Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Eski Bozkır Devlet Ve Toplum Hayatında Kadının Konumu

0 12.663

Okan AÇIL

Tarihin başlangıcından beri kadın ve erkek, her devirde, her coğrafyada, her kültürde birbirlerini tamamlayarak yaşamış ve varlığını sürdürmüştür. Bu tamamlayış esnasında bazen biyolojik ve fiziksel nedenlerden ötürü cinsiyete dayalı iş bölümü yapılmış, bazen kadın oldukça ön plana çıkmış, anaerkil kültürler ortaya çıkmış ve doğurganlığı sebebiyle kutsallık atfedilip tanrıçalaştırılmıştır. Ancak bazen de geri planda yaşamını sürdürmek zorunda kalmış hatta köle, değersiz bir eşya, hiçbir hakkı olmayan bir nesne olarak görülmüştür. Tabi ki bu farklılıklar yaşanılan toplumun anlayışına, dönem şartlarına ve coğrafyaya göre değişip gelişmiştir. Çok eski devirlerden beri, devlet kurma geleneğine sahip olan bozkır topluluklarında da çeşitli faktörlerin etkisiyle kadına ait bir yer, bir konum oluşmuştur. Büyük bozkır devletleri olan İskitler (Sakalar), Sarmatlar, Hunlar ve Göktürkler dönemlerinde kadının nasıl algılandığına bakmadan önce, dönem ve coğrafyanın ana hatlarını çizmek gerekmektedir.

Yapılan araştırmalar ve arkeolojik buluntular, M.Ö. 8. yüzyılda Orta Asya’dan çıkıp M.Ö. 7. yüzyılın ilk çeyreğinde Asur sınırına kadar ulaşarak önemli bir güç haline gelen İskitlerin, Tuna Nehri’nden Çin’in batı sınırlarına kadar uzanan sahaya yayıldıklarını göstermektedir.[1] M.Ö. 5. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise, Sarmatların, varlığını görmekteyiz. Zamanla büyük bir güç haline gelen Sarmat toplulukları Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda İskitlerin egemenliğine son vererek kendi egemenliklerini ilan etmişlerdir.[2] Hunlar ise, Büyük Hun (Asya) ve Avrupa Hun olmak üzere tarihte iki büyük devlet kurmuştur. İlk kez bütün Türkleri tek bayrak altında toplamışlar ve Avrupa’nın bugünkü etnik yapısını oluşturan kavimler göçünde ana unsur olarak bulunmuşlardır. Hunların çok daha eski devirlerden beri Çin kaynaklarında adları geçmekteyse de, devletin kuruluşu olarak M.Ö 220 Tuman zamanı temel alınır. Bunu Hun devri için başlangıç kabul edip, Daha sonraki devirlerde kurulan Avrupa Hunlarının 469 senesindeki yıkılışını son kabul ettiğimizde, farklı devletlerde olsalar da Hunların bu devrede, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya kadar olan bölgede, siyasi yaşamını sürdürdükleri ifade edilebilir. Tarihte Türk adını ilk kez devlet adı olarak kullanmış olan Göktürkler ise Bumin Kağan (542-552) döneminde kuruluşunu gerçekleştirmiş ve 745 senesinde yıkılıncaya kadar, Orta Asya ve Çin’de hâkimiyet sürmüş bir Türk devletidir. Dönem ve coğrafya ana hatlarıyla bu şekilde olmakla beraber, yaklaşık 1500 yıllık bir dönemde, Çin’den, Orta Avrupa’ya kadar olan bölgeyi kapsamaktadır.

Sosyal Konumu

Bu geniş coğrafyada, oldukça uzun zaman diliminde kurulup yaşayan bozkır toplumlarında kadının yerinin oldukça önemli olduğunu görmekteyiz. Kadın, sosyal ve siyasi hayatın her noktasında aktif olarak yer almış, saygı görmüş ve değer verilip, korunmuş bireyler olarak sosyal yaşamlarını devam ettirmişlerdir.

İskit toplum yapısının önemli özelliklerinden biri kadınların bağımsız ve önemli rollere sahip bireyler olmasıydı.[3] Sabit bir yerleşim yerine sahip olmayan İskitler arabalar içinde yaşamaktaydı. Bir yerden başka bir yere göç ederlerken kadınlar iki ya da üç çift öküzün çektiği arabalarda, erkekler ise at üstünde onların yanında gitmekteydiler.[4] Kadınların araba içinde seyahat edip, erkeklerin at üstünde onlara eşlik etmesinin, değerli görülen varlığın korunması içgüdüsüyle yapılan bir davranış olduğu düşüncesini doğurmaktadır. Günlük hayatlarında ise İskit kadınları aktif olarak yer almaktaydılar. Zira İskit kadınları günlük yaşamında yoğun olarak at yetiştirmeyle uğraşmaktaydılar.[5] Dönemin şartları gereği erkeklerin savaşta oldukları zamanlarda, eğer kendileri de savaşa katılmamışlarsa, sürülerin ve evin idaresini üstlenmek temel görevlerindendi.[6]

Sarmatlarda da kadınlar benzer şekilde, toplum içinde özgür ve erkeklerle eşit iş ve hakka sahip olmuşlardı. Sarmatlarda kadınların yaşantısı Sarmat erkeklerinden pek de farklı değildi. Barış zamanında avlanıp, savaş zamanında savaşa giderek toplumda kendilerini kabul ettirmişlerdir. Erkeklerle birlikte veya tek başlarına at binip, av yapabilmişlerdi. Giyimlerinde de erkeklerle hemen hemen aynı durumdaydılar. Sarmat kadınları, aynı erkekleri gibi pantolon giymekteydi.[7] Sarmat toplum yaşamında, kadın-erkek farklılığına dayalı cinsiyetçi davranış görülmemiş, kadınlar toplumun özgür bireyleri olarak tüm faaliyetlere katılabilmişlerdir.

Hun ve Göktürk devirlerinde de bağımsız bireyler olarak yaşayan kadınlar, erkekler ile aynı iş ve hakka sahiplerdi. Eski Türk toplumunda kadınlar, hakları olmayan, pasif bir grup değildi. Gumilev, Eski Türk devletlerinde kadına karşı şövalyelere yaraşır tarzda bir saygı olduğunu, çadıra giren oğulun babadan, yani erkekten önce, anaya yani kadına saygı gösterdiğini belirtmektedir.[8] Evinde babadan önce saygı gösterilen Türk kadınına toplum içinde de benzer şekilde muamele edilmiş, “altun özük” (bedeni altın gibi kadın), “ertini özük” (bedeni inci gibi kadın), “arık” (temiz), “silig” (namuslu)[9] gibi güzel sıfatlarla anılıp, iltifat görmüştür.

Cinsiyet ayrımının yapılmadığı (biyolojik zorunluluklar sebebiyle olanlar dışında) eski Türk toplumunda kadın ve erkek eşit haklara sahip olarak yaşamını sürdürmekteydi. Kadınlar erkeklerden köşe bucak saklanan, evin harem kısmına kapatılıp orada yaşatılan bireyler değillerdi. Aksine toplum yaşamında büyük serbestliğe sahip durumdaydılar. Eski Türk kadını yönetim dâhil her türlü devlet memuriyetinde bulunabilir, ata binebilir, avlanabilir, dövüşebilir, güreş tutabilir ve hatta şaman ayini düzenlemek gibi dini görevleri de üstlenebilirdi.[10] Günlük hayata ve sportif faaliyetlere de katılabildikleri bilinmektedir. Çevgan adlı futbol benzeri bir oyun ile golf ya da poloya benzeyen çeşitli top oyunlarına Türk kadınları, Hunlardan beri katılıp oynamaktaydı.[11]

Toplumda bu şekilde aktif olan Türk kadınının aile içindeki durumuna baktığımızda da benzer bir algı olduğunu görürüz. Namus ve iffetine son derece düşkün olan eski Türk kadını her şeyden önce erkeğin “evdeşi” yani ev arkadaşı idi. Türk erkekleri eşlerine “görklüm” yani güzelim şeklinde, kadınları da onlara “bey” diye seslenirlerdi. Ev dâhil ailenin bütün varlığı, eşlerin ortak malı kabul edilirdi. Kadın, eşiyle birlikte ailenin bütün faaliyetlerine katılım gösterirdi. Ev içinde hâkimiyet kadına aitti.[12] Hun ve Göktürk kadınının, sosyal hayatta sahip olduğu önem ve görevlerinden başka, aile hayatında da bazı başka konum ve görevleri de vardı. Her şeyden önce, Türk kadını aile hayatında erkekle eşit durumdaydı. Kadınlar evinde, çadırında, arabasında ve atı üzerinde hep erkekleri ile beraberdi. Çocukların bakımından ve büyütülmesinden, baba ile beraber aynı derecede sorumluydu. Yemek pişirmek, temizlik yapmak, çocuklara bakmak, koyunları sağmak, sütten elde edilen yiyecekleri hazırlamak, dikiş dikmek, keçe yapmak, kumaş dokumak, çadırı kurup sökmek ve bazen kocasının atını eyerlemek kadının ev içindeki başlıca görevleri arasındaydı.[13] Arkeologlar, Hunların ilk faaliyette bulunduğu Ordos Platoları ile çevre bölgelerde çok sayıda ve hepsi de bronzdan yapılmış yemek pişirme aletleri, kaşıklar, çaydanlıklar, kazanlar ve bardaklar bulmuştur. Selenga Nehri yakınındaki Noin Ula Dağları’nda ise Kozlov ve ekibi M.Ö. II. ve I. yüzyıla ait Noin Ula 6 nolu kurganında çeşitli kaplar, içinde et pişirilmiş bronz tencere, kulpları hayvan biçiminde çaydanlık gibi günlük hayatta ev içinde kadınların yemek yapmakta kullandığı araç gereçler bulmuştur.[14]

Günlük hayatta kadınlar temizlik ve yemek işlerinden başka, koyun tüylerini bükerek dokurlar, elbiseler yaparlar, halı ve kilim gibi dokuma ürünlerini üretirlerdi. Evde çocukları ile meşgul olup bunların dışında çadırın kurulup sökülmesi, deri işleri, tereyağı ve peynir üretimi gibi işlerle uğraşırlardı.[15] Türk kadını üretime bu şekilde katılarak, ev ekonomisi yönünden de evini desteklemekteydi. Dönemin ve yaşayışın gereği olarak savaş önemli bir rol oynadığından, savaş zamanlarında evin idaresi için lazım olan bütün şeyleri tedarik etme görevini de üstlendiklerini görüyoruz. Savaş zamanlarında oluşan bu sorumluluk durumu, barış zamanlarında da iş bölümüyle devam etmekteydi.

Hunlar kendi toplumlarında kadın ile erkek arasında bir fark gözetmiyorlardı.[16] Toplum hayatında kadın bir bereket kaynağı, han, hakan ve cengâverlerin önünde saygıyla eğildikleri bir şeref abidesi olarak görülmüştür.[17] Hunlar, hayatlarının her devresinde, her işlerinde kadına bir yer ve söz hakkı vermişlerdir. Erkeğin tamamlayıcısı olan kadının dâhil olmadığı hiçbir iş yoktu. Ayrıca toplum içerisinde saygı ve itibar görmüşler, sosyal hayatta da aktif olmuşlardı. Priskos’taki şu kayıtlarda; “Attila yaklaştığında kızlar karşılamaya çıktılar. Uzun beyaz tüller altında yedi kız ilerliyordu. Bu tüller o kadar uzundu ki uçlarını da iki kız tutuyordu. Bu tül sırası da epey çok olup bütün kızlar İskit şarkıları söylüyorlardı.”[18] bu durumun en güzel örneğini görmekteyiz. Bir sefer dönüşü Atilla’yı karşılamaya çıkan Hun kadın ve kızları, bir şölen havası içerisinde karşılama yapıp şarkılar söylemiştir. Görüldüğü üzere kadın, kapalı bir mekânda tutularak yaşamaktan çok uzaktır.

Göktürk toplumunda kadının konumuna baktığımızda da aynı Hunlarda olduğu gibi yüksek bir değer gördükleri karşımıza çıkmaktadır. Yaşadıkları çağa göre oldukça üstün bir konumda olan Göktürk kadınına her daim saygı ile yaklaşılırdı. Cinsiyet ayrımının hukuk üzerindeki etkisi hiçbir şekilde büyük olmamıştır. Kadın, kocasından bağımsız ayrı bir hukuka sahip olmuştur.[19]

Bahsedilen dönemden günümüze kadar gelen yazılı kaynaklar da kadına verilen önem ve toplumdaki yerine dair bilgiler içermektedir. Göktürkler dönemine ait, Türklüğün en eski ve en önemli eserlerinden biri olan Orhun Yazıtları’nın bir parçası olan ve 734 yılında ölen Bilge Kağan adına, 735 yılında oğlu Tenri Kağan tarafından diktirilen yazıtta geçen, “Yukarıda Türk Tanrısı, Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu yukarı tutup kaldırdı.”[20] ifadesinde, İltiriş Kağan ile İlbilge Hatun adları aynı cümlede eşit olarak kullanılmıştır. Türk milletinin yok olmaması için Türk Tanrısı tarafından verilen lütuf ikisine birden verilmiştir. Anne ile babanın, yani kadın ile erkeğin aralarında -mecburi olan cümle içi sıralamadan başka- bir öncelik ya da farklılık belirtilmemesi ve bu derecede önemli bir görevin kadın ile erkeğe birlikte verilmesi dönemin Türk toplumunda cinsiyetçi ayrımın olmadığını düşündürmekte ve kadının toplumdaki önemini ortaya koymaktadır.

Bilge Kağan, başka bir yerde ise; “Sizler anam Hatun, hala ve teyzelerim, ablalarım, kadınlarım ve kızlarım” şeklindeki hitabı bu görüşü teyit etmektedir.[21] Bundan başka, Göktürk kitabelerinde kadınların bilgeliği göze çarpmakta “Annem İlbilge Hatun” ifadesi ile bu bilgeliğe dikkat çekilmektedir. Anne (kadın) tanrıçalara benzetilerek “Umay gibi annem” ifadesi ile yüceltilmiş, kadına gösterilen saygının ve sevginin ifadesi olarak tanrıçaya benzetilmiştir.[22] Bu tür hitaplar aynı zamanda, toplumda kadının isim sahibi bireyler olarak algılandığını göstermektedir. Sadece Göktürk yazıtlarında yer alan bu ifadeler bile bahsedilen dönemde kadının toplumsal mevkiini gözler önüne sermeye yeterlidir.

Eski Türk topluluklarının sözlü edebi ürünleri olan destanlarına bakıldığında kadınların toplum içindeki mevkiinin oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Türk mitolojisine göre kadın kâinatın yaratılışının kilit noktasıdır. Buna göre; kâinat yaratılmadan önce her yer denizdi. Bu âlemde yalnız yaratıcı-tanrı diyebileceğimiz Kayra Han Ülgün Ata vardı. Yalnızlıktan usandığı bir sırada, denizde “Akine” yani “Beyaz Anne” göründü. İşte Ülgün Ata, Akine’yi görüp ondan aldığı ilhamla kâinatı yarattı. Akine olmasa erkek tanrı Ülgün Ata ilhamsız kalıp, hiçbir şey yaratamayacaktı. Yine Altay Dağ silsilesinde birçok destanda konu olan kadın adını taşıyan bir dağ olduğunu bilinmektedir. Bu Kadın dağı Altay Türklerinin kadınlık şerefine diktikleri bir abide olarak görülmüştür.[23] Genel olarak bakıldığında da birçok destanda kahramanlar, başlarına gelen felaketlerden, eşlerinin ya da kız kardeşlerinin sadakat ve gayretleri sayesinde kurtulur.[24] Eski Türk kadınının toplumdaki bu yüksek derecesi, toplumun her kademesinde olduğu gibi yaşayışın bir yansıması olan sanat alanında da kendisini göstermiş, kadına verilen öneme ve toplumdaki yerine dair bilgiler aktarmıştır.

Kendileri ile çağdaş toplumların algılarından örnekler vermek bozkırlı kadının sahip olduğu konumu gözler önüne sermeye yardımcı olacaktır. Eski Çin toplumunun hukuku ve adetleri, kadınları birey olarak kabul etmezdi. Bu sebeple kadınlar isim sahibi olamaz ve numaralar ile çağırılırdı. 5. Ve 10. yüzyıllar arası İngiliz toplumunda ise kadınların Hristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil’e el sürmeleri yasaktı. Ayrıca İngiliz erkekleri, eşlerini ticaret malzemesi yapma hakkına sahipti.[25] Kendileriyle çağdaş olan bu toplumlar ile karşılaştırıldığında, bozkır kadınının kutsal kitaba el süremeyip, ticaret malzemesi olarak görülmek bir tarafa, dini törenler yönetebildiklerini ve savaşta dahi düşman eline geçmesinin büyük utanç sayıldığını, adeta el üstünde tutulduklarını görmekteyiz.

Siyasi Konumu

Bozkır devletlerinde toplumsal konumları itibarı ile yüksek bir noktada bulunan kadınlar, siyasi alanda da bu yüksek mevkilerini korumuşlardır. Bozkır kadınları devletleri içerisinde ufak memuriyetlerden başka yönetici olarak da siyasi alanda boy gösterebilmişti. Sarmatlarda yukarıda anlatıldığı üzere kadınların yaşantısının erkeklerinkinden çok farklı olmaması yani barış zamanında ava gidip, savaş zamanında düşmanla mücadele edebilmeleri, toplumda kendilerini kabul ettirmelerine ve bu durumda en üst düzeyde yönetici olabilmelerine temel oluşturuyordu. Yönetici Sarmat kadınına Amage’yi örnek gösterebiliriz. M.Ö. 2. yüzyılın başlarından itibaren Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda egemen güç Sarmatlar olmuştu. Bu dönemde Karadeniz’in kuzey kıyılarında Grek koloni şehirleri vardı. Kırım İskit hükümdarının Gelibolulara düşmanca davranışı onların Sarmatlardan yardım istemesine neden olmuştu. Bu durum üzerine Sarmatların başındaki Amage, İskit hükümdarına bu faaliyetlerden vazgeçmesi için emir göndermişti.[26] Gene yönetici bozkır kadınına Herodotos’un bahsettiği Tomris’i örnek göstermek mümkündür. Herodotos’un kaydettiğine göre, Hazar Denizi’nin gündoğusunda yer alan uçsuz bucaksız ovanın büyük bir bölümünü Massagetler tutmaktadır ve bunlar kocasının ölümünden sonra tahta geçmiş olan Tomris adlı bir kadının idaresi altında yaşamaktadır.[27] İlhami Durmuş yaptığı araştırmalar sonucunda, üç ayrı grup halinde teşkilatlanmaya sahip olan İskitlerin, bir kolunun hükümdarının söz konusu Tomris olduğunu ortaya koymaktadır.[28]

Hun ve Göktürk devletlerinde de kadının yönetimde söz hakkı olduğunu görmekteyiz. Eski Türk devletlerinde, kağan ya da hanın yanında olan imparatoriçeye hatun, kadın ya da hanım denirdi.[29] Hatunlar devlet yönetiminde söz sahibidirler ve geleceğin hükümdarlarının annesi olacak olmaları dolayısıyla özel bir yere sahiptirler. Devlet yönetiminde hatunluk hukukuna sahip Türk kadınının, eşinin yanında bir yeri ve söz hakkı bulunmaktaydı. Hükümdarın yanında hatunu resmi törenlere katılmış, elçileri karşılamış ve yeri geldiğinde devletini temsil ederek adeta bir diplomat vazifesi görmüştür.[30] Bununla beraber zaman zaman boyları üzerinde çok etkili olabilmiş ve devlet içinde yüksek görevlere gelebilmişlerdi. Hatta idari konularda zaman zaman, eşleri olan kağanların önlerine geçtiklerini de görmekteyiz.[31] Roux’a göre, Göktürk Yazıtları hatunların devletin kuruluşunda aldıkları rolü ısrarla belirtmektedir. Hatun, han ya da kağan ile birlikte devletin çatı kirişini meydana getirmektedir ve devlet için vazgeçilmez görünür. İmparatorluğun kaderi kağanınkine olduğu gibi, hatunlarınkine de bağlıdır.[32]

Hun kadını idarede ve yönetimde erkek ile beraber aynı iş ve hakka sahipti. Hunların, Çinliler ile olan ilişkileriyle alakalı olan belgeler, devlet işlerinde yani yabancı elçilerin kabullerinde, kengeşlerde, kurultaylarda, ibadet ve ayinlerde, barış ve savaş meclislerinde, tören ve şölenlerde kadının, hakanın yanında hazır bulunup, devleti kağanla beraber temsil ettiğini ve idari – siyasi konularda görüşlerini belirtebildiklerini kaydetmektedir. Türk bozkır devletlerinde kadınların bu şekilde idarede yer almış olmaları onların toplumda kendilerini kabul ettirmiş bireyler olduklarını, kendilerine çağdaş olan Hindistan, Çin ve İran toplumlarında olanın aksine hiç de aşağı bir konumda bulunmadıklarının göstergesidir.[33] Yönetimdeki Türk kadını örneklerini bu dönemde bolca bulmak mümkündür. Asya Hunları zamanında, Çin İmparatorlarından Kao’nun, Hun kuşatmasından kurtulabilmek ve Mo-tun’un hatununun aracılığını elde edebilmek için, söz konusu hatuna gizli olarak çok değerli hediyeler gönderdiğini bilinmektedir. Bu rica üzerine hatun doğabilecek olumlu ve olumsuz durumları değerlendirip harekete geçer ve Mo-tun ile konuşup, onu kuşatmayı kaldırmaya ikna eder. Burada Çin İmparatoru’nun, Mo-tun’un hatununu kendisine denk sayarak muhatap aldığını, çare olarak gördüğünü ve yardım dilediğini, hatunun da yönetimdeki hukukunu kullandığını görüyoruz. Ayrıca Hun kadınının komşu devletler ve devlet idaresi hakkında analiz yapabilecek kadar, derin ve gerçek bilgilere sahip olması da oldukça önemlidir. Demek ki hatunlar devlet adamları gibi eğitim alıp, yetiştiriliyordu.[34]

Asya Hunları’nın Çinlilerle olan ilişkilerindeki belgelerde, Türk Hakanı yanında hatunun da resmen yer aldığı ve devleti bu ikisinin birden temsil ettiği de yer almıştır. Daha sonraki dönemde Avrupa Hunlarına elçi olarak gelen Bizanslı yazar Priskos da Attila’nın huzuruna çıkışını anlatırken, Attila’nın eşi Rekka’nın kendisini karşıladığını yazar.[35] Hun ülkesine gelen elçiler bu sebeple hatuna da hediyeler getirirdi. Hatunda elçileri kabul edip görüşürdü. Hükümdarın eşi olan hatun dışında başka kadınların da devlet teşkilatında yeri vardı. Attila’nın kardeşi Bleda’nın ölümünden sonra, eşi bulundukları köyün yöneticisi olmuş ve bir Bizans elçilik heyetini kabul etmiştir.[36] Görüldüğü üzere Hun toplumunda kadının idare üzerindeki söz hakkı sadece kağanın eşi ile sınırlandırılmamış, diğer soylu kadınlar da, hanedan üyesi eşi vefat ettikten sonra bile, yöneticilikte bulunup, idareye ortak olabilmişlerdir. Bu durum Hun toplumunda hukukun, erkek ile sahip olunup, erkek olmayınca kaybedilen bir değer olmadığının en güzel örneklerinden biridir.

Göktürk toplumunda devlet idaresinde baktığımızda kadının önemli bir noktada olduğunu görmekteyiz. Aynı Hunlarında olduğu gibi Göktürklerde de kadın devlet idaresinde oldukça önemli roller oynamıştır. Kağanın karısı olan hatun, devlet işlerinde kocasıyla birlikte söz sahibidir ve idareye ortaktır. Hatunlar elçileri kabul edip, büyük törenlere katılım gösterirdi. Emirnamelerin yalnız kağan namına değil, kağan ve hatun namına ortak imza edilmesi gerekirdi. Sadece kağan veya sadece hatun adına imzalanıp, mühürlenmiş emirnameler geçersiz sayılırdı. Resmi yazışmalarda kağanın hatundan ayrılmaması, kadının aile hayatındaki öneminden ileri gelmektedir.

Kadının devlet idaresindeki yerine ek olarak üzerine düşen bazı görevleri de bulunmaktaydı. İdari görevleri arasında, teşkilatı devam ettirmek, memurları tayin etmek, halkını refaha kavuşturmak, ülkesini büyütmek, zenginleştirmek ve orduları sevk ve idare etmek yer almaktaydı. Hatun yapılacak antlaşmalarda da büyük rol oynamaktaydı. 585 ve 615 yıllarına ait vesikalardan anlaşıldığı üzere Göktürk hatunları, Çin ile olan ilişkilerde devreye girerek kağanları etkilemişlerdi.[37] Gene bu duruma başka bir örnek olarak, 623 senesinde İl Kağan’ın, Çin’e elçi göndererek, İmparatora bir Çinli prensesle evlenmek istediğini bildirmesini gösterebiliriz. İmparator buna karşılık İl Kağan’a, Ma-i şehrini kuşatmaktan vazgeçerse bu işin olacağını söyler. Bunun üzerine İl Kağan kuşatmadan vazgeçmek ister. Fakat karısı Hatun buna karşı çıkıp, baskınlara devam edilmesi yönünde buyruk verir ve sonuçta Hatun’un dediği olur.[38] Görüldüğü gibi bazı durumlarda devlet idaresinde kadın, erkeği etkileyerek daha etkin konumda bulunabilmiştir.

Göktürklerde yönetimdeki kadınlara, Arap istilası sırasında, Tuğ-Şad küçük olduğu için Buhara hükümdarlığı yapan annesini örnek gösterebiliriz. Bu hatun 15 yıl kadar tahtta kalmış, hâkimiyet süresi boyunca Araplarla uzun süre mücadele etmiş ve savaş-barış ilişkilerini yürütmüştür. Bununla da yetinmeyip, diplomatik faaliyetlere de girişmiş ve 719 senesinde Çin’e elçi göndererek Araplara karşı yardım talebinde bulunmuştur.[39] Gene 734 senesinde Bilge Kağan vefat ettiğinde yerine geçen Tenri Kağan’ın devleti, Bilge Kağan’dan dul kalan büyük hatundan aldığı tavsiyelere göre yönetmiş olması[40] idarede kadının daha etkin olduğu durumlara başka bir örnektir.

Bu devirlerde yönetimdeki Türk kadını hakkında sahip olduğumuz örnekleri çoğaltabiliriz. Saydığımız örnekler bize gösteriyor ki, Hun ve Göktürk devirlerinde kadın yönetimde erkek ile beraber bulunmakla kalmıyor, devletin çıkarlarının zedeleneceği durumlarda karar mercii olarak görülüp emirleri uygulanıyor ve yetkisi kağanın önüne geçiyordu.

Askeri Konumu

Bozkır devletlerinde kadın, yönetimde, dini görevlerde ve her türlü devlet memuriyetinde bulunmaktan başka aile ve toplum hayatında da önemli roller üstlenmekteydi. Bu hak ve sorumluluklarına ek olarak askeri alanda da faaliyet göstermekteydiler. İskit kadınları hakkında antik çağ yazarlarının genel değerlendirmesi, “askeri harekâtlarda eşleriyle birlikte bulunan cesur bayanlara sahipler” şeklinde olmuştur. Savaşlara katılan İskit kadınları tıpkı erkekler gibi savaş taktikleri kullanmaktaydılar. İskitler savaş taktiği gereği geri çekilirken bile at üzerinde dönerek çok keskin atışlar yapabilirlerdi ki bunu sadece erkekler değil, kadınlar da yapabilmekteydi.[41] Kadınların ata binebilip, ok atabildiğini ve at üstünde kargı savurabildiği de bilinmektedir.[42] Ayrıca kadınlar savaş zamanlarında, erkeklere ve kadınlara komutanlık da yapmışlardı.[43] İdarede bahsettiğimiz Massaget hükümdarı Tomris’in komutanlık yaptığını da görmekteyiz. M.Ö. 528 yılında Pers Kralı Kyros’un üzerlerine gelmesi sonucu, Tomris komutasındaki Massagetler, Persler ile büyük bir savaş yapmış ve bu savaşın sonunda Tomris, Kyros’a karşı galip gelerek onun hayatına son vermiştir.[44] Tabi ki kadınların tüm bunları yapabilmesi, yani erkek ile eşit durumda çarpışabilmesi ve silah kullanmayı öğrenebilmesi için küçük yaşlardan itibaren en az erkeğin aldığı kadar savaş eğitimi alması gerekiyordu. Dolayısıyla yaşam tarzı ile alakalı olarak, kadın ve erkeğin aynı anda savaşması gerektiğinden buna hazırlıklı oluyorlardı. Bu amaçla İskit kadını asker olarak yetiştirilmiş ve silah eğitimi almıştı. Savaşlarda kadınların sayısı ve kuvveti önemli bir unsur olmuştu.[45]

İskitlerin ardılı olan Sarmatlarda da kadın askeri faaliyetlere dahildi. Yiğitçe düşmana karşı savaşan Sarmat kadınları hiçbir zaman tamamen ev hanımı olmamışlardı. Yaşantı olarak erkeklerden çokta farklı bir hayatı olmayan kadınlar silah kullanmayı iyi derecede bilmekte ve savaş zamanında düşmanla mücadele etmekteydi.[46] Yukarıda yönetici Sarmat kadınına örnek olarak verdiğimiz Amage’nin, bir anlaşmazlık sebebiyle küçük süvari birliğinin başında bulunan İskit hükümdarının karargâhına gidip, orada İskit hükümdarının hayatına son verdiği bilinen bir hadisedir.[47]

Hun ve Göktürk toplumlarında da askeri alana baktığımızda kadınların önemsenip korunduğunu ve aktif olarak görev aldıklarını görmekteyiz. Söz konusu toplumlarda, kadınların savaşta düşman eline geçmesi büyük bir utanç sayılırdı. Bu sebeple savaş zamanlarında kadınların güvenlik altına alınması ihmal edilmezdi. Türk erkeğine kadını, her sahada olduğu gibi, savaş alanlarında da destek olmuştur. Kadınlar bu dönemlerde de erkekler gibi savaşçı yetişmiş olup çoğu zaman erkekler ile beraber savaşa katılmışlardır.[48] Hun kadını, idaredeki ve aile içindeki görevlerinin yanında, savaşlara da katılmış, erkekten askeri anlamda da bir farklılığa uğratılmamıştır. Hem Asya Hunlarında, hem de Avrupa Hunlarında kadın, erkeği ile beraber ordu birlikleri içinde, hareket halindeki birliklerin bir ferdi olarak askeri alanda boy göstermiştir.[49]

Göktürklere baktığımızda ise aynı Hunlarda olduğu gibi kadınların, erkeklerin yanında savaşlara girdiklerini görmekteyiz. Göktürk kadınları ata biner, silah kullanma talimleri yapar ve adanırlardı. Çinli bir şairin şiirinde at üstünde silah kullanarak avlanan Türk kadını şu şekilde anlatılmaktadır;

Genç kızlar at üstünde gülümsüyorlar,
Yüzleri Yeşim taşından tepsi gibi kıpkırmızı,
Kuşları ve hayvanları avlamak için süratle geliyorlar,
Çiçekler arasındaki ay, eğer üstündeki gençleri mest etmiş.[50]

Bu şiirde de vurgu yapılan Hun ve Göktürk kadınının, avcılıkla uğraşıp ata binme ve savaş meydanlarında erkekler ile birlikte görev yapma işleriyle uğraşabilmesi için, aynı erkekler gibi, çok küçük yaşlardan itibaren silah ve binicilik talimleri yapması gerektiği de şüphesizdir.

Hukuki Konumu

İskit ve Sarmatların hukuki uygulamaları hakkında maalesef derin bilgiye sahip değiliz. Ancak özel hukuk alanında özellikle evlenme konusunda bazı uygulamalara sahip olduklarını biliyoruz. Sahip olduğumuz bilgilere göre, İskit kadını evlenmek istediği kişiyi kendisi seçebilir ve bu tercihini açıkça belirtebilirdi. İskit kadınları bir düğün ya da şenlik sırasında kendisine uygun gördüğü erkeğe şarap badesi sunarak yaptığı seçimi belirtirdi. Nikah geleneklerine göre ise damat ve gelin, erkeğin kazanmak zorunda olduğu sembolik bir savaş düzenlemekteydi.[51] Her ne kadar evlilik konusunda özgürlük ve seçimden bahsetsek de, savaşta üç düşman öldürmedikleri sürece bekar kalmak zorunda olduklarını da biliyoruz.[52] Ayrıca bir kız evlendiği zaman, genel seferberlik ilan edilmediği sürece, at binmeyi bırakır, töre gereğince hayvan kurban etmeden kocalarıyla aynı evde oturamazlardı.[53] Benzer şekilde Sarmat toplumunda da töre gereğince, bir kızın evlenebilmesi için bir düşmanı öldürmesi gerekmekteydi. Bu kurala sıkı sıkıya uyulmakta hatta bazı kızlar düşman öldüremediği için evlenemeden yaşlanmaktaydı.[54] Dönemin ve coğrafyanın şartları gereği sürekli mücadele halinde olunduğundan böyle bir uygulamanın ortaya çıktığı düşünülebilir.

Hun ve Göktürk toplumlarının hukuki uygulamalarında da kadın göz önüne alınıp, dikkat edilen bir unsur olmuştu. Türk kadını, kadının hiçbir hakka sahip olmayıp, zayıf karakterli ve kötü kabul edildiği eski Hint hukukuna ya da sırf erkeklerin yemek yediği odada yemek yediği için ölümle cezalandırılabildiği Avusturalya toplumuna göre oldukça ileri düzeyde hukuki haklara sahipti.[55] Bilhassa özel hukuk ve ceza hukuku ile alakalı uygulamalarda kendi çağdaşları arasında nadir görülebilecek hakları bulunmaktaydı.

Türk kadını özel hukuk alanında; evlenme, boşanma, mülkiyet, varislik ve miras konularında belli başlı bazı haklara sahip olmuştur. Evlilik genel anlamıyla, birbirini seven ve bir ömür beraber yaşamak isteyen erkek ve kadının birlikteliklerini toplum ve yasalar huzurunda ilan etmesidir. Türkçede izdivaç için kullanılan evlenme veya evlendirme tabirleri, evlenen erkek veya kızın baba ocağından ayrılarak ayrı bir ev meydana getirmesini ifade eder.[56] Eski Türk toplumu evlilik konusunda bazı prensipler ve şartlara sahipti. Gerçekleştirilmesi düşünülen izdivaçta bu prensip ve şartlara uyulmak zorunluydu. Öncelikle evlilik konusunda kadına baskı ve zorlama yapılmaz, isteklilik ile yuva kurulurdu. Evliliklerde hem evlenenlerin, hem de anne-babaların rızası olmazsa olmazlardandı. Evlenen kişiler devrin şartlarına göre ayrı bir ev veya çadır kurarak, anne- babalarından ayrı yaşıyorlardı. Evlilik merasimi için belirli bir yaş şartı gözetilmez, küçük yaşlarda da veliler çocuklarının evlenmesini uygun görerek, evlendirebilirlerdi. Ancak bu gençlerin aynı evde karı-koca hayatına başlayabilmeleri için ergenlik çağlarına gelmeleri beklenirdi. [57] Bu noktada belirtmek gerekir ki, her ne kadar karşılıklı rıza ve isteklilikten bahsetsek de, dönemin şartları gereği evliliklerde bazı gerekliliklerde söz konusu olmuştu. Mesela Göktürk toplumunda yüksek mevkideki bir kadın kendisinden aşağı durumda olan bir erkekle evlenemezdi. Kadın ve erkek eşit durumda olunca töre, isteyen erkeğe kızı vermeyi babaya emrederdi.[58] Yine Göktürklerde, evlenme çağına gelen genç kız, kılıçla dövüşüp yendiği erkekle değil, yenildiği erkekle evlenirdi.[59] Bu adet de aynı zamanda Göktürk kadınının silah kullanma alıştırmaları yaptığını – silah kullanmayı bildiğini de göstermektedir.

Türklerde genellikle tek eşlilik, yani “monogamie” mevcuttu[60], dolayısıyla kadınlık onuru kırılmazdı. Türk dilinde çoklu evlilik yani “polygamie” kelimesinin karşılığı yoksa da sonradan Türkler birkaç kadınla evlenmeyi kabul etmişlerdir. Fakat kadınlardan sadece biri baş kadın sayılırdı. Kocanın diğer zevceleri baş kadına hürmet ve itaat ederdi.[61] Çok eşliliğin aslında bir sosyal yardım olduğu görüşünde bulunanlar da vardır.[62] Toplumsal yaşamın bir uzantısı olan destanlarda da tek eşliliğin izleri görülmektedir. Türk destanlarında her kahramanın yalnız bir eşi vardır ve hiçbir şekilde birden fazla evliliğe işaret yoktur.[63] Yeri gelmişken çok eşliliğin genel itibariyle yönetici sınıfa has bir durum olduğunu, topluma indirgenmiş örneklerinin yok denecek kadar az olduğunu belirtmekte yarar vardır.

Türk toplumunun evliliklerde uyguladığı önemli bir diğer kural ise boy dışından evlenmedir. Evliliklerde genel olarak bilindiği gibi boy dışından evlenme anlamına gelen “exogamie” esastı. Türklerde yakın kan akrabalığının evlenmeye mani olduğu, yani aile içi ilişkiye izin verilmediği gibi sütkardeşler arasındaki evliliğe de asla izin verilmezdi.[64] Hunlar, sağlık açısından zararlı sonuçlar doğurması muhtemel olan yakın akrabalarla evlilikten uzak durmuşlar, boy dışından hatta boya dokuz göbekten bağlı olmayanla evlenmeye dikkat etmişlerdi.[65] Hun ve Göktürk toplumlarında evliliklerde dikkat edilen boy dışından evlenme yasası da diğer toplumsal konularda olduğu gibi edebi alana yansımıştır. Destan ve efsanelerde evlilikler boy dışından evlilik yasasına uygun olarak yapılmış, özellikle Dede Korkut hikâyelerinde evlenme ve düğün adetlerinde egzogamik temeller görülmüştür.[66] Kız kardeşler ile evlenmenin serbest olduğu İran-Sasani toplumunun aksine,[67] bu temel aile veya soy içinde kadınların ve kız çocuklarının istismarının önüne geçen en büyük etkenlerden biri olmuştur.

Babaların vefatından sonra oğulların üvey anaları ile büyük biraderlerin vefatından sonra küçük biraderlerin yengeleri ile amcaların vefatından sonra yeğenlerin yengeleri ile evlenmesi de hukuki bir vazife olarak algılanırdı.[68] Ailede yardımlaşma ve sosyal güvenlik esas olduğundan kalan eşlerle evlenilirdi. Hukuk tarihinde “levirat” olarak adlandırılan bu uygulamanın temelinde, başsız kalan ailenin tekrar bir çatı altında toplanması, dul kalan eşin ve çocukların bakım ihtiyaçlarının karşılanması ve himaye edilmesi, kadının rezaletten, fakirlikten ve kötü yola düşmekten uzak tutulup, korunması, aile mülkünün parçalanmasını önleme ve dul kalan kadının ölen kocasının ruhuna hizmet etmesini sağlamak[69] düşünceleri yatmaktadır.

Hunlarda ve Göktürklerde dul kalan üvey ana ve yengeler ile evlenme âdeti olan levirat usulünün yaygın olduğunu görüyoruz.[70] Hun ve Göktürk toplumlarında yaygın olan bu adet, kadının aşağılanması olarak görülmemekteydi ve toplumda yadırganmayıp haysiyetsiz bir durum olarak algılanmazdı. Aksine hiçbir şekilde cinsellik düşünmedikleri bu tür bir evliliği şeref sayıp, sadece saygı göstermek için yaparlardı. Çünkü bu yol ile yapılan evliliklerde yukarıda saydığımız faydalar gözetilerek, kadının perişan olması engellenirdi. Yeni koca, söz konusu olan dul eşe, çadırında bir yer ayırmak, karnını doyurmak ve kaderin kollarına terk etmemekle yükümlüydü.[71] Burada hemen belirtmek gerekir ki levirat, kadın için bir zorunluluk olmaktan çok uzaktır. Kadının da isteyip, kabul etmesiyle gerçekleşen bir uygulamadır. Dul kalan kadın yakın akrabalardan biriyle evlenmeye zorlanmaz, eğer kendisi de isterse evlenirdi.[72] Hayatın her alanında olduğu gibi, bu konuda da kadın söz sahibidir. Seçim hakkı elinden alınmamış, özgür iradesiyle karar vermesi beklenmiştir.

Evlenmenin bir diğer önemli şartı güveyin, gelinin velilerine bir miktar mal vermesiydi. Bu kız için verilen mala “kalın” denirdi. Bu mal genelde at veya koyunlardan oluşurdu.[73] Kalının miktarı sabit bir bedel olmamakla beraber, tarafların sosyal ve iktisadi durumlarına göre söz kesme anında miktar belirlenirdi. En makbul kalın koyundan verilendi. Taraflar birkaç koyundan, yüzlerce koyuna kadar kalın belirleyebilirdi.[74] Kalının ödenmesinde taksitlendirme imkânı da söz konusu olmuştur. Kalın, kızın çeyizin hazırlamak için babaya verilen kara mal, düğün masrafları için gene babaya verilen tüy mal, erkeğin nişanlısına verdiği hediye olan yelü ve kızın annesine damat tarafından verilen süt hakkı olmak üzere dört kalemden ibaretti.[75] Kalının tamamı ödenmedikçe düğün yapılmazdı. Kalın karşılığında kızın ailesi de bir miktar çeyiz hazırlayıp evlenme sırasında teslim etmek zorundaydı. Kararlaştırılan tarihte çeyiz hazır olmazsa, erkek önceden ihtarda bulunup süre vermek şartıyla kızı kaçırma hakkına sahipti.

Evlenmek için kalın ödeme mecburiyetinin olmasına rağmen, evlenme bir alım satım işlemi olarak görülmediği gibi kalında kızın fiyatı olarak görülmezdi. Evliliklerde kalın ödenmesi konusunda araştırmacıların genel kanısı, kızın yetiştirilmesi için yapılan masrafların karşılığı olduğu yönündedir.[76] Ayrıca evlilikten vazgeçilmesi ve boşanma gibi konularda kalının varlığı önemli bir faktör olmuştur. Kalın verildikten sonra, düğün gerçekleşmeden evlilik kararından çeşitli durumlar sebebiyle vazgeçilirse kalının iadesi söz konusu olmaktaydı. Bu geri ödemeyle alakalı bazı düzenlemeler vardı. Evlilik gerçekleşmeden henüz nişanlı durumdayken birliktelik bozulmaya karar verildiğinde, nişanı bozan erkek tarafıysa kalın kız tarafında kalır, kız tarafı ise kalın tamamen iade edilirdi. Nişanlı kız babası evindeyken, nişanlısı ile karılık münasebeti olmadan önce ölürse, kalın talep edilemez ve verilmiş kısmı iade edilirdi. Nişanlılar arasında cinsel münasebet olmuşsa, kız düğünden önce ölmüş olsa bile kalın ödenir. Eğer damat adayı düğünden önce vefat ederse, damadın kardeşi onun yerine geçme hakkına sahip olurdu. Ancak kız bu duruma itiraz etme hakkına sahipti. Eğer damadın kardeşi ile evlenmek istemezse kız tarafı, gene kalını iade etmek durumunda kalırdı.[77]

Evlilikle alakalı sahip olduğu hak ve gördüğü değerin yanında eski Türk kadınının boşanma hakkı da bulunmaktaydı. Çeşitli sebeplerden dolayı karı ve koca arasındaki bitmiş olan ilişki sürdürülmeye çalışılmaz, taraflar sebeplerini dile getirip boşanma isteklerini belirtir ve boşanırlardı. Boşanma veya eşinin ölümü üzerine dul kalmış olan kadına “tul, boş uragut, tul uragut, kuzuz, tugsak” denmekteydi.[78] Aynı günümüzde olduğu gibi, eski Türk aile hayatında da evliliğin sonlandırılması arzu edilmeyen bir durum olsa da kadın mutsuz veya yürümeyen bir evliliği ölene kadar yürütmek zorunda değildi. Kadının boşanma hakkı vardı ancak keyfi bir şekilde evini terk edemez, istediği zaman toplanıp babasının evine geri dönemezdi. Uygun sebepler ortaya çıktığında kadın boşanma talebini dile getirebilir ve boşanabilirdi. Kocasının kendisine kötü davranış göstermesi, kocasının başka bir kadınla gayrimeşru ilişkide bulunması ve kocanın cinsel iktidarsızlığı gibi aile temelini sarsan durumlarda kadın boşanmak isteyebilir ve boşanırdı.[79]

Boşanma işlemi gerçekleşip evlilik sona erdiğinde, malların (çeyiz ve kalın) iadesinde kusur sorumluluğu kabul edilmişti. Boşanma kocanın kabahati sonucunda olursa, koca verdiği kalını geri talep edemezdi ve karısının çeyiz olarak getirdiği malı da iade etmeye mecbur olurdu. Boşanma kadının kusuru neticesinde olduğu zamanlarda ise kalın erkeğe iade edilir ve çeyiz erkekte kalırdı. Evliliğin karşılıklı rıza ile son bulduğu durumlarda ise erkek çeyizi, kadın ise kalını iade ederdi.[80] Günümüz evlilik sözleşmelerine benzerlik gösteren bu uygulama, evlilik öncesi kız tarafına verilen kalının sadece kadının bedeli ya da yetiştirme ücreti olarak algılanmaması gerektiğini göstermektedir. Kalının varlığı; evliliğin daha sağlam zemine oturtulması, keyfi boşanmaların önüne geçilmesi gibi amaçlara hizmet etmesi ve hem erkek hem kadın için boşanmaktan caydırıcı bir unsur olması açısından önemlidir. Bir noktada evliliğin sigortası olarak da görülebilir.

Evlenme ve boşanma konularındaki özgürlük ve hak sahipliklerinin yanında, eski Türk kadınının mülk edinme, varislik ve miras hakkı da bulunmaktaydı. Türk ailesinde, aile içinde kadının kendine ait mülkü vardı. Mal ayrılığı rejimi uygulanan ailede, evlenen kadının baba evinden getirmiş olduğu çeyiz malı üzerinde kocanın hiçbir tasarruf hakkı yoktu Kadın kendi mal varlığı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilirdi.[81] Aile dışında da kadının taşınır ve taşınmaz mallar üzerinde de tasarruf hakkı vardı. Hatunların kendilerine ait sarayları-köşkleri, hizmetlileri ve malları vardı. Attila’nın Hatununun sarayda kendisine ait süslü ve gösterişli bir köşkte oturması, kendi hizmetine bakan özel erkânı olması ve Bleda’nın eşinin yönettiği köyün sahibesi olması[82] mülkiyet hakkına işaret etmektedir.

Varislik ve miras meselesine baktığımızda bu konularda da Hun ve Göktürk kadınının geniş haklara sahip olduklarını görülmektedir. Bütün medeni milletlerin hukukunda olduğu gibi eski Türk toplumlarında da kanuni varislik (succesio abinesta) ve vasiyetname neticesinde varislik (hereditas testamentaria) olmak üzere iki tür varislik vardı.[83] Hun ve Göktürk dönemlerinde daha çok kanuni varislik görülmekte, vasiyetname yolu ile varisliğin örneklerine Uygur döneminde rastlanılmaktadır.

Anne – babanın ya da eşin vefatından sonra kadın varis olarak görülmüş ve mirastan hak ettiği payı almıştır. Hun ve Göktürkler’de miras ve varislik konusunda geçerli olan hükümler şu şekildeydi. Prensip olarak ana ve babaların bütün çocuklarının mirasta hissesi vardır. Öncelikle her baba, evlenen oğullarına bir çadır/ev ve mal vermekte, evlenen kızlarına ise çeyiz adı altında bir miktar mal vermekteydi. Babanın sağlığında evlenip kendi evini kuran erkekler ile çeyizini alıp evlendirilmiş kızların mirasta hakkı yoktu. Baba evinin varisi en küçük oğuldu. Bu küçük oğul evlendikten sonra dahi baba evinde kalarak, ebeveynlerin vefatından sonra çadırın ve geriye kalan malların sahibi olmaktaydı. Göktürkler’de en küçük kardeş miras olarak kışlak toprağın varisidir. Diğerleri ise taşınabilir mallara varistir. Bunların içinden zeki ve cesur olana atlar, diğerlerine ise koyunlar düşerdi. Ev genelde küçük kardeşe kalmaktaydı. Eski Türk devletlerinde yöneticiliklerde, “kut” yani egemenlik kudreti de bir miras konusuydu ve buna en layık olan sahip olurdu, kız çocukları dâhil, hükümdarın her çocuğunun buna hakkı vardı.[84] Bir devletin en yüksek dereceli miras konusu olan yönetme hakkının varisliğinde bile Türk kadınının hakkı olup, hisse sahibi olması oldukça dikkat çekicidir.

Eşini kaybeden kadın kocanın vefatından sonra, kocasının malından 1/4 alır, bazı topluluklarda bu hissenin 1/5 olduğunu görüyoruz. Kızların hisseleri de 1/10 olarak tespit edilmiştir. Buna ek olarak miras paylaştırılmadan önce kadının getirmiş olduğu çeyiz kocasının verdiği kalından fazla olmuş ise bu aradaki farkı da alırdı. Baba evinde kalan ve babanın servetine varis olan erkek, annesinin veya varsa üvey annesinin giderlerini karşılamaya, evlenmemiş kız kardeşlerine sahip çıkıp evlendirmekle yükümlüdür. Buna karşılık kız kardeşleri evlendiği zaman alınacak kalın ona ait olur.[85] Evin reisi öldükten sonra bile Türk kadını mağdur edilmemiş, hayatını devam ettirebilmesi için mirastan paylarını alabilmişlerdir. Ayrıca baba ocağını tüttürmeye devam eden en küçük oğulun anne, üvey anne ve evlenmemiş kız kardeşlerine bakıp, evlendirme yükümlülüğü oldukça önemlidir. Her ne kadar bu babasız kalmış kızların evlenince aldıkları kalını erkek kardeşlerine vermek zorunda olmaları veya evlenip gitmiş kızların mirastan pay alamamaları bir ayrım gibi görünse de benzer durum erkek çocuklar için de geçerlidir. Yetim kalan kızı evlendirip kalını alan erkek kardeş ödenen kalına sahiptir ancak evlendikleri zaman kız kardeşlerine çeyiz vermek zorundadırlar. Aynen evlendiği zaman çeyiz alıp giden kız çocukların mirasta hisse sahibi olamadıkları gibi, babasından mal alarak ayrılıp müstakil bir ev kurmuş olan oğullar da mirastan pay alamazdı. Görüldüğü üzere miras ve varislik konusunda da kadının erkekten çok büyük bir farkı yoktur. Cinsiyet üzerine yapılmış haksızlık derecesinde bir uygulama bulunmamaktadır ve mümkün olduğunca kadın erkek ayrımı yapılmadan her bireye eşit davranılmaya çalışılmaktadır.

Bozkır devletlerinin ceza uygulamalarında kadın ile alakalı olarak İskitler için sadece Herodotos’un aktardıklarına göre ve oldukça yetersiz bilgilere ulaşabilmekteyiz. Buna göre, İskit hükümdarı, emri altındakilerden birine, suçu dolayısıyla, ölüm cezası verdiği zaman, suçluyla beraber varsa erkek çocukları da öldürülür ancak kız çocuklarına dokunmazdı.[86] Sebebini net olarak bilmediğimiz bu uygulamada kin ya da kan davası güdülmesinin önüne geçilmek istenmiş ya da ceza bir soy kurutma cezası olduğu için kız çocukları tehdit unsuru olarak görülmeyip idam edilmemiş veya kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmış olabilir.

Hun ve Göktürk dönemleri için ise şunlar söylenebilir; Hun ve Göktürk devletlerinde toplumda düzeni ve asayişi sağlamak bazı suçlara karşı belli başlı cezalar verilirdi. Kaynaklardan anlaşıldığına göre, Türkler ceza sözcüğü yerine “kıyın, kın” sözcüklerini, suç ve günah anlamlarına karşılık olarak da “yazuk” kelimesini kullanmışlardı.[87]

Eski Türk Ceza Hukuku kadının toplum içindeki aktif yaşantısını destekler nitelikte gelişmişti. Kadınların sosyal hayatlarında rahat etmeleri ve kendilerini güvende hissetmeleri için uygulamalar bulundururdu. Kadına karşı istenmeyen fiillere girişilmesini önlemek adına caydırıcı cezalar uygulanırdı. Söz konusu toplumlarda vatana ihanet, isyan, cinayet ve ordudan kaçmak ağır suçlardan sayılırdı. Evli kadınla zina yapmak ve cinsel saldırıda bulunmak da ağır suçlar arasına eklenerek vatana ihanet ve cinayet ile bir tutulmuştu. Genç ve bekâr bir kızı baştan çıkaran, kandıran ve kirleten erkek ağır mal-mülk ödeme cezasına mahkûm edilir ve mağdur kızla evlendirilirdi.[88] Mağdurenin kendisine karşı böyle çirkin bir fiil de bulunmuş kişiyle evlendirilmesi, tabi ki olumsuz bir olaydır ancak söz konusu kızın genç ve bekâr olduğu göz önüne alındığında, devam edecek hayatını bir nebze daha kolaylaştırmaya yönelik bir uygulama olduğu düşünülebilir. Ceza uygulamaları ana hatlarıyla bu şekilde olmakla beraber, kadının sosyal hayatını rahat sürdürüp tehditlerden uzak tutulması için caydırıcı cezalar verildiğini görüyoruz. Bu uygulamalarla kadın-erkek ilişkileriyle ve kadına karşı girişilebilecek istenmeyen davranışlarla aile kurumunun, kadının kutsallığının ve onurunun yıpratılması önlenmeye çalıştığı görülmektedir.

Sonuç

Eski Türk erkeğinin hayatında olmazsa olmazı üç şey vardı; atı, kadını ve silahı. Zorlu bozkır yaşantısında hayatta kalabilmek için en önemli iki unsur olan at ve silahın değerini tartışmaya gerek yoktur. İşte Türk kadını bu hayati unsurların yanına konulup atasözlerine, destanlara hatta komşu devletlerin edebi eserlerine konu olacak kadar el üstünde tutulup değer görmüştür. Kadın alınıp satılan bir mal, hiçbir hakka-hukuka sahip olmayan köle veya adsız bir nesne olarak değil, günümüz anlayışına çok yakın hatta daha ileri ölçüde haklara sahip bireyler olarak algılanmıştır. Yaşadıkları toplumdaki bu sosyal konum içinde Türk kadını hem anne, eş, kardeş, kız olarak yaşamış hem de yönetici, diplomat ve toprağını savunan bir asker olarak görev yapmıştır. Kendi zamanının ve hatta kendinden sonraki dönemlerin toplumlarından çok daha gelişmiş hukuki ve sosyal haklara sahip olan Türk Kadını toplum içinde hayatını bu statüde sürdürmüştür.

Bozkır Türk kavimlerinde kadın, İskit döneminden itibaren gelişmiş haklara sahip olmuş ve değer görüp el üstünde tutulmuştur. Kadının bu konumu daha sonraki Sarmat döneminde de devam etmiştir. Bozkır kadını, aktif olarak devlet memurluğunda bulunarak, elçilik, askerlik ve hatta yöneticilik yapıp, dini törenler düzenlemişlerdir. Aile içinde erkekle aynı iş ve hakka sahip olup, kocasıyla beraber her faaliyete katılmış, aynı sorumlulukların altına girmiştir. Kadın bu meziyetleri ve girişkenliği ile kendisini toplumda birey olarak kabul ettirmeyi başarmıştır. Onurlu bozkır kadını savaş meydanlarında da erkeğini ve toprağını yalnız bırakmayıp vatan müdafaasında bulunmuş, yurdu için canını vermeyi göze almıştır.

Hun ve Göktürk dönemlerinde yaşamış Türk kadını, isim sahibi bireyler olduğu gibi, güzel sıfatlarla anılırdı. Yaşanılan devrin, coğrafyanın ve insan yapısının getirdikleri neticesinde şekillenen toplum içindeki kadın algısı oldukça gelişmiş düzeydeydi. Savaş meydanları dâhil hayatın her alanında erkeğiyle aynı noktada duran Türk kadını için eve kapatılmak açıklama yapmaya bile gerek olmayan bir konudur. Yüce Türk kadını, kadınlığını hiçbir zaman mazeret olarak görmeyip, gereken her konu ve durumda vazifeye atılmıştı. Kadının bu girişkenliği ve cesareti de toplumda kabul görüp, saygıya değer bulunmuştu. Siyasi ve sosyal konularda hor görülüp, geri planda tutulmayarak hakları verilmişti. Hukuki uygulamalarda kadının varlığı kabul edilmişti. Yasa ve töreler onların aktif konumlarını destekleyip, hayatlarını daha rahat geçirmelerini sağlayacak şekilde belirlenmişti. Biyolojik yapısı gereği oluşan durumlar için kadın hor görülmez, basit sebeplerle cezalandırılmazdı. Bilindiği gibi kız evlat sahibi olmak kötü bir durum olarak görülmezdi. Evlenme, miras ve diğer konularda açıklandığı üzere gelişmiş haklara sahipti. Kadın kutsal ve temiz kabul edilirdi, mitolojilerinde, kâinatın yaratılışı konusunda bile üstün bir rol sahibidir. Eski Türkler, kadını bir alım satım nesnesi olarak görmek bir yana, savaşta düşman eline geçmesini bile büyük bir utanç sayıp, tek eşliliği ana prensip saymıştır. Cinsiyet ayrımı, ev içinde ya da iktisadi hayattaki ağır işlerin erkekler tarafından yapılmasından başka hemen hemen görülmemiş ve hiçbir devirde sosyal hayata kadını olumsuz etkileyecek şekilde yansımamıştır.

Okan AÇIL

İnönü Üniversitesi, Fen – Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Araştırma Görevlisi.

Alıntı Kaynak: Cappadocıa Journal Of Hıstory And Socıal Scıences Yıl: 2016 Sayı: 6


Kaynaklar
♦ AHMETBEYOĞLU, Ali, Avrupa Hun İmparatorluğu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2001.
♦ AHMETBEYOĞLU, Ali, Sorularla Eski Türk Tarihi, Yeditepe, İstanbul, 2014.
♦ ARSAL, Sadri Maksudi, Türk Tarihi ve Hukuk, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014.
♦ AVCI, Mustafa, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Mimoza Yayınları, Konya, 2012.
♦ AYDIN, M. Akif, Türk Hukuk Tarihi, Beta Yayıncılık, İstanbul, 2012.
♦ BAYKARA, Tuncer, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, AKM, Ankara, 2001.
♦ CİN, Halil – Gül Akyılmaz, Türk Hukuk Tarihi, Sayram Yayınları, Konya, 2013.
♦ DONUK, Abdülkadir, “Çeşitli Topluluklarda ve Eski Türklerde Aile”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih, Sayı 33, s. 147-168.
♦ DURMUŞ, İlhami, İskitler, Akçağ, Ankara, 2012.
♦ DURMUŞ, İlhami, İskitler (Sakalar), Genelkurmay, Ankara, 2008.
♦ DURMUŞ, İlhami, “İskit İmparatorluğu’nun Yıkılış Nedenleri”, Akademik Bakış, Cilt 1, Sayı 2, Ankara, 2008, s. 199-214.
♦ DURMUŞ, İlhami, Sarmatlar, Akçağ, Ankara, 2012.
♦ DURMUŞ, İlhami, “ Sarmatlar “, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.972-991.
♦ DURMUŞ, İlhami, Türk Tarihinin Öncüleri; Bilge Kağan, Alp Er Tonga, Tomris, Mo-tun, Attila, Akçağ, Ankara, 2013.
♦ FENDOĞLU, Hasan Tahsin, Türk Hukuk Tarihi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2000.
♦ GALİP, Reşit- Yusuf Akçura, Mehmet Tevfik vd., Türk Tarihinin Anahatları, TTK, Ankara, 2014.
♦ GOLDEN, Peter B., Türk Halkları Tarihine Giriş, ( Çev. Osman Karatay), Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014.
♦ GROUSSET, Rene, Stepler İmparatorluğu, ( Çev. Halil İnalcık ), TTK, Ankara, 2011.
♦ GÜLENSOY, Tuncer, Barbar Türkler, Akçağ Yayınları, Ankara, 2011.
♦ GUMİLEV, L.N., Eski Türkler, ( Çev. Ahsen Batur ), Selenge Yayınları, İstanbul,2013.
♦ GUMİLEV, L.N., Hunlar, ( Çev. Ahsen Batur ), Selenge Yayınları, İstanbul, 2013.
♦ GÜLTEPE, Necati, Türk Kadın Tarihine Giriş, Ötüken Yayınları, Ankara, 2013.
♦ GÜNGÖR, Harun, “Göktürk Kitabeleri ve Uygur Metinlerinin İnsani Değer ve Hukuk Açısından İncelenmesi’’, Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları, cilt 1, TKHV, İstanbul, 1992, s.201-221.
♦ HERODOTOS, Tarih, (Çev. Mümtekim Ökmen), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
♦ İNAN, Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler I – II, TTK, Ankara, 1998.
♦ İNAN, Afet, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, MEB, İstanbul, 1975.
♦ İYİGÜN, Nami Cem, Türklerin, Etnik Kültürel ve Tarihi Kökleri, Papillon Yayınları, İstanbul.
♦ İZGİ, Özkan, Orta Asya Türk Tarihi Araştırmaları, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014.
♦ KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007.
♦ KOCA, Salim, Türk Kültürünün Temelleri II, Kültür Yayınları, Ankara, 2010.
♦ KOÇAK, Kürşat, “Bozkır Kültüründe Bronz’un (Tunç) Ortaya Çıkışı ve İşlenip Yayılması”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 218, s. 103-116
♦ LIU MAİ-TSAI, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, (Çev. Ersel Kayaoğlu-Deniz Banoğlu), Selenge Yayınlan, İstanbul, 2011.
♦ LİGETİ, Lajos, Bilinmeyen İç Asya, (Çev. Sadrettin Karatay), TDK Yayınları, Ankara, 1986.
♦ OĞUZ, Yunus, Eski Türkler Üzerine Araştırmalar ve Gumilev’in Eleştirisi, İleri Yayınları, İstanbul, 2012.
♦ ONAT, Ayşe- Sema Orsoy-Konuralp Ercilasun, Han Hanedanlığı Tarihi, TTK, Ankara, 2004.
♦ ORKUN, Hüseyin Namık, Eski Türk Yazıtları, TDK Yayınları, Ankara, 2011.
♦ ÖGEL, Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981.
♦ ÖGEL, Bahaeddin, Türk Mitolojisi I, TTK, Ankara, 2014.
♦ ÖZDENER, Kadri Süreyya, İslam Öncesi Türklerde Kadının İçtimai Yeri, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Konferansları, Sayı 22, s. 225-235
♦ P’YANKOV, Igor Vasilyeviç, ‘’ Sakalar ‘’, Türkler, Yeni Türkiye, Ankara, 2002, s.922-939.
♦ RASONYİ, Lazslo, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara,1988.
♦ ROUX, Jean-Paul, Türklerin Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2013.
♦ ROUX, Jean – Paul, “Ortaçağ Türk Kadını”, Erdem, cilt 5, sayı 13, s.169 – 199.
♦ SINOR, Denis, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yayınlan, İstanbul, 2002.
♦ TALASLIOĞLU, Mesut- Ekrem Uykucu-Hüseyin Salman, Türk Tarihi I, Latin Matbaası, İstanbul, Tarihsiz.
♦ TAŞAĞIL, Ahmet, Göktürkler I-II-II, TTK, Ankara, 2014.
♦ TAŞAĞIL, Ahmet, “Göktürkler’de İnsani Değerler ve İnsan Hakları”, Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları, Cilt 1, TKHV, İstanbul,1992, s. 93-117.
♦ TURAN, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014.
♦ TÜRKELİ, Cevat, “Hunlarda İnsani Değerler ve Hukuk”, Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları, c.1, TKHV, İstanbul, 1992, s.71-93.
♦ ÜÇOK, Coşkun- Ahmet Mumcu- Gülnihal Bozkurt, Türk Hukuk Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara, 2011.
Dipnotlar:
[1] İlhami Durmuş, İskitler, Akçağ, Ankara, 2012, s.93.
[2] İlhami Durmuş, Sarmatlar, Akçağ, Ankara, 2012, s.100.
[3] Afet İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, MEB, İstanbul, 1975, s.25; Igor Vasilyeviç P’yankov, “Sakalar”, Türkler, c.1, Yeni Türkiye, Ankara, 2002, s. 931.
[4] Durmuş, İskitler, s.133-134.
[5] İlhami Durmuş, Türk Tarihinin Öncüleri; Bilge Kağan, Alp Er Tonga, Tomris, Mo-tun, Attila, Akçağ, Ankara, 2013, s.51.
[6] Denis Sinor, Erken İç Asya Tarihi, İletişim, İstanbul, 2002, s.153.
[7] Durmuş, Sarmatlar, s.126-127-132.
[8] L.N. Gumilev, Eski Türkler, Selenge, İstanbul, 2013, s. 101,
[9]  Lazslo Rasonyi, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1988, s.58; Salim Koca, Türk Kültürünün Temelleri 2, Kültür, Ankara, 2010, s.120.
[10] Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi, Kabalcı, İstanbul, 2013, s. 138; Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, TTK, Ankara, 2014, s.338; Rasonyi, s.58; Koca, s.120.
[11]  Liu Mai-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, (Çev. Ahsen Batur), Selenge, İstanbul, 2011, s.64; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken, İstanbul, 2007, s. 287.
[12] Rasonyi, s.58; Koca, s.120.
[13] Koca, s.120; İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.28; Rasonyi, s.58; Talaslıoğlu vd., s.156.
[14] Kürşat Koçak, “Bozkır Kültüründe Bronz’un (Tunç) Ortaya Çıkması ve İşlenip Yayılması’’, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 218, s.113.
[15] Rasonyi, s.58; Koca, s.120; Talaslıoğlu vd., s.156; İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.28.
[16] Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, (Çev. Osman Karatay), Ötüken, İstanbul, 2014, s. 74-75.
[17] Necati Gültepe, Türk Kadın Tarihine Giriş, Ötüken, Ankara, 2013, s.179-180.
[18] Ali Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, TTK, Ankara, 2001, s.151-152; İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.26.
[19] Mesut Talaslıoğlu – Ekrem Uykucu – Hüseyin Salman, Türk Tarihi I, Latin, İstanbul, s.160; Yunus Oğuz, Eski Türkler Üzerine Araştırmalar ve Gumilev’in Eleştirisi, İleri Yayınları, İstanbul, 2012, s.103; Coşkun Üçok – Ahmet Mumcu – Gülnihal Bozkurt, Türk Hukuk Tarihi, Turhan, Ankara, 2011, s.33.
[20] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, TDK, Ankara, 2011, s.34-35.
[21] Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken, İstanbul, 2014, s. 143-144.
[22] Harun Güngör, “Göktürk Kitabeleri ve Uygur Metinlerinin İnsani Değer ve Hukuk Açısından İncelenmesi’’, Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları, c. 1, TKHV, İstanbul, 1992, s.206.
[23] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, TTK, Ankara, 2014, s.465-469; Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler I, TTK, Ankara, 1998, s.274-275.
[24] Özkan İzgi, Orta Asya Türk Tarihi Araştırmaları, TTK, Ankara, 2014, s.28.
[25] Kadri Süreyya Özdener, “İslam Öncesi Türklerde Kadının İçtimai Yeri’’, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Konferansları, sayı 22, s.228-229.
[26] Durmuş, Sarmatlar, s. 104-15.
[27] Herodotos, Tarih, ( Çev. Mümtekim Ökmen), İş, İstanbul, 2012, s.110.
[28]  Darius üç bölüme ayrılmış olan İskitlere savaş açtığında İskit hükümdarları Sakesphares, Homarges ve Thamyris bir yerde durum değerlendirmesi yapmışlardı. Homarges Herodotos’un Sakai Amyrgioi’siyle şüphesiz aynıdır. Homarges Saka haumavarga ve diğeri Thamyris, Massaget hükümdarı adı olan Thomyris’i hatırlatıyor ve Hekataios’a göre Grekler tarafından Massaget olarak adlandırılan grup, Saka tigrakhauda olduğundan Thamyris’in Saka tigrakhauda‘nın hükümdarı olduğu anlaşılıyor. Ayrıntılı bilgi için bkz.; İlhami Durmuş, “İskit İmparatorluğu’nun Yıkılış Nedenleri ‘’, Akademik Bakış, c.1, sayı 2, Ankara, 2008, s.209; Durmuş, Türk Tarihinin Öncüleri; Bilge Kağan, Alp Er Tonga, Tomris, Mo-tun, Attila, s. 56.
[29] Roux, s. 136-137; Rasonyi, s.60.
[30] Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, s. 151.
[31] Roux, s. 138; Kafesoğlu, s.270.
[32] Jean-Paul Roux, ‘’ Ortaçağ Türk Kadını’’, Erdem, c.5, sayı 13, AKM, Ankara, 1990, s.202.
[33] L.N. Gumilev, Hunlar, (Çev. Ahsen Batur), Selenge, İstanbul, 2013, s.113; Gültepe, s.179-180; Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, s.151-152; Talaslıoğlu vd., s.98-99; İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.26.
[34] Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981, s.406-408.
[35] İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.26.
[36] Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, s. 151.
[37] Ahmet Taşağıl, “Göktürkler’de İnsani Değerler ve İnsan Hakları’’, Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları, c.1, TKHV, İstanbul, 1992, s.111; Gültepe, s.181; İzgi, s.30; Talaslıoğlu vd., s.154.
[38] Ahmet Taşağıl, Göktürkler I-II-III, TTK, Ankara, 2014, s.92.
[39] Turan, s.143-144.
[40] Rene Grousset, Stepler İmparatorluğu, (Çev. Halil İnalcık), TTK, Ankara, 2011, s. 127.
[41] P’yankov, s.931.
[42] İlhami Durmuş, İskitler (Sakalar), Genelkurmay, Ankara,2008, s. 55.
[43] P’yankov, s.931.
[44] Durmuş, Türk Tarihinin Öncüleri; Bilge Kağan, Alp Er Tonga, Tomris, Mo-tun, Attila, s. 54-56.
[45] İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.25.
[46] İlhami Durmuş, ‘’ Sarmatlar ‘’, Türkler, Yeni Türkiye, Ankara, 2002, s.980-981.
[47] Durmuş, Sarmatlar, 126-127.
[48] Kafesoğlu, s.241.
[49] İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.26; Talaslıoğlu vd., s.58; Kafesoğlu, s. 226-241.
[50] Kafesoğlu, s.241; Talaslıoğlu vd., s.15.
[51] P’yankov, s.931.
[52] Durmuş, İskitler, s.40.
[53] Durmuş, Türk Tarihinin Öncüleri; Bilge Kağan, Alp Er Tonga, Tomris, Mo-tun, Attila, s.51.
[54] Durmuş, Sarmatlar, s. 131.
[55] Özdener, s.228.229.
[56] Kafesoğlu, s.228.
[57] Kafesoğlu, s.228; Üçok vd., s.33.
[58] Üçok vd., s.33.
[59] İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, s.27.
[60] Kafesoğlu, s.228; Üçok vd., s.33.
[61] Arsal, s.336.
[62] Tuncer Baykara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, AKM, Ankara, 2001, s.154.
[63] İzgi, s.28.
[64]  Rasonyi, s.56; Ali Ahmetbeyoğlu, Sorularla Eski Türk Tarihi, Yeditepe, İstanbul, 2014, s.287; Kafesoğlu, s.228; Mustafa Avcı, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Mimoza, Konya, 2012, s.18-19.
[65]  Gumilev, Hunlar, s.98; Baykara, s.154; Cevat Türkeli, “Hunlarda İnsani Değerler ve Hukuk’’, Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları, c.1, TKHV, İstanbul, 1992, s.89.
[66] Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler II, TTK, Ankara, 1998, s.241.
[67] Özdener, s.228.229.
[68] Mai-Tsai, s.23-64; Arsal, s.256-332; Kafesoğlu, s.228; Avcı, s.20; Halil Cin – Gül Akyılmaz, Türk Hukuk Tarihi, Sayram, Konya, 2013, s.35-36; M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, Beta, İstanbul, 2012, s.17
[69] Oğuz, s.75; Avcı, s.20; Türkeli, s.88-89; Ahmetbeyoğlu, Ali, Sorularla Eski Türk Tarihi, s.287; Cin vd., s.36; Aydın, s.17; Üçok vd., s.24.
[70] Ayşe Onat – Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanlığı Tarihi, TTK, Ankara, 2004, s.1-17-18; Golden, s.80- 81; Baykara, s.154; Grousset, s.102; Arsal, s.256; Gumilev, Eski Türkler, s.100; Rasonyi, s.56-57; Gumilev, Hunlar, s.97; Talaslıoğlu vd., s.62; İnan, Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler I, s.341; Tuncer Gülensoy, Barbar Türkler, Akçağ, Ankara, 2011, s.96; Ahmetbeyoğlu, Sorularla Eski Türk Tarihi, s.287; Türkeli, s.88; Üçok vd, s.24.
[71] Gumilev, Hunlar, s.43; Gülensoy, s.245.
[72] Ahmetbeyoğlu, Sorularla Eski Türk Tarihi, s.287.
[73] Rasonyi, s.56-57; Reşit Galip – Yusuf Akçura – Mehmet Tevfik vd., Türk Tarihinin Ana Hatları, TTK, Ankara, 2014, s.301.
[74] Cin vd., s.33; Ahmetbeyoğlu, Sorularla Eski Türk Tarihi, s.288; Arsal, s.330.
[75] Avcı, s.19; Cin vd., s.34; Aydın, s.18.
[76] Cin vd., s.34; Aydın, s.17; Arsal, s.330.
[77] Arsal, s.330-331; Cin vd., s.34; Avcı, s.19; Aydın, s.18-19.
[78] Koca, s.129.
[79] Avcı, s.20; Cin vd., s.36; Aydın, s.19; Arsal, s.333.
[80] Arsal, s.333; Fendoğlu, s.15; Avcı, s.20; Cin vd., s.36.
[81] Abdülkadir Donuk, “Çeşitli Topluluklarda ve eski Türklerde Aile’’, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 33, s.165; Ahmetbeyoğlu, Sorularla Eski Türk Tarihi, s.289; Avcı, s.19; Cin vd., s. 35.
[82] Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, s. 151.
[83] Arsal, s.337.
[84] Golden, s. 22; Koca, s.122; Arsal, s.337; Güngör, s.213; Talaslıoğlu vd., s. 161; Üçok vd., s.33-34.
[85]Avcı, s.21-22; Cin vd., s.34-35-38; Aydın, s.20; Arsal, s.337-339.
[86] Herodotos, s.322.
[87] Ahmetbeyoğlu, Sorularla eski Türk Tarihi, s.301.
[88] Nami Cem İyigün, Türklerin Etnik Kültürel ve Tarihi Kökenleri, Papillon Yayınları, İstanbul, s. 227-228; Ligeti, s.46; Avcı, s.15: Cin vd., s.31,32; Fendoğlu, s.14.15; Aydın, s.15; Koca, s.98; Kafesoğlu, s.292; Ahmetbeyoğlu Sorularla Eski Türk Tarihi, s.302; Gülensoy, s.213; Galip vd., s.302; Üçok vd., s.32-33; Mai-Tsai, s.21-63-64; Taşağıl, s.118-136; Gumilev, Eski Türkler, s.101; Taşağıl, “Göktürkler’de İnsani Değerler ve İnsan Hakları’’, s.111.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.