Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Eski Türk Ordusunun Genel Mahiyeti

0 17.837

Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

Bir milletin sosyal yapısı, ekonomik ve kültürel hayatı ile devlet teşkilatı çok mükemmel olabilir. Ama bunların özellikle dış tehlikelere karşı korunması ve devam ettirilmesi için güçlü bir askeri düzene de ihtiyaç vardır. Ordu millet olan Türklerin en büyük hususiyetlerinden birisi de savaşçılıklarıdır. Barış zamanında günlük işleriyle meşgûl olan halk, savaş zamanında çoluğundan-çocuğuna top-yekûn seferberlik halinde bulunuyorlardı. Türk tarihine ait kaynaklardan öğrendiğimize göre; savaş ve ordu komutanlığı sadece erkeklerin işi değildir. Kadınlar birliklere veyahut da ordulara kumanda edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde savaşlara katılıyorlardı[1]. Özellikle harp, Türkler için bir sanat halini almıştı. Onlar için yatakta ölmek en büyük yüz karasıydı.

Türk milletinin tarihinde ilk sistemli ordunun büyük Hun kaganı Mo-tun (Bögü Tonga) tarafından kurulduğu zaman zaman ilim adamlarınca ileri sürülüp, bu şekilde bir kanaat hasıl olmuşsa da, bu doğru değildir. Türklerden haber veren en eski vesikalara baktığımızda, M.Ö. 3000’lerden itibaren askeri birliklere sahip olan Türklerin, bu güçleri sayesinde sürekli Çin sınırlarına taarruzları söz konusudur. Eğer düzenli bir orduya sahip bulunmasalardı, Çin imparatorluğu Türklere karşı 9. asırdan itibaren yapımına başlanan Çin Seddi’ni meydana getirmek zorunda kalmazdı. Bununla birlikte araştırmacılar, Türk ordusunun diğer kavimlerin askeri yapılarından farklı olan üç yönünü tespit etmişlerdir: 1- Türk ordusu ücretli değildir. 2- Türk ordusu daîmidir. 3- Türk ordusu temelde suvarilerden oluşur.[2]

Eski Türklerde bütün erkekler doğuştan asker oldukları gibi, yeri geldiğinde kadınlar da usta birer savaşçıydılar. Türk ordusunun ve milletinin savaşa daima hazırlıklı bulunmasının nedenleri arasında, Orta Asya bozkırlarında yaşamanın güçlüğünün yanı sıra, onların sosyal hayatıyla da alâkalıdır. Ekonomilerinin esası konar-göçer hayvancılığa dayalı olan Türkler, zaten yılın yarısından fazlasını hayvanlarının peşinde, dağlarda ve yaylalarda geçirdiğinden, bünye olarak sağlam bir yapıya sahiptiler. Üstelik, yine yılın belirli aylarında zaman zaman bizzat kağanın başkanlığında, bazan da beylerin sevk ve idaresinde bir nev’i askeri talim özelliği taşıyan sürek avları düzenleniyordu ki, bu da Türklerin savaşa ve savaş manevralarına daima hazırlıklı olmaları demekti. Ayrıca insanlar çocukluklarından itibaren koyunların üzerinde ata binmeyi, yay ve oklarla kuşlara nişan almak suretiyle atıcılığı öğreniyorlardı. İyi birer savaşçı olmaya mecburdular, çünkü harp ganimetlerinden elde edilen gelirler de önemli bir meblağ tutuyordu. Mesela bu hususta kaynaklarda şunlar söylenmektedir: Askerler herhangi bir yere girdiklerinde, önlerine çıkan çadırlara veya evlere üstünde kendi işaretleri olan oklarını saplıyordu. Daha önce çakılmış bir okun yanına başkası iliştirmiyordu. Savaş bitip, kesin zafer kazanıldıktan sonra asker, oklarının bulunduğu yerleri yağmalardı. Ayrıca bu yaptıkları savaşlarda ele geçirilen esirlerden insan gücü olarak yararlanılırdı. Bununla beraber kaynaklarda, Türklerin harp esirlerine ve kendilerine sığınanlara son derece iyi davrandıklarına işaret olunuyor. Aman dileyeni öldürmemek gibi bir geleneğin yanı sıra, mağlup olanın kılıç veya koltuk altından geçmesi de galibin himayesine girdiğinin göstergesiydi ki, bu duruma özellikle Dede Korkut Hikayelerinde rastlamaktayız.[3]

Hun dönemine ait Çin kaynaklarına baktığımızda, orduyu idare eden yirmidört komutanın varlığından bahsediliyor[4]. Bunların emri altında çeşitli rütbelere mensup askerler bulunuyordu. Kök Türkçe yazıtlarda ordu kelimesi sü terimiyle karşılanmıştır. Abidelerde en çok geçen kelimelerden birisi budur. Türk ordu teşkilatına dair ilk kayıtlar, milattan önce 3. asra ait olup, bu ordu onlu düzene göre yapılanmıştı. Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla bu sistem Mo-tun Yabgu zamanında meydana getirilmişti[5]. Ordunun başında bugünkü genelkurmay başkanı yerinde olan Sü-başılar bulunuyordu. Sü-başı terimine ilk defa Türkçe belgelerde 8. yüzyılda rastlamaktayız. 710 yılındaki Türgiş seferi sırasında orduya sü-başı İni İl Kagan komuta etmişti[6]. Uygurlar Türk Devletinin başına geçmeden önce, Basmıl ve Karluklarla ittifak yapmışlar ve Börülüleri (Aşinalar) birlikte ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Bu müttefik ordunun idaresi Uygurların başbuğu Kutlug Bilge Köl Kagan’ın oğlu Moyun Çor’un yönetimindeydi. Yani Uygur şadlarından Moyun Çor da Sü-başılık yapmıştı.[7] Genellikle sü-başılık görevlerine kagan çocukları, kardeşleri veya yeğenleri getirilmekteydi.

Sü-başıdan sonra orduda en büyük rütbe, bizim kanaatimize göre Çabış[8]lıktır. Bilge Tunyukuk şahsına ait yazıtında, kendisinin İl-teriş’in çabışı olduğunu; bilgesi, çabışı ben ök ertim[9], sözüyle açıklıyor. Çin sınırlarından harekete Aşina Kutlug ile birlikte başlayan A-shih-te Tunyukuk’un, Kutlug’un önde gelen komutanı olma özelliği de bulunmaktadır. Kök Türk tarihinin ünlü devlet adamlarından Köl İç Çor da, Bilge Kağan’ın çavuşluğunu yapmıştır. Onun batıdaki Tarduş beyleri üzerindeki faaliyetleri ve Beş Balık seferlerindeki üstün gayreti artık bilinmektedir. Köl İç Çor da haklı olarak yazıtında bu unvanını şöyle dile getiriyor: Köl İç Çor ançak bilgesi, çabışı erti[10]. Yine Uygur komutanları arasında Çabış Sengün[11] adında meşhur bir şahsiyete rastlamaktayız. 753-754 tarihinde, Uygurlardan Türgiş ülkesine Çabış Tun Tarkan’ın[12] gitmiş olduğunu tespit etmiş durumdayız. Zamanını belirleyemediğimiz Yula Beg adına dikilen Kemçik-Çirgak Yazıtında ise bir Baş Çabış[13] ile karşılaşıyoruz.

Kitabelerde asker manasına sü’den başka çerig kelimesi de kullanılmıştır[14]. Askeri terimler bakımından dünyanın en büyük kültürüne sahip Türk milleti ve ordusunda bütün rütbeler birer birer ayrılmıştır. Her rütbenin vazifesi farklıdır. Bugüne kadar gelmiş olan bu rütbeleri kaynaklardan yola çıkarak ortaya koymak mümkündür.

Eski Türk ordusunda en büyük askerî birlik tümen[15] denilen on bin kişilik kuvvettir ve bunlar “tümen başı” denilen komutanların emrindeydi. Ondan sonra beşbin kişilik birlikler gelir. Beş bin kişinin başkanına ise, Beş bıng er başı[16] denmektedir. Ordunun idaresinde daha sonra Bınga başılar yer alıyordu. Uygur kağanlığının başlangıç yıllarında Köl Bilge Kağan’ın, oğlu Moyun Çor’u binbaşı tayin ettiğini; özümin öngre bınga başı ıdtı,[17] cümlesinden anlamaktayız. Terhin Yazıtında ise, Tölös ve Tarduş beylerinin oğullarından bınga başıların çıktığı görülmektedir.[18] Yine, Terhin Yazıtında ilk defa Tokuz yüz er başı deyimiyle karşılaşmaktayız ki, burada; Tokuz yüz er başı Tuykun Ulug Tarkan Bukug[19], diye birinin ismi geçiyor. Beş yüz kişinin komutanı ise, Beş yüz başı denmektedir. Terhin Yazıtında, Moyun Çor’a bağlı beyler arasında Beş yüz başı Külüg Ongı ve Beş yüz başı Ulug Öz Inançu[20]’nun adları sayılıyor. Bundan sonra yüz başılar[21] gelmektedir. Bir de askeri rütbe olarak er başılar[22] vardır.

Savaşta askerler, komutanlarına yüzde yüz itaat etmek zorundaydılar. En küçük bir uygunsuzluk veya isyan hareketinin cezası ölümdü. Savaşa girecek er atının kuyruğunu bağlar veya keserdi ki, buna eski Türkler “tullama” diyorlardı. Kelimenin aslı bugün de Türkçemizde kullandığımız “dul” sözüyle ilgilidir. Atını da bir eş gibi gören Türk, çarpışma esnasında öldüğünde atının ve evdeşinin ersiz kalacağını bildiğinden, savaş öncesi böyle bir tören icra ediyordu. Yine bu süvarilerin en önemli özellikleri çok hızlı olmalarıydı ve hepsinin bir de yedek atları bulunuyordu. Adeta rüzgarla yarışıyorlardı.

13. asır Türkiye Selçuklu hükümdarlarından İzzeddin Keykavus hakkında bilgi veren İbn Bibi’de, bir sultanın erlerine nasıl davranması gerektiği hususunda da şunlara rastlıyoruz: “Askerlerini ara, onların hayvanlarının beslenmesine yardımcı ol. Çünkü asker mertlik ve yiğitlik kaynağı olup; devletin ve halkın koruyucusu, ülkenin kılıcı, padişahın mızrağı, şehirlerin ve beldelerin kalesidir. Onlar felaketleri önleyip, düşmanları uzaklaştırır. Açıklar onlarla kapatılır, işler düzene girer. Erin yoksulunu kolla ki, sırtın sağlam olsun. Başına bir iş gelmeden önce onları dene. Bir şey buyurmadan evvel imtihana çek. Aralarındaki vefakâr, yiğit ve er meydanından kaçmayanları seçip, ödüllendir. Çünkü askerin fazlası değil, güçlü ve cesur olanı işe yarar. Savaşta başarı gösterenlere bol bağışta bulun ve rütbesini yükselt. Birisi senin bayrağının altında şehit düşerse, çocuklarına kucak aç. Ailesine ve akrabalarına onun yokluğunu hissettirme ki, zor anlarında devletine ve sana yardım için canlarını vermek onlara kolay gelsin”. Yine Kitab-ı Diyarbekriyye’de; “hükümdarın askerinin, düşmanlarından ona bir zarar gelmemesi için efendisini gözetmesi gerekir. Emin olmalıdır ki onun hayatı, hükümdarın hayatına bağlıdır”, deniyor[23]. Aynı şeyler bugün de her ordu için geçerlidir.

Silah konusunda Türkler Orta Çağda oldukça ileriydiler. Savaş esnasında çok cesur olan Türk milleti, aynı zamanda zengin maden yataklarına sahipti ve silah işçiliğinde de ustaydılar. Mesela Türk kabilelerinden Bayırkular, sadece at yetiştiriciliğinde değil, demircilikte de maharetliydiler. Yine batıdaki On Ok Türkleri demir ticareti de yapmışlardır. Çin kaynakları, Kırgızlardan söz ederken; her yağmurdan sonra topraklarında demir çıkar ve bundan gayet keskin silahlar yaparlardı, diyor. Özellikle arkeolojik kazılar bize Sayan ve Altaylarda çelik üretildiğini, Tanrı Dağlarıyla, Kazakistan’nın güneyinde altın, gümüş, bakır ve demir bulunduğunu göstermektedir[24]. Türk milleti açısından madenciliğin gelişmesi, Türk kağanlarının ordularını en iyi araç-gereçle silahlandırması, Çin kaynaklarında Börüler diye adlandırılan vurucu güce sahip zırhlı suvarilerin bulunması ayrı bir üstünlüktü[25]. Savaş malzemeleri de dahil olmak üzere madenden imal edilen her şeyleri gayet mükemmeldi[26]. Buna dair kalıntılar da elimizde oldukça fazladır.

Kısaca kitabeler ve Divanü Lûgat-it-Türk gibi kaynaklarda geçen savaş araç ve gereçlerinden bazıları şunlardır: At, ok, yay, kılıç, bükte, kıngırak (hançer, kama), keş, kurman, sadak (okluk), kın (kılıç ve bıçak kabı), kalkan, süngüg, kargı, cida, gönder (mızrak), çomak (bir nev’i topuz), batrak (ucuna bez bağlanan süngü), tug (birliklerine göre değişiyordu), ukruk (kement), kargu (ateş kulesi), köbrüge (davul), yarık, cevşen (zırh), yoşuk, tubulga (tulga/ miğfer), küpe-yarık (vücudu kuşatan zırh), yelme eri (öncü, keşif kolu).[27]

Bundan başka savaşla ilgili kullanılan birtakım deyimler de vardır ki, onlardan bazıları da şunlardır: Tokımak, süngüşmek (savaşmak), sülemek (ordu göndermek), atlıg (suvari), yadag (piyade), akınçı (düşmana baskın yapan), yizek (ordunun önde giden bölüğü), karakol (bekçi, devriye), yortug (hakanın yanında bulunan koruma görevlilerinden), içgirmek (itaata almak)[28]. Ancak Türkçe kitabeler ve diğer vesikalarda savaşla alâkalı daha yüzlerce kelime ve deyim mevcuttur. Bununla birlikte Çin yıllıkları ve Bizans kaynaklarının bildirdiğine göre; Hunlar ve Kök Türkler boynuzdan yaptıkları yaylar, ıslık çalan oklar (arkasında kartal ya da akbaba tüyü olan düz, yivli, çengelli oklar), süngü, bıçak, kılıç, kement ve kuşatmalarda faydalanılan koç başları vs. değişik silahlara sahip oldukları gibi, davulun yanında boynuz veya diğer madenlerden imal ettikleri boru ya da zurnaları da bulunuyordu. Hatta ordu bandolarının kuruluşunun temelinde bile eski Türk askeriyesindeki davul ve onu izleyen Mehter olgusu yatar[29]. Keza Uygurlar ve Basmıllar da aynı özellikteydiler. Kırgızların ağaçtan yapılmış kalkan ve zırhları kullandıklarına dair kayıtlar mevcuttur. Herhalde atları da zaman zaman ince bir zırhla kaplıyorlardı. Çünkü Asya’nın değişik bölgelerinde buna dair figür ve motiflere rastlanmaktadır[30].

Uygurlar, yaylarının kirişlerini at kılından yapıyorlardı. Hem kaya resimlerinde, hem de Orkun Vadisi’nde yer alan Bilge Kağan ve Köl Tigin anıt mezarlıklarında gerçekleştirilen kazılarda ise değişik ebatlarda ve özelliklerde ok uçları görülmüştür. Mo-tun devrinden beridir bir savaş aleti olarak vazife gören ıslık çalan okları, herhalde Mogollar da kullanmıştır. Gündelik hayatta karınlarını doyurmak amacıyla, avlarda yararlandıkları ok ve yaya öyle maharetle hükmediyorlardı ki, at üzerindeyken dahi ileriye, geriye, sağa ve sola oklarını gönderebiliyorlardı. Anna Komnena bu hususta şöyle diyor: “Bir Türk kovalamaya geçmişse, düşmanını ok atarak haklar. Kendisi kovalanıyorsa, okları sayesinde üstün gelir. Fırlattığı ok uçarak ya ata, veya atlıya saplanır. Ok çok güçlü bir elle gerilmişse, gövdeyi delip, geçer. Türkler gerçekten çok usta okçulardır”. Ok sadece bir savaş aleti değil, aynı zamanda hakimiyet sembolü olduğu gibi, resmi evrakları da bal mumu ve ok ile damgalıyorlardı[31]. Bunlar altın, gümüş, bakır, pirinç ve demir nev’inden madenlerden yapılırdı. Okların ucundaki demir parçaya “temren”, arkasındaki tüye “yülek” veya “yelek”, yaya sarılan sırmaya “toz” denmekteydi. Yaylar için yapılmış herhangi bir özel kaba rastlanmamakla beraber, umumiyetle kola veya omuza asılarak taşınırdı. Yakın çarpışmalarda kılıç, mızrak, balta gibi araçlardan yararlanmışlardır. Ayrıca en eski Türk kılıçlarının hafif kavisli, bazan tek tarafı keskin, bazan da her iki tarafının parçalayıcı olduğunu biliyoruz. Kılıçların ve bıçakların kabzaları ağaçtan veya kaplumbağa kabuğundan işleniyordu. Ok ve kılıçları koymak üzere özel olarak hazırlanmış ve süslenmiş kılıflar mevcuttu. Kazılarda başı koruyan pek tolgaya rastlanmamasına rağmen, onları da kaya, duvar veya para resimlerinde görmemiz mümkündür. İlk Hunlar çağında deriden yapılan zırhların üzerine çeşitli motifler işleniyordu. Küpe-yaruk adı verilen halka ve plaka zırhlara ise Aral ve Orkun’daki araştırmalarda da tesadüf edilmiştir. Böyle zırhların hazırlanarak Çin imparatoruna da yollandığını kaynaklar yazmaktadır. Hunlar hakkında bilgi veren eski belgelerden anlaşıldığına göre, onlar düşmanlarını kement ile de tesirsiz hale getiriyorlardı[32].

Özellikle, Türklerin harp usulleri de çok ilgi çekmiştir. Bu hususta geçmişte ve günümüzde birçok araştırma yapılmıştır. M.Ö. 140’larda Türk ordu sistemi hakkında bilgi veren Çinli bir vezirin tespitlerine göre; Türk askerleri insanı şaşırtan bir çeviklikle hareket ediyorlardı. En yalçın dağları çok kısa bir sürede tırmanırlar ve inerlerdi. Selleri ve ırmakları elbiseleriyle yüzüp, geçerler. Rüzgara, yağmura ve susuzluğa dayanırlar. Her türlü arazide dinlenmeden zorlu yürüyüşler yaparlar. Onların atları en dar yarıklardan bile geçmeye alışıktır. Türkleri yenmek için düz ovaya çekilmeliler. Savaş arabaları olmadığı gibi, atları da yavaş kalır. Mızraklarının kısalığı ve zırhlarının da inceliği sebebiyle yakın dövüşe zorlanmalılar. Ayrıca onların savaş usullerini bilen halklardan da yardımcı kuvvetler alınmalıydı[33].

Bununla birlikte Türkler savaşa başlamadan önce, esas kuvveti saklama ve yedek güç ayırmaya büyük önem veriyorlardı. Tarihte Türk savaş taktiği Kurt Kapanı, Kaz Ayağı ve ençok bilinen şekliyle Turan Taktiği olarak anılmıştır. Turan taktiğinin en büyük hususiyeti sahte ricattır. Düşmanla karşılaşılmadan evvel Türkler, savaş meydanının sağına ve soluna birtakım kuvvetlerini saklarlar. Daha sonra düşman ordusu Türk akıncılarıyla karşılaşıp, onların da geri çekildiğini görünce, bütün güçleriyle saldırırlar. Bu geriye çekiliş esnasında bile, arkalarına dönerek çok mükemmel ok atabilirlerdi. Nitekim 2003 senesinde, Prof. Dr. Gömeç’in heyetinin Bilge Kağan’ın Anıt Mezarlığındaki kazı çalışmaları sırasında bulduğu resimli kiremidin üzerinde böyle bir sahne vardır. Neticede önceden gizlenmiş olan Türk askerleri düşmanın sağını ve solunu çevirerek, çember içerisinde rakiplerini yok ederler. Ayrıca Türk-Hunlar savaşa girmeden evvel hasımlarını ok atışlarıyla yıpratıyorlar ve bunu onları yorana kadar sürdürüyorlardı. Uygurları anlatan Çin vesikalarında, savaş sırasında onların sahte bir karargah oluşturduklarına ve düşman askerleri buraya doğru hücuma kalkıştıklarında, etrafta saklanan esas ordu tarafından tuzağa düşürüldüklerine dair haberler de vardır[34].

Türk ordusunun savaş sırasında saf tutması da belirli bir düzen dahilindedir. Mesela Çin kaynaklarından elde ettiğimiz bilgilerde; milattan önce 3. yüzyılın başlarında Hun orduları Çin imparatoru Kao-ti’yi kuşattıklarında, Türk süvarilerinin atlarının rengine göre dizildikleri söylenir. Buna göre batıda kır atlar, doğuda gök, kuzeyde yağız, güneyde de doru atlar yer alıyordu. Hatta batıdaki Peçeneklerin yurt dağılımları bile atların rengi esasında oluyordu. Hiç şüphesiz askeri araç ve gereçlerin içerisinde atın yeri çok önemlidir. Adeta Türk, at ile özdeşleşmiştir. Onlar hakkında bilgi veren Batılı yazarlar; at başka bir kavmi sırtında taşır, fakat Türkler at üstünde ikamet eder. Onlar ata sanki yapışmış gibidirler, diyorlar. Alış-verişlerini at sırtında yaparlar, yerler, içerler. Mübalağasız onun boynuna sarılarak, tatlı rüyalara dalıp, uyurlar. Görüşmeleri bile at üzerinde olan bu insanların, çiftçi halkların yaya ve durarak savaşmalarına karşılık, atlarıyla çok süratli muharebe taktikleri geliştirdiklerini görüyoruz[35].

Bundan başka Hazar Kağanlığından bahseden kaynaklar; ordu sefere çıktığında her asker yanında iki metre boyunda, ılgın ağacından kazıklar bulundurduğunu, konakladıkları zaman herkesin yanındaki bu kazıkları düzgünce yere sapladığını, kalkanların bu direklere dayandırıldığını ve böylece kısa bir zaman içerisinde karargahın etrafının sanki surlarla çevrilmiş gibi olduğunu söylerler. Buna bağlı olarak meşhur Moyun Çor Kağan’ın da 750 senesinde Tez Başı’nda otağını kurdurduğunu, burayı çitlerle güvence altına aldırdıktan başka, kitabesini yazdırttığını bilmekteyiz[36]. Bununla beraber ordu yeri arabalarla çevrelenmekteydi ki, bu da bir nev’i savunma tedbiriydi.

Savaşın vakti de iyi seçilmeliydi. Türk-Hunlar düşmanlarına dolunay vakitlerinde saldırıyorlar, ay küçülmeye başlayınca da geri çekiliyorlardı[37].

Yağmurlu, karlı ve tozlu günlerden kaçınırlardı. Çünkü yağmur yağdığında yayların kirişleri gevşer; tozlu ve bulutlu zamanlarda da hedefler iyi görünmezdi.

Türk devlet anlayışında, dış ilişkilere de büyük önem verilmiştir. Dosta dost, düşmana düşman ilkesi esas tutulmakla beraber, her şeyde Türk devletinin ve milletinin menfeatları gözetilmiştir. Dış işlerinden sorumlu bir buyruk bulunurdu. Onun emri altında elçiler ve yalabaçların çeşitli vesilelerle ülkelere yollandıklarını daha önceden de biliyoruz. Kök Türkçe yazıtlarda elçiler ve elçilerin gittikleri yerler zaman zaman da zikredilmiştir. Bunların askeri unvanları da vardı.

Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi


BİBLİYOGRAFYA
♦ Abû Hayyan, Kitâb al-idrâk li-Lisân al-Atrâk, Haz. A.Caferoğlu, İstanbul 1931
♦ Agacanov, S.G., Oğuzlar, Çev. E.Necef-A.Annaberdiyev, 2. Baskı, İstanbul 2003
♦ Alpargu, M., Diğer Kaynaklarla Karşılaştırma Yolu İle Baburnâme’nin Türk Devlet Teşkilatı Bakımından Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Ankara 1984
♦ Artamonov, M.I., Hazar Tarihi, Çev. A.Batur, İstanbul 2004
♦ Baştav, Ş., “Eski Türklerde Harp Taktiği”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964
♦ Caferoğlu, A., Divanü Lûgat-it-Türk Dizini, Ankara 1972
♦ Chen, C.L., “A Study of Turkic Weapons”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985
♦ Clauson, S.G-E.Tryjarski, “The Inscription at Ikhe Khushotu”, Rocznik Orientalistyczny, 34/1, Warszava 1971
♦ Çandarlıoğlu, G., Sarı Uygurlar ve Kansu Bölgesi Kabileleri, Doktora Tezi, İstanbul 1976
♦ Deer, J., “İstep Kültürü”, Çev. Ş.Baştav, DTCF. Dergisi, 12/1-2, Ankara 1954
♦ Deguignes, J.M., Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. I-II, İstanbul 1924
♦ Eberhard, W., Çin’in Şimal Komşuları, Çev. N.Uluğtuğ, Ankara 1942
♦ Eberhard, W., “Tobaların Hayvancılığı”, Belleten, C. 9, Ankara 1945
♦ Ebu Bekri Tihrani, Kitab-ı Diyarbekriyye, Çev. M.Öztürk, Ankara. 2001
♦ Ekrem, M.A., Romen Kaynak ve Eserlerinde Türk Tarihi, Ankara 1993
♦ El-Cahiz, Hilâfet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri, Çev. R.Şeşen, Ankara 1967
♦ Ergin, M., Dede Korkut Kitabı II-İndeks-Gramer, Ankara 1963
♦ Esin, E., “Butân-ı Halaç (M. VII. – X. Yüzyıllarda Halaç Kültürünün Sanat Eserlerinde Akisleri)”, Türkiyat Mecmuası, C. 17, İstanbul 1972
♦ Esin, E., İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978
♦ Feher, G., Bulgar Türkleri Tarihi, Ankara 1984
♦ Gömeç, S., Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. baskı, Ankara 2000
♦ Gömeç, S., “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi 2001 Yılı Çalışmaları Hakkında”, Yüce Erek, 3/24, Ankara 2001
♦ Gömeç, S., “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi Çalışmaları”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı 202, İstanbul 2003
♦ Gömeç, “Türk Kültürü Açısından Önemli Bir Buluş”, Orkun, Sayı 77, İstanbul 2004
♦ Gregory Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi, C. I, Çev. Ö.R.Doğrul, 2. baskı, Ankara 1987
♦ Gumilev, L.N., Hazar Çevresinde Bin Yıl, Çev. A.Batur, İstanbul 2001
♦ Gumilev, L.N., Hunlar, Çev. A.Batur, 3. baskı, İstanbul 2003
♦ Gülbeden, Hümayunnâme, Çev. A.Yelgar, Ankara 1944
♦ Hudyakov, Yu.S., Merkezi Asya Göçebelerinin Koral-Yarakları ve Uruş Seneti, Ter. P.Cilan, Urimçi 2003
♦ İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Alaiye, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara 1996
♦ İnce, İ., Han Hanedanlığı Döneminde Hunlarla İlgili Yer, Unvan, Kişi Adları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara. 1996
♦ Kafesoğlu, İ., “Türk Ordusu”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964
♦ Kafesoğlu, İ., Türk Milli Kültürü, 2. baskı, İstanbul 1983
♦ Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, C. I-IV, Haz. B.Atalay, Ankara 1985
♦ Kerimüddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev. M.Öztürk, Ankara 2000
♦ Khoniates, N., Historia, Çev. F.Işıltan, Ankara 1995
♦ Klyaştornıy, S.G-T.İ.Sultanov, Türkün Üçbin Yılı, Çev. A.Batur, İstanbul 2003
♦ Koestler, A., Onüçüncü Kabile, Çev. B.Çorakçı, 4. baskı, İstanbul 1984 Kommena, A., Alexiad, Çev. B.Umar, İstanbul 1996
♦ Koşay, H.Z., “Türklerde Harp Usulü”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974
♦ Köprülü, F., “Ortazaman Türk Hukuki Müesseseleri”, Belleten, 2/5-6, Ankara 1938
♦ Kuzgun, Ş., Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1985
♦ Liu, M.T., Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), I. Buch, Wiesbaden 1958
♦ Marko Polo, Marko Polo Seyahatnamesi, C. I, Çev. F.Dokuman, İstanbul (tarihsiz)
♦ Medoyev, A.G., “Naskalniye iz Obrajeniya Gor Tesiktas i Karaungur”, Noviye Materiali Po Arkheologii i Etnografii Kazakstana, Tom. 12, Alma-Ata 1961
♦ Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaif-ül Ahbar, Çev. İ.Erünsal, C. I, İstanbul (tarihsiz)
♦ Nizamüddin Şamî, Zafernâme, Çev. N.Lugal, Ankara 1949
♦ Ögel, B., Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. 1, Ankara 1981
♦ Ögel, B., İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 2. baskı, Ankara. 1984
♦ Ögel, B., Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 7-8, Ankara 1984
♦ Ögel, B., Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. baskı, İstanbul 1988
♦ Romashov, S.A., “The Pechenegs in the 9-10th Centuries”, Rocznik Orientalistyczny, LII/1, Warszawa 1999
♦ Rubruk, W., Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), Çev. E.Ayan, İstanbul 2001
♦ Sümer, F., “Oğuzlara Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCF. Dergisi, Sayı 17, Ankara 1961
♦ Tryjarski, E., “Towards a Better Knowledge of the Turkic Military Terminology”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985
♦ Tsai, W.S., Li Te-Yü’nün Mektuplarına Göre Uygurlar, Doktora Tezi, Taipei 1967
♦ Vaczy, P., “Hunlar Avrupa’da”, Attila ve Hunları, Haz. G.Nemeth, Çev. Ş.Baştav, Ankara 1982
♦ Venedikoff, I., “Preslav Şehrinde Yeni Keşfedilen Proto-Bulgar Kitabesi”, Çev. F.Preyger, Belleten, 11/43, Ankara. 1947
♦ Watson, B., Record of the Grand Historian of China, Volume II, Third edition, New York 1968
♦ Ziya, Y., “Orta Asya’da Türk Boyları”, İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 5/24, İstanbul 1932
♦ “VII ve VIII. Yüzyıl Yazıtlarına Göre Türklerde Ordu”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı 141, İstanbul 1988
Dipnotlar:
[1] Eski Türk ordusunda kadınların askeri birlikler içerisinde görev almalarına çok eski çağlardan itibaren rastlanmaktadır. Mesela 4. asrın başlarında Ordos’un güneyinde, Türk-Hun Devletinin bir devamı gibi ortaya çıkan Chao hanedanının son yabgularından birisi olan Shih Hu, özel seçilmiş bin kişilik bir kadın gücü meydana getirmişti. Bunlara önce yaya, sonra at üzerinde ok atmayı ve kılıç kullanmayı öğrettiğine dair bilgiler mevcuttur. Bakınız, Gumilev, Hunlar, s.378.
[2] İ.Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 2. baskı, İstanbul 1983, s.269-270; B.Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. 1, Ankara 1981, s.214; L.N.Gumilev, Hunlar, Çev. A.Batur, 3. baskı, İstanbul 2003, s.378; A.Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ankara 2001, 35.
Türk ordusu ücretli olmamakla beraber, bir savaşa hızla iştirak edebilmek için bütün erkeklerin hangi komutanın emrinde yer alacağı önceden belirleniliyordu. Tabgaçlarda 421 tarihinden itibaren 100 koyuna sahip olan herkes bir savaş atı vermek zorunda olduğu gibi, mesela Hazarlarda boy sorumluları devlet ordusuna gerektiğinde, durumlarına göre belirli sayıda suvari göndermekle mükelleftiler (W.Eberhard, “Tobaların Hayvancılığı”, Belleten, C. 9, Ankara 1945, s.492; M.I.Artamonov, Hazar Tarihi, Çev. A.Batur, İstanbul 2004, s.514; S.G.Klyaştornıy-T.İ.Sultanov, Türkün Üçbin Yılı, Çev. A.Batur, İstanbul 2003, s.71). Bunu Türklerdeki Tımar sistemi ile karşılaştırmak gerekir. Mesela yine Arap kaynaklarının haberlerine göre, Hazar kaganının emrinde onikibin seçme asker bulunup, içlerinden biri öldüğünde yerine başkası atanıyordu (A.Koestler, Onüçüncü Kabile, Çev. B.Çorakçı, 4. baskı, İstanbul 1984, s.57).
[3] B.Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. baskı, İstanbul 1988, s.586; B.Watson, Record of the Grand Historian of China, Volume II, Third edition, New York 1968, s.155; Gumilev, a.g.e., s.113; Klyaştornıy-Sultanov, a.g.e., s.329.
[4] Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin, 1473’teki Otlukbeli Savaşı sırasında Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa’nın emri altında yirmidört sancak beyinin olduğunu bildirmesi de ilginçtir. Demek ki yirmidörtlü teşkilat halâ geçerliliğini sürdürmektedir. Bakınız, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaif-ül Ahbar, Çev. İ.Erünsal, C. I, İstanbul (tarihsiz), s.343; F.Köprülü, “Ortazaman Türk Hukuki Müesseseleri”, Belleten, 2/5-6, Ankara 1938, s.46.
[5] İ.Kafesoğlu, “Türk Ordusu”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964, s.10; B.Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 7, Ankara 1984, s.3; B.Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 8, Ankara 1987; İ.İnce, Han Hanedanlığı Döneminde Hunlarla İlgili Yer, Unvan, Kişi Adları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1996, s.120-121.
[6] Bakınız, Tunyukuk Yazıtı, I. Taş, Kuzey tarafı, 7. satır.
[7] Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Batı tarafı, 10. satır.
[8] Çabış/Çavuş; savaşta safları düzelten ve askeri zûlm yapmağa bırakmayan, padişahın önünde yol açan, bekçi manalarına gelmektedir. Bakınız, A.Caferoğlu, Divanü Lûgat-it-Türk Dizini, Ankara 1972, s.29; Abû Hayyan, Kitâb al-idrâk li-Lisân al-Atrâk, Haz. A.Caferoğlu, İstanbul 1931, s.27; M.Ergin, Dede Korkut Kitabı II-İndeks-Gramer, Ankara 1963, s.71; S.G.Clauson-E.Tryjarski, “The Inscription at Ikhe Khushotu”, Rocznik Orientalistyczny, 34/1, Warszava 1971, s.18.
[9] Bakınız, Tunyukuk Yazıtı, I. Taş, Batı tarafı, 7: Bilgesi, çavuşu bizzat ben idim.
[10] Bakınız, Köl İç Çor Yazıtı, Doğu, 5: Köl İç Çor aynı şekilde bilgesi ve çavuşu idi.
[11] Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Kuzey tarafı, 4. satır.
[12] Bakınız, Uybat I Yazıtı, 3. satır.
[13] Bakınız, Kemçik -Çirgak Yazıtı, 7. satır.
[14] Bakınız, Köl İç Çor Yazıtı, Batı tarafı, 9; Doğu tarafı, 3; Şine Usu Yazıtı, Doğu tarafı, 3-4; Kemçik -Çirgak Yazıtı, 8. satır.
[15] Bakınız, Bilge Kagan Yazıtı, Güney tarafı, 1; Tunyukuk Yazıtı, II. Taş, Batı 1; Şine Usu Yazıtı, Doğu tarafı, 9; Batı tarafı, 9-10; Taryat-Terhin Yazıtı, Kuzey tarafı, 1; Irk Bitig, 49. satır.
[16] Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 7. satır.
[17] Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Kuzey tarafı, 6: Beni doğuya binbaşı olarak gönderdi.
[18] Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 7. satır
[19] Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 8. satır.
[20] Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 6. satır.
[21] Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 7. satır.
[22] Bakınız, Abakan Yazıtı, Ön taraf, 3. satır.
[23] İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Alaiye, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara 1996, C. I, s. 150-151; Ebu Bekri Tihrani, Kitab-ı Diyarbekriyye, Çev. M.Öztürk, Ankara 2001, s.97.
Benzer ifadeler Nizamüddin Şamî’de de vardır: “Eğer sen memleket ve ordunun hayrını düşünürsen, memleket ve ordu da senin hayrını düşünür”. Nizamüddin Şamî, Zafernâme, Çev. N.Lugal, Ankara 1949, s.67.
[24] Y.Ziya, “Orta Asya’da Türk Boyları”, İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 5/24, İstanbul 1932, s.46-47; Eberhard, Çin’in Şimal…, s.68, 76; C.L.Chen, “A Study of Turkic Weapons”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985, s.32-33; Klyaştornıy-Sultanov, a.g.e., s.68; S.G.Agacanov, Oğuzlar, Çev. E.Necef-A.Annaberdiyev, 2. Baskı, İstanbul 2003, s.100- 101.
[25] Bununla birlikte, beylerin idaresinde sürekli bir ordunun varlığı da inkar edilemez. Bunların çıkabilecek bazı tatsız olayları önlemek ve doğrudan doğruya halk ile temasını engellemek amacıyla ta Hunlar çağından itibaren kışla geleneğinin de oluştuğunu belirtmek gerekir.
[26] Mesela türlü türlü kılıçlar yapılmakla beraber, en keskinleri hafif kavisli olanlarıydı ki; bunlar aynı zamanda ağır da değildi. Fakat Türk kılıcının nasıl tutulacağını ve kullanılacağını bilmeyen yabancıların elinde çok çabuk kırılıyorlardı. Bunun da sebebi vurma tekniğinin bilinmemesinden kaynaklanmaktadır.
[27] Eski çağlarda savaş usullerinden birisi de, iki ordu karşılıklı vuruşmaya başlamadan evvel, bir veya birkaç yiğit adamın er meydanına çıkarak dövüşmeleriydi. Türkler bunlara “alplar” diyorlardı. Onlar o kadar gözükara kişiydiler ki, tek başlarına onlarca askerle mücadeleden bile korkmuyorlardı. Bu özelliklerinden dolayı sonraki zamanlara ait kaynaklarda onlara “deli bahadırlar” dendiğine de şahit olmaktayız. Bakınız, J.Barbaro, Anadolu’ya ve İran’a Seyahat, Çev. T.Gündüz, İstanbul 2005, s.31.
[28] Bakınız, Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, C. I, s.67, 100, 134, 144, 418, 441, 465, 504; C. III, s.126, 140, 318; I.Venedikoff, “Preslav Şehrinde Yeni Keşfedilen Proto- Bulgar Kitabesi”, Çev. F.Preyger, Belleten, 11/43, Ankara 1947, s.548-549; Gülbeden, Hümayunnâme, Çev. A.Yelgar, Ankara 1944, s.186, 202; Ögel, Türk Kültürünün Gelişme…, s.165; B.Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 2. baskı, Ankara 1984, s.208-220; H.Z.Koşay, “Türklerde Harp Usulü”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974, s.92; E.Tryjarski, “Towards a Better Knowledge of the Turkic Military Terminology”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985, s. 173-182; W.S.Tsai, Li Te-Yü’nün Mektuplarına Göre Uygurlar, Doktora Tezi, Taipei 1967, s.38; M.Alpargu, Diğer Kaynaklarla Karşılaştırma Yolu İle Baburnâme’nin Türk Devlet Teşkilatı Bakımından Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Ankara 1984, s.91; Klyaştornıy-Sultanov, a.g.e., s.25, 43.
Çin kaynaklarında Kök Türklerin silahları anlatılırken; ok, yay, gürz, zırh, uzun mızrak, kılıç, kama gibi savaş aletlerinden söz açılmaktadır. Bakınız, M.T.Liu, Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), I. Buch, Wiesbaden 1958, s.9.
[29] Ayrıca davuldan sesinin çok fazla çıkması sebebiyle, bir haber duyurma aracı olarak da faydalanılıyordu.
[30] Liu, a.g.e., s.39; A.G.Medoyev, “Naskalniye iz Obrajeniya Gor Tesiktas i Karaungur”, Noviye Materiali Po Arkheologii i Etnografii Kazakstana, Tom. 12, Alma-Ata 1961, s.72- 77; Ahmetbeyoğlu, a.g.e., s.27; Barbaro, a.g.e., s.83.
Bununla beraber eski Türklerin çarpışmalar esnasında bir tür savaş arabasından faydalanıp, faydalanmadığı bilinmiyorsa da, Kazakistan’daki bazı kaya resimlerinde savaş arabalı sahnelere tesadüf edildiği söylenmektedir. Bakınız, Klyaştornıy-Sultanov, a.g.e., s.25.
[31] Süryani tarihçisi Ebu’l-farac’ın bildirdiğine göre, Selçuklu sultanı Tugrul, İslam halifesine kardeşiyle bir mektup yollar. Mektupta; kendisinin Horasan ve Harezm’in hükümdarı olduğunu, Bedevilerin Hac yolunda yaptıkları yağmaları, Mekke’ye ibadet için gidenlerin burada nasıl soyulduğunu belirtikten sonra, Bağdat’a bir ordu göndereceğini, askerlerinin çok iyi karşılanmasını bildirir. Söz konusu mektubun ilginç olan bir tarafı da başına bir ok ile yay tamgasının çizilmiş olmasıdır (Bakınız, Deguignes, a.g.e., C. II, s.413; Gregory Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi, C. I, Çev. Ö.R.Doğrul, 2. baskı, Ankara 1987, C. I, s.298). Ayrıca yine Selçuklu dönemi vakanüvinislerinden Aksarayî, Arslan Yabgu ile Sultan Mahmud arasındaki şöyle bir olayı aktarıyor: Kara Hanlı beyi gitgide güçlenen Selçuklu Türkmenlerini Sultan Mahmud’a şikayet edince, o da Selçukogullarına bir elçi yollayarak; “aramızdaki mesafe kısalmıştır, büyükleriniz ve önde gelenleriniz huzura buyursunlar ve yapılması gereken işler kendilerine anlatılsın” der. Bunun üzerine Arslan Yabgu onbin seçkin adamıyla yola çıkınca, Gazneli Mahmud; “bizim şimdilik orduya ihtiyacımız yok, sadece bir bölük askerle ulaşmaları yeterlidir”, diye söyler. O da üçyüz suvari ve oğlu Kutalmış’la beraber, sultanın yanına varır. Gazneli Mahmud onu altın bir kürsüye oturtur ve iltifatlar da bulunur. Sohbet esnasında Arslan Yabgu adamlarından bir yay alarak; “ne zaman bunu kavmime gönderirsem, otuzbin suvari at biner”, deyince Sultan Mahmud şaşırır. Bunun üzerine, “daha fazla gerekirse, ne tedbir alırsın”, şeklinde bir sual yöneltir. O, bir ok alarak; “bunu yollarsam onbin kişi daha hazırlanır”, diye cevap verir. Sultan aynı şekilde bir defa daha sorunca, iki ok gösterir ve “her bir okum için onarbin asker gelir” demesi, Gazneli Mahmud’u endişeye düşürür. Bir yay ve ok ile altmışbin adamı toplayabilen bir kişinin küçük görülmesine kanaat getirir. Böylece Arslan Yabgu’yu tutuklatarak, Kalincar kalesine gönderilmesini buyurur (Bakınız, Kerimüddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev. M.Öztürk, Ankara 2000, s.7-8). Buradan çıkan bir netice de; ordu bahsinin girişinde işaret ettiğimiz üzere, Türk ordusunun daimi olduğunun bir göstergesidir.
[32] W.Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, Çev. N.Uluğtuğ, Ankara 1942, s.86; Venedikoff, a.g.m., s.549-550; Ögel, Büyük Hun…, s.237-238; F.Sümer, “Oğuzlara Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCF. Dergisi, Sayı 17, Ankara 1961, s.432-433; E.Esin, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978, s.28; E.Esin, “Butân-ı Halaç (M. VII. – X. Yüzyıllarda Halaç Kültürünün Sanat Eserlerinde Akisleri)”, Türkiyat Mecmuası, C. 17, İstanbul 1972, s.49; C.L.Chen, “A Study of Turkic Weapons”, AS, Konferenser 12, Stockholm 1985, s.29-31; A.Kommena, Alexiad, Çev. B.Umar, İstanbul 1996, s.488; S.Gömeç, “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi 2001 Yılı Çalışmaları Hakkında”, Yüce Erek, 3/24, Ankara 2001; Gumilev, a.g.e., s.139; L.N.Gumilev, Hazar Çevresinde Bin Yıl, Çev. A.Batur, İstanbul 2001, s.158; Artamonov, a.g.e., s.64, 449.
Rubruck, Mengü Han’ın iki kişinin bile geremeyeceği bir yayından, ucu delikli oklarından ve bunların sazdan yapılmış düdükler gibi ses çıkardığından bahsediyor (Bakınız, W.Rubruk, Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), Çev. E.Ayan, İstanbul 2001, s.30).
[33] Ögel, Büyük Hun., s.530-532.
[34] Kaşgarlı Mahmud, Divanı’ndaki şiirlerinde dahi Turan taktiğine işaret etmektedir ve Anna Komnena da, Bizans’ın iç mücadeleleri sırasında babasının yanında yer alan Türk güçlerinin rakiplerini bu harp usulüyle yendiğini söyler. İlginçtir ki, Anadolu Selçuklu hanedanlığının sonunu hazırlayan 1243 Kösedağ Savaşı’nda Baycu Noyan da Türkleri aynı taktikle mağlubiyete uğratmıştır. Marko Polo Seyahatnamesi’nden de Hülagu’nun Abbasi ordusunu bu usulle tuzağa düşürdüğü anlaşılmaktadır. Bakınız, Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it- Türk Tercümesi, C. I, s. 472; Ögel, a.g.e., s.238; İbn Bibi, a.g.e., C. II, s.70; Kommena, a.g.e., s.32; G.Feher, Bulgar Türkleri Tarihi, Ankara 1984, s.316-317; N.Khoniates, Historia, Çev. F.Işıltan, Ankara 1995, s.122; S.Gömeç, “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi Çalışmaları”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı 202, İstanbul 2003; Marko Polo, Marko Polo Seyahatnamesi, C. I, Çev. F.Dokuman, İstanbul (tarihsiz), s.26, 72.
[35] P.Vaczy, “Hunlar Avrupa’da”, Attila ve Hunları, Haz. G.Nemeth, Çev. Ş.Baştav, Ankara 1982, s.82-83.
[36]Watson, a.g.e., s.165; J.M.Deguignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. I, İstanbul 1924, s.183; J.Deer, “İstep Kültürü”, Çev. Ş.Baştav, DTCF. Dergisi, 12/1-2, Ankara 1954, s.162; Ögel, Türk Kültürünün Gelişme… , s.73; Kafesoğlu, a.g.e., s.274; El-Cahiz, Hilâfet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri, Çev. R.Şeşen, Ankara 1967, s.66-71; Esin, İslamiyetten Önceki Türk…, s.73; H.Z.Koşay, “Türklerde Harp Usulü”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974, s.93; Ş.Baştav, “Eski Türklerde Harp Taktiği”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964, s.45; G.Çandarlıoğlu, Sarı Uygurlar ve Kansu Bölgesi Kabileleri, Doktora Tezi, İstanbul 1976, s.140; Ş.Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1985, s.70; S.A.Romashov, “The Pechenegs in the 9-10th Centuries”, Rocznik Orientalistyczny, LII/1, Warszawa 1999, s.25- 26; S.Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. baskı, Ankara 2000, s.28-29; S.Gömeç, “Türk Kültürü Açısından Önemli Bir Buluş”, Orkun, Sayı 77, İstanbul 2004; Artamonov, a.g.e., s.64, 206-207, 447.
Türklerin savaş taktikleri hususunda Çin kaynaklarından şunları da öğreniyoruz: “Barış zamanlarında Hunlar komşularının arazilerine, özellikle Çin’e akınlar yapıyorlardı. Topraklarının verimliliği dolayısıyla Çin onlar için tükenmeyen bir hazine idi. Devamlı oraları yağmalarlar, şansları yardım ederse Çin’in içlerine kadar sokulurlardı. Başarısızlığa uğradıklarında kaçarlar, hatta çekilirken daha dehşetli olurlardı. Onların yapmacık bozgunları düşmanlarının dikkatli davranmalarını gerektirirdi. Çünkü birçok kez kaçan Hunlar, birden geri dönüp yeni baştan saldırmışlar ve düşmanlarını perişan etmişlerdi. Atlarının çevikliği de bu tip savaşa uygundu”. Romen kroniklerinde de buna benzer ifadelere rastlanmaktadır. Bunlarda; “Türklerin gayet süratle hücuma kalktıkları, aniden geri döndükleri, uzaklaşırken saflarını seyrekleştirdikleri, bir halka oluşturup, düşmanlarını kuşattıkları” kayıtlıdır. Bakınız, Deguignes, a.g.e., C. I, s.158-183; M.A.Ekrem, Romen Kaynak ve Eserlerinde Türk Tarihi, Ankara 1993, s.11; A.Komnena, Alexiad, Çev. B.Umar, İstanbul 1996, s.221; Yu.S.Hudyakov, Merkezi Asya Göçebelerinin Koral-Yarakları ve Uruş Seneti, Ter. P.Cilan, Urimçi 2003.
[37] Deguignes, a.g.e., C. I, s.201; Khoniates, a.g.e., s.9-10; Tihrani, a.g.e., s.286.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.