Türk ordusu, Türk milleti kadar eski ve köklü bir geçmişin sahibidir. Tarih boyunca dünyanın değişik bölgelerinde birçok devlet kuran Türklerin geniş sahalarda hâkimiyet kurmaları, güçlü orduları sayesinde olabilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin temelini teşkil eden Türk Kara Kuvvetleri, ilk defa teşkilatlı ordu şeklinde MÖ 209 yılında, Mete Han tarafından kurulmuştur. Bundan dolayı bu tarih, Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.[1]
Günümüzden yaklaşık 1400 yıl önce Bilge Kağan, milleti koruma ve ihtiyaçlarını giderme temel görevine işaret etmiştir. Divân-ı Lügati’t-Türk, Türk ordusunun savaş düzenini ve teşkilatını belirten sözcükleri içerir. Kutadgu Bilig’de ordu kumandanının “sert, tecrübeli, yürekli, cömert, inisiyatif sahibi” olması gerektiği vurgulanarak beyler için “Halka bilgi ile baş oldular. Akıl ile memleket ve halkın işini gördüler.” denilir.[2] Bunlar, “Her Türk asker doğar!” özdeyişinde anlamını bulmaktadır.
Ebedî Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk; “Türk milleti iki şeye güvenir; biri millet kararı, diğeri ordumuzun kahramanlığı, yalnız bu ikisine güvenir.”[3] şeklindeki sözleriyle güven duygusunun dayandığı unsurları belirtmiş; “Ben olayların yönlendirmesi ile ordunun içinde subay, nihayet komutan olarak iş görmüş ve kanaatime göre başarı kazanmış bir komutanım. Türk ordusunu, onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur”[4] şeklindeki ifadesi ile de Türk ordusuna duyduğu güvenin kaynağını açıklamıştır.
Atatürk; öğrenim ve meslek hayatına asker olarak başlamış, tarih sahnesine subay ve komutan olarak çıkmış, hayatını bir milletin kurtarıcısı ve devlet adamı olarak tamamlamıştır. Eğitimi ve savaşta kazandığı deneyimler, ona liderlik ilmini öğretmiş, bir komutan olarak savaş yeteneğinin siyasi ve iktisadi kapasiteyle tamamlanması gerektiğini görmüştür. Kuvvetlerini idare etmeyi, en çok ihtiyaç duyulan yerlerde toplamayı, sonuçsuz gösterilerden kaçınmayı ve gerektiği yerde kayıpları azaltmayı öğrenmiştir. Ayrıca titiz bir planlamanın, karar vermeden önce tavsiye almanın, yetkin astlar seçmenin, sadakat göstermenin ve yetki vermenin değerini de anlamıştır.[5]
Atatürk’ün askerlik hayatında, muharebeleri sevk ve idarede ortaya koyduğu ve uyguladığı askerî düşünce ile ilkeler, kazandığı başarı ve zaferlerle belgelenmiştir. Mondros Ateşkes Anlaşması ile ortaya çıkan tehlikeli durumu görüp milletin dikkatini çeken, vatanın bütünlüğünün ve milletin istiklalinin tehlikede olduğunu, millî sınırlar içinde vatanın parçalanmaz bir bütün olduğunu ilan eden ve Kurtuluş Savaşı’nı başlatan odur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dünya milletler ailesinin bağımsız, eşit ve şerefli bir üyesi olarak yerini almasını sağlayan, çağdaşlaşma hamlelerini gerçekleştiren de odur. Bütün bu özellikleriyle Mustafa Kemal Atatürk, çok yönlü ve üstün kişiliğe sahip bir yönetici, lider ve komutandır.[6]
Atatürk’ün hayatı, “yönetici, lider ve komutan” tanımlarına ne kadar uygun olduğunu kanıtlayan örneklerle doludur. Onun bilgili ve görgülü oluşu, inisiyatif sahibi olmasını ve sorumluluğu yüklenmesini; cesur ve soğukkanlı oluşu, cüretli kararlar verip uygulamasını; sabırlı ve dayanıklı oluşu, olayların gelişmesini bekleyebilmesini; üstün seziş gücü ve ileri görüşlülüğü, olayları iyi değerlendirip fırsatlardan yararlanmasını; yaratıcı bir zekâya sahip oluşu, bunalımları kolaylıkla atlatmasını; hesap adamı oluşu, ihtimalleri ölçerek uygun olanı gecikmeden uygulamasını; strateji bilgisi, siyaset ile harbi bağdaştırabilmesini; tevazusu, astlarının görüşlerinden yararlanmasını sağlamıştır.[7]
Subay, Lider, Komutan
Ebedî Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk; asker bir milletin bütün özelliklerini taşıyan ve askerlik mesleğine büyük katkılarda bulunmuş eşsiz bir komutan olarak askerlik sanatının bütün inceliklerini en iyi şekilde öğrenmiş ve uygulamıştır.
Atatürk, subayların mesleki bilgilerini artıracak yayınların yapılmasını gerekli görmüş, bu amaçla da askerlikle ilgili birikimlerini mesleğinin ilk yıllarından itibaren çeşitli kitaplarda toplamıştır. Bu dönemdeki eserleri; onun okuyan, eser hazırlayan, yenilikleri takip eden ve dünyanın modern ordularındaki gelişmeleri millî fikir ve doküman hâline getiren bir subay olduğunu göstermektedir. Sadece fikir üretmekle yetinmeyip aynı zamanda fikirlerini uygulama alanına koymaktadır. Ayrıca uygulamalarda görülen hata ve noksanlıkları, bir faaliyet sonu incelemesi zihniyeti içinde yazılı raporlar hâline dönüştürmekte ve bunları ilgili komuta kademelerine ulaştırmaktadır.[8]
Atatürk’ün düşünce yapısı ile liderlik niteliklerine ilişkin bilgi ve düşüncelerin kendi kaleminden ortaya konulduğu 1909-1914 yılları arasındaki dönem, Osmanlı Devleti’nin savaşlarda pek çok toprağını kaybettiği, acı yenilgilerle karşılaşan ordunun görevini yapmakta zorlandığı dönemdir. Bazı subaylar, bu duruma karşı çare ve tedbir üretmeye, yazmaya başlarlar. Bu çerçevede Kurmay Binbaşı Mehmet Nuri (Conker) “Zabit ve Kumandan”ı, Kurmay Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) ise “Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl”i yazmıştır. İki eserde de askerî gücün ilk ve temel dayanağı olan insanın yetiştirilmesine, sevk ve idaresine yönelik esaslar üzerinde durulmuştur.[9]
“Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl” adlı kitabında Mustafa Kemal, “dimağ ve vicdan” kavramlarının Silahlı Kuvvetlerdeki önemini incelemiş, savaşın doğası üzerindeki fikirlerini “dimağ ve vicdan” gibi iki önemli kavrama dayandırmıştır. Bu iki kavram, Mustafa Kemal’in savaştaki askerî liderliğe bakışının anlaşılmasını kolaylaştırmakta, Kurtuluş Savaşı’nda sergilediği başkomutanlığın da anlaşılmasını sağlamaktadır. Ona göre, ordu bir makine gibi çalışmaktadır; küçük büyük tüm birliklere yön veren ise mensuplarının “dimağ” gücüdür. Savaşmak “akli” ve “zihinsel” bir gayrettir. Kendini eğiten ve çok okuyan Mustafa Kemal, kendi muhakeme gücünü sürekli olarak geliştirirken çevresindekileri de akıllarını kullanmaya davet etmiştir. “Vicdan” bireylerin ve ordunun yüksek ideallerle bir uyum içinde çalışmasını sağlayan güçtür. Bir subay olarak Mustafa Kemal için özellikle “vicdan”; mesleki mükemmeliyet, şeref, görev, cesaret, fedakârlık ve vatanseverlik gibi değerler bütünüdür. Ordu, “milletin evlatlarını bir sürü olarak değil şerefli bireyler” olarak yönetmeli ve yönlendirmelidir. Komutanlar; askerlerine örnekler vererek, millî “ruh”, “emel” ve “karakter” gibi kavramları işleyerek, onları bu konularda teşvik ederek harekete geçirmelidirler.[10]
Binbaşı Mehmet Nuri, subayı; “Subaylık demek, can ve tüm varlığını kesinlikle göze almış olmak demektir. Bir subay sanatı adına yaşam ve varlığına hiç önem vermeyecektir. Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde, subay hayatını ve rahatını feda etmeyi şeref bilecektir. Namusun gereği budur.”[11] olarak tanımlar. Yarbay Mustafa Kemal ise düşüncelerini şu sözlerle ifade eder: “…Senin, ‘subay, kendi bilgi ve becerisinden komuta ettiği insanları yararlandırabilmek için, buyruğu altındaki insanlardan daha fazla dayanıklılık ve kahramanlığa sahip olmalıdır. ’ sözünü, her subay çok büyük bir dikkat ve önemle okumalı, onun anlamını beynine kazımalıdır. Bilinmelidir ki bir ulus çocuklarının önüne geçip onları ateşe göndermek hak ve yetkisini, ancak o dediğin dayanıklılık ve kahramanlık bileşkesini ruhunda bulmuş olan subaylar taşır.” [12]
Mustafa Kemal, subayın “ulus çocuklarının önüne geçip onları ateşe göndermek hak ve yetkisine”sahip olduğunu belirtmektedir. Böylece subayın insan sevk ve idaresi konusunda ne kadar önemli bir rol üstlendiği ortaya çıkmaktadır. Askerî gücün ilk ve temel dayanağı “insan”dır. Diğer unsurlar (silah, araç, gereç, eğitim, yönetim vb.) insan faktörünün etrafında bütünleşirler.[13]
“Benim emirlerim yapılır, çünkü ben yapılmayacak emir vermem” [14] diyen Atatürk’ün askerliğin esas unsurunu teşkil eden insan sevk ve idaresi konusundaki görüşleri şöyledir: “Subay, kalp ve güven kazanacak, arkasına alacağı insanların moral güçlerini pekiştirecek… ‘Askerlik, işlerin yürütülmesi değil, insanların sevk ve idaresi sanatıdır’ tarifine dönüyor ve ‘insanlar nasıl yönetilir?’ diye bir daha kendi kendime soruyorum… İnsanlar, ancak emelleri ve düşünceleri doğrultusunda sevk ve idare edilebilirler. İnsanları istediği gibi kullanan güç, düşünceler ve düşünceleri belirginleştiren ve yayan kişilerdir. Düşüncenin niteliği de hiçbir itirazın bozamayacağı şekilde ve kesin bir biçimde kendi kendisini kabul ettirmektir. Bu ise düşüncenin yavaş yavaş duygulara geçerek inanca dönüşmesiyle olabilir. Ve böyle olduktan sonradır ki onu sarsmak için bütün başka mantıkların, başka yargıların geçerliliği olamaz.”[15]
Atatürk burada; düşüncenin önemine, ilk önce sevk ve idare edilecek insanların umut ve düşüncelerini öğrenmeye çalışmanın gerekliliğine dikkati çektikten sonra düşüncelerin benimsetilmesine, düşüncelerin yaygınlaştırılmasının ilk önce duygularla başladığına, sonra inanca dönüştüğüne, inanca dönüştükten sonra da yıkılmazlığa ulaştığına işaret etmektedir. 1914’te ortaya koyduğu bu düşünceyi 1915’te Çanakkale’de uygulaması, onun hem bir düşünce hem de bir uygulama adamı olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Bu düşünce yapısı ve liderlik özelliğidir ki Mustafa Kemal’e Çanakkale’de askerlerine “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum! Diyebilme gücünü vermiştir.[16]
Atatürk’e göre subay; “yalnız askere savaş vasıtalarını öğreten ve ona harpteki vazifesini gösteren bir insan değildir. O, insani ve millî hisleri de işler ve gereğinde düşman karşısında silah kadar tehlikeli bir duruma getirir.” [17] Askerlikte bilim ve teknolojiyi takip ederek askerî ihtiyaçlar için kullanmayı ve eğitimin üst düzeyde tutulmasını isteyen Atatürk, “Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl”de; talimnamelerin okullarda, savaşın subaydan istediği ruhsal ve bilimsel beceri ve üstünlüğü verecek şekilde iyi öğretilmediğini belirterek şunları söyler: “Bence gerçek bilgiyi verebilecek asıl okul, kıtadır. Bence, asıl askerlik sanatını verecek gerçek öğretmenler, birbirinden değerli komutanlardır. Bence, Harp Okulundan alınan diploma, genç teğmenin, bölük komutanı olan subayın eğitimine girebileceğini gösterir. Genç teğmen, asıl askerlik ruhunu, katıldığı bölüğün erleri önünde -bölüğün babası olan yüzbaşısından ve daha yüksek rütbeli amirlerinden- iş yaparken öğrenecektir. Önce bir takıma komutan olacaktır. Sonra bir bölüğe komutan olmaya hazırlanacaktır. İşte böyle öğrenecek ve sonra da öğretecektir… Ordu uygulama okulunun ancak bu şekilde, makamına yaraşır bölük, tabur, alay ve diğer birlik komutanları yetiştirmesi sayesinde ulusun çocukları bir sürü gibi değil şanlı ve şerefli insanlar olarak düşman karşısında şana, şerefe yönlendirilebilir.”[18]
Atatürk, bu değerlendirmesiyle askerî eğitime ilişkin önemli tespitler yapmaktadır. Asıl eğitimin, bilgi ve tecrübe birikiminin beceriye dönüşmesini sağlayan kıtada gerçekleşeceğini belirtmekte; birliklerin ve erlerin eğitilmeden göreve sevk edilmesini ve muharebeye sokulmasını, astlara sürü muamelesi yapılmasıyla bir tutmaktadır. Ancak eğitimle asker olunabileceğini, şan ve haysiyete eğitimle ulaşılabileceğini vurgulayarak eğitimin önceliğini ve yaşamsal önemini, bölük komutanı olan yüzbaşının teğmenin yetişmesindeki önemini ve rolünü açıklamaktadır. Güven kazanılması, korkunun yenilmesi, inisiyatif kullanılması, cesaret ve atılganlık kazanılması gibi temel ve kişisel özellikler eğitimle geliştirilebilir. Atatürk, bu nedenle “muharebede yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır”[19] derken eğitimin savaşta karşılaşılabilecek koşullara uygun bir şekilde yapılması gerektiğine de işaret etmektedir.
“Savaşta öyle durumlar ortaya çıkar ki o durum hakkında genel bir görüş ileri sürmek bile mümkün değildir. Talimnamelerimiz ve dokümanlarımız, bu gibi olağanüstü durumlar için yeterli olmayabilir. Hâlbuki komutanlar, her zaman ve her duruma karşı duraksamaksızın ve ivedi olarak gereken önlemleri almak durum ve mecburiyetindedirler”[20] diyen Atatürk, eğitilmemiş askerlerle muharebe edilemeyeceğinin bilinci içinde, muharebedeki aralıklardan dahi eğitim yaptırmak için yararlanmıştır. Her noksanın, her yetersizliğin temelinde eğitimin olduğunu düşünmüş, her işe eğitimi geliştirerek başlamıştır.
Bu kapsamda Atatürk, Çanakkale’den sonra Edirne’de yeni kurulmakta olan ve Galiçya’ya gönderilmesi düşünülen fakat Bitlis’in Ruslar tarafından işgali üzerine Diyarbakır-Silvan bölgesine sevk edilen 16’ncı Kolorduya katılmak üzere Çanakkale’den gelen tecrübeli askerlere Sarayiçi mevkisinde yoğun eğitimler yaptırmıştır.[21]
16’ncı Kolordu Komutanı Mustafa Kemal, Edirne’de 28-29 Şubat 1916 tarihlerinde kaleme aldığı “Ta’lim ve Terbiye-i Askeriyye Hakkında Nokta-i Nazarlar”[22] adlı eserinde, harpte başarılı olmak için disiplin ve eğitimin önemini vurgulamıştır. Ona göre yapılan bütün talimlerin asıl maksadı, harpte başarı sağlamak için askerlerin ve subayların sahip olmaları gereken vasıf ve üstünlükleri onlara kazandırmaktır. Harpte istenilen sonucu almak, askeri gerçek disipline alıştırmaya ve muharebede bütün maddi ve manevi gücünü sarf edecek ve kullanacak şekilde yetiştirmeye bağlıdır. Bu nedenle de askerî eğitim ve öğretim, maddi ve manevi gücü en üst seviyeye çıkaracak şekilde icra edilmelidir. Orduların sevk ve idaresinde disiplin ve itaat temel unsurlardır. Subay, askerlerini bilgi ve anlayış derecelerine göre birer birer hazırlamalıdır. Bunun için de onları “anatomik, psikolojik ve sosyolojik” açıdan tanımalıdır.[23] Subay, eğitim alanında Veli Çavuş’un komutasıyla hareket ettirilen askerlerine uzaktan bakmamalı, askerin eğitim ve öğretiminde diğer milletlerin subaylarından daha çok çalışmalıdır. “Vatanın için ölmeye mecbursun; düşmandan yüz çevirmek yoktur!” fikri dimağlara yerleştirilmelidir. Ordu, bütün akıl ve beden gücüyle “vatan savunması” duygusuyla yetişmiş gençlerden oluşmalıdır. Ordunun sevk ve idare yeteneğini yükseltmek, komutan ve subay heyetleri için namus ve şeref meselesidir. Bu yapılmadığı takdirde, aciz ve miskin bir sürüden başka bir şey olmadığımız hakkındaki düşünceyi ve yabancılara boyun eğmek alçaklığını kabul etmek gerekir. [24]
Askerî ortamda disiplin, moral ve eğitim, birbirini tamamlayarak yükselten veya birbirini zayıflatan öğelerdir. Eğitimli bir birlik veya askerin sahip olduğu güven duygusu morali, moralin üstünlüğü de disiplini sağlar. Komutanına, birliğine, kendisine, silahına olan güven duygusu; moralin en önemli dayanağını ve kaynağını oluşturur. Güvene ise eğitimle ulaşılabilir. Eğitilmiş ve moral kazanmış ruhlarda disiplin yaratılması için ortam hazırdır. Atatürk, “Astın, üstün emrettiği konuların içeriğine akıl erdirmese de onu uygulamaya zorunlu tutulması temel disiplin ruhu gereğidir”.[25] Diyerek disiplinin vazgeçilmezliği üzerinde dururken itaatin önemini de şöyle belirtir; “Emretmek ve itaat etmek ordunun önemli ögeleridir. Bunların ikisi de güçtür. Ancak bu güçlük, ne kadar akıl ve anlayışla emredilir ve ne kadar bilgi ve itimatla itaat edilirse o kadar kolaylaşır… İtaat ve kendini teslim etme derecesi ordunun kıymet ölçüsü sayılır… İtaat ve kendini teslim etmenin, doğal bir âdet hâline gelmesi gerekir. Ancak bu takdirde ordu tehlike zamanında görevini yerine getirebilir.’[26]
Atatürk, “Komutanlar, astlarından yüksek ve bilgili olmalıdırlar.” diyerek komutanın kendi iradesini astlarına kabul ettirecek yeterlikte olmasını, karar alabilmesini ve emir verebilmesini ister. 1911’de, üst makamlara sunduğu bir raporda; “Komutanların görevlerini, eğitim döneminden alınacak verimin ne ve nasıl olması gerektiğini bilmedikleri, bu durumun subaylarda küçümseme ve güvensizlik oluşturduğu, bilgisiz komutanların birlikleri yetiştiremeyecekleri, sevk ve idare edemeyeceklerini” belirterek dönemin “komutan” görüntüsüne dikkat çekmiştir. Aynı raporda bu gerçekleri dile getirmemeyi ve gerekli tedbirleri almamayı hainlik ile eş değer tutar. Komutanın ordu için ne kadar önemli olduğunu ise “…Komutanları anılan kişiler olduktan sonra, orduda eğitim ve öğretimde verim, emir- komutada, itaat ve disiplinde iyi bir gidiş aramak, serapta su aramaya benzer.”[27] diyerek belirtmiştir. Atatürk; o dönemde icra edilen manevralara katılan birlik komutanlarının kendilerine verilen emirleri anlamadıklarını, birliklerinin durumlarını bilmediklerini, emir komuta, sevk ve idaredeki bilgisizlik ve yetersizlikleri ifade etmiş; böyle idare edilen birliklerin “felakete, rezalete, mezara doğru gittiğini” belirterek “bir birlik ve özellikle subayların ancak iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilmesi” gerektiğini vurgulamıştır.[28]
1914’te komuta etmenin önemini anlatan Atatürk; “…Bir kitleye ordu demek için, o kitlenin belirli şekillerden birine bölünmesi ve başında bir yöneticinin hatta en becerikli bir yöneticinin bulunması yeterli değildir. …Gelişigüzel insanları belli bir şekilde bulundurmak ve onların başına bir hatta birkaç yönetici ve komutan geçirmek, o insan yığınına ordu demek için yetmez. Çünkü o yönetici ve komutan, bu binlerce, yüz binlerce insanın her birini dama taşı gibi kondurmakla o büyük kitleyi ölüm karşısında, felaket karşısında idare edemez”[29] şeklindeki sözleriyle ordunun bir sisteme bağlı olması gerektiğini belirtmiştir.
Ebedî Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk, komutana ilişkin görüş ve düşüncelerini değişik zamanlarda ortaya koymuştur. Buna göre komutan; millet hayatı söz konusu olduğunda kişisel sorun ve endişelerle uğraşmamalıdır.[30] Metanetli ve güçlü, cesur ve yiğit, ciddi, bilgili, maiyetine ve muharebe durumuna hâkim, olayları süratle algılamaya yeteneğine sahip, sorumluluğu kabul edebilen, çalışkan, mükemmel ahlaka ve davranışlara sahip, emir-komuta ettiği insanları çok iyi tanıyan, üstlerinin, astlarının ve çevresinin emniyet, güven ve sevgisini kazanmış, dürüst bir kişi ve gerektiğinde sert bir yapıya sahip olmalıdır.[31] Komutan; çeşitli ihtimalleri ve durumu incelerken ve alınacak tedbiri düşünürken acı da olsa gerçeği görmekten bir an olsun uzak durmamalı, vereceği karar gözleme, araştırmaya, hesaba dayanmalı, zamanında verilip zamanında uygulanmalıdır.[32]
Atatürk’e göre görevi bilmek, yapmak ve kendiliğinden iş görmek ordunun temellerindendir; buna yönelik eğitim ve uygulamanın bulunmadığı bir orduya güvenmek de gaflettir.[33] Savaşın beklenilmeyen ve benzersiz olaylarla dolu olduğunu bilen Mustafa Kemal, “kaide, kanun ve usullerin” her duruma uyamayacağını ifade etmektedir. Bu nedenle subaylar muharebede inisiyatif[34] almaya hazırlıklı olmalıdırlar. Genellikle beklenilmeyenle ilk olarak karşı karşıya kalacak olanlar üst rütbeli subaylardan ziyade küçük birliklerin komutanlarıdır. Bu nedenledir ki ordu, küçük rütbeli subayları inisiyatif almaları ve akıllarını kullanmaları yönünde eğitmekle mükelleftir. Bu noktadan bakıldığında eğitim çok önemlidir ancak gerekli olan bilginin çoğu birliklerde görev yapan komutanlar tarafından verilmelidir.[35] İnisiyatifin söz konusu olabilmesi için “uygulayıcının ortaya çıkan durumla ilgili üstünden hiçbir emir almamış olması”[36], “kendiliğinden iş görmenin amaca uyması, amaç dışında olmaması”[37], “inisiyatif kullanımı ile ast-üst kavramı ve ilişkisinin ortadan kaldırılmaması ve itaatsizlik, disiplinsizlik durumu yaratılmaması”[38] gerekmektedir.
İnisiyatif kullanmanın tarihimizdeki en güzel örneği, Atatürk’ün 25 Nisan 1915’te, Arıburnu bölgesine çıkan düşmana müdahalesinde görülmektedir. 5’inci Ordunun ihtiyatı olan 19’uncu Tümenin komutanı Yarbay Mustafa Kemal; genel maksat doğrultusunda ve durumun gereğine göre karar vermiş, ordu ihtiyatı amaca uygun şekilde kullanılmış, düşman tehdidine zamanında müdahale edilerek kritik arazi kesiminin elde bulundurulması sağlanmış, Gelibolu’yu savunan kuvvetlerin kuzeyden kuşatılarak imhası önlenmiştir. O, 1914’te yazdıklarını, 1915’te Çanakkale’de uygulamıştır.[39]
Atatürk’ün askerî alandaki düşünce ve uygulamaları bir bütün oluşturur. Bunların içinden, cephelerde verdiği stratejik ve politik düzeyde etkili dört emri, şartlara ve ihtiyaçlara göre karar vermenin klasiği olarak gösterilebilir. Farklı uygulamalara yönelik olan bu karar ve emirlerde; kendisine ve emrini uygulayacaklara güven, bilgi birikimi, deney zenginliği, ilkelere bağlılık, cesaret, coğrafyaya, zamana, kuvvete egemenlik ve sorumluluk duygusu vardır. Çanakkale Muharebeleri sırasında verdiği “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” emri; vatan savunması söz konusu olduğunda Türk askerinin neler yapabileceğini göstermekte; “Komutan-Mehmetçik” ilişkisinin “ölümü emredecek” noktaya gelmiş olması, Türk ordusunun vatanına ve komutanlarına karşı duyduğu sevgi ve güvenden kaynaklanmaktadır.[40] Kütahya – Eskişehir Muharebeleri’nden sonra verdiği Sakarya doğusuna çekilme emri, askerliğin gereğinin kararsızlığa düşülmeden uygulanmasıdır. Sakarya Meydan Muharebesi sırasında verdiği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz.” emri ile savunmanın derinlikte yapılmasının zorunlu olduğu dünyaya öğretilmiştir. 30 Ağustos Başkumandan Meydan Muharebesi’nden sonra verdiği “Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emri, bütün gücün kesin sonucun alınacağı yer ve zamanda toplanmasını sağlaması ile örnektir.[41]
Subay ve komutan hakkındaki fikirlerini yazan, yayımlayan, emir komuta ettiği birlikler ile muharebe meydanlarında uygulamaya geçiren, askerî harekâtın bütün türlerini yerinde ve zamanında uygulayan Atatürk’te, hareket unsuru ve harekete dayanan çözümler ön plandadır. O, sonucun taarruzla alınabileceğini özellikle belirtmiş; savunmayı da gerektiğinde uygulamıştır.[42] Atatürk, askerî harekâtta en duyarlı, birliklerine en fazla güven verici ve kesin sonuç alıcı yerde bulunmuş; zamanında etkili olabilmiştir. 25 Nisan 1915’te, Conkbayırı sırtlarında, çekilmekte olan müfrezeyi önce yere yatırıp müteakiben de süngü taktırarak hücuma hazırlamış ve böylece düşmanın ilerlemesini engellemiş; 10 Ağustos 1915 sabahı, Conkbayırı’nda, asıl muharebe hattının ilerisine çıkarak hücum emri vermiştir.[43] Sakarya Meydan Muharebesi’nde en ileri hatta geçmiş,[44] Büyük Taarruz’da cephenin en kritik kesiminde bulunmuş ve en ilerideki birliklerle beraber İzmir’e girmiştir.[45] Komutanın her zaman en ileride değil, gerektiği zaman en geride bulunması gerektiği yine Atatürk’ün uygulamalarında görülmektedir. 1916’da, Doğu Cephesi’nde, düşman baskısını azaltmak maksadıyla en geride bulunup 8’inci Tümen birliklerinin son erinin geçişine kadar bekleyerek geriye çekmeyi başarmış ve bir süre sonra da bölgeyi Ruslardan temizlemiştir.[46]
Sonuç
Yetiştiği kültür çevresi, siyasi ortam ve gördüğü eğitimden sonra Atatürk’ün askerî yönünü oluşturan diğer etken, millet hayatını korumak için hayatının büyük bir kısmını geçirdiği harp meydanlarında kazandığı tecrübedir. Bütün askerî harekât uygulamalarını, komutan ve ilk sorumlusu olarak yöneten Atatürk; askerliğin en önemli alanlarında görüşlerini açıklamış, ilkeler belirlemiş, silah, araç ve gereçten fazla askerliğin insan unsuru üzerinde durmuştur. Kurtuluş Savaşı; insanın silah, araç ve gereç etrafında ve amaca yönelik olarak bütünleştirilmesinin en güzel örneğidir.
Orduyu; “her bireyi, özellikle subayı, komutanı, uygarlık ve fen gereklerini iyi anlamış olarak ona göre tutum ve davranışlarını uygulayan yüksek ahlakta bir heyet”[47] olarak tanımlayan ve ordunun “sevk ve idarede bilim ve teknik kurallarını yol gösterici olarak alması”[48] gerektiğine işaret eden Ebedî Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün askerî eserleri ve emirleri; akıl gücüne inanan, değerlere önem veren ve derinlemesine düşünebilen bir komutanı tanımlamaktadır. İlk subaylık yıllarından itibaren yazdığı eserlerde yer alan bilgiler ve düşünceler ile uygulamaları, lider ve komutanın üzerine aldığı sorumluluğun mahiyetini ve yerine getirilememesi durumunda uğranılacak felaketleri de ortaya koymakta, liderlik ve komutanlık özellikleri açısından geçerliliklerini korumaktadır.
Kaynak: http://www.ata.tsk.tr/