Benim çocukluğum 1960’lı yıllarda köyde geçmiştir. Beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak, çocukluğumdan hatırımda kalanlar; yolu izi olmayan bir köyde geçen son derece zor hayat şartlarıdır. Fakirlik ve yokluk diz boyu, kışın kızağa binmek, yazları çelik çomak oynamak dışında eğlence namına hiçbir şey yok. Bütün bunlara karşın, köy şartlarında oldukça bilgili bir babaya sahip olmak, galiba bizim için en büyük avantajdı. Babam, 2.dünya Savaşı yıllarında askerlik yapmış ve bu sırada okuma-yazmayı öğrenmiş birisiydi. Uzun kış gecelerinde hem az çok okuduklarından hatırında kalanları, hem de kendi çocukluğunda yaşadıklarını ve şahit olduklarını anlatırdı bize.
Babamın Cumhuriyetin ilk yıllarında geçen çocukluğuna dair anlattıklarından birisi de bir Kalaycı’ya dair anlattıklarıydı. Dediğine göre; çocukluğunda Çankırı il merkezinden gelen ve köylülerin “Gâvur” olarak bildikleri bir Ermeni kalaycının, köylülerin bakır kaplarını kalayladığıydı. Babamın anlattıklarından bugün için benim anladığım; Çankırı’da kalaycılık yapan Ermeni vatandaşımız (yanlış hatırlamıyorsam babam bu kişinin adının Garabet veya Krikor olduğunu söylerdi),[1] yolu izi olmayan Çankırı kırsalında, hayvanlarına yüklediği körük, kömür, kalay vs. alet ve edevatıyla köy köy dolaşıyor, köylülerin bakır türü kaplarını kalaylıyor ve herhalde köy odasında yatıp kalkarak, köylüler tarafından ağırlanıyordu. Zaman ise Cumhuriyet’in ilk yılları olan 1920’li yıllar.
Çok basit bir konu olarak görülen bu nokta, aslında oldukça önemli bir noktadır. En başta bu küçük anekdot, bize Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu’nun merkezi olan Çankırı’da bile az da olsa bir Ermeni nüfusun yaşadığını ve bu insanların, herhangi bir öldürülme korkusu yaşamaksızın, zanaatlarını ve diğer uğraş alanlarındaki faaliyetlerini devam ettirdiklerini düşündürtmektedir.
Kaynaklarda; Birinci Dünya Savaşı döneminde, 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni Komiteleri’nin kapatıldığına, isyancılara yardım ettikleri tespit edilen 235 Ermeni’nin İstanbul’da tutuklanarak trenle, Ankara, Ayaş ve Çankırı istikametine yollandığına, ayrıca bunlardan bazılarının hapishanelere, çoğunluğunun da polis nezaretinde evlere dağıtıldığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Yine aynı kaynaklarda; bu 235 kişiden, yabancı uyruklu 31’inin suçsuz bulunarak serbest bırakıldığı, suçları sabit olanlardan 25’inin Ayaş’a ve 57’sinin de Zor’a nakledildiğine, Zor’a nakledilenlerden iki Ermeni’nin yolda öldürüldüğüne, bu işin faili olarak yakalanan Osmanlı yurttaşı Çerkez Ahmet’le yandaşı Halil’in, suçlu bulunarak Şam’da idam edildiklerine, ayrıca geri kalan Ermeniler’in Çankırı’da üç-beş kişilik gruplar halinde evlere yerleştirildiğine, bunlardan parası olmayanlara devlet yardımı yapıldığına ve bunların gün sonunda karakola gidip kaçmadıklarını kanıtlamalarının istendiğine dair bilgiler bulunmaktadır.[2] Anlaşılan bu insanlar, Çankırı’da günümüz Türkiye’sinde uygulanmakta olan “Denetimli Serbestlik” yöntemine benzer bir şekilde adli kontrol işlemine tabi tutulmuşlardır.
Yukarıda, yolda Çerkez Ahmet’le yandaşı Halil tarafından öldürüldüğü söylenen iki kişinin kim oldukları belirtilmemiş. Ancak İttihat ve Terakki üyesi olarak 11 sene boyunca Duyun-u Umûmiye (Genel Borçlar) idaresinde Osmanlı Devleti’ni temsilen vekillik görevini üstlenen ve aynı zamanda İTC’nin yayın organı olarak kabul edilen “Tanin” de başyazarlık yapan Hüseyin Cahit Yalçın, anılarında İstanbul’da tutuklanan Zohrap ve Vartkes isimli iki Ermeni mebusun, Diyarbakır Harp Divanı’nda yargılanmak üzere yola çıkarıldıklarını, ancak yolda öldürüldüklerini, onları öldürenlerin de Dördüncü Kolordu Komutanı Cemal Paşa tarafından yakalatılarak idam edildiklerini söyler.[3] Uluç Gürkan ise bu iki kişinin, Ermeni Krikor Zohrab ve Seringulian Vatrkes olduğunu, Sirozlu Çerkez Ahmet ve Dersaadetli Halil isimli iki kişinin bu suçun zanlısı olarak Konya’da tutuklandıktan sonra, Suriye’de Divan-ı Harbi Mahkemesi’nde yargılanıp, Şam’da idam edildiklerini belirtir.[4]
Bir başka kaynakta ise konu ile ilgili olarak: “24 Nisan gecesi üç Ermeni din görevlisi ile birlikte, Puzantion adlı Ermeni gazetesinin sahibinin de aralarında olduğu toplam 1800 kişi Ankara, Çankırı gibi yerlere sürgün edilmek üzere tutuklanmıştır. Bunların 500’ü Taşnak, 500’ü Hınçak ve kalanlarda Ramgavar partizanlarıdır. Yine İngiliz kaynakları, tutuklanan Ermenilerin ‘Müttefik ordularına hizmet eden Ermeni gönüllüler veya Müslüman katliamı sorumluları’ olduğunu, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’a gönderdikleri yazıda açıkça belirtmektedirler”[5] şeklinde bilgi verildikten sonra, Çankırı’ya sürgün edilenler hakkında şöyle bir dipnota yer verilmektedir: “İstanbul’dan Çankırı’ya (Kastamonu) sürgün edilen papaz Garabet H. Keropian’ın maddi olarak desteklenmesine dair konsolos Jackson’ın elçiliğe yazdığı yazı (NARA RG 84.Box9.310/K)”[6]
Öte yandan, Ermenilere yönelik olarak uygulanan “Zorunlu İskân” politikası çerçevesinde, bazı sosyal, ekonomik ve stratejik sebeplerle önemli bir Ermeni kitlesinin, “Zorunlu İskân”a tabi tutulmayıp, yaşadıkları yerlerde bırakıldıkları ve eski mesleklerini icra etmelerine müsaade edildiği bilinmektedir. Bunlardan bir grup da zanaat ve sanat işleriyle uğraşan esnaflarla, ticari hayatta etkin olan kişilerdir. Yani “Zorunlu İskân” kararını alan dönemin İttihat ve Terakki Hükümeti, ekonomik dengelerin bozulmaması ve ticari hayatın etkilenmemesi için de her türlü tedbiri düşünmüşe benziyor. Anlaşılan, 1920’li yıllarda bizim Çankırı köylerinde seyyar kalaycılık yapan Ermeni Garabet (ya da Krikor) Efendi de bu kapsamda yerinde bırakılan ve mesleğini icraya devam eden bir Ermeni vatandaşımızdı. Aksi takdirde, İstanbul’da tutuklanarak Çankırı’ya sürülenlerin, her gün karakola giderek imza vermeleri zorunlu olduğundan, bizim kalaycı Garabet (ya da Krikor)Efendi’nin köylerde günlerce dolaşarak kalaycılık yapması herhalde mümkün olmazdı.
Peki, bu durum ne anlama gelmektedir? Bu durum her şeyden önce, Ermenilere yönelik olarak uygulanan “Zorunlu Göç ve İskân” uygulamasının hemen sonrasında bile sıradan insanlar bazında olmak üzere; Türklerle Ermeniler arasında herhangi bir düşmanlık hissinin bulunmadığını ve iddia edildiği gibi bu topraklarda Ermenilere karşı herhangi soykırım veya toplu katliam yapılmadığını göstermektedir. Eğer böyle bir şey yaşanmış olsaydı, iki toplumun böyle kısa bir sürede tekrar birbirleriyle kaynaşması ve bizim Kalaycı Garabet (ya da Krikor) Efendi’nin, Çankırı kırsalında, öyle elini, kolunu sallayarak mesleğini icra etmesi herhalde mümkün olmazdı. En azından cahil bir köylü tarafından bir derede veya bir dağ başında öldürülür, cesedi bir uçuruma atılırdı! Ya da Kalaycı Garabet (veya Krikor) Efendi, pılısını pırtısı toplar, kendisi açısından çok daha güvenli gördüğü bir bölgeye göç ederdi. Ancak hayır; o, eskiden beri oturduğu şehirde oturmaya ve mesleğini icra etmeye devam etmiştir.
Saimbeyli’de Bir Ermeni ve Türk’ün Türk’ü Sürmesi!
1990’ların başıydı. Diyanet (TDV) Müfettişi olarak teftiş amacıyla Adana ve ilçelerine gitmiştim. Saimbeyli İlçesi’nde İlçe Müftüsü ile yürürken, Müftü Efendi karşıdan gelmekte olan oldukça iri yarı, hafif esmer (bakır renkli), şişman ve fötr şapkalı bir adamı göstererek şunları söyledi: “Müfettiş Bey, şu karşıdan gelen adam, aslında Ermeni’dir! Ataları tehcirden kurtulmak için Müslüman olmuşlar. Bunların bir kısmı, belki de dinlerini gizleyen ve gerçekte Hıristiyan olan insanlardır. Bu bölgede, böyle çok insan vardır…”
Müftü Efendi, doğrusu oldukça ilginç şeyler söylüyordu. Üstelik sözleri doğru da olabilirdi. Çünkü Saimbeyli’nin de içinde bulunduğu bölge, eskiden Ermenilerle meskûn olan ve Kilikya adı verilen bir yerdi. Roma döneminde Tarsus başkent olacak şekilde “Kilikya Eyaleti” olarak Roma İmparatorluğu’na bağlı bir eyalet merkezi iken, Ermeniler, 1199-1375 yılları arasında bu bölgede “Kilikya Ermeni Krallığı” adında bir krallık bile kurmuşlardır.
Peki, Ermeniler bu bölgeye nereden ve nasıl gelmişlerdir? Bu sorunun cevabı aslında çok önemlidir. Çünkü bu soruya verilecek cevap, 1915 yılında Osmanlı Devleti tarafından Ermenilere karşı uygulanan “Zorunlu İskân” politikasına da bir anlamda meşruiyet kazandırmaktadır. Gerçi böyle bir tarihsel bilgiye ihtiyaç olmadan bile bahse konu “Zorunlu İskân” politikası meşrudur. Çünkü Selçuklu ve Osmanlı Yönetimleri, aynı şeyi devletlerinin nüvesini teşkil eden Türklere yönelik olarak da yapmışlardır. Çünkü bu, yeni fethedilen topraklara Türk nüfus aktarılması, Türk devlet geleneğinde olan bir durumdur. Bu, coğrafyanın vatan yapılmasına dönük bir devlet siyasetidir aslında. Bilindiği gibi, Osmanlıların önce Balkanlar’da, arkasından da Doğu ve Orta Avrupa diyebileceğimiz yerlerde fethettikleri topraklarda yaptığı ilk iş, buralara Anadolu’dan nüfus aktarmak olmuştur. Bu, hem bir tür iskan politikası, hem de fethedilen toprakların vatan yapılması için uygulanan bir devlet siyaseti idi. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de bu şekilde Balkanlara yerleştirilen, yani zorunlu göçe tabi tutulan Kızıl Oğuz Türkmenlerine mensup bir ailenin çocuğudur.
Osmanlı arşiv kayıtlarından istifade edilerek hazırlandığı anlaşılan bir kitapta bu konuda şöyle denilmektedir: “Mustafa Kemal Atatürk’ün soyunun da bağlı bulunduğu Kızıloğuzlar, zorunlu göçlerle belirli bölgelerde iskâna zorlanmışlardır. Selçuklular zamanında Anadolu’da özellikle Sivas, Tokat, Amasya, Çorum ve Bozok yörelerinde bulunan pek çok Türkmen aşiret ve cemaatleri Konya, Aydın, Balıkesir, Bursa, Denizli ve Çanakkale taraflarına götürülmüşlerdi. Daha sonra bu Türkmen grupları, Osmanlı döneminde Balkanlar’a zorunlu göçe tabi tutulmak suretiyle bölgenin fethi için aktarılmışlardır. Balkanlar’a iskân için gönderilen bu grupların başında Ulu Yörükler gelmektedir”.[7]
Osmanlı Yönetimi, bu politikayı sadece Balkanlarda ve Avrupa’da değil, güney sınırlarında da uygulamıştır. Özellikle Yavuz Sultan Selim döneminde, bazı Oğuz boylarının, bugünkü Suriye hududumuz boyunca sınırın her iki tarafına da yerleştirildiği, daha doğrusu bu Oğuz boylarının, Yavuz Sultan Selim tarafından bahsi geçen bölgelerde zorunlu iskâna tabi tutuldukları bilinmektedir. Bugün Gaziantep İli’ne bağlı birer ilçe merkezi olan Oğuzeli ve Yavuzeli gibi ilçe isimlerinin, Osmanlı’nın bu nüfus ve iskân politikasıyla yakından alakası vardır. Keza, Hatay’ın Yayladağı ilçesinde yaşayan Oğuz Boyları ile Suriye sınırlarında yaşayan Bayır-Bucak Türkmenlerini de yine Osmanlı’nın zorunlu iskân ve zorunlu göç ettirme politikasıyla ancak açıklayabiliriz.
Hatta bu insanların, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde, kutsal hac yolculuğunu güvence altına almak, hac için Mekke’ye gidecek hacıların yol emniyetini sağlamak için bu bölgelere özellikle yerleştirildiğini belirten kaynaklar da bulunmaktadır.[8]
Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Suriye’de yaşayan Türk ve Türkmen soydaşlarına karşı sorumlulukları vardır. “Zorunlu Göç” ve “Zorunlu İskân” şeklinde uygulanan Türk devlet geleneğinin, Osmanlı’dan sonra çeşitli sebeplerle zaman zaman Türkiye Cumhuriyeti tarafından da uygulandığına şahit oluyoruz ki; Doğu’da baş gösteren bazı isyanlar sebebiyle, önemli bir Kürt nüfusun ülkenin iç ve batı bölgelerinde zorunlu iskâna tabi tutuldukları biliniyor. Keza, Doğu Karadeniz bölgesinde (Trabzon ve civarında) yaşayan bir kısım Türk aileler de gerek tarımsal amaçlarla,[9] gerekse yaşanan tabi afetlere bağlı olarak[10] bazı doğu ve güney illerine kaydırılmışlardır. Bu sebeple bugün özellikle Van ve Hatay yörelerimizde kayda değer miktarda bir Karadenizli nüfusun yaşadığı bilinmektedir.
Ancak “Zorunlu İskân” ve gerektiğinde ülke sınırları içinde olmak üzere “Sürgün” politikasını uygulayan tek devlet Türk Devleti ve tek millet de Türkler de değildir. Mesela Bizans İmparatorları, devlet politikası gereği, Doğu Anadolu Bölgesi’ni istilâ ve ilhak ettikten sonra, zaman içinde bölgede yaşayan Ermeni nüfusu büyük ölçüde önce İç Anadolu’ya ve oradan da Çukurova’ya göçe zorlamışlar, nihayet Ermeni nüfusunun yoğunluk kazanarak, bölgede Kilikya Ermeni Baronluğu’nun kurulmasına zemin hazırlamışlardır.[11] Doğu Roma İmparatorluğu, diğer adıyla Bizans Devleti, imparator II. Basileios döneminde (960-1025), en geniş sınırlarına ulaşmış ve dolayısıyla en parlak dönemini yaşamıştır. İşte bu Bizans İmparatoru, Doğu Anadolu ve Kafkasya’yı boydan boya imparatorluk sınırlarına kattıktan sonra, bu bölgelerde oturan bir kısım Ermeni’yi yine kendi imparatorluk sınırları içinde olan Khaldia (Trabzon) Theması’na sürmüştür.[12] Hatta Aristakes, bölgede yaşananları anlatırken, II. Basileios’un emri üzerine Bizans kuvvetlerinin yaşlı-genç, kadın-erkek, çoluk-çocuk ayrımı yapmadan büyük bir katliam gerçekleştirdiklerini ifade etmektedir.[13]
Öte yandan hem Bizans, Hem de Osmanlı döneminde Ermenilere karşı uygulanan ve adına ister “Zorunlu İskân”, ister “Zorunlu Göç”, ister “Sürgün” veya isterse “Tehcir” adı verilsin, bu tür politikalar devletlerin iç işlerini ilgilendirmektedir ve bu tür politikalar devletlerin hükümran oldukları topraklarda uygulanmaktadır. Çoğu insan, “Tehcir” veya “Sürgün” deyince, Ermenilerin sınır dışı edildiklerini zannetmektedir. Oysa hayır, “Zorunlu İskân” veya “Tehcir” denilen olay, ülke sınırları içinde cereyan etmiştir. Bizans, nasıl ki Ermenileri kendi imparatorluk sınırları içinde kalan Trabzon, Kapadokya ve Kilikya’ya sürgün etmiş ise Osmanlı da bu insanları yine Ülke sınırları içinde bir yerden başka bir yere nakletmiştir. Zira 1915 yılı itibarıyla hem Ermenilerin yaşadıkları yerler, hem de göç ettirildikleri yerler( Güneydoğu Anadolu ve Suriye) Türk toprağı statüsünde olan yerlerdir.[14]
Üstelik, ilerleyen sayfalarda ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi; Ermenilerin yerleştirildikleri yerler, öyle zannedildiği gibi, ücra, verimsiz ve iklim şartları zor olan yerler de değildir. Suriye’nin “Bereketli Hilal” olarak bilinen bölge içinde kalan verimli topraklarıdır. Üstelik devlet, bu insanlara tohumluk buğdaydan tutun, çift sürecek öküze varıncaya kadar birçok yardımlar yapmış, yeni evler inşa ettirmiş, onlar için özel hastaneler ve yetimhaneler kurmuş, yerleşim merkezlerinin demiryoluna oldukça yakın mesafelerde olacak yerlerde kurulmasını öngörmüştür…
Öte yandan; Uluslararası hukuka göre; zorunlu göç ve iskân uygulamalarının, hukuka aykırı sayılabilmesi için, bu tür uygulamaların, güvenlik veya askeri zorunluluk gibi saiklar olmaksızın yapıldığının ortaya konulması gerekmektedir. Kıdemli büyükelçilerimizden olmakla, herhalde uluslararası hukuka da vâkıf olan Merhum Gündüz Aktan, Osmanlı Devleti tarafından Ermenilere yönelik olarak uygulanan “Zorunlu Göç Ettirme” yani “Tehcir” konusunda açıklamalarda bulunurken konuya ilişkin uluslararası mevzuatı:
9 Aralık 1948’de kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’ soykırım suçunu şöyle tanımlar: ‘Madde 2. Bu Sözleşmeye göre, soykırım, bir milli, etnik, ırki veya dini grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla, aşağıdaki fiillerin işlenmesidir.
- Grubun mensuplarını katletmek,
- Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zarar vermek,
- Grubun bedeni varlığının kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak,
- Grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler yaratmak,
- Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek.’
Şeklinde hatırlattıktan ve “Bugün, Ermeni soykırım tezi artık, sözleşme’nin 2. maddesi (c) fıkrasına dayandırılıyor…” dedikten sonra, şunları aktarıyor yazısında: “Kısaca tehcir, bir grubu, ne grup niteliğiyle ne de başka bir nedenle yok etmek amacıyla değil, Rus işgal ordularıyla işbirliğine girmiş olan; bu çerçevede kılavuzluk ve casusluk yapan; isyanlar çıkaran; birlikleriyle Osmanlı ordusuna saldıran; lojistik ve haberleşme hatlarını kesen; terörist gerillalarıyla Türk-Müslüman yerleşim birimlerine saldırıp katliamlara ve etnik temizliğe girişen Ermenileri Doğu Cephesi’nden ülkenin güneyine, savaş dışında kalan bir bölgeye taşımak amacıyla yapıldı. Tehcirin bu askeri gereklilik yönü, bugün geçerli olan hukuka da uygun. Tehcirin nedeni açık ve kesin biçimde askeriydi ve Türk-Müslüman nüfusun varlığı ve güvenliğini sağlamakla ilgiliydi…”[15]
Dipnotlar:
Sayın Ömer Bey,
Yazılarınız için teşekkür ederim. Bilgi güzel, yorum güzel ve çalışmalarınızın devamı dileklerimle.
Prof Dr Ahmet Arslan
Çalışmalarınızn ürünlerini zevkle ve heyecanla okuyoruz,başarılar ve devamını dilerim.Teşekkürler.