Günümüzde divan şiiri ile ilgili tahlil çalışmalarında vazgeçilmez bir rol oynayan edebî sanatlar, acaba bu şiirin gerçek temsilcilerinin, yani divan şairlerinin, ne kadar gündemindeydi? Acaba bizim bugün onların şiirlerinde yaptıklarına inandığımız edebî sanatların adlarını ve tanımlarını, şairlerin kendileri ne kadar biliyorlardı? Bu bilgiler şiir yazımı için gerekli miydi? Bu soruların dolaylı cevaplarını ilk olarak bu şairlerin divanlarında, ikinci olarak belâgat ve edebî sanatlar konusunda Türkçe eser kaleme alan yazarların beyan ve imalarında aramak gerekir.[1] Bu yazıda divan şairlerinin edebî sanatları terim olarak divanlarında kullanıp kullanmadıkları konusu ele alınacaktır.
Edebî sanatlar konusunda günümüzdeki yaygın görüş, divan şairlerimizin bu sanatları çok iyi bildikleri ve şiirlerini kaleme alırlarken bu teorik bilgilerini kullandıkları yönündedir. Aslında sadece bir kanaat veya varsayımdan ibaret olan bu görüş yazılı ve sözlü kaynaklara inilerek ispatlanmaya çalışılmamıştır. Divan şairlerimizin konuyla ilgili pek fazla eser yazmamaları, onların bu konuda ne düşündüklerini kesin bir şekilde belirlememize engel olmaktadır. Konuyla ilgili elimize ulaşan eserler, daha çok âlim kimlikleri ön plâna çıkmış kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Bunlar arasında, Ahmet el-Bardahî’nin 1502’de kaleme aldığı Kitâbü Câmi’i’l-Envâ’i’l-Edebi’l-Fârisî’si,[2] Sürûrî’nin Bahrü’l- Ma’ârif’i,[3] Şeyh İsmail Hakkı Ankaravî (öl. 1631) ’nin Miftâhu’l-Belâga ve Mısbâhu’l-Fesâha’sı[4] ve Müstakîmzâde (öl. 1788) ’nin Istılahâtü’ş-Şi’riyye’si gibi eserler vardır.[5] Bu eserlerden ilk üçü, Farsça ve Arapça birtakım belâgat kitaplarına bağımlı kalınarak hazırlanmıştır. Bu eserlerde tanımlar Türkçe, örnekler ise çoğunlukla Arapça ve Farsçadır. Arap ve Fars belâgatının daha iyi anlaşılması gayesi ile meydana getirilen bu eserleri, Türk belagat kitapları olarak kabul etmek mümkün değildir. Müstakîmzâde’nin eseri ise, her ne kadar tercüme olmasa da, edebî terimler ve sanatlar konusunda oldukça basit ve yetersiz bilgiler içermektedir.[6]
Türk belâgatıyla ilgili Tanzimat öncesi yazılmış özgün eserler yetersiz olunca, edebî sanatların klâsik Türk şairlerinin nazarındaki yerinin belirlenmesinde, başvurulacak en önemli kaynak olarak, divanlar ön plâna çıkmaktadır. Nitekim, Edebiyat Lügati’nin yazarı Tahir-ül Mevlevî, 1934 yılında, edebî sanatlar ve terimler konusunun ilmî bir şekilde ortaya konabilmesi için “hiç değilse Fuzûlî, Bâkî, Nef’î, Nâbî, Nedîm, ve Şeyh Gâlib gibi en meşhur şairlerin divanları, bunlardan başka Siyer-i Veysî, Hamse-i Nergisî ve Şefîknâme” gibi önemli mensur eserlerin taranması gerektiğini iddia etmiştir.[7] Edebiyat Lügati adlı eserinde iğrâk, münşeat, mısra-ı berceste, me’ânî, belâgat gibi terimleri anlatırken bu terimlerle ilgili divan şiirinde geçen beyitleri iktibas eden Mevlevî, yukarıda ileri sürdüğü düşünceyi, bu eserinde uygulamaya çalışmış olmalıdır. Fakat muhtemelen malzeme azlığından dolayı Mevlevî, düşüncesini söz konusu eserinde gerçekleştirememiştir.
Lügatine aldığı kelimelerle ilgili örnek bir mısra, beyit veya cümle söyleme gayreti içinde olan Muallim Nâcî’nin, lügatinde belli başlı edebî sanatlarla ilgili bir beyit veya mısra söylememesi de, divan şiirinde edebî sanatların terim olarak pek kullanılmadığına işaret etmektedir.
Şeyhî,[8] Ahmed Paşa,[9] Hayâlî,[10] Fuzûlî,[11] Muhibbî,[12] Nev’î,[13] Mustafa Âlî,[14] Nef’î,[15] Nâbî,[16] Şeyh Gâlib,[17] Sünbülzâde Vehbî[18] ve Nedîm[19] gibi şairlerimiz, şiir ve şairle ilgili düşüncelerini doğrudan veya dolaylı olarak şiirlerine ve divan dîbâcelerine[20] yansıtmışlardır. Fakat şairlerin şiir ve şairle ilgili yaptıkları teorik tanımlarda veya kullandıkları sıfatlarda, edebî sanatlar, bir kıstas olarak pek yer almamaktadır. Aksine, şairliğin bir Allah vergisi olduğunu,[21] herkesin şair olamayacağını, bunun için “tab’-ı mevzûn”, “istidâd”, “aşk”, “dert”, “ilm”in yanı sıra ilhâm (sünûhât) veya “gayb âlemi ile münâsebet”[22] gerektiğini, onun “kesb ü tahsîl”le elde edilemeyeceğini ifade ederler.[23] Şairlerin kendi şiirleri ile ilgili yaptıkları değerlendirmelerde[24] veya birbirleri hakkında söyledikleri sözlerde de edebî sanatlar, söz konusu edilmemektedir.[25] Meselâ, ideal şairin tanımı yapılırken, onun için, îhâm- pesend, tevriye-gû, leff-ü-neşr-perdâz gibi sıfatlar kullanılmamaktadır.
16. yüzyıl tezkirelerini ayrıntılı bir şekilde inceleyen Harun Tolasa, tezkirelerde “sanâyi-i şi’riyye, sanâyi-i eş’âr, sanâyi-i bediiyye” gibi ifadelerin geçtiğini, fakat yazarların bunlarla neyi kastettiklerinin genellikle belli olmadığını söyler. Tolasa’nın daha sonraki cümlelerinden, daha çok Âşık Çelebi ve Latîfî tezkirelerinde tecnîs, tevriye, îhâm, istihdâm gibi edebî sanatların adlarının nadiren geçtiğini anlamaktayız.[26] 17. yüzyıl tezkirecileri, eserlerinde yaptıkları şair ve eser değerlendirmelerinde ise kriter olarak edebî sanatları hemen hemen hiç kullanmamışlardır. Çünkü Filiz Kılıç’ın konu üzerindeki ayrıntılı çalışmasında edebî sanatlardan herhalde yalnız “tecnîs”in adı geçmektedir.[27]
Şairler, poetikalarını ifade ettikleri beyitlerde, güzel şiirin veya iyi şairin nasıl olması gerektiğini söylemişlerdir. Şiir için âbdâr, arûs, beyt-i ma’mûr-ı me’ânî, belâgat, fesâhat, cevâhir, cihân-gîr, bikr-i fikr, darb-ı mesel, dil-âvîz, dil-efrûz, dür, dürer-bâr, dürr-i şehvâr, ebkâr-ı efkâr, efsûnlu, füsûn, garrâ, güft-ü-gû, güher, hayâl-engîz, hayâl-i hâs, hemvâr, hikmet-âmiz, ibret-engîz, hoş, hoş-âyende, hoş- tab’âne, hoş-lehçe, hüner, hüsn-i beyân, yalan, hâl-bahş, hâlet-engîz, hayâl, hüsn-i edâ, ıkd-i dür-i nazm, ihtira-ı hâme-i mu’ciz-beyân, i’câz, ilhâm, ince hayâl, lâf, latîf, köhne, kumaş, levendâne, ma’mûr, ma’nî-i nâ-güfte, mesel-âmiz, metânet, metîn, mu’cize, muhkem, ter, nâzik, nezâket, nev- edâ, nükte, pâkîze-edâ, pür-ma’ânî, pür-kâr, reh-i nâ-refte, rengîn, rindâne, rengîn, sarîr-i hâme, selâset, sihr, sihr-âver, sihr-i beyân, sihr-i helâl, sûz-nâk, şeker, şîrîn, zerâfet, zarîfâne, vird-i zebân, nazm-ı pâk, vâridât-ı gayb, hâs, tâze, îcâd, cân-bahş, tâze-zemîn, selîs, i’câz, vâzıh, yâkût-ı rümmânî, nâzik, perîşân, gülistân, pür-sûz, rûh-bahş, rûşen, ince hayâl, pür-vehm, pür-sûz, hâyîde, nâ-höş-edâ, nâ-muntazam, rakîk, şûr-engîz, herze, yâve gibi kelimeler kullanılmıştır. Bu sözcükler genellikle nazm, şi’r, eş’âr, gazel, beyt, edâ, reh, tavr, tarz, üslûb gibi kelimelerle terkip oluşturmuşlardır.
Şair için ise pâkize-suhan, dür-efşân, îsâ-nefes, sencîde-edâ, me’ânî-perver, bâğ-bân, bezle-gû, bülbül, fevvâre-i ma’nî, Nizâmî-tab’, nükte-şinâs, nükte-gû, nükte-dân, nükte-perdâz, nükte-senc, gavvâs (-ı efkâr), sâhir, mucize-perdâz-ı hayâl, mu’cize-gû, mu’cize-güster, mu’ciz-tırâz, murg-ı hoş- nevâ, nev-edâ, sarrâf, tâze-gû, ressâm, nâdire-gûy, mâhir, meşşâta, bülbül, tûtî, tab’ (tab’-ı gazel-perdâz ve tevsen-i tab’ gibi), sâhir-pîşe, şeker-rîz, ta’bîri hoş, nikâtı muhayyel, beyânı şuh, hüner-ver, gencîne-perdâz, hüner-mend, peyrev, sühan-ârâ, sühan-gû, şûh, sühan-senc, sâhib-belâgat / fesâhat, hallâk-ı me’âni, nâ-hoş-edâ, safsata-gûy, düzd-i ma’nî, yâve-gû, zâğ gibi tabirler kullanmışlardır.[28] Bunların yanı sıra divanlarında mazmûn, mersiye, gazel, mısra’-ı berceste,[29] redîf,[30] kâfiye,[31] makta, matla’,[32] nesr, sec’,[33] inşâ, şâh-beyt,[34] beytü’l-kasîd,[35] metâli’, muammâ, lügaz,[36] müfred, kasîde, gazel, rübâ’î, müstezâd, şarkı,[37] tahmîs (ve diğer musammatların adları), tazmîn, belâgat, tertîb-i dîvân[38] gibi kelimelerin çoğu, edebî terim olarak, sıkça kullanılmıştır.
Bizim taramalarımızın yanı sıra, divanlarla ilgili ayrıntılı tahlil çalışmaları gösteriyor ki divan şairleri, şiir ve şair değerlendirmelerinde, edebî sanatları isim isim pek kullanmamışlardır. Yalnız, şairlerin bu sanatların adlarını kullanmamaları onların bu sanatları hiç bilmedikleri ve daha önemlisi şiir içinde yaptıkları bazı söz inceliklerinin tesadüfî olduğu anlamına gelmez. Her ne kadar adlarını eserlerinde pek telâffuz etmeseler de, şairler şiirlerindeki manaya ve lafza ait güzelliklerin veya sanatların farkındaydılar ve bunların en azından bazılarını[39] zihnî bir çaba sarf ederek, muhayyilelerini ve gramer bilgilerini kullanarak ortaya koyuyorlardı. İçinde mana ve söz inceliği bulundurmayan şiirleri sâde diyerek eleştiriyorlardı. Meselâ, Nev’î sade şiirlerinin, döneminde “ehl-i sanâyi” olarak tanımladığı okuyucular tarafından beğenilmediğini şöyle ifade eder:
Bu sâde nazmı ehl-i sanâyi’ beğenmezse
Nev’î ne gam bizüm sözümüz âşıkânedür [40]
Halbuki Nev’î’nin, şiirinin sade olduğunu söylediği bu makta beyitte, günümüzdeki yaklaşıma göre, tezat ve nida sanatı, hatta biraz zorlanırsa “ne gam”da istifham sanatları bulunabilir. Fakat bu sanatları, şair zihnî bir çaba ile bulmamıştır ve sanat olarak da muhtemelen değerlendirmemiştir. Bu, şairlerin sanat olarak gördükleri mana ve lafız inceliklerinin günümüzdeki anlayışa göre biraz daha sınırlı olduğuna işaret etmektedir.
Divan şairleri, şiirlerindeki söz ve lâfız inceliklerini daha çok “nükte”, “hüner”, sihr, efsûn, i’câz, “hüsn-i edâ”, “hayâl”, “tahayyül”, “mesel” gibi yukarıda sıraladığımız kelimelerle oluşturulmuş tabirler vasıtasıyla ifade etmişler ve bu konuda bir çeşit terminoloji oluşturmuşlardır. Divan şairlerinin ve tezkirecilerinin kullandıkları bu terminoloji, Tanzimat’tan sonra yavaş yavaş terk edilmiştir.[41]
Şairlerin şiir için kullandıkları kelimeler, söz sanatlarıyla bir bakıma sebep-sonuç ilişkisi kurmaktadır. Şairin gayesi hüner göstermek, karşıdakini büyülemek (sihr ü füsûn), mucize gibi ulaşılamaz seviyede şiir yazarak okuyucuyu aciz bırakmaktır (i’câz). Bunu yaparken edebî sanatları veya söz güzellik ve inceliklerini araç olarak kullanır; fakat kendini sonuç ilgilendirdiği için araç olan edebî sanatları şiirlerinde ifade etmez, diye düşünülebilir. Diğer bir ifadeyle, şair şiirde sihr ve i’câz dediği seviyeyi yakalamaya çalışırken 19. yüzyıldan itibaren tasnif ve tanımları ortaya konulmaya çalışılan edebî sanatları bir araç olarak kullanmıştır. Fehîm-i Kadîm bir gazelinde geçen “fenn-i i’câz” tabiriyle herhalde edebî sanatları veya belâgat ilmini kastetmektedir. Fehîm, bunları kitaplardan değil de sevgilinin büyüleyici bakışından öğreneceğini nükteli bir şekilde ifade eder:
Fenn-i i’câzı serâpa bileyim dirse
Fehîm Gamze-i sâhir-i cânân ana üstâd yeter [42]
Şairlerin şiir ve şair değerlendirmelerinde kullandıkları bazı kelimelerle edebî sanatların adları arasında ilgi kurulabilir. Meselâ, divanlarda geçen pür-mesel,[43] mesel-gû, mesel-âmîz ve darb-ı mesel[44] gibi tabirler, irsâl-ı mesel yerine kullanılmış olabilir.[45] Divan şiirinde çok rastladığımız güzel sanatlardan olan hüsn-i ta’lîl, hayale bağlı bir sanattır. “Hüsn-i ta’lîl” tabirine divanlarda pek rastlanılmamaktadır. Fakat, şairler, şiirle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak yaptıkları değerlendirmelerde, “hayal”in şair ve şiir için taşıdığı önemi sıkça ifade veya ima etmişlerdir. Meselâ, aşağıdaki beyitlerden ilkinde Şeyh Gâlib, hayal etmenin şair için taşıdığı fevkalâde önemi dile getirir. İkinci beyitte Tacizâde Ca’fer Çelebi, Hevesnâme’de Şeyhî ve Ahmed Paşa’yı eleştirirken onların özgün hayaller bulamadıklarını söyler. Bu beyitlerdeki şiir ve şair değerlendirmesinde kıstas olarak “hayal”in alındığı vurgulanmalıdır:
Bu söze Kur’ân gibi îmân eder ehl-i sühan
Şâirin Gâlib tahayyül rütbe-i i’câzıdır[46]
Hayâl-i hâssa çün kadir degüller
Hakîkatde bular şâir degüller[47]
Aşağıdaki beyitte Bâkî, “rengîn” ve “şîrîn” sıfatlarıyla vasıflandırdığı şiirindeki herhangi bir söz inceliği veya sanatı için “nükte” ifadesini kullanır:
Sözüm vasf-ı leb-i la’lünle hem rengîn ü hem şîrîn
‘Adular nükteyi fehm eylemezler sâdedür dirler [48]
Şiir değerlendirmelerinde kıstas olarak şairler tarafından sıkça kullanılan ve muhtemelen edebî sanatları da içine alan kelimelerin en önemlilerinden bir tanesi de hünerdir. Mehmed Çavuşoğlu “Divan Şiiri” başlıklı makalesinde edebî sanatlar için hüner kelimesini ısrarlı bir şekilde, konuya vâkıf bir araştırmacı sıfatıyla kullanmaktadır: “Divan şairi iki hüneri yeni mazmûn bulmakta, manâ yaratmakta çok kullanmıştır: Hüsn-i ta’lil ve teşbih”, “edebî sanatlar denilen bir sürü hüneri bilmek gerekiyordu”… “Teşbihin en ileri derecesi istiâre denilen hünerdir”.[49] Ali Nihat Tarlan da “Divan Edebiyatında Sanat Telâkkisi” başlıklı yazısında divan şairlerinin “Türk dilin kıvraklığından, cinas ve tevriye kabiliyetinden de istifade ederek İran edebiyatından çok ayrılmışlar, hattâ ondan çok fazla hüner göstermişlerdir.” demektedir.[50]
Aşağıdaki birinci beyitte Nef’î, hüner olarak adlandırdığı söz ve lâfız inceliklerinin (edebî sanatlar) kolayca anlaşılmadığını söylemektedir. İkinci beyitte ise ta’lik hattıyla mürettep bir divan hazırlamanın şair değerlendirmesinde geçerli bir ölçüt olmadığını söyler.
Kadrim anlar katı az olsa n’ola ey Nef’î
Çok hünerdür gazeli böylece pâkîze demek[51]
Şâ’irim derse eger şâire isbât-ı hüner
Hat-ı ta’lîk ile divânı mürettep degil a Nef’î
Birçoğu itibariyle medrese tahsili görmüş olan divan şairlerinin[52] edebî sanatların adlarını ve tanımlarını bilmediklerini düşünmek elbette yanlış olur. Çünkü belâgat bir ilim dalı olarak medreselerde okutulmaktaydı. Ayrıca bazı sanatların adları konuşma diline bile geçmişti. Dolayısıyla seyrek de olsa birtakım edebî sanatların adlarına bazı divanlarda rastlamaktayız. Bosnalı Alâ’eddîn Sâbit, bir beytinde leff ü neşr-i müşevveşi, maaş işleri bir türlü düzene girmeyen perişan bir kişinin durumuna benzetirken söz konusu eder:
O leff ü neşr-i müşevveş gibi perîşânun
Medâr-ı emr-i ma’âşı olınmazdı tanzîm[53]
Bu beyitte “olınmazdı tanzîm” ibaresinden, düzensiz leff-ü-neşrin istenmediği ve şairlerce mürettep hale getirilmek istendiği iması çıkartılabilir. Yalnız, bu imayı destekleyecek bir bilgi şu an için elimizde bulunmamaktadır. Bu beyitte kullanılan leff-ü-neşr teriminin şiir veya şair değerlendirmesinde bir kıstas olarak kullanılmadığı vurgulanmalıdır. Fakat Sâbit’in söz konusu sanatın tanımını bildiği de oldukça açıktır.
Teşbîh, mecâz, kinâye gibi konuşma dilimizde de kullanılan terimlere divan şiirinde nispeten daha sıkça rastlarız. Bu kelimelerin terim olarak anlamı divan şairleri tarafından iyi bilindiği gibi Türkçeyi iyi bilen halk tarafından da bilinebilir. Bu terimlerden divan şiirinde en çok kullanılanı herhalde mecâzdır. Bir edebiyat terimi olarak mecâz “kendi öz manasıyla kullanılmayıp, benzerlikle, benzetme yolu ile başka bir manada kullanılan söz”dür.[54] Belâgat kitaplarında mecâz; mecâz-ı mürsel, istiâre, kinâye gibi sanatların genel adıdır. Genel olarak kelimelerin veya sözlerin hakikî anlamlarının dışında kullanılmasına mecâz denmiştir.[55] Bu anlamda mecaz kelimesi divan şiirinde sıkça kullanılmıştır. Meselâ, aşağıdaki beyitte Zâtî, kendisinin dört sevgiliyi yani dört halifeyi sevdiği için, müminler onun mecazî şiirlerini, ilâhî gibi okuduklarını söyler:
Çâr yârı sevdügünçün cümle mü’minler okur
Her mecâzî şi’rüni Zâtî ilâhiler gibi[56]
Konuşma dilimize de geçmiş olan “teşbîh”in kelime anlamı ile terim anlamı arasında oldukça yakın bir ilişki veya benzerlik vardır. Dolayısıyla, kelimenin söz içinde gerçek anlamının mı yoksa terim anlamının mı kastedildiği bazen pek anlaşılamaz. Meselâ, aşağıdaki beyitlerin ilkinde Nazmî, sevgilinin, göze gözükmemesi bakımından, cana benzediğini ifade ederken teşbîh kelimesini kullanır. İkinci beyitte Nev’î, gönül ehlinin başkaları tarafından söylenmiş bir mana veya düşünceyi ağızlarına almayacağını, dolayısıyla dudağını helvaya benzetmesine gerek olmadığını söyler. Üçüncü beyitte Mesîhî, sevgilinin boyunun “serv”e benzetilmesinin, uygun bir teşbih olmadığını istifhâm sanatı ile vurgular:
Allâh Allâh cân gibi gözden nihânsın dâyimâ
Cân dimek hakkâ teşbîhdür cânâ sana (Nazmî) [57]
Almazlar dehâna ma’nî-i hâyîde ehl-i dil
Teşbîh kılma la’lini helvâya Nev’iyâ [58]
Serve kim teşbîh ider cânâ bu kadd-i dilberi
Serv hod bir baldırı çıplak uşakdur Hodiri [59]
Ferîdî bir beytinde “Dostum, Ferîdî’nin düşündüğü, sana kavuşma meselesidir (ve bu kadar), açıklamanın olduğu yerde de kinayeye gerek yoktur; yani düşünce bu kadar açıkça ifade edildiği zaman artık kinâyeye (kinayeli söyleyişe) de ihtiyaç kalmaz.” derken kinâyenin anlamda kapalılık olduğunu ima etmektedir:
Vaslun durur habîbüm fikr itdügi Ferîdî
Tasrîh olan mahalde lâzım degül kinâye [60]
Beyitte kinâye, tasrîh’in (açıklamanın) karşıtı olarak gösterilmektedir. Kinâyenin günümüzdeki yaygın tanımı, gerçek veya kök anlamı da söz içinde düşünülebilecek bir ifadenin (çoğu kere deyimin) yalnız mecaz anlamının kastedilmesi ile oluşan sanattır, şeklindedir. Bu tanıma göre, konuşma dilinde kullanılan ve herkesin duyar duymaz anladığı birçok deyim, şiirde kullanıldığı zaman kinâye sanatı ortaya çıkmaktadır. Kinâyeyi ta’rize yakın bir sanat olarak gösteren ve bu tanımı doğru bulmayan Recâ’izâde Mahmûd Ekrem kinâye için “…hilâfı kasd olunan ifâdâta ıtlâk olunur” demektedir.[61] Buna karşılık, Ali Nihat Tarlan, Ekrem’in kinâye ile ta’rîzi birbirine karıştırdığını, kinâyenin “gaye ve mahiyeti” bakımından farklı bir sanat olduğunu söyler.[62] Ekrem’in kinâye tanımının kaynağının, Lefranc’ın Traite de Litterature adlı eseri olduğu iddia edilmektedir.[63] Ekrem’in yaptığı tanımın doğruluğunu ispat için Sâmî’nin Edirne şehri hakkında söylediği şu beyti aktarması konumuz açısından önemlidir:
Kinâyedir garaz ıtlâk-ı dâr-ı meymeneden
Bu şehre var mı mu’âdil aceb nuhûsetde [64]
Kinâye kelimesinin benzer bir kullanımı, Yenipazarlı Vâlî’nin Hüsn ü Dil adlı mesnevisinde de geçmektedir.[65] Nâbî aşağıdaki beyitte, kinâyenin beyit kaşının süsü / sürmesi olduğunu ve istiârenin de sözü güzelleştirdiğini ifade eder:
Kinâye vesme-i ebrû-yı beytdür Nâbî
Kelâm-ı sâdede hüsn olmaz isti’âre gibi [66]
Bu beyitte Nâbî, kinâyeyi “vesme”ye benzetir. Vesme eskiden kadınların kaşlarını boyamak için kullandıkları rastık veya çivit yaprağına verilen addır.[67] Vesme için sürme de denmiştir. Ebrû (kaş) divan şiirinde kâğıt üzerine yazılmış beyit ve mısraa benzetilmiştir.[68] Vesme kaşı, kinâye de beyti güzelleştirir. Hem vesmede hem de kinâyede, gerçeği değiştirerek (yarı kapatarak) güzelleştirme söz konusudur.
İstiârenin divan şairlerince ve belli bir kültüre sahip kişilerce bilindiği bir gerçektir. Bundan dolayıdır ki istiâre bir sanat adı olarak divan şiirinde teşbîh, mecâz ve kinâye gibi beyân sanatlarıyla birlikte nispeten sıkça geçmektedir. Yukarıdaki beyitte Nâbî, sade sözde istiâre (kullanmak) gibi bir güzellik olmaz veya istiâreli sözde olan güzellik sade sözde olmaz, derken istiârenin şiirdeki önemini vurgulamıştır. Nâbî Hayriyye’sinde istiâreler, tevriye, teşbih, cinas ve iham içermeyen şiiri yazmaktansa hiç yazmamanın daha iyi olduğunu söyler.[69] Fehîm-i Kadîm, bir beytinde teşbîh ve istiâreyi edebî terimler olarak kullanır. Teşbih ve istiâreyi şiirde iyi kullandığını ve böylece büyüleyici güzellikte yazdığı bu şiirle birçok şairi susturduğunu iddia eden Fehîm’in bu sanatların adlarını kendi şiirini değerlendirirken bir kıstas olarak söylemesi konumuz için dikkate değerdir:
Teşbîh ü isti’ârene tahsîn senün Fehîm
Çok şâ’irün bu şi’r-i pür-efsûn sükûtıdur [70]
İstiâreyi, şiirinde söz konusu eden diğer bir şair Mezâkî’dir. Aşağıdaki beyitte Mezâkî, hayal dünyası geniş ve nükteci bir şairin gazelinin sâde değil istiârelerle dolu olması gerektiğini ifade eder.
Mezâkiyâ gazel-i nükte-perverân-ı hayâl
Pür-isti’âre olur böyle nazm-ı sâde degül [71]
Hem Nâbî hem Mezâkî istiâreli sözü, sâde sözün karşıtı olarak kullanmaktadırlar. “Sâde” kelimesi divan şiirinde beğenilmeyen, basit görülen şiirler için kullanılmış olumsuz bir değerlendirme sıfatıdır. Sâde kelimesi Türkçe olmayan kelime ve tamlamaların kullanılması anlamında değildir. Nitekim Şeyh Gâlib ve Refî’-i Âmidî gibi şairler Arapça ve Farsça kelimelerle yüklü olan Nâbî’nin Hayrâbâd’ını eleştirirken “sâde” kelimesini kullanmışlardır.[72] Şeyhülislâm Es’âd Efendi aşağıdaki beyitte istiârenin yanı sıra mecazı söz konusu eder:
Kim eyler idi tasaddî mecâzı tahyîle
Hakîkat olsa teşâbih ü isti’ârât ile[73]
İstiâre başka bir beyitte Şevket’in şiirleri dolaylı olarak değerlendirilirken bir kıstas unsuru olarak kullanılır:
İstişkâk-ı isti’ârât ile[74] şi’r-i Şevket’in
Şimdi düzdân-ı ma’ânî şân u şevket bağladı[75]
Günümüzde birinci mısraın sonundaki bir kelime veya kelime grubunun hem içinde bulunduğu mısraa hem de bir sonraki mısraa anlam bakımından uygun düşmesiyle oluşan edebî sanat olarak tanımladığımız sihr-i helâl (helâl büyü),[76] aşağıdaki beyitlerde Nev’î ve Yahyâ Bey tarafından herhalde büyüleyici güzellikte şiir anlamında[77] kullanılmaktadır:
Sühan-ı aşk harâm oldu mey-i nâb gibi
Şimdi her bengî hayâline denir sihr-i helâl[78]
Bana olaydı Hayâlî’ye olan hörmetler
Hak bilür sihr-i helâl eyler idim şi’r-i teri [79]
Nef’î, bir beytinde tevriye ve îhâm terimlerini kullanmaktadır. Nef’î, kendisinin eşsiz bir şair olmasına sebep olarak şiirlerinde îhâm ve tevriyenin bulunmasını gösterir. Şiirlerinde bu sanatları şuurlu olarak kullanmamasına rağmen sözlerinde rakiplerini veya dostlarını ilgilendiren bir mananın bulunduğunu ifade eder:
Şâ’ir-i nâdire-gûyum ne desem hisse çıkar
Düşmen ü dosta bî-tevriye vü bî-ihâm [80]
Nef’î’nin beyitteki kullanımından, îhâm ve tevriyenin bir sözün iki anlama gelebilecek şekilde kullanılması anlamına geldiği düşüncesi çıkartılabilir. Fakat Nef’î’ye göre bu iki terim arasında ne gibi bir fark bulunduğu konusunda beyit içinde net bir bilgi veya ima göze çarpmamaktadır.[81] Günümüzde, farklı sanatlar olarak bilinen îhâm ve tevriyeyi Nef’î muhtemelen; Ahmet Cevdet, Muallim Nâcî, Şemseddin Sâmî, Fevziye Abdullah Tansel gibi eş anlamlı terimler olarak kabul etmektedir. Zaten Osmanlı medreselerinde uzun müddet okutulan Kazvînî’nin Telhîs’i gibi eski belâgat kitaplarında tevriye ve îhâm aynı sanat olarak gösterilmiştir.[82] Bu beyitten çıkarılabilecek başka bir düşünce de, şairlerin şiirlerini yazarlarken, tevriye ve ihâm sanatını bazen hiç düşünmeden yaptıklarıdır. Nitekim Nef’î bu beyitte, öyle söz söylüyorum ki tevriye ve îhâmı sanatını bilinçli olarak kullanmamama rağmen sözüm bu sanatları içerebiliyor, diyerek övünmektedir.
Şeyh Gâlib bir gazelinin son beytinde tevriye ve tecnîsi edebî terim olarak anar. Her iki sanat, 16. ve 17. yüzyıl ve tezkirelerinde seyrek de olsa geçmektedir.[83] “Ey Esâd, herkesçe kabul gören tevriye ve tecnîsî bilmeden, sözlerini eşsiz güzellikte söylemek istersen, (bak) işte bu!” şeklinde günümüz Türkçe’sine aktarabileceğimiz bu beyitte Gâlib, “tevriye” ve “tecnîs”i, şiirin değerlendirilmesinde bir ölçüt olarak kullanmaktadır:
Bî-nazîr etmek ise sözlerin Es’âd işte
Bilmeden matlab olan tevriye vü tecnîsi [84]
Şeyh Gâlib ve Sünbülzâde Vehbî’nin mesnevilerinde de birkaç edebî sanatın adının geçtiğini de buraya kaydetmeliyiz. Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ta Hayrâbâd’ı eleştirirken, edebî tenkit terimi olarak kullandığı bir edebî sanat vardır: “İğrâk”:
Hem bir dahi var ki ol sühansâz
İgrâkda mürg-ı pest-pervâz [85]
Sünbülzâde Vehbî, Tuhfe-i Vehbî adlı mesnevisinin giriş kısmında, bu eserinde mürâat-ı nazîr, ezdâd, tecnîs, îhâm ve telmîh sanatlarını kullandığını söylemektedir:
Eyleyüp gâhî mürâ‘ât-ı nazîr
Gâhî ezdâdla kıldım ta’bîr
Hem yazıldı niçe tecnîs-i selîs
Niçe îhâmla telmîh-i nefîs [86]
Divan şiirinde edebî sanatları karşılayan kelimeler her zaman terim anlamlarıyla kullanılmazlar. Söz içinde bu terimlerin bazen gerçek veya kök anlamları kastedilir. Kemalpaşa-zâde’nin aşağıdaki beytinde böyle bir kullanım vardır. Beyitte îhâm, ikinci mısradan da anlaşılacağı üzere iş’âr ile yakın anlamlı olarak, düşündürme, akla getirme manasında kullanılmıştır.[87]
Sûzlar îhâm ider her söz ki ağzundan çıkar
Şûrlar iş‘âr ider ey dil bu eş’ârun senün [88]
Gerek kendi divan taramalarımız, gerekse şimdiye kadar değişik araştırmacılar tarafından yapılan divan tahlil çalışmaları, divanlardaki şiir ve şair değerlendirmelerinde edebî sanatların adlarının bir kıstas olarak fazla kullanılmadığına işaret etmektedir. Osmanlı Türkçesinin bütün inceliklerini, yetenekleri nispetinde kullanarak şiirlerini yazan divan şairleri şiir ve şairle ilgili değerlendirmelerinde, günümüzde kullandığımız veya klâsik Arap belâgat kitaplarında var olan edebî sanat terimlerinin yerine daha çok hüner, nükte, sihr, i’câz, hüsn, hayal gibi kelimelerle oluşturulmuş tabirleri tercih etmişlerdir. Aynı tercihi tezkirelerde de görmek mümkündür. Fakat bu, Türk divan şairlerinin edebî sanatları bilmedikleri anlamına kesinlikle gelmez. Osmanlı medreselerinde Arapça ve Farsça belâgat kitaplarının okutulduğu, dolayısıyla belâgat terimlerinin en azından medrese öğrenimi görmüş şairlerce -ki oran bakımından bir hayli yüksektir- bilindiği açıktır.
Nitekim, Nef’î, Nâbî, Fehîm, Şeyhülislâm Es’âd Efendi ve Şeyh Gâlib gibi bazı şairlerin şiirlerinde oldukça seyrek de olsa istiâre, kinâye, teşbîh, tevriye, îhâm, tecnîs gibi kelimelerin, edebî sanat terimi olarak kullanıldıklarını görüyoruz. Yalnız, mecâz, istiâre, teşbih, kinâye gibi terimlerin belli bir kültür seviyesine sahip halk tarafından da bilindiği ve konuşma dilinde bile kullanıldığı hatırlatılmalıdır.
Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 701-707