Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Erken Osmanlı’nın Fetih Ve Yerleşim Sisteminde Akıncı Beylerinin Stratejik Önemi

0 16.418

H. Çetin ARSLAN

Erken Osmanlı döneminin yerleşim sistemi, üç ana temel prensip üzerinde şekillenmektedir. Sistem, Osmanlı idaresinin, toprak yönetiminin ve toplum yaşamının yeni alınan yerleşim bölgelerine yerleştirilmesi amacını taşımaktaydı. “Uç savaşçıları” olarak nitelenen gaziler, fethettikleri bölgelerde bir süre sonra kendi beyliklerinin yöneticileri durumuna gelmiştir. Akınlar sonrasında fethedilen yerleşim bölgeleri, lokal kaynaklar ile idare edilmek zorunda kalınmış bu suretle teşkilatlanma ve imâr işlerine zaman ayrılmıştır. Böylece yeni alınan topraklarda bulunmayan unsurlar kolaylıkla yerleştirilmiştir.[1]

Bolu, Ankara ve Konya üzerinden gelen yolların önemli kavşak noktalarında bulunan Bizans şehirleri Osmanlıların eline geçtiği sırada, savaşlardan dolayı, halkın çoğunun ölmesi ve kaçması ile birlikte, bazılarının da mallarının müsaderesi sonucu boşluklar meydana gelmiş, ancak Anadolu’dan ekonomik sıkıntı içerisindeki halkın büyük bir kısmı yeni alınan bu şehirlere gelerek kendilerine ev ve arazi edinmişlerdir. Ayrıca Anadolu’nun her tarafındaki Ulema ve tarikata mensup kişiler Osmanlıların hizmetine girmiş böylece fetih ve iskân faaliyetlerinin kısa bir sürede gerçekleşmesi için uygun bir ortam sağlanmıştır.[2]

Osmanlı beyliğinin mali kaynağı, akın ve fetih gelirlerine dayanmaktaydı. Akıncılık sistemi fetihlerle ganimet elde edip, malî desteği sağlamakta önemli bir etken olarak dikkati çekmekteydi.[3]

Moğol istilası sonucu, Türkmen aşiretleri, Orta Asya’dan gelip Bizans sınır bölgelerine yerleştirilmiş, zamanla nüfusun da artmasıyla akınlar da yoğunluk kazanmıştır. Türkmenlerin Bizans’tan aldıkları topraklar üzerinde zamanla bağımsız beylikler kurulmuştur. Türkmen akınları Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda, özellikle sınır boylarının güvenliğinde önemli roller üstlenmiştir. Hıristiyan ahaliye can, mal ve din özgürlüğü verilmiş olması, Selçuklu geleneğinin Bizans arazisine yerleşmesini sağlamıştır. Osmanlıların Balkan topraklarında uyguladığı yerleşim politikasının başarısını H. İnalcık Türklerin getirdiği bu adalete bağlamaktadır.[4]

İlk aşamada fethedilen toprakların mülkiyet ve ücretim ilişkilerine dokunulmamış, sadece yerel beylerin yıllık vergiye bağlanmasıyla yetinilmiştir. Devlet mülkiyetinin yerleştirilmeye çalışılmasıyla birlikte tımar sistemi ile fethedilen araziler yükümlülük karşılığında dağıtılmış, ancak kurumsal ve idari değişikliklerle kalıcı olunamayacağını bilen Osmanlılar, bu bölgeleri gönüllü ve zorunlu göç yoluyla iskana tabi tutmuşlardır.[5]

Osmanlıların yeni almış oldukları bölgelerde uyguladıkları bir başka iskân sistemi de “Kolonizatör Türk Dervişleri” denilen bir grup tarafından gerçekleştirilmekteydi.[6] Bu dervişlerin üstlenmiş oldukları zaviyelerin çoğu boş toprak bulmak, kendilerine yer ve yurt edinmek için gelip, yeni alınan Hıristiyan topraklarına yerleşen göçebelerden oluşmaktaydı.

Issız, tenha, tehlikeli geçit noktaları ve boğazlarda inşa edilen zaviyeler bir çeşit güvenlik noktalarını oluşturmaktaydı. Manisa’nın Saruhan kazasının Nif (Kemalpaşa) nahiyesinde Kapukaya denilen mevkide Hamza Baba adındaki derviş için, “Dest-i rencile açup ihya idüp, su getirüp bir zaviye bina idüp, bağ diküp, Allah rızasiyçün oradan gelüp geçene hizmeti dokunduğu sebeple; Sultan Bayezid tarafından öşürden affedilmiştir.” denilmektedir.[7] Dervişlerin önderliğinde gerçekleştirilen iskan faaliyetleri sonucunda bölgelerin Türk ve İslâm kültürü ile kaynaşması sağlanmıştır.

Osmanlıların fetih ve iskân politikaları üzerine bilgiler aktaran S. Yarasimos, Osmanlı fetihlerinin ilk yıllarda; maceracı, yarı savaşçı ve dini toplulukların, oluşum süreci içerisindeki bir devletin hizmetine girmekten çok yeni fethedilen topraklardan kendilerine pay çıkarmaya çalıştıklarını; Osmanlı sınırlarının yeni akınlara imkânlar açan tek yol haline gelmesinden dolayı “gazi” ruhunun akınları besleyen bir etken haline geldiğini belirtmektedir.[8]

Osmanlı fetih ve iskân politikasının dayandığı temel unsurların; dini, ekonomik ve sosyal nedenlere dayandığı görülür. Bu üç neden içerisinde, dini faktörlerin oynamış olduğu rolün daha fazla olduğu; insanları dini bağ ile birleştiren ve toplum içinde güçlü kılan bir özellik taşıdığı anlaşılmaktadır.

Osmanlıların fetih ve iskân politikası içerisinde almış oldukları topraklarda uyguladıkları tımar sistemi de; yeni alınan bölgelerde Osmanlıların daha kalıcı hale gelmesini sağlayan önemli unsurların başında gelmektedir. Herhangi bir yükümlülük karşılığında verilen tımarlar sayesinde, devletin topraklar üzerindeki etkinliği daha da güçlenmiştir.

Tımarlar sahiplerine sağladıkları yarar bakımından iki kısma ayrılmaktadır. Birincisi “serbest tımar” (has, zeamet, dizdar ve vakıf tımarları) olup, bu tımara sahip olanlar, dirliklerini oluşturan arazileri de korumakla görevliydiler ve bunu sağlarken kendilerine “rüsum-u serbesti” adını alan bir gelir sağlamaktaydılar. Ancak bu durum, Kadı’nın kontrolüne ve hükmüne bağlıydı. Bunların “tevcih beratları”ında serbest tımarların “ulumûm rüsûm-ı şer’iye ve tekalif-i örfiyeleriyle tevcih” olunmuş oldukları kayıtlı bulunduğundan, yasaların raiyyete yükledikleri bütün vergiler tamamıyla kendilerine aitti. Devlet serbest tımar raiyyeti üzerindeki en mühim haklarını yine kendisine bırakmaktaydı. Serbest olmayan tımarlar ikinci grubu oluşturmaktaydı. Bunlar genelikle “sipahi tımarları”dır. Gelirleri de sipahi (tımar sahibi süvari eri), subaşı (güvenlik görevlisi) ve sancak beyine ortak yazılmıştır. Serbest tımardan en büyük farkı irsi olmasıydı. Tımar sistemi içinde sancak beylerinin konumu da şu şekildeydi. Sancak beyi başında bulunduğu sancağın asla “sahib-i raiyyeti” değildi. Ancak bu sancağın herhangi bir kazasında bulunan bir veya iki nahiyedeki has topraklarının sahibi durumundaydı ve askeri görevini yerine getirdiğinden, hizmetinin karşılığı olmak üzere verilmekteydi.[9]

Yükümlülükleri karşılığında verilen tımarları sivil ve askeri tımarlar olmak üzere iki ana grup altında inceleyebiliriz. Bunlardan sivil tımarlar, toplumun değişik kesiminden statü ve konum olarak farklı kişilere verilmekteyken, askeri tımarların, süvari (atlı) olsun veya olmasın askeri görevlilere verilirdi. N. Beldiceanu askeri tımarları da kendi içerisinde, atlı hizmet karşılığında verilen tımarlar ve süvari olmayanlara verilen tımarlar olmak üzere iki gruba ayırmıştır. Son grubu da iki gruba ayrılarak kale komutanlarına ve garnizonlardaki askerlere verilen tımarlar ile görevleri denizle ilgili olan kişilere verilen tımar olarak ele almıştır.[10]

835 H./1431 M. tarihli Arvanid sancağı tımar defteri incelendiğinde, tımar sahibi kişilerin değişik görevde ve statüdeki kişilerden oluştuğu ve Saruhan ilinden zorunlu olarak göç ettirildikleri anlaşılmaktadır. Devlet tarafından tımar verilerek bu bölgeye iskân ettirildikleri anlaşılmaktadır. Örneğin 47 b nolu kısımda, Tımar-ı Yusuf’tan bahsedilirken:

“Saruhanlu sürülüp gelmiş, merhum sultan zamanında Umur ve Ali yermiş, sultanımız zamanında mezkûra vermişler, elinde paşa bitisi vardır”[11]

Tımar sistemi, Osmanlıların toprağın kullanım hakkının değerlendirilmesi bakımından önemli ve vazgeçilmez bir uygulama olarak varlığını yüzyıllarca sürdürmüştür.

Akıncı beylerinin tımar edinmeleri ile başlayan yerleşim ve iskan etkinliğinin birinci süreci hakim oldukları üs merkezlerinde, imâr faaliyetleri için gerekli mali desteği sağlamaları ile devam etmiştir. Tarihi kaynaklardaki bilgiler akıncı beylerinin tımar almalarına ilişkin hiçbir şüpheye yer vermemektedir.[12]

“Karamürsel derler ki bahadır vardı. O kıyıyı ona tımar verdiler. Orasını tımarlara bölüştürdüler tımar erlerini kıyıya getirdiler ki İstanbul’dan yeni çıkıp memleketi varmasın. Yalova’yı da tımara verdiler. Akcakoca ile olan gazileri buraya topladılar…”

Orhan Gazi döneminde akıncı beylerinin tımar edindiklerini belgeleyen bu bilgiden, fethedilen toprakların tımarlara bölünerek dağıtıldığını ayrıca, tımarların öncelikle o toprakları alan tımar erleri ve akıncı beyleri arasında pay edildiğini göstermektedir.

I. Murad Dönemi’ndeki Gümülcine, İskeçe ve Büre’nin alınmasına ilişkin vermiş olduğu bilgilerde ise şu kayıtlar dikkati çeker.[13]

“Veziri Hayreddin Paşa’ya emretti: “Varın Evrenüz ile o illeri fethedin” dedi Evrenüz, Gümülcine’yi yer edinip oturdu. Büre’yi İskeçe’yi Marulya’yı fethetmişti. Haracını Murad Han’a gönderdi. Daha başka memleketlere de hücum ederdi. Aldıkları yerlerde padişahlık kanunu tatbik ettiler hana gönderilmesi gerekli olanı gönderdiler gazilere verilmesi gerekli olanı verdiler. o dahi bütün civarı ile fetholundu memleketini tımar erlerine paylaştırdılar. Kafirlerine haraç tayin ettiler oradan devletle yine buna geldiler Evrenüz Gazi’ye Serez’i uç verdiler”

Akıncı beylerinin fetih ve yerleşim politikasında rol oynayan önemli faktörlerden birisi de tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin etkin faaliyetleridir. A.Yaşar Ocak heterodoks tasavvuf akımlarına mensup şeyh ve dervişler olarak nitelediği bu grubun tekkelerde toplanmak yerine 13. yüzyıldan itibaren sınırlardaki fetih hareketlerine katıldıklarını, yeni alınan topraklarda gayri müslimlerle temasa geçerek onların bölgeleri müslümanlaştırdıklarını belirtmektedir. Yazar I. Bayezid devrinde Rumeli fetihlerine katılan ve Dimetoka’da bir zaviye açan Kalenderi şeyhi olan Seyyid Ali Sultan’ın rahiplerin aracılığı ile Hırıstiyan halkı müslümanlaştırdığını Menâkıbnâmesi’ne dayanarak aktarmaktadır. Yazar’ın Kalenderiler ve Bektaşilik üzerine verdiği bilgilerden de, Osmanlılar’ın fetih ve iskân politikasında tarikatların önemli rolü olduğunu öğreniyoruz.[14]

Akıncı Beyleri tımar edinmekle brlikte fethettikleri toprakların sancakbeyi olarak idari sorumluluğunu da almışlardır. Bu duruma en iyi örneğimizi; I. Murad’ın, Gazi Evrenos Bey’e Sancaklık yerler verildiğini gösterir bir beratnâmesidir.[15]

“Kendü kılıcıyla fetheyledüğü Kale-i Gümülcine ve dahi Serez’e ve Manastır’a varınca bir sancaklık yer….” akıncı beylerinin sultanın izni ile aldıkları bölgede idari sorumlular haline geldiklerini de görüyoruz. Bunun yanında akıncı beylerinin belirli bölgelerde ekonomik birer güç haline gelmelerine ilişkin bilgilere de rastlanılmaktadır. Evrenos Bey’e ait bir temliknamede de Vardar’a tabi bulunan köylerden has, harç ve koyun resminin (Vergisini) ve sahip olunan toprakların sınırlarının belirlenmesi için görevliler tesbit edildiği; bu kişilerce yapılan tescilden sonra da bazı köy, çiflik ve mezarların kendisine temlik edildiği belirtilmektedir.[16]

Arazinin kim tarafından fethedilirse edilsin, devletin malı olduğunu, fethedene ancak o da görevi ve hizmeti devam ettiği sürece, fethedilen topraklardan bol tımarlar verildiğini, bu topraklardan evlatlara kalan arazilerin olmadığını akıncı beylerinin ise I. Murad Dönemi ile birlikte almış oldukları yerleri malikâne tarzında evlatlarına geçirebilmek için, temliknâme aldıklarını görmekteyiz.[17]

Osmanlıdaki tımar sistemi “malikane-divani” adı verilen Selçuklu kökenli uygulamanın bir parçası olarak devam etmiştir. Uygulama olarak mülk ve miri arazilerin bir birleşiminden bahsetmek mümkündür. Gelirler, toprak sahibi ile devlet arasında paylaşılmakta; malikâne bölümünden toprak sahibine olan pay şeriata, devlete düşen pay ise örflere göre belirlenirdi. Malikâneyi elinde tutan toprağın; divaniyi elinde tutan sahibinde, her iki bölümde tek elde bulunuyorsa, divanı için bir sipahi atanırdı. Çoğu zaman divani gelirleri ve malikâne vergileri birden fazla kişi tarafından paylaşılmak zorundaydı. Selçuklu tımarları, Osmanlı tımarlarından bu noktadan ayrılmaktaydı. Harç ve “avarız” dışındaki tüm gelirler tımar sahibine, yani sipahilere aitti. Rant paylaşılmıyor ve gerekli savaş hizmetleri görüldüğü sürece bir tek kişiye aitti. Malikâne bölümüne gelince, hukuki açıdan mülkiyetin mutlak biçimde devredilmesi değil, tersine zamanla kısıtlı bir vergi hakkı tanınması anlamına gelmekteydi. Toprağı satma, miras bırakma ya da vakıflar yoluyla değiştirme hakları saklı kalmaktaydı. Emlakın sultanlar tarafından sınırlandırılması, malikânenin beyler, askerler, akıncı beyleri arasında yayılmasını engelleyemedi. Vakıf kuruluşları da bu amaca hizmet etmekteydi. Vakıflar aracılığıyla devlet müdahalesi, vergi ve hizmet yükümlülüğü ortadan kalkıyordu.[18]

Osmanlı Devleti’nin fetih, iskân ve yayılma politikasının tarihi başarısını iki temel noktaya bağlamak mümkündür. Bunlardan birincisi, iyi örgütlenmiş az sayıdaki akıncıların açmış olduğu yol; ikincisi de göçer ve çiftçi kolonistlerin yeni fethedilen topraklara yerleşmesi oluşturmaktadır. Akıncı komutanlarına uç beyleri denilmekte ve kendilerine tımar değil emlak verilmekteydi. Akıncı beyleri sülaleler oluşturmakta, yabancı ahalinin de haracını toplamaktaydılar. Bu durum alışılagelmiş durumun dışında idi, toprak vergilerini sultanlar, görevli memurları ile toplatıyorlardı. Uç beyleri, etrafındakilere tımarlar dağıtarak geniş bir askeri çevre oluşturmaktaydı. Akıncı beyleri arasında Müslümanlığı sonradan kabul eden beyler de vardı. Harmankaya kalesinin Bizanslı komutanı Köse Mihal akıncılık hizmeti görevini ailesine bırakmıştı.

Akıncı beyleri kısa zamanda ayrıcalıklar elde etmiş; mirî araziler üzerinde iki-üç çift öküz tutabilme ve bu toprakların, öşür vergisini ödemeden kölelerce işletebilme hakkını kazanmışlardı. Bir gurup seferde iken, öteki grup tarlalarda çalışmaktaydı. Bosna’nın 1516-17 yıllarına ait kayıtlarından anlaşıldığına göre, düzenli vergilerden at besleme gibi angaryadan muaftılar.[19]

Akıncı beylerinin, toprağın kullanım hakkını ve dolayısıyla gelirlerini toplama sorumluluğuna erişmeleri, imâr faaliyetlerinde bulunmalarını sağlamıştır. Böylece akıncı beylerini bir “bâni” olarak değerlendirme fırsatı ortaya çıkmaktadır.

Akıncı Beyleri ve inşa ettirdikleri yapılara ilişkin bilgiler değerlendirildiğinde, her akıncı ailesinin inşa eylemlerinde belirli farklılıkların olduğu gözlemlenmektedir. Bu farklıklar, Akıncı ailelerinin Hanedana olan yakınlıkları, ekonomik güçleri ve yoğun imar ve inşa eyleminde bulundukları yerleşim birimlerine göre farklılıklar göstermektedir.

Örneğin Osman Gazi döneminde, Mihaloğullarının atası olarak kabul edilen Köse Mihal, Osman Gazi ile akınlarda bulunmakta, yapılacak fetihlerde fikirlerine değer verilmekte ve Bizans tekfurları (kale komutanları) ile Osman Gazi arasında iletişimi sağlayan bir konumda bulunmaktaydı. 1299 öncesinde, daha Müslümanlığı kabul etmemiş olmasına karşın, Osman Gazi’nin güven ve dostluğunu kazanan Köse Mihal ilk Osmanlı fetihlerinde büyük başarılar elde etmiştir.

İrdelenmesi gereken bir konu da akıncı beylerinin kimlikleridir. Evrenosoğullarının kesin olmamakla birlikte, ailenin ilk atalarından Evrenos Beyin Müslümanlığı sonradan kabul etmiş olabileceği ihtimali bazı araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir. Orhan Gazi ve I. Murad döneminde Rumeli’ye yapılan akınlara katılan ve akıncı beyi olarak hizmetleri veren Evrenos Bey’in Sultan ile yakın bir ilişkisinin dolayısıyla önemli bir statüde olduğunu tarihi kaynaklar aktarmaktadır. Evrenos bey ve oğullarının hakim olduğu bir üs merkezi niteliği de taşıyan şimdiki Yunanistan sınırları içerisindeki Gümülcine, Serez ve Yenice Vardar’da Evrenosoğullarının yoğun inşa faaliyetleriyle karşılaşılmaktadır. Her üç yerleşimde aynı güzergah üzerindedir. Akıncı beylerinin uç merkezlerini sınıra yakın bölgelere taşıdıklarını ve önemli ana yollar üzerindeki yerleşimleri tercih ettiklerini göstermesi bakımından Evrenosoğulları iyi bir örnek teşkil etmektedir. Paikon dağlarının güney eteklerinde ve ovaya açık halde kurulmuş olan Yenice Vardar, stratejik açıdan bilinçli olarak seçilen bir üs merkezi durumundadır.

Gümülcine’de Evrenos Beyin imaret ve camisi (Eski Camii); Yenice Vardar’da ise türbesi, hamamı günümüze ulaşmıştır. Feres ile Dedeağaç arasında küçük bir yerleşim olan Loutra köyünde de bir hanı bulunmaktadır. Günümüze gelmeyen ancak kaynaklarda tespit edilen yapılarla, Evrenosoğullarının bu bölgede çok sayıda yapı inşa ettirmiş oldukları belirlenebilmektedir Evrenos Bey’e ait Vakfiyelerde de Evrenosoğullarının bu bölgede zengin vakıflar kurdukları anlaşılmaktadır. 19. yüzyılın başlarına kadar Evrenosoğulları soyundan gelen kişilerin Yenice Vardarda bulunmaları hatta Evrenosoğlu Şerif Ahmet Bey’in bir saat kulesi inşa ettirdiği, baniliklerinin hala devam ettiğini göstermektedir. Bununla birlikte Evrenosoğullarına ait yapıların yerleşim birimlerindeki konumları dağınık bir şema göstermekte ve külliye şeklinde inşa edilmedikleri görülmektedir. Akıncı beylerinin uzun süre bir yerde bulunmamaları ve üs merkezlerinin devamlı değişmesi külliye yaptırmalarına engel teşkil etmiş olabilir. Ayrıca üs merkezi durumundaki yerleşimler aynı zamanda akıncı beylerinin inşa faaliyetlerine sahne olan ve Batı’ya yapılan akınlar için sınır bölgelerinde bulunan, uç karakolları olarak niteleyebileceğimiz yerlerdir

Turhanoğullarının bugün Yunanistan toprakları içindeki Teselya bölgesindeki Yenişehir Trikkale ve Mora Yenişehir’de[20] Malkoçoğulları Niğbolu’da üs merkezleri olduğunu bildiğimize göre bu iki akıncı ailesinin de batı da Balkan topraklarındaki üs merkezi durumundaki yerleşimlerde yoğun bir imar faaliyetine giriştikleri görülür.

Fethettikleri bölgelerin yönetimlerinin Hanedan tarafından kendilerine verildiği akıncı beyleri, tımar edinmek suretiyle toprağın kullanım hakkı üzerinde söz sahibi olmuş; bölgenin gelirinin toplanmasıyla elde ettikleri ekonomik gücü yine kendi bölgelerindeki; yerleşim birimlerinde, özellikle de üs merkezi konumundaki yerleşimlerde kullanarak imar faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Fetih ve yerleşim politikasında önemli etkinlikleri olan tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin de akıncı beyleri tarafından alınan yeni topraklarda, gayrimüslim halkı Müslümanlaştırmak suretiyle, dini faktörlerin yerleşmesinde önemli ölçüde katkıları olmuştur.

Tarikata ait inşa edilen tekke ve zaviyelerde üslenen şeyh ve dervişler halkı din çatısı altında birleştirerek örgütlemişlerdir. Dimetoka’da zaviye yaptıran Kalenderi şeyhi Seyyid Ali Sultan ve Yenice Vardar’da Şeyh İlahi bu dervişlerin başını çekmektedir.[21] Akıncı beylerinden Timurtaş Paşa’nın Saruhandaki halkın Balkan topraklarına iskan ettirilmesinde bizzat görevlendirilmesi de yerleşim politikasında etkin faaliyet içinde olduklarını gösterir.

Aristokrat aileler olarak nitelenen akıncı beyi ailelerinin Osmanlı beyliğin kuruluş yıllarında önemli rolleri olmuştur. Osmanlı Hanedanı’nın yükselişine bağlı olarak, Osmanlı Devleti’ni kuran bu aristokrasinin, 14. yüzyılda bütün idareyi ellerinde tuttuğunu ve akıncı beyi ailelerinden büyük kumandanlar, idareciler, yüksek teşkilatçıların ve diplomatların yetiştiğini görüyoruz.[22] Hanedanla sıkı ilişkileri bulunan akıncı beyi aileleri, Erken Osman döneminde uzun süre aynı statüde ve görevlerde bulunarak konumlarını muhafaza etmişlerdir. Akıncı beylerinin bânilikleri ise hakim oldukları bölgelerle, yerleşim biriminin ihtiyaçları doğrultusunda gelişmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarında kendi otoriteleri ile sağlanan siyasi, idari ve kültürel bir yapı oluşturmaları çok kolay olmamıştır. Osmanlıların Avrupa kapılarından dönmesine kadar devam eden bu süreçte başarılı oldukları görülmektedir. Kültürel kimlik farklılıkları ve siyasi birlikteliğin Balkan topraklarında oldukça geç sağlanmış olması, beraberinde birçok sorunu Osmanlı siyasi dünyasına getirmiştir. Osmanlı Sultanları, Rumeli topraklarına geçtiklerinde, kendileri için önemli fetihler, bol ganimetler ve geniş arazilerin sağlayacağı imkanları çok iyi biliyorlardı. Balkan topraklarını gerçek anlamda sosyal, kültürel ve ticari anlamda kazanmak için verilen mücadele yeni başlamaktaydı. Akıncı beyleri Osmanlı kültür yapısının yeni fethedilen Balkan topraklarına taşınmasında, idare edilmesinde hatta kontrol mekanizmasının işlerlik kazanmasında asıl rolü üstlenmişlerdi.

Akıncı beylerinin görevleri sadece yeni fetihlerle Osmanlı devletinin genişlemesini sağlamak değil, alınan bölgelerde Osmanlı idari yapısını ve sistemini yerleştirmek anlamını da içeriyordu. Otoriter bir yapıya sahip olan ve önemli bir kusuru bulunmadığı sürece görevleri yüzyıllarca devam eden akıncı aileleri, hanedanın ilgi ve gücünü zamanla bünyesinde toplayarak inanılmaz bir siyasi güce ve konuma ulaşmışlardır. Osmanlı idaresinin bir şekilde, Balkan topraklarındaki temsilcisi ve denetleyicisi konumundaki akıncı aileleri yerleşmiş oldukları bölgelerde birer üs merkezinde yerleşmek suretiyle adeta başkent İstanbul’un Rumeli topraklarındaki siyasi gücünü göstermekteydi. Gerektiğinde yönetimin isteğiyle binlerce kişi Anadolu’dan, Balkan topraklarına zorunlu iskâna tabi tutuluyor ve bu insanlara Anadolu’da ömür boyu elde edemeyecekleri kadar geniş otlaklar, tarlalar ve sürüler veriliyordu. Osmanlı yönetimi, elindeki idari gücü kullanarak, Balkan topraklarında Osmanlı idari sisteminin oluşumu için bir çeşit kültür göçü uygulamaktaydı. Böylece idari alt yapı bu bölgeleri fetheden ve denetleyen akıncı beylerinin çevresinde kontrol edilebiliyordu.

İnşa ettirilen her tekke ve zaviye, Anadolu topraklarında yüzlerce şeyh ve dervişin hatta sanat ve ilim adamlarının yeni topraklara Osmanlı kültürünü taşıması önemli bir etkinlikti. Böylece Balkan toprakları fethedilmekle kalmıyor, Osmanlının Müslüman kimliği ve beraberinde birçok kurum Anadolu’da olduğu gibi yeni dokular oluşturacak şekilde meydana getiriliyordu.

Hanlar ve kervansaray gibi ticari işlevli yapıların akıncı beyleri tarafından inşa ettirilmesi, sadece maddi finansmanı ellerinde tutmalarından kaynaklanmıyordu. Balkan topraklarındaki ticaret noktaları üzerinde Osmanlı-ticaret yaşamı etkin hale geliyor ve bölgelerin ticari potansiyeli Osmanlı denetimine geçiyordu. Ticari kontrolün Osmanlı denetimine geçmesi önemli bir maddi kaynağın da temelini oluşturmaktaydı. Zengin vakıflar ile desteklenen mimari eserler çevresinde zamanla tıpkı Bursa, İznik, Edirne ve İstanbul’da olduğu gibi mahalle dokuları meydana gelmekte, bu ise beraberinde örgütlü ve düzenli bir şehircilik anlayışının oluşumuna imkan tanımaktaydı.

Rumeli fetihlerinin beraberinde getirdiği kaçınılmaz bir zorunluluk gibi görünen akıncılık sistemini bu kadar güçlü kılan neydi? Aslında bu sorunun cevabı Osmanlıların fetih politikasında ve beraberinde getirdiği babadan-oğula devreden bir çeşit feodaliteye dönüşen akıncılık sisteminin temel ruhunda yatan bol ganimetler elde etme isteğinde aramak gerekir. Elde edilen her ganimetin 1/5’i hanedana kalırken büyük bölümü akıncı sisteminin potası içinde kalmakta, bu ise güçlü bir maddi enerji birikimine yol açmaktaydı. Böylece çok kısa zamanda imâr faaliyetlerine dönüşen ganimet zenginliği ile Balkan topraklarında imâr ve iskân sorunu kendiliğinden çözülmüş oluyordu.

Akıncılık sisteminin meydana getirdiği üs merkezi durumundaki payitahtlar, başkent İstanbul’un dolayısıyla Osmanlı idari sistemiyle eş değer nitelikteydi. Özellikle Evrenosoğullarının üs mekrezi Yenice Vardar, sadece imâr faaliyetleriyle değil, aynı zamanda kültürel merkez olarak ev sahipliği yapan bir yerleşim özelliği taşımaktaydı. Nitekim inşa ettirilen onlarca medresede çağın önemli şâir ve ilim adamları yetişmiş ve bugün dahi adlarını hatırladığımız isimlerle Balkan edebiyatında yerlerini almışlardır.[23]

16. yüzyıldan sonra Osmanlı’nın siyasi açıdan eski gücünü kaybetmesiyle birlikte sosyal ve kültürel alanda da bir durağanlık başlamıştır. Buna bağlı olarak ellerindeki siyasi otorite gücünün zayıflamasına bağlı olarak akıncı beylerinin hakim oldukları merkezlerde kültürel ve sosyal bakımdan gerilemelerin olduğu dikkati çekmektedir. Bu durum Osmanlının kabuğuna çekilmeye başlaması ve Balkan topraklarındaki etkinliğinin etkisini yitirmeye başlaması anlamına da geliyordu.

Ancak şunu hatırlatmak gerekir ki, Osmanlının en aktif zamanlarında Balkan topraklarında, yüzyıllar boyunca etkin hale gelmesinde, Osmanlı idari sistemi ve yönetiminin fethedilen topraklara taşınmasında, kalıtsal etkilerinin devam etmesini sağlayan en önemli olgunun temelinde akıncılık sistemi yatmaktadır.

Akıncı beylerinin fethettikleri yerleşim bölgelerinde, iskan edilmek üzere önemli üs merkezi konumundaki yerleşim birimlerinde imar faaliyetlerin de bulundukları ve dini, sosyal ve ticari işlevli yapı inşa ettirdikleri görülmektedir. Hakim oldukları bölgelerin ekonomik açıdan da gelir sahibi durumundaki akıncı beyleri, bu zenginlikleriyle çok sayıda yapı inşa ettirerek, şehir dokusunun ana karakterinin belirlenmesinde önemli rolleri olmuştur.

H. Çetin ARSLAN

Anadolu Medeniyetleri Müzesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 116-121


Kaynaklar:

♦ AKDAĞ, Mustafa, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve inkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti” Belleten: 13/51, 1949, s. 497-569.
♦ AKDAĞ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c. I, II, İstanbul, 1979.
♦ AŞIKPAŞAZADE, Osmanlı Tarihi (Haz. Atsız), İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1970.
♦ BARKAN, Ö. Lütfi, Kolonizatör Türk Dervişleri. İstanbul, 1986.
♦ BELDICEANU, Nicoara, XIV. YY’dan XVI. YY’la Osmanlı Devletinde Tımar (Çev. M. Ali Kılıçbay), Ankara: Teori Yayınları, 1985.
♦ BERKES, Niyazi, Türkiye İktisat Tarihi, İstanbul, 1969.
♦ FERİD, Osman, “Evrenos Bey Hanedanına Aid Temlikname-i Hümayun”, Tarihi Osmanlı Encümeni Mecmuası, c. 31, 1915, s. 432-438.
♦ GÖYÜNÇ. Nejat, “Mora’da Osmanlı-Türk İnşa Faaliyetleri”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, c. I, 1972, s. 13-28.
♦ HALAÇOĞLU, Yusuf, “Teselya Yenişehir’i ve Türk Eserleri Hakkında Bir Araştırma”, Güney Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, c. 2/3, 1973/74, s. 89-100.
♦ İNALCIK, Halil, The Ottoman Empire The Classical Age 1300-1600, London, 1973.
♦ İNALCIK, Halil, Süret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1987.
♦ İSEN, Mustafa, Ötelerden Bir Ses, Ankara, 1997.
♦ KİEL, Machiel, “Yenice Vardar (Vardar Yenicesi-Gıannıtsa” Studies on the Ottoman Arahitecture of the Balkans, Hamphire: Variarum, 1990b, s. 300-329.
♦ KÖPRÜLÜ, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999.
♦ KRAELITZ, F. Von, “İlk Osmanlı Padişahlarının İhdâs Etmiş Olduğu Bazı Beratlar”, Tarihi Osmani Encümeni Mecmuası, c. 28, 1914/15, s. 242-250.
♦ OCAK, A. Yaşar, “Bazı Menakıbnâmelere Göre XIII-XV yüzyıllardaki ihtidalarda Heterodoks Şeyh ve Dervişlerin Rolü” Osmanlı Araştırmaları, c. II, 1981 a, s. 31-42.
♦ PAMUK, Şevket, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi (1500-1914) İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1988.
♦ WERNER, Ernst, Büyük Bir Devletin Doğuşu Osmanlılar (Çev. Orhan Esen Yılmaz Öner), İstanbul: Alan Yayıncılık, 1986.
♦ WITTEK, Paul, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu (Çev. Fahriye Arık), Ankara, 1944.
♦ WITTEK, Paul, The Rise of the Ottoman Empire, İstanbul, 1947.
Dipnotlar :
[1] Bkz. P. Wıttek, The Rise of the Ottoman Empire, İstanbul, 1947, s. 43, 52, 57.
[2] Bkz M. Akdağ, “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti”     Belleten, 13/51, 1949, s. 504-505.
[3] Bkz. N. Berkes, Türkiye İktisadi Tarihi, İstanbul, 1969, s. 28.
[4] Bkz. H. İnalcık, The Ottoman Empire The Classical Age, 1300-1600, London, 1973, s. 4-5.
[5] Bkz. Ş. Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi (1500-1914), 1988 s. 43.
[6] Ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, İstanbul, 1986, s. 17.
[7] Bkz. Ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri., 1986, s. 53-54.
[8] Bkz. S. Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye (Çev. B. Kuzucu), İstanbul, 1986, s. 161.
[9] Bkz. M. Akdağ, a.g.m., 1949, s. 543-544.
[10] Bkz. N. Beldiceanu, Osmanlı Devletinde Tımar., 1985 s. 42-45.
[11] Bkz. H. İnalcık, Suret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara, 1987, s. 55.
[12] Aşıkpaşazâde, a.g.e., s. 42-43.
[13] Aşıkpaşazâde, a.g.e., s. 66.
[14] Bkz. A. Y. Ocak, “Bâzı Menakıbnâmelere Göre XIII-XV. Yüzyıllardaki İhtidalarda Haterodoks Şeyh ve Dervişlerin Rolü”, Osmanlı Araştırmaları, C: II, 1981, s. 37, 39-40; “Kalenderiler ve Bektaşilik”, Atatürk’e Armağan Kitabı, 1981, s. 297-308.
[15] Bkz. F. V. Kraelitz, “İlk Osmanlı Padişahlarının İhtas Ettiği Bazı Beratlar”, Toem. C. 28, s. 242.
[16] Bkz. O. Ferid, “Evrenos Bey Hanedanına Ati Temlikname-i Hümayun”, Tarihi Osmani Encümeni Mecmuas, sayı: 31, 1915, s. 432-433.
[17] Bkz. M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C-I, 1979, s. 373.
[18] Bkz. N. Beldıceanu, a.g.e., s. 3-10, 27; E. Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu Osmanlılar, 1986, s. 54-55.
[19] Bkz. E. Werner, a.g.e., s. 127, 142-143.
[20] Bkz. N. Göyünç, “Mora’da Osmanlı-Türk İnşa Faaliyetleri”, Güney Avrupa Araştırmaları, c. I, 1972 13-28; Y. Halaçoğlu, “Teselya Yenişehiri ve Türk Eserleri Hakkında Bir Araştırma”, Güney¬Doğu Avrupa Araştırmaları, cilt: 2/3. 1973/74, s. 89-100.
[21] Bkz. A. Y. Ocak, a.g.m., s. 40; M. Kiel, “Yenice Vardar”, Studies On the Ottoman Architecture of the Balkans, 1990, s. 329.
[22] Bkz. F. Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 1999, s. 110.
[23] Bkz. M. İsen, Ötelerden Bir Ses, Ankara, 1997, s. 77-84.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.