devletleri boyların bir araya getirilmeleri sonucu oluştuğundan boyların merkezi bir otorite etrafında toplanması, küçülme ise otoritenin ortadan kalkmasıyla olmaktaydı.
Güçlü bozkır Türk devletlerinin ortaya çıkması ve teşkilatlı devletin kurulabilmesi, boyların bir araya getirilerek bir devlet çatısı altında birleştirilmesi ile olabiliyordu. Tuman zamanından, yani aşağı yukarı M.Ö 200’lü yıllardan 1000 yıl eskiye gidildiğinde M.Ö 1200’lere ulaşılmaktadır. Bu tarih arkeolojik boyutu ile atın binek hayvanı olarak kullanılmasının yanında demirin de yoğun olarak kullanımının yaygınlaşmaya başladığı zamandır. Hatta “M.Ö 1400’lerde Altayların batısı bol miktarda demirin üretildiği ve demir kültürünün doğduğu yer olarak kabul edilmektedir[3].
İşte atın binek hayvanı olarak kullanımı ve demirden savaş araç ve gereklerinin yapılması, Türklerin egemen unsur olma ve teşkilatlanabilme gücünü arttırmıştır. Türk siyasi ve sosyal hayatında ata kutluluk derecesinde değer verdiren ve destanlarında, yeminlerinde bağlılığını dile getirdiği demir ve demirciliği de aynı kutsal mertebeye yükselten bu kültür, Türklerin atalarını diğer topluluklardan çok farklı bir dünya görüşü ve yaşayış tarzına götürmüştür. Savaşçılık kabiliyetini iyice güçlendiren demirciliği yanında, otlak ve su için mücadeleler dolayısıyla metaneti artan bozkırlı, aynı zamanda, huzur içinde yaşayabilmek için insanların karşılıklı saygı hissi ile donatılması gerektiğini de öğrenmiş ve insan kütlelerini sürekli olarak barış halinde tutabilmek için toplulukta herkes tarafından riayeti zaruri bir “hukuk” düşüncesine ulaşmıştır[4]. Böylece düşüncede doğan devletin gerçekte kurulması ve korunması askeri güce dayandığından Türk’ün vatan sevgisi ve cesareti, atın hızı ve demirin vurucu gücü ile birleşerek hareketli ve dinamik Türk orduları oluşturulabilmiştir. İşte savaşçı unsurları, teşkilatı, savaş araç – gereçleri ve taktiği bakımından Türk ordusu diğer milletlerin ordularından farklılık göstermekte ve kendine has özellikleri bulunmaktadır.
At
At Türklerin bütün hayatında ön plana çıkmaktadır. Uçsuz bucaksız coğrafyaların kısa zamanda aşılması, geniş otlaklar ve sürülerin kontrol altında tutulması, yaylaktan kışlağa, kışlaktan yaylağa göç, tanrıya ve atalara kurban edilmesi, etinin yenilmesi, sütünün içilmesi ve boyların kendi aralarındaki ve diğer düşmanlara karşı verilen mücadelelerde hep at görülmektedir. Bu durumda at Türklerin sosyal, siyasi, iktisadi, dini ve askeri hayatında en önemli unsurlardan birisidir. Hatta kültüre isim verecek değere ulaşmış ve bozkır kavmi olan Türklere “Atlı Kavimler” ve onların oluşturdukları kültüre de “Atlı Kültür” denilmiştir.
Atın ehlileştirilmesi ve atlı kültürün ortaya çıkışı doğrudan Türklerle bağlantılıdır. İnsanlık tarihinde ulaşılan bu başarı, kavimlerin ve diğer kültürlerin gelişmesinde fevkâlade sonuçlar doğurmuştur. Tarihi bağlantıların gösterdiği gibi, büyük devlet esası için gerekli şartlar ancak bu sayede belirebilmiştir[5]. Atlı kültürün Türk kültür çevresinde ortaya çıkışını büyük ölçüde arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılmış buluntulardan da anlamak mümkündür. Bozkırlarda görülen bir dizi yeni gelişmeler arasında ata binme ve tekerlekli arabaların kullanımı önemli bir yer tutmaktadır. Binek ve koşum atlarının en erken örnekleri Balhan mezarları kültürü ve Andronovo kültürü gömülerinde ortaya çıkmıştır. Bu dönem buluntu merkezlerinde at kalıntıları önemli bir yer tutmaktadır. Karasuk mezarlarında da at ortaya çıkarılmıştır[6]. Şüphesiz Türk kültür çevresinde atın binek hayvanı olarak kullanılması ön plana çıkmaktadır. Çünkü ata binilmesi, atın arabaya koşulmasından daha ileri bir gelişmedir. İşte Türkler bu sayede süvari olarak varlıklarını sürdürmüş, askeri güç kazanmış ve büyük devlet kurabilecek şartları oluşturmuşlardır.
Türkleri askeri başarılara götüren ve birçok kavim üzerinde hakimiyet kurmalarını sağlayan en önemli unsurlardan birisi şüphesiz attır. Türklerde atın ne derece önemli bir yer tuttuğu yazılı belgelerle de ortaya konulabilmektedir. Asya Hun devletinin kudretli hükümdarı Mo-tun’un M.Ö 176 yılında Çin İmparatoruna gönderdiği kısa beyanat bozkır Türk devletinin kuruluş tarzını belirgin bir biçimde aydınlatmaktadır. Bu beyanatında “tanrının inayeti, subay ve erlerinin yiğitliği ve atlarının mükemmelliği sayesinde yirmi altı devleti yendiklerini ve bütün yay kullanan kavimlerin Hunlar haline geldiklerini” bildirir[7].
At, manevra yeteneği, savaşlarda yıldırım hızıyla delip geçme kabiliyeti ile büyük bozkır devletlerinin kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Bozkırlardaki devletler at sırtında kurulmuş ve çeşitli kavimler üzerinde bu sayede hakimiyet sağlanabilmiştir. At, bozkırlı insanın gözünde adeta kendisiyle birlikte savaşan bir silah arkadaşı olmuştur. Bundan dolayı Orhun abidelerinde, atların kahramanlıkları, renkleri ve cinslerinden uzun uzun bahsedilmektedir. Hatta Köl Tigin’in bindiği atların “Boz”, “ Ögsiz” ve “Azman Ak” vb. isimler almalarının dikkate değer olduğu görülmektedir[8].
Türklerin hayatında at en önemli unsur olma özelliğini hep taşımıştır. Türkler ayakta durabildikleri andan itibaren ömürlerini at üstünde geçirmişler ve hayatlarını bu hayvanla bütünleştirmişlerdir. Zira eski Türkler at üstünde yemek yer, kımız içer, toplantı ve istişarelerde bulunur ve nihayet savaş yaparlardı. Türk devletleri at üzerinde yaşayarak ve savaşarak kurulmuştu. Türkler hızlı atlıları ve akınları sayesinde kolaylıkla istilalara girişiyor; uzak-yakın ülkeleri fethediyorlardı. Türk askerlerinin “kasırgalar gibi birden görünüp kuşlar gibi uzaklaşmaları” atın kendilerine sağlamış olduğu imkânla bağlantılıydı. Türklerin atları ve süvari teşkilatları günümüz zırhlı vasıtaları, hatta uçaklarına benzemekte, tarih boyunca kazanılan zafer ve fetihlerin sebebi böylece daha kolay anlaşılabilmektedir[9].
Türklere hakimiyet duygusu kazandıran, girişmiş oldukları mücadelelerde avantajlı konuma getiren bozkır atı önemli özelliklere sahipti. Bu at “küçük bedenli, uzunca ince bacaklı, küçük ve mağrur başlı, sert tırnaklı batı bozkırları” tipiydi[10]. Adı geçen at çoğunlukla dörtnala koşmaktaydı. Soğuğa, sıcağa, yağmura ve rüzgâra karşı dayanıklıydı. Nadiren yatmakta, genelde ayakta uyumaktaydı[11]. Başka kültür coğrafyalarında yaşayan atlar sadece tek tip bitkiler ile beslendiği halde, bozkır atı yiyeceğini karın altından toynaklarıyla karı kazıyarak elde edebiliyordu[12].
Bozkır atı dayanıklılığı yanında, uzun mesafeleri koşabilme yeteneğine de sahipti. Çin kaynaklarında bu tür atların günde 1000 Li (1 L’i aşağı yukarı 300 metre) koşabilmekteydi[13]. Buradan yaklaşık günlük 300 kilometre yol gittikleri anlaşılmaktadır. Böylece Türklerin kısa zamanda uçsuz-bucaksız bozkırları nasıl kısa zamanda geçtikleri de kolayca hesap edilebilmektedir.
Bozkır atı dayanıklılığı, hızı ve uzun mesafeleri kısa zamanda kat edebilmesi ve savaşlardaki başarılarda üstlendiği rolle Türklerin gelenek ve folklorunda, efsanevi bir kahraman mahiyetini almıştır. Nitekim Lena nehri üst boyları kazılarından, devri için yüksek bir sosyal hayat bünyesi kurmuş olan Türk halklarına ait, elde edilen taş heykellerindeki at ve sancak tasvirlerinden de anlaşılacağı üzere, at Türklerin hayatında önemli bir yer tutmuştur. Bu tasvirlerdeki savaş atları, kahraman süvarisine nispetle, daha iyi giydirilmiş ve süslenmiştir. Atın baş kısmına giydirilen zırha, kıl ve tüylerden yapılmış bir tuğ geçirilmiş, gemlere de aynı tarzda süsler asılmış, bazen tuğlar atın karnının altından geçen kayışa takılmıştır. Büyük bir ihtimalle, sırf büyük zaferler kazanan atlara takılan bu kabil süsler dışında, umumiyetle bozkırda savaşlara katılan atları, ölümden ve yaralanmaktan korumak için, okların kolay kolay delemeyeceği zırhlarla örtmek en önemli meselelerden biri olmuştur[14]. Köl Tigin’in bindiği atlardan birinin zırhına yüzden fazla ok isabet ettiğine dair kayıtta atların bu şeklide zırhlandıklarının bir işaretidir[15].
At bir binek hayvanı olarak bozkırda insanın hayatında özel bir yer tutmuş, demirin yaygın olarak kullanımı onun önemini daha da arttırmış, toplumun tüm hayatına egemen bir unsur olmuştur[16]. Şüphesiz atın savaşta kullanımı askeri açıdan en kayda değer vasıta olduğunu ortaya koymuştur. Türkler “atın hızı ve demirin vurucu gücü” sayesinde diğer milletlere karşı üstünlük sağlayabilmişlerdir.
Ok-Yay
Eski Türk silahları arasında ok ilk sırayı alıyordu. Ok, özellikle uzak savaş taktiğini benimsemiş ve süvari birlikleri oluşturmuş Türkler için önemli bir yer tutuyordu. At üzerinde yay gerip, ok atmada son derece başarılıydılar. Bu ok kullanım ve başarıları kendileri için kan kaybını da azaltıyordu.
Yazılı kaynaklarda yer alan ok arkeolojik kazılarda da bol miktarda ortaya çıkarılmıştır. Bunlar sıradan insanların mezarlarında bile ortaya çıkarılmıştır. Ok üretimi büyük boyutlara varmış ve mezarlardaki tüm okluklarda yüzlerce ve bazen birkaç okluk içinde yedek cephane oluşturacak binlerce ok yer almakta ve savaştan önce bu okların uçları jilet keskinliğine getirilmekteydi[17].
Türklerin kullandıkları oklar tunç, demir, kemik ya da taş uca sahipti. Ok uçları biçimleri bakımından birbirinden ayrılıyordu. Bunların üç kenarlı, iki taraflı keskin kancalı ve kancasız olmak üzere farklı tipte olanları vardı. Tunçtan ok uçlarından daha eski olan ok uçları kemik ok uçlarıydı[18]. Örneğin Gök Türk döneminde ağırlıklı olarak ok uçları demirdendi[19]. Şüphesiz ok uçlarının üretimi toplumdaki kültürel gelişmelere uygun olarak gelişmekteydi. Başlangıçta taş ve kemik ok uçları üretilirken, tuncun bulunmasıyla tunç ok uçları, demirin kullanılmaya başlamasıyla demir ok uçları imal edilmeye başlanmıştı. Ancak ilk üretilenlerle son üretilenler sonraki dönemlerde de birlikte kullanılmışlardır.
Ok çeşitli bölümlerden oluşuyordu. Okun asıl unsurları uç, ahşap çubuk ve yelekti. Okun başlığına “temren” veya “ başak” denilmekteydi. Okun ucuna geçirilen temreni oyuğun “başak borusu“ adını alıyordu. Ok temreni üzerine de sırım sarılarak temren sağlamlaştırılıyordu. Oka yelek de takılıp yapıştırılıyordu[20].
Türkler çeşitli oklar icat etmişlerdi. Hun hakanı Mo-tun “ıslıklı, vızıldayan okları“ icat etmişti[21]. Islıklı okun en esaslı özelliği havadayken ıslık sesi oluşturmasıdır. Havada genelde her ok, hareket halindeyken rüzgârla sürtündüğünde vızıltılı ya da ıslıklı ses çıkarmaktadır. İşte ıslıklı okların icadı bu sürtünme sesini daha da kuvvetlendirmekteydi. Oklarda oluşturulan delikli içi boş kısma havanın girişi ve çıkışıyla ok hareket halindeyken adeta ıslık gibi ses oluşturuyor. Islıklı oklar ıslık çıkaran kısımlarının biçimine göre çeşitlilik gösteriyor[22].
Islıklı oklar tiplerine göre avda ve savaşta kullanılıyordu. Avda kullanımı inleri ve saklandıkları yerlerden hayvanların ürkütülerek çıkarılmasına yönelikti. Sazlık yerlerde saklanan su kuşları, yaban kazları vb korkutulmalarında ıslıklı oklar kullanılmıştı. Bu vızıltı yaban kazları için havada kendilerine saldıran yırtıcı bir kuş hissi vererek, onların suya inmelerine zemin hazırlıyordu. Avcılar atış menziline kadar varabiliyorlardı. Aynı şekilde yırtıcı hayvanlar da ıslıklı oklarla korkutuluyorlardı. Her yıl düzenlenen büyük sürek avlarında avcılar ıslıklı oklarla görülüyorlardı[23].
Islıklı oklar savaşlarda da çeşitli amaçlara hizmet ediyordu. Onların çıkarttığı vızıltı, ıslık ve uğultular – her ne kadar düşmanlar bu okları tanısalar da- psikolojik açıdan onlara olumsuz etki ediyordu. Islıklı oklar hedefe atışta çok elverişliydiler. Islık sayesinde uçuş yolu daha iyi gözlemlenebilmekteydi. Bu oklar yönün öğrenilmesinde olduğu gibi, mücadelenin başlamasında, işaretleşmelerde de kullanılıyordu[24]. Daha çok işaret vermek ve yön göstermek için kullanılan bu okları komutanlar kullanıyordu. Osmanlı dönemine kadar ulaşmış bu oklar “çavuş oku” olarak adlandırılıyordu[25].
Türkler arasında yaygın olarak kullanılan bu ok türünün uzun zaman dilimi içerisinde kabul gördüğü dikkati çekmektedir. Bu ok türünü Kaşgarlı Mahmud dahi tanımaktadır. “Sokum” olarak belirttiği ok bölümü için “Bir ağaç parçası çam kozası şeklinde kesilerek içi oyulur, üç tarafından delinerek okun üzerine konur” demektedir[26]. Burada belirttiği bölüm okun ıslık çıkaran düzeneğinden başka bir şey değildir.
Türklerin zehirli oklar ürettikleri de bilinmektedir. Öncelikli İskitler zehirli okları kullanıyorlardı. Zehri yapmak için belirli bir cins yılanı (muhtemelen küçük engerekler) yakalar, gövdelerinin çürümesini beklerlerdi. Bir takım işlemlerden sonra zehir elde edilmekteydi. Okların uçları bu zehre bulanıyordu. Kanca uçlu ve zehre bulanmış ok uçlarından son derece korkuluyordu. İnsan bedenine saplanmış bu okların çıkarılması son derece zordu ve çıkarma işlemi sırasında kurban çok acı çekerdi. Üstelik zehrin uzun vadeli hasara neden olduğu ve bu nedenle en küçük yaraların bile büyük ihtimalle ölümcül olduğu hesaplanırdı. Çünkü bu tür oklar için “Çifte ölüm saçan” tabiri kullanılıyordu[27]. Bu oklara hedef olan kişi ya da kişiler eğer okun açtığı yaradan ölmezlerse, zehrin bedenlerine dağılması sonucunda ölmekten kurtulamazlardı. Bu oklar bir ölçüde günümüzün kimyasal başlıklı füzelerinin model olarak proto tipiydiler. Hatta İlkçağ’ın uzaktan güdümlü kimyasal silahlarıydılar.
Zehirli oklar da tıpkı ıslıklı oklar gibi Türk kültür çevresinde uzun süre kullanılmışlardır. Yine Kaşgarlı Mahmud zehirli oklar için “katutluğ ok” tabirini kullanmakta ve bu tür okların temrenlerinin, yani uçlarının ağıya bulaştırıldığından söz etmektedir[28]. Bu dönemde zaman zaman iki özelliği bulunan, yani hem zehirli hem de ıslıklı oklar kullanılıyordu.
Oklar uzaktan savaş aracı olduklarından, atıldıklarında uzun mesafelere ulaşıyor ve hedefin öldürülmesinde etkili oluyorlardı. Ok menzilleri tam olarak bilinmemekle birlikte 500 metrenin altına düşmüyordu. Batı bozkırlarında İskit kültür coğrafyasında yapılan bir yarışmada uzun menzil atışının 500 metrenin üzerinde olduğu görülmektedir[29]. Bozkırların doğusunda eski Türk kültür çevrelerinde okların menzili 660-884 arasında değişmekteydi[30]. Şüphesiz okların menzilini artırmak için yaylarda olduğu gibi, oklarda da bir gelişim evresi dikkati çekmektedir. Bundan dolayı okların gövde kısmı ahşap, uç kısımları ise, keskin ancak hafif olarak yapılmıştır.
Türklerin hayatında ok özel bir yer tutmuş, okçuluktaki gelişimin mucidi Türkler olmuştur. Hatta nüfusu belirlemek, muhtemelen askeri gücü ortaya koymak için ok uçlarından yararlanıldığı görülmektedir. Örneğin İskit hükümdarı Ariantes büyük bakır kazan yaptırmış ve vatandaşlarından bu sayım için her bir kişiden bir ok ucu isteyerek kazanın içine atılmasını sağlamıştır[31]. Türklerin hayatında ok kendilerine avantaj sağlamış ve Bozok, Üçok, Onok vb boylara isim olmuştur[32].
Ok ve yay birbirini tamamlayan iki savaş aracıdır. Ok olmadan yay, yay olmadan ok savaşlarda yalnız bir şey ifade etmez. Nasıl ki mermiyi kullanmak için silaha ihtiyaç varsa, oku kullanmak için de yaya ihtiyaç vardır. Bundan dolayı yay da ok gibi Türklerin hayatında ve giriştikleri mücadelelerde önemli bir yer tutar.
Yaylar genelde düz ya da içeriye doğru kıvrık bir beden ve buna iki tarafta tutturulmuş ve geriye bükülmüş iki kısa koldan oluşmaktaydı. O, ahşap bir öz ve ona tutturulmuş parçalardan ibarettir. Malzemesinde ahşap, boynuz, kemik ve sinir bulunmaktaydı. Bu özelliğiyle çok parçalı olup, bileşik türdendi. Adı geçen yay tipi yarım metreden biraz uzun olup, elde ve at üzerinde kolayca taşınabilmekteydi[33].
Yaylar en çok kayın ağacından yapılıyordu[34]. Yaylarda kiriş olarak genelde sığır siniri kullanılıyordu. Ancak kahramanlardan bazılarının yaylarının kirişleri kurt sinirindendi[35]. Türkler çeşitli yayları kullanıyorlardı. Bunlar arasında gerilmesi en güç, fakat vuruculuğu en fazla olanı, tersine gerilmek suretiyle kullanılan çift kavisli “reflexe” yaylardı[36].
Okların oklukla, sandığa konulduğu ya da yay muhafazası diyebildiğimiz yay kutuları vardı. Yaylar normalde bu muhafazaların içine konuluyorlardı. Onların çok az kısmı yukarıda görülecek şekilde kalıyordu[37].
Kılıç, Kama, Mızrak
Türklerin kullandıkları savaş araç-gereçleri arasında kılıçlar da önemli bir yer tutuyordu. Kılıç, ok ve yaydan farklı olarak onların yakın düğüşe giriştiklerinde kullandıkları silahlarıydı. Türk kültür çevresinde arkeolojik devirlerden başlamak üzere, bütün Türk topluluklarında yaygın olarak kullanılan bir savaş araç gereciydi. Tipolojileri bakımından da birbirlerine benzerlik göstermekteydiler. Bir öncekiler bir sonrakilerin proto tipleriydiler[38]. Bu kılıçların eğri eğri ve düz olanları vardı. Farklı büyüklükte örnekleri bulunuyordu. Uzun ve aşağı yukarı 70-
75 cm boyunda ve 3cm enindeydiler. Kılıçların kınları da mevcuttu. Yapımlarında demir, gümüş ve tunç kullanılmaktaydı[39]. Kılıçlar arasımda iki tarafı keskin olanları da vardı[40]. Belki de ucu sivri ve iki tarafı keskin kılıçlar süvarilere saldırı esnasında avantaj sağlıyordu.
Yakın dövüşlerde en çok kılıçlar kullanılmasına rağmen, kamalar da kullanılıyordu. Bunların boyları genelde 30- 40 cm. idi. Bunlar fresklerde de tasvir edilmişlerdi[41]. Heykeller üzerinde de tasvir edilmiş olarak bulunuyorlardı. Türkler tarafından yoğun olarak kullanılıyorlardı.
Türklerin kullandığı silahlardan biri de mızraktı. Mızrağa süngüg denilmekteydi. Kazılar sonucunda kurgan adı verilen mezarlar buluntularından ve kaya resimlerinden süvarilerin kullandıkları mızraklar hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir[42].
Zırh, Migfer ve Kalkan
Türklerin mücadelelerinde saldırı ön palandaydı. Dolayısıyla saldırı silahları geliştirilmişti. Ancak, saldıran kişinin kendini daha da güvende hissetmesi ve rahat çarpışabilmesi için savunma araç ve gereçlerine de ihtiyaç duymuşlardı. Çünkü uzaktan mücadelede düşmanın oklarından yakın dövüşlerde kılıç, kama ve mızraklardan korunmak gerekiyordu. Onlar şartların zorlamasının bir sonucu olarak, düşman silahlarından başlarını ve bedenlerini korumak ihtiyacı duymuşlardı. Bu savunma ve korunma araç gereçleri zırh, miğfer ve kalkandı.
Zırhı doğrudan süvarinin üzerine giydiği ve vücudunu koruyan elbiseydi. Zırh, genelde deri, demir, pul ve çubuklardan oluşmaktaydı. Demirin üzerine demir pullar dikilmekteydi. Ancak zırh parçalarının birleştirilmesinde esnekliğini kaybetmiyordu. Yelek şeklinde yapılan gömlek zırhtan başka, pazu zırh pantolon zırhta yapılıyordu[43]. Gök Türk döneminde yalnız zırh giyen birlikler vardı. Bunlar tamamen Türklerden oluşmaktaydı ve ordunun güç kaynağıydılar. Bunlar “Böriler”, yani “Kurtlar” olarak adlandırılmışlardı[44].
Başı korumak için miğfer giyiyorlardı. Miğferlerin farklı biçimde olanları vardı. Bunlar genelde tunç ve demirden imal ediliyorlardı[45].
Kalkanlar da savunma amacıyla kullanılıyordu. Farklı tipte, boyutlarda ve farklı süslerle bezenmiş kalkanlar mevcuttu. Kalkanların yapımında çeşitli malzemeler kullanılıyordu. Bunlar arasında demirden yapılanları da vardı. Ancak genelde kalkanlar metalle kaplanmış olarak yapılıyorlardı[46]. İçi ahşap dışı kaplama olan kalkanlarda kalkanın ağırlığı azaltılarak, taşınması daha kolay hale getiriliyordu.
Taktik
Türklerin hayatı hep mücadele içerisinde geçiyordu. Otlakların kontrol altında tutulması, dağınık boyların bir araya getirilerek siyasi birliğin sağlanması, düşman ülkelerine akınlar düzenleyerek, ganimetler elde edilmesi ve onların vergiye bağlanmaları başarılı bir şekilde savaşmaya bağlıydı. Bozkır Türkü için savaş eğlenmek, spor yapmak gibi bir meşguliyetti. Şartlar bozkır Türkünü savaşmaya ve savaşı da onun hayatının bir parçası yapmaya sevk etmişti.
At ve yayın üstün bir şeklide kullanılmasına dayanan bozkır savaş tarzı, o zamanki teknik imkânlara göre “uzaktan savaş”ın gerçekleştirilmesiydi. Bu tarz yerleşik kavimlerin “yakından savaş” stratejilerine zıttı. Savaşa büyük bir hamle yapan atlı saldırısı ile başlanır ve bununla düşmanın aniden imhasından ziyade birliklerinin dağıtılması gayesi güdülürdü. Yıldırım hızıyla hareket eden atlılar kısa bir zaman süren ok yağdırma veya göğüs göğüse çarpışmadan sonra yanıltıcı bir geri dönüşle kaçmaya başlar ve her yöne kaçarak düşmanın saflarını bozarlardı. Bu sıralarda yanlarda gizlenen atlılar geri dönenlerle birlikte onları takibe koyulan düşman üzerine saldırır ve bu suretle onları kolayca alt ederlerdi[47].
Belirtiklerimizden de anlaşılacağı üzere uyguladıkları savaş taktiği üç safhada gerçekleştiriliyordu. Bunlar yıpratma, yanıltma ve imha idi.
Mücadelenin birinci safhasını yıpratma oluşturuyordu. Öncelikle düşman üzerine ani baskınlar düzenleyerek düşman ordusuna kayıplar verdiriliyor, düşman askerinin morali bozularak savaş azmi kırılıyor bir ölçüde saldıranların güçleri kabul ediliyordu. Bu şekilde ani saldırılarla düşmana gözdağı verilerek korkmaları sağlanıyordu.
Mücadelenin ikinci safhasını düşmanı yanıltma oluşturuyordu. Burada atlılar yenilmiş gibi geri çekiliyorlardı. Düşman bu çekiliş üzerine atlıları takibe konuluyordu. Bu kovalamaca esnasında atlılar geri çekilirken düşmanın yararlanacağı bütün kaynakları kurutmak ve düşman askerlerini iyice yormak amacını taşıyorlardı.
Üçüncü safha ise, düşmanın pusuya düşürülmesi ve etrafının kuşatılarak yenilgiye uğratılmasını esas alıyordu. Bunun için uygun coğrafi bir çevre arınıyordu. Özellikle iki tarafı dağlık derin vadiler düşmanın pusuya düşürüldüğü ve çembere alınarak yenilgiye uğratıldığı mekânlardı.
Türk tarihinde bu şekilde çok savaşın gerçekleştirildiği ve Türklerin savaştan galip geldikleri çok sayıda örnekler mevcuttur. Bu savaş taktiğinin uygulandığı örneklerden birisi Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda İskitlerle Perslerin mücadelesi oluşturmaktadır.
M.Ö 513 yılında gerçekleştirilen bu seferde, Pers ordusu Anadolu’dan batıya doğru hareket ederek, boğazı geçmiş, Trakya’dan Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda ilerlemeye başlamışlardır. İskitlerle karşılaştıklarında İskitler savaş taktiklerini uygulamaya başlamışlardır[48].
Öncelikle İskitler savaşmayarak geri çekilecek, yolları üzerindeki kuyuları dolduracak, çeşmeleri tıkayacak otları biçeceklerdi[49]. İskitler bu düşüncelerini uygulamaya koyulmuşlar, en iyi atlılarını onlara karşı keşif için ileriye göndermişlerdir. Çocuklarının ve kadınlarının içlerinde yaşadığı arabalar ve bunlarla birlikte sürüler de ayrılarak, önceden yola çıkarılmış ve güvenli yerlere sevk edilmiştir[50].
İskitler Perslerle karşılaştıklarında onları yıpratarak çekilmelerini sürdürüyorlardı. Pers ordusu artık yorulmuştu. Aynı zamanda Perslerin kaynakları da tükenmeye başlamıştı. İskit hükümdarı Darius’a elçi vasıtasıyla “bir kuş, bir fare, bir kurbağa ve beş tane de ok” göndermişti. Bu şu şekilde yorumlandı: “İranlılar, kuş olup uçamazsanız, fare olup yerin altına girmezseniz ve kurbağa olup atlamazsanız, yurdunuza dönemeyeceksiniz, oklarla vurulup öleceksiniz[51]”. Gerçekten de her geçen gün İskitlerin lehine işlemekte ve Perslerin yıpratılma ve yanıltma süreci tamamlanıp, yok edilme süreci başlamaktaydı. Taktiğin yıpratılma ve yanıltma safhası tamamlanmış, pusu ve imha safhası gerçekleşmeden Persler dönmek zorunda kalmışlardı.
Bozkır savaş taktiğinin uygulandığı en güzel örnek Massagetlerle Perslerin mücadelesidir. Pers kralı Kyros ile Massaget lideri Tomris komutasında iki ordu Büyük Balhan dağlık arazisinin dar bir boğazında karşı karşıya gelmişlerdir. Daha doğrusu Pers ordusunu Massaget ordusu imha edeceği yere çekmişti[52]. Bu dar vadide Massaget ordusunun önünü kesmiş, etrafını kuşatmış ve burada Pers ordusu sıkıştırılarak ağır bir yenilgiye uğratılmıştır[53]. Bu savaş M.Ö 528 yılında gerçekleştirilmiştir[54]. Burada savaş taktiğinin her üç safhası da görülmektedir. Özellikle düşmanın dar bir vadide sıkıştırılarak etrafının kuşatılması, ok yağmuruna tutulması ve düşmanın hareket kabiliyetinin tamamen ortadan kalkması galibiyette önemli bir yer tutmaktadır.
Bozkır savaş taktiğini uygulayabilecek şartlar Türkler için hep mümkün olmuştur. Atın üzerinde yay gerip ok atabilme ve ani saldırıp geri çekilebilme kabiliyeti üstünlüklerinde önemli etken olmuştur. Bu şekilde saldırıp geri çekilme ve istenilen yerde düşmanı pusuya düşürerek imha etme, kurdun saldırı, çekilme ve pusuya düşürmesiyle bir görülmüştür. Hatta yazıtlarda “Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş “ denilmektedir[55]. Aynı zamanda Türklerin yüzlerce yıl uyguladığı taktiğe “Kurt oyunu” da denilmektedir. Bu taktik kaçıyor gibi geri çekilerek düşmanı, çembere almak üzere, pusu kurulan yere kadar çekmekten ibarettir. Bu savaş yöntemi Türk yurdunun eski adından dolayı “Turan taktiği” olarak da bilinmektedir.
Sonuç
Türk ordusu diğer kavimlerin ordularından farklı özelliklere sahipti. Diğer milletlerin orduları genelde ücretli askerden oluşurken, Türk ordusunda hiçbir fert para karşılığında çarpışmıyordu. Türk ordusunun diğer bir özelliği daimi olmasıydı. Türklerin sporları, eğlenceleri ve avlanmaları bile askeri eğitim niteliğinde olduğundan, Türk ordusu her an savaşa hazır durumdaydı. Başka bir özelliği ise süvarilerden oluşmaktaydı, yalnız çok az yaya birlikleri vardı.
Ordu süvari birliklerinden oluştuğundan, süvarinin eğitimi ve giyimi büyük önem taşıyordu. Bir süvari başlık, ceket, pantolon ve çizme giyiyordu. Böylece atın üzerinde rahatlıkla hareket edebiliyordu. Aynı zamanda zırh olarak yapılmış kıyafetleri de böyleydi. Türklerin bu giyim kuşamı günümüz modern toplumlarının da ilham kaynağı olmuştur.
Türklerin bindikleri savaş atları hem farklı özelliklere sahipti, hem de yılki içerisinden seçilmiş en iyi atlardı. Onların eğerleri, üzengileri ve gemleri binicisine ayrıca avantaj sağlıyordu. Donanımlı ve hızlı olan bu atlar adeta “Türkün kanadı” olarak görülüyordu. Çünkü kuş kanadı sayesinde uzak diyarlara uçarken, atı üzerindeki Türk de uzun mesafeleri kısa zamanda kat edebiliyordu.
Türk’ün kullandığı en kayda değer silah oktu. Onlar düşmana karşı yay gerip ok atarak üstünlük sağlamaktaydılar. Türkler erken dönemlerde “ıslıklı” ve “zehirli okları” üretebilmişlerdi. “Zehirli oklar” özelliği itibariyle günümüz kimyasal başlıklı füzeleri gibiydiler.
Türklerin dörtnala koşan at üzerinde dört tarafa yay gerip ok atabilmesi, “Uzak savaş” yöntemini uygulamasına temel oluşturmuştu. Düşmana ani saldırıp, geri çekilebilmeleri süvari oluşlarına bağlıydı. Onlar düzenli ve disiplinli ordu kurabilmede de gayet başarılıydılar. Günümüz ordularında da esas olan 10’lu sistemin temeli Türkler tarafından atılmıştı. Türk devletini güçlü, Türk milletini mutlu yapan şartlar Türk ordularında oluşturulmuştu. Uzun ömürlü ve güçlü bozkır Türk devletlerinin varlığı askeri açıdan güçlü olmalarının sonucuydu.
Eski Türk ordusu savunmaya yönelik değil, özellikle saldırıya yönelik yapılandırılmıştı. Genelde eski Türklerin şehirleri olmadığından, etrafını surlarla, kuleler ile çevirmeye ve şehir ve arazisine kaleler inşa etmeye gerek duyulmamıştı. Hayat tarzının da zorlamasının bir sonucu olarak onlar için savunulacak sabit bir nokta yoktu. Bundan dolayı düşmana rahatlıkla saldırmakta, geri çekilmekte ve istedikleri zaman tekrar saldırmaktaydılar. Oysa yerleşikler yerleşim birimlerini geliştirerek düşmandan korumayı amaçlıyorlardı. Türkün savunma sistemi üzerinde taşıdığı miğfer ve zırhlı olup, bu giyim bireyseldi.
Günlük hayat hep mücadele içerisinde geçiyordu. Belirli günlerde yapılan spor ve eğlenceler yalnız ya da toplu olarak yapılan avlar onlar için hep savaş hazırlığı mahiyetindeydi. Hatta hayvanlar otlatılırken yılki içerisinden seçilen atlara ya da kocabaş hayvan sürülerinden seçilen danalara at üzerinden kement atarak ayrıştırma işinde dahi büyük enerji sarf ediliyor, kol kasları gelişiyordu. Böylece daha iyi yay gerip ok atabiliyorlardı. Bu özelliklerinden dolayı çok iyi “yaycılar” “yay gericileri” ya da “okçular” olarak biliniyorlardı.
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarihi Bölümü ilhamidurmus@gmail.com
Alıntı Kaynak: Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi (SEMA) Yıl:4 Sayı:4 2019
Not: Bu makale NEÜ. Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen “Ortaçağ’da Harp Silahları” Paneli’nde sunulmuş bildirinin düzenlenmiş halidir.
Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Dergisi, VI/5, (1948), s. 431, 444.