Azerbaycan topraklarının işgal edilmesini de bu iddialar kapsamında değerlendirmek gerekir. Ermeniler 24 Nisan 1915 yılında Türkler tarafından soykırıma uğradıklarını iddia etmekte ve her yıl bu meseleyi tüm dünya ülkelerinin parlamentolarının gündemine getirmekte ve müzakerelerine sunmaktadırlar. Gerçekte ise Ermenilerin iddia ettikleri soykırım Osmanlı devletinin kendi güvenliğini korumak için Ermeni isyanlarının ve Türklerin katledilmelerini önlemek amacıyla hazırlamış olduğu bir savunma tedbiri idi. Peki neden 24 Nisan tarihi? Çünkü bu tarihte Osmanlı ordusunu arkadan tehdit eden ve Osmanlı devleti aleyhine her türlü faaliyetin içinde yer alan bütün Ermeni komite merkezleri ve siyasal örgütler kapatılmış, komiteciler dağıtılmış, İstanbul’da 2345 Ermeni teröristi tutuklanmıştır.[1] Yani burada hiçbir cinayet ve katliam sözkonusu olamaz. Eğer konu Osmanlılar tarafından Ermenilerin tehciri ise, çatışma bölgeleri ile çatışma tehdidi altındaki bölgelerde yaşayan Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesine karar verilen Tehcir Kanunu 27 Mayıs 1915 senesinde çıkarılmıştır.[2]
Bu kanunda “Ermeni” kelimesinin olmaması, yasanın yalnız isyan çıkaranlara ve düşmanla işbirliği yaparak casusluk ve hainlik edenlere yönelik çıkarıldığı 3 maddelik kararda yer almaktadır.[3] Bu olayların Ermeniler tarafından soykırım olarak dünya kamuoyunun bilinçaltına yerleştirilmeye çalışılması onların tarihi gerçekleri çarpıtması açısından son derece önemlidir. Onlar soykırım iddialarını gündeme getirirken din faktöründen büyük ölçüde yararlanmaktadırlar. Ünlü Amerikalı araştırmacı Samuel Weems bu konuda yazıyor: “… Ermeniler Hıristiyan dünyası içerisinde sık sık masallar anlatarak kendilerinin lisus yolunda ıstırap çeken millet olduklarını iddia etmektedirler. Onlar Hıristiyan olmayan her kesin ve her şeyin Hıristiyanlığa karşı zararlı, korku ve nefret olması düşüncesini oluşturmaktadırlar. Bu günlerde Ermenilerin bahsettiği en büyük masal ise güya onların 1,5 milyonluk atalarının 1915 senesinde Türkler tarafından katledilmeleridir ki, bu, 20. yüzyılın ilk genosit masalıdır…”[4]
Yazarın öfke dolu yazılarında şu ifadelere de rastlamak mümkündür: “Ermeniler 1,5 milyon kişinin önce öldürüldüğünü sonra ise çok iyi Hıristiyan olduklarından dolayı lisus gibi zuhur ettiğini iddia etmektedirler. Her şey bir tarafa, Ermeniler sözde soykırımı “çarmıha gerilme”, yeni diktatör ülkenin kurulmasını ise lisus gibi “zuhur etmek”le kıyaslamaktadırlar. Bu sahtekarlıktır!”[5]

I – Ermenilerin Soykırım İddiaları ile Holokost Arasında Benzerlik Kurma Stratejisi
Özellikle son zamanlarda 1915 Tehciri ile Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından tabi tutuldukları holokost arasında bağlantı kurma yöntemiyle Ermeniler kendi iddialarını yayma ve dolayısı ile bunların kabulü yönünde propaganda yapma yöntemini benimsemişlerdir. Bu amaçla Batı’da Holokost’u anma günleri etkinliklerinde ”20. yüzyılın ilk soykırımının kurbanları” olarak katılma teşebbüslerinde bulunmaktadırlar. Bu çevreler çabalarının bir parçası olarak Hitler’e atfedilen “kim artık Ermeni soykırımını hatırlıyor ki?” sözünü hemen her fırsatta kullanmakta[6] ve Hitler’in bile soykırım fikrini Türklerden aldığını ileri sürmekte, dolayısı ile 20. yüzyılda işlenen ve bundan sonra işlenecek tüm soykırımların suçlusu olarak Türkleri ilan etmektedirler. Ayrıca Nazilerin yaptıkları soykırıma benzerlik sağlamak amacıyla Türklerin gizli yazışmaları adı altında Ermenilerin vahşice öldürülmesini emreden belgeler sunmaktadırlar.[7]
Dikkat edilirse, burada Ermenilerin kendi iddiaları ile hep Yahudi felsefesi arasında bir bağlantı kurma içerisinde oldukları görülebilir. Bu strateji sadece soykırımla sınırlı değildir. Yahudi felsefesine ve kutsal kitaplarına göre, güya Tanrı tarafından seçilmiş millet İsrailoğulları’dır ve Tanrı Hz. İbrahim’e rüyasında görünerek, “… Mısır nehrinden (Nil) ta … büyük nehir olan Fırat’a kadar Kenaniler, Keniziler … ve Yebusilerin memleketini senin evlatlarına verdim”, söyleyerek Nil’den Fırat’a kadar tüm toprakları İsrailoğulları’na hediye etmiştir.[8] Sonradan politik Siyonizm felsefesi doğunca, Yahudilerde bir cihan hakimiyeti mefkuresi meydana gelmiştir.
Aynı politika Ermeni ideolojisinin de bir parçası olarak şekillenmiş ve kendilerinin Tanrı tarafından seçilmiş bir millet olduklarını dünya kamuoyunun bilinçaltına yerleştirmek istemişlerdir. Yahudilerdeki cihan hakimiyeti mefkuresinin aksine, kendilerinde böyle bir mefkurenin gerçekleşemeyeceğini anlayarak sadece Doğu Anadolu ve Kafkasya ile yetinmeyi amaçlayan Ermeniler iddia edilen bu toprakların Hz. Nuh’un torununun torunu olan Hay’a vaat edildiğini öne sürmektedirler. Ermeni ideolojisi işte bu iddialar üzerinde pekişmiştir.

Halbuki konuya farklı bir açıdan yaklaşan Ermeni bilim adamı Keğam Kerovpyan “Mitolojik Ermeni Tarihi” isimli kitabında, Hayk ve haleflerini tarihsel simalar olarak değil, Ermeni halkıyla kaynaşan değişik ırkların kişileştirmeleri veya adlandırmaları olarak tanımlamıştır.[9] Böyle bir durumda, Hay tarihsel bir sima olmadığına göre onun Hz. Nuh’un torununun torunu olması da asılsızdır.
Soykırım ile Holokost arasındaki benzerlik kurma stratejisi de bu türdendir. Ama burada özellikle bir hususa dikkat çekmek gerekir. Ortaçağ Avrupası’ndan beri Hz. İsa’nın katilleri olarak görülen Yahudiler Hitler Almanyası döneminde de aşağı ırk olarak nitelenmiş, Yahudi düşmanlığı (anti-semitizm) artarak devam etmiştir. Bu bakımdan Holokost’un tarihsel ve ideolojik kökenleri vardır. Fakat Batı’daki anti-semitizme benzer bir Hıristiyan veya Ermeni karşıtlığı Osmanlı devletinde görülmemiştir. Dolayısı ile Holokost’ta görülen ideolojik arka plan iddia edilen Ermeni soykırımında mevcut değildir.
II – Soykırım İddialarının Tarihsel ve İdeolojik Kökenleri
Ermenilerin soykırım iddialarının tarihsel ve ideolojik kökenleri olmasa da, Batı Hıristiyan devletlerin Ermeni meselesi konusunda farklı tutum içerisinde olmalarının tarihsel ve ideolojik kökenleri vardır. Küresel seviyede dikkat çeken Ermeni meselesi Batı’nın elinde tuttuğu en önemli araçtır. Batı Hıristiyan devletler soykırım iddialarını daha geniş bağlamda Türk ve İslam karşıtı çerçevede değerlendirerek Hıristiyan Ermenistan’ı desteklemektedirler. Bu destek geçmişten miras kalan Haçlı zihniyetidir. Meseleye hem ırkçılık, hem de dini yönden bakmak gerekmektedir. Batıda Türkiye ve Türk karşıtı bir düşüncenin yaygın olduğu bir gerçektir ve bu düşünce tarihsel bir gelenek gibidir. Türklerin Batı’yla olan ilişkileri 1600 yıllık çatışmalarla dolu bir geçmişe sahiptir ve sürekli hale getirilen savaşlar üzerinde kuruludur. Orta Asya’dan gelen kuzeyli Hun akıncıları Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olarak kitle egemenliğine dayalı olan İlkçağ’ı sona erdirdiler ve Ortaçağ dönemini başlattılar. Fatih Sultan Mehmet Doğu Roma İmparatorluğu’nun varlığına son vererek çözülmeye başlayan ve serf egemenliğine dayanan Ortaçağ’ın çöküşünü hazırladı, Yeniçağ dönemini başlattı. Türkler Batı’ya karşı Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden 1699 Karlofça anlaşmasına dek tam 1300 yıl kesin bir üstünlük sağladı. Avrupalıların Hıristiyanlığı kullanarak düzenlediği Haçlı Seferlerini Türkler göğüsledi ve onları yenilgiye uğrattı. Türkler 1453’te İstanbul’u ele geçirdiler ve 1529’da Viyana’yı kuşattılar.[10] Samuel P. Huntington’un da teşhis ettiği gibi, “neredeyse bin yıl boyunca İspanya’ya ilk Mağribi akınından Türklerin ikinci Viyana kuşatmasına kadar Avrupa sürekli bir İslam tehdidi altındaydı”.[11]
Daha sonra Hıristiyan aleminin musibeti Avrupa’nın “hasta adam”ına dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Batı son darbeyi vurmak üzere harekete geçti ve Osmanlı topraklarında dolaylı ve dolaysız hakimiyet kurdu. 1920’ye gelindiğinde Türkiye’nin toprak bütünlüğü tamamen tehlikeye girdi. 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Doğu’da Doğubayazit, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında da Kürdistan kuruluyordu.[12] Belirtmek gerekir ki, İngiltere Güneydoğu Anadolu halkının baş savunucusu rolünü oynarken, Ermenilerle Güneydoğu Anadolu halkı arasında bir anlaşma sağlamayı amaçlıyordu. İngiltere’ye göre geçmişte Kürtler Ermenileri baskı altında tutmak için görevlendirilmişlerdi. Fakat Türk yönetiminde onların da sıkıntı çektikleri görüşündeydi. İngilizler Sevr Antlaşması ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermeni-Kürt işbirliği oluşturma çabası içindeydiler.[13] Gerçekten de Sevr Antlaşması yakın tarihte bir ulusa ceza olarak kabul ettirilen en sert barış antlaşmalarından biriydi ve ülkenin savaş ganimeti olarak kasten ve oldukça cüretli biçimde bölüşülmesine yol açıyordu. Tabii ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi bu antlaşmanın uygulanmasını önlemek için savaşmak yürekliliğini zaten gösterdiler ve Sevr antlaşmasına karşı Misak-i Milli’yi seferber ettiler.[14] Bu konuya temas etmek niyetinde değiliz, fakat şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Bölgede Ermenistan ve Kürdistan’ın kurulması ile Türkiye’nin hayati mevcudiyetini söndürmekte ve haritadan silmekte amaç ne olabilirdi? Yani Ermenilerin ve Kürtlerin kaderi onları bu kadar yakından mı ilgilendirmekteydi? Kanaatimizce, bu sorunun cevabını tarihten miras kalan geçmişin intikamında, yani Haçlı zihniyetinde aramak gerekir.
Dikkati çeken ikinci bir mesele ise Batı Hıristiyan dünyasının bilinçaltında saklı bulunan “günahlardan arınma” psikolojisidir. Malum olduğu üzere, Hıristiyan Avrupa ülkeleri Yahudileri Hz. İsa’nın, dolayısıyla Tanrı’nın katilleri (Godkiller) olarak görmüş ve bu cürümden – ilk günah inancında olduğu gibi – bütün Yahudi neslini mesul tutmuştur. Böylece, Tanrı’nın öldürülmesi günahından arınması mümkün olmayan kanı kirli ikinci sınıf insanlardan oluşan bir güruh olarak görmüşler.[15] Hemen belirtelim ki, Milattan Önce’ki devirlerde de Asur, Babil ve Roma tarafından sürülen Yahudi toplumu 1290’da İngiltere’den, 1394’te Fransa’dan, 1492’de de İspanya’dan sürüldüler. Yahudilerin özellikle İspanya’dan sürülmeleri Hıristiyanlar tarafından bu milletin dini sebeplerden dolayı kovulmaları şeklinde karakterize edilmiş ve Hıristiyan dünyasının en karanlık çağlarından biri gibi tarihe geçmiştir.[16] Sonuçta anti-semitizm ideolojisi ortaya çıkmıştır. Nazilerin yönetimi altında Alman Yahudilerinin vatandaşlıkları ellerinden alınmış ve çeşitli resmi görevlere getirilmeleri yasaklanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Yahudilerin toplu şekilde öldürülmeleri hükme bağlanmış, böylece Musevi Yahudilerin Nazi Almanyası tarafından soykırımı gerçekleştirilmiştir.[17] Yahudi soykırımının sorumluluğu kuşkusuz Almanya’nın omuzlarına yüklense de, Hıristiyan olmaları nedeniyle tüm Batı Hıristiyan dünyası suçluluk duygusuna kapılmıştır. Holokost’un Batı Hıristiyan bilinci üzerindeki etkileri o kadar derindir ki, onun sebep olduğu derin psikolojik gerginlik Hıristiyanların hassasiyetine dokunmuş ve bu etki üzerinden yıllar geçse bile kendilerini suçlu hissetmelerine yol açmıştır. Onların Ermeni meselesine yaklaşımı daha çok bu şuurun tarihten miras kalan olaylarıyla alakalıdır. Bu günahlardan arınmak için güya Türkler tarafından yapılan sözde Ermeni soykırımının Yahudi soykırımına öncülük teşkil ettiği iddiası ortaya atılmış, hatta Musevilerin doldurulduğu gaz odalarının Türkler tarafından icat edildiği ve Hitler’in böyle bir adım atmasında Türklerin başlıca rol oynadığı da öne sürülmüştür.[18] “Alman Parlamentosu Bilimsel Çalışma Servisi” adlı örgütün 3 Nisan 2000 tarihli raporunda yazılmaktadır: “1915 yılındaki soykırımda Alman Nasyonal Sosyalistlerin 25 yıl sonra gerçekleştirdikleri toplu yok etme metotları önceden uygulandı; çalıştırarak yok etme, kurbanların hayvan vagonlarında taşınması ve insafsız tıbbi deneyler yapıldı. Ermeni askerlere ve sivillere tifo virüsü aşılandı. Trabzon’da Ermeni çocuklar hamam süsü verilmiş odalarda zehirli gaz ile öldürüldü. Görünen o ki, Adolf Hitler Türklerin soykırım hakkında çok iyi bilgi sahibi olmakla kalmamış, bunu bir örnek olarak da almış”.[19]

“Hitler soykırımı Türklerden öğrendi” tezisi gerçekte “aslında biz böyle şeyler yapmayız, ama Türklerden öğrendik ve bu işte Müslüman Türklerin parmağı vardır” mantığı ile işleyen bir mekanizmayla günahlardan arınma metoduna başvurulmuştur. Yani burada Yahudilerin düşmanı olarak Hıristiyanlar değil, güya Hıristiyanlara yol gösteren ve onları cinayet yapmaya teşvik eden Müslüman Türkler gösterilmektedir. Halbuki Yahudi asıllı Amerikalı tarihçi Dagobert Runes’in sözleri bu iddiaları kökünden çürütmektedir. Annesi Naziler tarafından öldürülen Runes büyük katliam konusunda Hıristiyan kilisesini suçlayarak öfke dolu yazılarından birinde şöyle yazıyordu: “…Hitlerin Musevilere yaptığı her şey, tüm o korkunç, anlatılamaz kötülükler zaten daha önce Hıristiyan kilisesi tarafından insanlara uygulanıyordu, bu ilk darbe değildi… Musevilerin gettolara sıkıştırılması, belirleyici işaretler taşıma zorunluluğu, önce Musevi kitaplarının ve sonunda Musevilerin yakılması… Hitler bunların tamamını kiliseden öğrendi. Yine de kilise çocukları ve kadınları canlı canlı yakarken, Hitler onlara daha hızlı bir ölüm bağışladı, önce gaz odalarında öldürdü ve sonra yaktı”.[20]
“Kutsal dehşet: dinsel cinayetler tarihi” kitabının yazarı James A. Haught elde ettiği bilgilere istinaden yazıyor: “…İnsanlık tarihinin en affedilmez lekelerinden olan Nazi katliamının dinsel bir boyutu vardı. Bu katliam elbette yüzyıllardır Hıristiyanlığın Musevilik hakkındaki öğretilerinin acı meyvesiydi. Eğer Tanrının adına yüzyıllarca Musevilerden nefret etmek öğretilmemiş olsaydı, tüm bunlar olmazdı. Naziler de aynen Hıristiyan geleneğine göre düşünüyorlardı. Hitlerin yaptığı katliam Musevilere karşı çok uzun süredir beslenen nefretin ulaştığı doruk noktasıydı. Hıristiyanlıktaki Musevi karşıtlığı Nazilerin amaçlarını pek çok yönde besledi. Bu, Nazilerin Museviler üzerine yoğunlaşmasını sağladı ve yok etme politikalarını çok az bir dirençle sürdürebilecekleri bir ortam yarattı. Ayrıca, Hıristiyanların Nazi emellerinin gerçekleşmesi yolunda yardımda bulunmaları ve onlara karşı çıkmamaları için de somut bir neden oldu. Birçok tarihçiye göre Musevi katliamının gerçekleşmesinde Hıristiyanlıktaki Musevi karşıtlığı en büyük suçludur. Nazilerin yaptıkları yeni bir canilik değildi… Sadece zaten bir cani olan 2 bin yıllık Musevi karşıtı Hıristiyan geleneğini devraldılar… Ölüm kamplarının kökleri Hıristiyanlığın tarihsel yapısında aranmalıdır. Musevilerin şeytani rolleriyle ilgili mitler yüzyıllar boyunca Hıristiyanlığı onlara karşı harekete geçirmiştir.”[21]

Geçmişte rahip olan ilahiyatçı bilim adamı Peter de Rosa 1988 yılında yayınlanan “Mesihin köy papazları” isimli kitabında “Papanın çıkardığı yasalarla katliamlar, gaz odaları ve Nazi ölüm kamplarındaki insan fırınları arasındaki trajik bağın inkar edilemez” olduğunu belirtmekteydi.[22]
Yahudilere karşı nefretin belirli anlamda diğer sebeplerle birlikte dini anti semitizm-anti judaizm, yani Hıristiyan-Yahudi düşmanlığı üzerinde kurulduğunu zaten itiraf eden Adolf Hitler “Kavgam”ında yazıyordu: “Her Yahudi’nin ruhu kendi mezheplerinin kurucusuna ne kadar yabancı ise, Yahudi ruhu gerçek Hıristiyanlığa da o kadar yabancıdır. İsa Yahudi milleti hakkında beslediği düşüncelerini hiç bir zaman gizlememiştir. Hatta gerektiği zaman insanlığın düşmanı olan bu Yahudileri Allah’ın tapınağından kırbaçla kovmuştur”.[23]
Diğer bir yerde de “Yahudiler her zaman Katoliklik ile Protestanlığı birbirine düşürmüştür… Katoliklerle Protestanlar birbirileri ile mücadele ederken üstün ırkların ve bütün Hıristiyanların tek ve korkunç düşmanı olan Yahudiler oturdukları yerlerden keyifle gülmektedirler. Bu mezheplerin ve mensupların dayandıkları temeller uluslararası Yahudi’nin çıkardığı zehirle yok edilmektedir… Her kes kendi mezhebine mensup olanın diğer mezheplerle mücadele etmesini önlemeli ve diğer mezhep mensupları ile birlikte Hıristiyanlığa karşı kavga etmeyi planlayan sahtekarlarla mücadele etmelidir. Mezheplerin herhangi birinin bir yanını tenkit etmek, aramızdaki dinsel ayrılığı geliştirmekten başka bir işe yaramaz” diyerek, bütün Hıristiyanları Yahudilere karşı seferberliğe çağırmıştır.[24]
James A. Haught Hıristiyan rahipler ve kilise tarafından insanların kafalarına Musevi düşmanlığı sokulduğunun altını çizerek yazıyor: “Din adamları size kimi öldüreceğinizi söylemez, sadece kimden nefret edeceğinizi söyler. Hıristiyan din adamları gençlere en hassas çağlarında Musevilerin Tanrı’nın sevgili nazik çocuğu İsa’yı öldürdüğünü, Tanrı’nın kendisinin, yani Baba’nın Musevileri kutsal şehirlerini yakarak cezalandırdığını ve Tanrı’nın Musevileri sonsuza dek lanetlediğini öğretmeye başladılar. 2 bin yıl boyunca Musevilere karşı yapılan bütün savaşlarda kilisenin parmağı vardır. Her nerede Hıristiyan kilisesi varsa, orada Musevi düşmanlığı vardır… Naziler de yönetime geldiklerinde kendi cinayetlerini işte bu gerçek üzerinde sağlamlaştırmışlardı”.[25]
Ölüm kamplarının korkunç durumlarının ortaya çıkmasından 15 yıl sonra Papa XXIII John şu duayı etti: “Tanrım, onların (Yahudilerin – E. Ş.) adına yanlışlıkla atfettiğimiz lanetten dolayı bizi bağışla”.[26]
Görüldüğü gibi, Yahudi soykırımında sorumluluğu Almanya yalnız başına taşımamaktadır. Bütün Yahudilerin düşüncesine göre, kilise aşılamış olduğu düşüncelerden dolayı Musevi katliamından mesuldür. Bu bakımdan tüm Batılı Hıristiyan dünyası suçluluk psikolojisi içerisindedir. Ermeni yasa tasarılarının neden hep gündeme geldiğinin açıklanmasında Batılı Hıristiyan bilincin suçluluk duygusunun ve mağduriyet psikolojisinin payı büyüktür. Ama burada sorulması gereken bir soru vardır: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Hıristiyan dünyasında mağduriyet psikolojisi atmosferi egemen olmuştur, ama mağdurun kim olduğuna kim(ler) karar verecektir? Doç. Dr. Erol Göka haklı olarak bu konuda yazıyor: “Gerçek anlamda mağduriyet psikolojisinden yararlananlar ve yararlandıranlar bu psikolojinin arkasında saklanan Batı Hıristiyan devletlerdir. Onlar ister I Dünya Savaşı’ndan, isterse de II Dünya Savaşı’ndan ve milyonlarca insanın ölümünden sorumludurlar. Asıl suçlular kendi bilinçlerini temize çıkarmak için böyle bir mağduriyet oyununu istekle oynamaktadırlar”.[27]
Çok önemli bir meseleyi de özellikle vurgulamak gerekiyor ki, I Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasından hiç bir şekilde sorumlu olmayan halklar arasına nifak salanlar günümüzde hakimlik cüppelerini giyinerek Türkleri itham etmektedirler. Kimse “iki büyük dünya savaşının başlanmasının asıl nedenleri neydi?” gibi emperyalist emelleri ve tutumları ortaya çıkaran sorular sormamakta, bunun yerine her kes “Ermeniler Türkler tarafından soykırıma uğradılar” şeklinde ithamlar yağdırmaktadırlar. Mağduriyet psikolojisinin altında işleyen asıl gerçek her iki dünya savaşının sorumlularının mazuriyet psikolojisidir. Yahudilere yapılanlardan sorumlu oldukları halde kendi cinayetlerine hak kazandırmak için Batı Hıristiyan dünyası “aslında bu tür cinayetler yapmayız, ama bu işin arkasında kesinlikle Müslüman Türklerin parmağı vardır” gibi çocukça bir düzeneğe sarılmakta ve böyle komik yolla günahlarından arınmayı ummaktadırlar.
Ortaya çıkan görüş şudur: Batı Hıristiyan devletler günahlarından arınmak ve yaptıklarına hak kazandırmak için tarihte ilk soykırım yapanların Hıristiyanlar değil, aksine Hıristiyan Ermenilere soykırım uygulayan Müslüman Türkler olduğunu iddia etmektedirler. Bu bakımdan Batı Hıristiyan kamuoyunda kendi dini ve politik çıkarlarına uygun olarak Ermenilere sempati oluşturmak amacıyla “Hıristiyanlığı resmen kabul eden ilk devlet ve millet Ermenistan ve Ermenilerdir. Tarihte ilk kez Hıristiyan Ermeniler Müslüman Türkler tarafından soykırıma maruz kalmışlar” şeklinde propagandalar yaymaktadırlar. Kuşkusuz bu, sözde Ermeni soykırımının her sene uluslararası arenada dünya ülkelerinin parlamentolarının gündemine getirilmesinin sebeplerinden yalnız biridir.
Sözüm ona Batılıların kökü eskiye giden Türk karşıtlığı bugün de devam etmektedir. Ünlü bilim adamı Prof. Dr. Fritz Neumark Avrupalıların Türklere bakışını açıklarken şunları söylemektedir: “İçtenlikle itiraf etmeliyim ki, Avrupalılar Türkleri sevmezler, sevmeleri de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların ve kilisenin asırlardır hücrelerine sinmiştir. Avrupalılar Türkleri Müslüman olduğu için sevmezler, ama laiklik şöyle dursun, Türkler Hıristiyanlığı kabul etseler bile yine de onlara düşman gözüyle bakmaya devam ederler”[28]
3 Ocak 2000 tarihinde Katolik kilisesine bağlı İtalyan piskoposlarının yayın organı olan “L’Avvanire” gazetesinde Türk düşmanlığının Batı Hıristiyan dünyasında hala sürdüğü ile bağlı şu yazılar yer almaktadır: “Unutmamalı ki, “Avrupalı Fikri” başlı başına “Düşman Türklere” ve Türkiye’nin başını çektiği İslam dünyasına karşı gelişti”.[29]
İslam’la birlikte Türkiye ve Türklüğe yönelik Haçlı zihniyetinin yarandığı görüldüğü gibi hiç de rastlantı değildir. Bu zihniyeti Avrupa Birliği’ne de şamil etmek mümkündür ve Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda Türkiye karşıtı tutum bu denilenleri bir daha ispat etmektedir. Yine de “LAvvanire” gazetesinde yazılanlara dikkat çekelim: “Müslüman Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması kimliğimize gölge düşürebilir. Bu üyelik gittikçe gelişen Hıristiyan gelenekleri ile şekillenen Avrupa medeniyetlerinin temelindeki birliği sarsıtır”[30]
Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy “İtiraflarım” isimli kitabında belirtmektedir: “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması yönünde yürüttüğü politika ve fedakarlık şahsen bana çok ters gelmektedir. Türkiye eğer Avrupa Birliği’ne üye olmakta kararlı ise mutlaka ve mutlaka Ermeni soykırımını tanımak zorundadır”.[31]

SONUÇ
Genel olarak ele aldığımızda, getirilen bu görüşler basit bir gazete haberleri veya yorumlar değil, Batı Hıristiyan devletlerin başlıca meyarlarıdır. Günümüzde İslam’a ve genel Türklüğe yönelik yürütülen siyaset dünyaya hakim olmak isteyen yeni düzen ideolojisinin ve medeniyetlerin çatışmasının asıl sonuçlarıdır. Dünya devletlerinin, özellikle de Batı’nın müzakerelerine sunulan Ermeni meselesi, soykırım iddiaları, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinde, aynı zamanda Ermenistan-Azerbaycan çatışmasında uluslararası kurumların, AGİT’in Minsk Grupu’nun kararsızlığı ve pasifliği, bu çatışmaya Batı’nın çifte standartlar çerçevesinde yaklaşımı ve diğer meseleler bu prizmadan değerlendirilmelidir.
Bu bağlamda Azerbaycan’ın da yüzleştiği Ermeni sorununu gözden geçirirsek eğer, durum Türkiye’ninkinden hiç de farklı değildir. Günümüzde Ermenistan-Azerbaycan çatışması devam etmektedir. Fakat burada çok önemli bir meseleye dikkat çekmek isterim. Azerbaycanlı bilim adamı olarak ben bu çatışmanın yerel Ermenistan-Azerbaycan çatışması olarak değil, global Batı Hıristiyan-Türkiye çatışması olduğu kanaatindeyim. Burada Ermenistan Batı devletlerinin çıkarlarının icracısı, Azerbaycan ise bu çıkarların gerçekleşmesi yolunda küçük bir engeldir. Ermenistan’ın Batı dünyasında desteklenmesi ve Hıristiyan kardeşliği gibi önemli konular genel olarak Türk ve İslam karşıtı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Eğer çatışmada Azerbaycan lehine kararlar verilirse veya Ermenistan’a baskı uygulanırsa, o zaman “Ermeni kartı” kısmen de olsa zayıflar, günahlardan arınma psikolojisi ve Haçlı felsefesi iflas edebilir. Yani din faktörü sırf Hıristiyan Ermenilere duyulan sempatiden değil, daha çok kendilerinin suçluluk duygularından, ebedi lekeden kurtulma düşüncesinden ve Haçlı intikamından kaynaklanmaktadır.
Tarih Bilimci
Kaynak: www.irs-az.com
Kaynakça: