Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Doğu Anadolu’nun Osmanlı Hakimiyetine Girişi

0 22.241

Yrd. Doç. Dr. Göknur GÖĞEBAKAN

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin, tarihi boyunca coğrafi açıdan konumu, Anadolu’ya giriş bölgesi olması, sahip olduğu fizikî imkanlar sebebiyle bu coğrafyada kurulmuş siyasi teşekküller için sahip olunmak istenen önemli bir bölge niteliği taşımaktadır. Batıya ve doğuya açılan ticari yolların bu bölgeden geçmesi,[1] Fırat nehri ve diğer su imkanlarının varlığı, yüksek yaylalara ve siyasi hakimiyet açısından önemli olan dağlık geçit noktalarına sahip olması dikkat çekici diğer özellikleridir. Yüzyıllar boyunca devletler arası mücadele sahası olan bu bölgede, Selçuklu hakimiyetinin sona ermesi ile İlhanlı dönemi başlamış, bu aynı zamanda Doğu Anadolu’ya Türkmen yerleşmesinin pekiştiği bir dönem olmuştur. XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’nun batı ve iç bölgelerinde küçük beylikler ortaya çıkarken, sadece Doğu Anadolu’da bir süre daha Moğol yönetimi devam etmiş, daha sonra Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri bölgede hakim duruma gelmiştir. Anadolu ve Rumeli’de zaman içinde genişleyerek cihanşümul bir devlet haline gelecek olan Osmanlı Devleti, bu yüzyılın sonlarında bölgeyi nüfuzuna almaya çalışmış, XV. yüzyılda Osmanlı-Memlûklu-Akkoyunlu mücadele sahası olan bölge, XVI. yüzyıl başlarında kesin olarak Osmanlı hakimiyetine geçmiştir.

Türklerin Anadolu’ya ilgisi ve özellikle Doğu Anadolu’da yurt tutma çabalarını, M.Ö. VII. yüzyıla kadar uzatmak mümkündür. Bu yüzyılda Doğu Anadolu, Saka Türkleri ile Persler arasında mücadele sahası olmuştur. Asya Hunlarının 395’de Anadolu seferi ve Karasu-Fırat vadisi boyunca Malatya ve Çukurova’ya kadar inmeleri ve Urfa, Antakya, Sur şehirlerini muhasara etmeleri, 466’da Ağaçeri Türklerinin Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya yerleşmeleri, Abbasiler devrinde Tarsus, Malatya, Ahlat, Diyarbakır, Silvan, Erzurum gibi serhat şehirlerine Türk birliklerinin yerleştirilmesi bu ilgiyi göstermektedir.[2] Anadolu’nun Türkler tarafından ilk fethedilen yeri olan Doğu Anadolu’da kalıcı Türk yerleşmesi, XI. yüzyılın başlarından itibaren göçlerle gelen Türklerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yurt tutmaları ile gerçekleşmiş, Sultan Alparslan’ın Malazgirt Zaferi siyasi durumu tamamen Türklerin lehine çevirmiştir. Nitekim Marko Polo XII. yüzyıl İç ve Doğu Anadolusu’ndan, “Türkomania” yani Türkmen ülkesi olarak bahsetmektedir.[3]

A. XIV-XV. Yüzyıllarda Doğu Anadolu

Doğu Anadolu Bölgesi, Hülagu Han’dan itibaren başlıca iki askeri eyalete ayrılmıştı. Bunlardan birisi merkezi Musul olan ve Musul, Mardin, Diyarbekir yörelerini içine alan Diyarbekir eyaleti, diğeri ise merkezi Ahlat olan Van eyaleti idi. Diyarbekir ve Van eyaletlerini uzun süre Moğol valiler idare etmiş, bölgenin Sutaylıların hakimiyetine geçmesi ile birlikte müstakilen idare edilmeye başlanmıştır. Diyarbekir valisi olan Sutay’ın 1332’de ölümünden sonra, Uyrat beylerinden Ali Padişah ile, Sutay’ın üç oğlu, Diyarbekir eyaleti ve Ahlat bölgesine hakim olmaya devam etmişlerdir.[4]

Sutaylıların hakimiyeti Musul’dan Erzurum’a kadar uzanıyordu. Sutaylıların arasında başlayan şiddetli iç mücadelede, Sutay’ın oğlu Hacı-Tugay Musul, Ahlat, Van Gölü çevresi ve Erzurum taraflarını, yeğeni İbrahim Şah da Diyarbekir bölgesini elinde tutuyordu. Bu mücadelede Karakoyunlular Hacı Tugay, Akkoyunlular ise İbrahim Şah taraftarıydı. Nitekim kısa zaman sonra Hacı Tugay’ın hakimiyet sahasında Karakoyunlu, İbrahim Şah’a ait bölgede ise Akkoyunlu Türkmenlerini görmekteyiz. 1350’de İbrahim Şah’ın ölümünden sonra Sutaylıların Doğu Anadolu hakimiyeti zayıflamış, dolayısıyla bölgedeki Moğol hakimiyeti de giderek sona ermiştir. Hacı-Tugay’ın oğlu Pir Muhammed’in Mardin’de maiyetindeki ileri gelen Türkmen beylerinden Hüseyin Bey tarafından öldürülmesi ile emirlik bu Türkmen beyine geçmiştir. Bu hadiseden sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun siyasi hakimi Türkmenler olmuştur.[5]

Timur’un egemenlik yıllarında Doğu Anadolu’da, Erzurum, Erzincan, Sivas ve Dersim dolaylarında Karakoyunlu, Sa’dlu, Duharlu, Karamanlu, Çakırlu, Baharlu, Ağaçeri, Döğer gibi Türkmen topluluklarına dayanan Karakoyunlular, Diyarbekir bölgesinde ise Bayındır boyundan inen Akkoyunlular yerleşmişlerdir. Birbirleriyle mücadele halinde olan bu iki devlet, Doğu Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynamışlardır. Aynı zamanda bu devletler, bölgedeki nüfusun bir kısmını İran’a göçürmek suretiyle Doğu Anadolu’daki Türk nüfusunun zayıflamasının da müsebbibi olmuşlardır.[6] Bölgedeki diğer siyasi oluşumların başında, 1379 yılından beri Erzincan, Erzurum, Kemah, Bayburt, Tercan, Şebinkarahisar, İspir beldelerinde bağımsız bir emir olan Mutahharten geliyordu. 1386’dan itibaren Timur’la bağlantı kuran Mutahharten, Timur’un Doğu Anadolu’daki faaliyetleri sırasında bağlılığını bildirmiş, diğer taraftan da bölgenin güçlü hükümdarlarından Sivas- Kayseri’de hüküm süren Kadı Burhaneddin ile mücadele etmiştir.[7] Yıldırım Bayezid, bütün Kadı Burhaneddin memleketlerine yani Orta Anadolu’ya sahip olduktan sonra, Sultan Berkuk’un ölümünü müteakip 1399 yılında Fırat boylarında Memlûkluların nüfuz sahasına inerek, Malatya Elbistan, Darende, Divriği ve Behisni’yi ele geçirmiş, Orta Fırat bölgesini Osmanlı topraklarına katmıştır.[8] Bu hakimiyet uzun süreli olmasa da, Osmanlı hududu bir taraftan Orta Fırat nehrine dayanmış oluyordu. Nitekim Fırat Nehri sahilleri, Osmanlı öncesinde de siyasi teşekküller arasında hudut durumunda olmuş, buraları alamayan kendisini Asya’nın sahibi addetmemiştir.[9]

Fırat sahillerinin gelişmiş şehirlerinden birisi olan Malatya, Osmanlı hakimiyetine geçmeden önce Emir Çoban’ın naipliğini yapan Cemaleddin Hızır’ın idaresinde idi.[10] 1315’ten itibaren Seyfeddin Tingiz kumandasındaki Memlûklu ordusu tarafından tahrip edilmiş,[11] fakat ordunun çekilmesi üzerine Emir Çoban tekrar Malatya’da hakimiyetini kurmuştur. Kısa bir süre Eretnalı hakimiyetine girmiş olan Malatya, onların 1338’de Memlûklu yönetimini tanımasıyla Mısır’a bağlanmıştır.[12] Bu tarihten itibaren Malatya, Darende, Behisni vs. yerler Elbistan-Maraş bölgesinde beylik kurmuş olan Dulkadırlılar, Memlûklular ve Osmanlılar arasında mücadele sahası olmuştur. Malatya yöresi, Osmanlı hakimiyetine girinceye kadar Memlûklu valileri veya Memlûklu güdümündeki Dulkadır beyleri tarafından idare edilmiştir.[13]

XIV. yüzyılın sonlarına doğru Karakoyunlu Bayram Hoca zamanında Erzurum, Avnik, Hasankalesi, Erciş’i içine alan Van bölgesi, Karakoyunlu hakimiyet sahası içine dahil olmuştur. 1386’da Batı İran’ı zapteden Timur, Karakoyunlular üzerine yürüyerek Ahlat, Adilcevaz ve Van kalesini almıştır. Bölgenin mahalli beyleri değişik zamanlarda Timur’a veya Karakoyunlulara tabi olmuşlardır. Van yöresi 1507’de Safeviler tarafından İzzeddin hanedanının elinden alınıncaya kadar, aynı hanedanlığın yönetiminde Akkoyunlulara tabi kalmıştır.[14] Doğu Anadolu’nun siyasi ve kültürel hayatında belirleyici bir rolü olan Divriği, Akkoyunluların önemli bir merkeziydi. Kemah, Arabgir ve Çemişgezek’le birlikte dağılışına kadar bu devletin tarihinde özel bir konuma sahip olmuştur. Kara Yülük Osman’ın elinde olan Divriği kalesi, daha sonra Memlûklu yönetimine geçmiştir.[15]

Osmanlı Devleti’nin doğuya yönelme politikası ile birlikte Anadolu’da Türk siyasi birliğini sağlama yolunda attığı adımlar Osmanlıyı Timur tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir. Osmanlı yönetiminin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da aldığı yerlerde yerleşmesine fırsat vermek istemeyen Timur, 1400 yılında Anadolu’ya girerek önce Sivas’ı yerle bir etmiş, Elbistan’ı işgal ettikten sonra Malatya’yı teslim almış, Kâhta’ya kadar uzanan bölgeyi yağmalamıştır.[16] Buraların yönetimini kendisine tabiyetini sunmuş olan Akkoyunlu Kara Yülük Osman Bey’e vermiştir.[17] Timur, Birecik’i itaati altına aldıktan sonra Urfa üzerinden Mardin’e gelmiş, Hısn-ı Keyfa, Erzen ve öteki bölge hakimleri yanına gelerek bağlılıklarını bildirmişlerdir. Timur, diğerlerine göre daha güçlü durumda olan ve bağlılık bildirmeyen, Memlûklularla dostluk ilişkisi içerisinde olan Mardin hakimi Mecdeddin İsa üzerine yürümüş, Mardin kalesini alamamışsa da şehri tamamiyle tahrip ettirerek çekilmiştir. Bu sefer sonucu Halep sınırına kadar olan yerler Timur’un yönetimi altına girmiştir.[18] Timur, Ankara savaşı öncesinde tekrarladığı Rum seferinde ise Kemah kalesini almış, muhafazasını Erzincan valisi Mutahharten’e vermiştir.[19]

B. XV. Yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu Üzerinde Akkoyunlu-Karakoyunlu Mücadelesi

Timur Karabağ’daki kışlağına döndükten sonra, İstanbul’a kadar bütün Diyar-ı Rum, Mısır’a kadar Suriye, bütün Azerbaycan ve İran’ı, torunu Miranşah oğlu Ömer Mirza’ya vermişti. Bitlis hakimi, Kürdistan hakimi gibi mahalli beyler de Fars’ı, Irak-ı Arab’ı elinde tutan Mirza’ya tabi olmuşlardır.[20] Yazın Aladağ’da, kışın Diyarbekir ve Fırat kıyılarında yaşamakta olan Karakoyunlu Yusuf Bey, 1408’de Irak-ı Arab ve Diyarbekir’e tasarruf eden Miranşah’ın büyük oğlu Mirza Ebubekir komutasındaki Çağatay ordusunu Serd-rud savaşı ile yenilgiye uğratmıştır. Bölge tarihi açısından önem taşıyan bu gelişme ile Timur’un kurmuş olduğu büyük imparatorluğun önemli bir parçası kesin bir şekilde elden çıkmış, bunun üzerine Karakoyunlu Devleti kurulmuştur. Timur, Irak ve Suriye seferinde öncü olarak kullandığı Akkoyunlu Kara Osman Bey’in hizmetlerine karşılık, Amid ve Diyarbekir havalisini ona ikta olarak vermişti. 1400’lerden itibaren Timurlular himayesinde otuz yıldan fazla beylik ederek, Memlûkluların ve Karakoyunluların sıkıştırmalarına rağmen, Diyarbekir ve Erzincan yöresinde tutunabilmişti. Karakoyunlu Devleti’nin varlığı Yakın-Şark’ın iki mühim kuvveti olan Osmanlı ve Memlûk Devletlerine Şahruh’un doğrudan doğruya baskıda bulunamamasını sağlamış, bu durumdan istifade eden Osmanlı Devleti ise Şahruh’un babası Timur’un dirilttiği Anadolu beyliklerinden bazılarını ortadan kaldırabilmişti.[21]

Karakoyunlu Yusuf Bey’in Doğu Anadolu’daki faaliyetlerinden birisi, 1409’da Muş sahasına geldiği sırada Mardin hükümdarı Artuklu Emir Salih’in, Akkoyunlu Kara Yülük Osman’ın Mardin üzerine yürüdüğünü haber vermesi üzerine, Bitlis hakimi Şemseddin ile Emir Sehend ve diğer bazı Kürt emirlerini maiyetine alarak Amid dolaylarına gelmesi ve Kara Yülük’ü bozguna uğratmasıdır. Mardin’e gelerek beğlerden Ali’yi vali tayin edip, Emir Salih’e ise Musul’u vermiştir. Yusuf Bey, 1410’da Erzincan hakimi Mutahharten’in torunu Şeyh Hasan’dan şikayet edilmesi üzerine, Erzincan’ı muhasara etmiş, teslim olan Şeyh Hasan’a Erzurum civarındaki kalelerden birisini verip, Erzincan’a adamlarından Pir Ömer’i vali tayin etmiştir.[22] 1412’de Muş sahrasında oğlu Budak’ın padişahlık ilanı münasebetiyle toy düzenletmiş, oradan Bitlis’e ve Mardin’e geçmiş, buranın muhafızlığını Kara Bahadır’a verdikten sonra Amid üzerine yürümüştür. Çermik kalesini alarak buradan Ergani üzerine yürüyen Karakoyunlu beyi, burada karşısına çıkan Yülük Osman’ı yenilgiye uğratmış şehri yağmaladıktan sonra Muş yoluyla payitahtı Tebriz’e dönmüştür.[23]

Bölge üzerinde Akkoyunlu-Karakoyunlu mücadelesi sürerken, 1416’da Yülük Osman Erzincan’ı kuşatarak yağma etmiş, Kara Yusuf’un Erzincan valisi Pir Ömer’in yardım istemesi üzerine oğlu İskender’i yollamış, Yülük Osman kaçmak zorunda kalmıştır. Ertesi sene Memlûklu Sultanı Melik Müeyyed Şeyh el-Mahmudi’nin iç mücadeleler sebebiyle Türkmenlerin eline geçmiş olan Malatya, Darende, Behisni ile Kürt reislerinin eline geçen Gerger ve Kâhta kalelerini almakta olduğu sırada, Kâhta yakınlarında Kara Yusuf, Yülük Osman’ın üzerine yürüyüp bozguna uğratmıştı. İkisi arasında bir yıl kadar süren barış döneminden sonra da bölge üzerinde bu mücadele devam etmiş, özellikle de Mardin ve Amid üzerinde yoğunlaşmıştır. Hatta bu sırada Kara Yusuf, Kara Yülük’ün Halep’e sığınmasına izin verildiği için Memlûklu toprağı olan Ayıntab yöresine girmiş ve Memlûkluların buna tepkisine rağmen önce Ayıntab’ı daha sonra Bire’yi alarak yağmalatmış ve ülkesine dönmüştür. 1420’de Karakoyunluların Tercan, Bayburt, İspir yörelerini içine alan Erzincan eyaletinin valisi olan Pir Ömer, Kara Yülük’ün oğlu Yakub’un elinde bulunan Kemah kalesi üzerine yürümüş,Yakup esir edilerek Tebriz’e Kara Yusuf’un yanına gönderilmişti. Kara Yülük’ün muhtemel intikam hücumundan korkarak hükümdarından yardım istemiş ve yirmi bin kişilik bir kuvvet Pir Ömer’e gönderilmişti. Fakat bu kuvvetlerle birleşmek üzere Erzincan’dan Aladağ’a giderken, Kiği hakimi Pilten Bey’in durumu Kara Yülük’e bildirmesi üzerine bu birlikler yenilgiye uğratılıp, öldürülmüştür.[24]

Kara Yusuf’un 1420’de ölümü üzerine oğlu İskender Doğu Anadolu üzerindeki faaliyetleri sürdürmüş, Kara Yülük ile mücadeleye devam etmiştir. 1421’de Şeyhkendi’de Akkoyunluları yenilgiye uğratması sonrasında, Şahruh Doğu Anadolu’ya yönelmiş, Kara Yusuf’un oğullarından İspend’in elinde bulunan Bayezid kalesini almış, oradan Van gölü çevresine inmiştir. Adilcevaz, Ahlat, Erciş kalelerini birer birer teslim aldığı sırada, Bitlis hakimi Emir Şemseddin, Muş kalesi hakimi Emir Abdurrahman, Hakkari-Van hakimi İzzüddin Şîr’in oğlu Emir Muhammed, Yülük Osman’ın oğulları Ali ve Bayezid yanına gelerek bağlılıklarını bildirdiler. Emirlerin memleketlerine gitmelerine izin veren Şahruh, Tebriz’e dönmek üzere iken Yülük Osman’ın, Kara Yusuf’un oğulları tamamiyle yok edilmedikçe bölgede huzur olmayacağı yolundaki telkini üzerine, İskender ve İspend Mirza üzerine gitmiştir. Çağatay ordusunun Eleşgird’de yapılan meydan muharebesini kazanmasından sonra Şahruh Tebriz’e dönmüş fakat Azerbaycan’ı tekrar eski sahiplerine bırakmıştır.[25]

C. Memlûklu-Osmanlı Akkoyunlu Mücadelesi İçinde Doğu Anadolu

XV. yüzyıldan itibaren Doğu Anadolu ve Dulkadırlı toprakları Osmanlı-Memlûklu-Akkoyunlu rekabetinin odaklandığı bir bölge olmuş, özellikle Osmanlı ve Memlûklu yönetimleri Dulkadır Beyliği’ni birbirlerine karşı himaye etmek suretiyle bölgede etkili olmaya çalışmışlardır.[26] Nitekim Anadolu’da İlhanlı hakimiyetinin çökmesinden sonra, Sivas Eretnelilerin eline geçerken, Elbistan ve Maraş yöresine Dulkadırlılar, Çukurova’ya Ramazanoğulları hakim olmuşlardı. II.Murad’ın Osmanlı tahtına geçtiği dönemde, Osmanlı-Memlûklu münasebeti bozulmuş durumdaydı. 1442’de Süleyman Bey’in Dulkadırlı tahtına geçmesi sonrasında Osmanlı ile münasebetleri, hanedanlar arası evlilik yoluyla dostça bir zeminde seyretmekle beraber, Dulkadıroğullarının bundan amacı Karakoyunlular ve Karamanoğullarına karşı müttefik olarak Osmanlıları kendi yanlarına çekmekti. Nitekim Karakoyunlular da bu tarihlerde Malatya civarına kadar ilerlemişler ve Memlûklu topraklarına girmişlerdi.[27]

Bölge üzerindeki Osmanlı-Memlûklu rekabeti Akkoyunlu Uzun Hasan’ı da bölgeye çekmiş, neticede 1465’de Harput’u alıp, Malatya ve Elbistan’ı kuşatmıştır.[28] Daha sonra kölelikten gelme kökleri nedeniyle 1472’de Memlûklu rejimini ortadan kaldırmak için Memlûklu vassalı Dulkadırlı Şah Budak’tan topraklarının teslimini ve Kahire’deki sultana bağlılığına son vermesini istemiştir. Uzun Hasan’ın bu manevrasının gerisindeki asıl hedef ise, Malatya-Halep arasındaki önemli ticaret yolu üzerindeki denetim ve Akdeniz’e açılabilmekti. Böylece Avrupalı müttefikleri ile bağlantı kurma arzusu yerine gelebilecekti. Bunları sağlayabilmek amacıyla 1472 başlarında Fırat’ı geçerek Malatya, Kahta, Gerger ve Ayıntab’ı ele geçirmiş, Memlûklu karakolu Birecik’i istila etmiş, Halep civarına ulaşmıştı. Böylece Dulkadır topraklarının büyük kısmında Akkoyunlu hakimiyetinin sağlaması, Uzun Hasan’a Doğu Toros geçitleri üzerinde denetim olanağı sağlamıştı. Fakat ittifak yaptığı Venedik’ten yardım beklerken, Memlûklu komutanı Yaşbek kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılan Akkoyunlu kuvvetleri Ruha’ya kadar takip edildi.[29]

Topraklarını Fırat havalisinden Maveraünnehr’e (Maveraünnehir) kadar genişleterek, doğu sınırları üzerinde Osmanlı Devleti’ni durmadan tehdit eden ve bunun için de türlü ittifaklardan çekinmeyen Uzun Hasan’a karşı Fatih Sultan Mehmed 11 Nisan 1473’de harekete geçmiştir. İki büyük Türk devletinin orduları arasında Otlukbeli’nde yapılan savaş, Fırat havzasının geleceğini belirleyecekti. Zira Uzun Hasan kuvvetlerinin Anadolu içlerine kadar girmesi Osmanlı güvenliğini tehdit eder bir durum almıştı. Biraz daha beklendiği takdirde tehlike büsbütün artacak, Osmanlı tebaası zarar görecekti.[30] Fatih, zaferle neticelenen savaşı müteakip, esir düşen Karakoyunlu beyleri ve Akkoyunluları affetmiş, ardından Şebinkarahisar üzerine yürüyerek burayı almıştır.[31] Uzun Hasan’ın elçilerinin buraya gelerek sulh teklif etmeleri üzerine, Fatih bir daha topraklarına saldırmaması ve Şebinkarahisar’ın fethini kabullenmesi şartıyla bu teklifi kabul etmiştir.[32] Fatih’in Doğu seferi neticesinde Fırat nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hakimiyetine geçtiği gibi, Ortadoğu yolu da Osmanlılara açılmış oldu.[33] Eski Akkoyunlulara bağlı beyliklerinden Bayburt’un kuzeyindeki Torul’un 1479’da Osmanlılar tarafından alınması, Tebriz’de Fatih’in Doğu Anadolu’daki topraklarını Akkoyunlu Yakup ve destekçileri aleyhine genişletmeye kalkacağı kaygısını doğurmuştu. Ne var ki Osmanlılar daha ileri gitmeyerek Kelkit-Çoruh vadisini, Trabzon ve hinterlandı ile Akkoyunluların Arminiye bölgesi arasını sınır olarak belirlemişlerdir.[34]

Fatih Sultan Mehmed’in, Anadolu’da milli birlik meydana getirmeden, doğuda ve batıda birtakım meseleleri hal yoluna koymadan güney siyasetinin bir parçası olarak Mısır meselesi ile ilgilenmesi mümkün değildi. Güneye doğru yönelmek icap ettiğinde, Osmanlı kuvvetleri Dulkadır topraklarından geçecekti. Bundan dolayı Mısır yolunun güvenlik altına alınması ve Mısır’a gidilebilmesi, bu beyliğin Osmanlı hakimiyeti altına alınmasına bağlıydı. Osmanlı ve Memlûkluların bu topraklar üzerindeki iddiaları ve kendi devletleri bakımından bu beyliğin ifade ettiği mana, Dulkadıroğullarını himayeye ve fiilen onları yardımda bulunmaya sevk etti.[35]

Nitekim Fatih’in Memlûklu Sultanlığı için hayati önem taşıyan Dulkadır Beyliği ile ilgilenmesi ve 1480’de Alaüddevle Bozkurt Bey’i beyliğin başına geçirmesi, iki devlet arasındaki dostça münasebetleri bozacak, beylik toprakları uzun yıllar Memlûklu-Osmanlı rekabet alanı olacaktır.[36] Bu iki devletin son çatışması 1485-1491 yılları arasında olmuş, fakat altı yıl süren bu muharebelerden iki taraf da kesin sonuç alamadan çıkmıştır. II. Bayezid’in sefere kuvvetli bir ordu ile gitmeyerek, komutanların yönetimine bırakmış olması, bu dönem muharebelerinin Memlûkluların lehine sonuçlanmasına sebep olmuş, Osmanlılar Çukurova bölgesini Memlûklulara bırakmak zorunda kalmışlardır.[37]

Memlûkluların Anadolu ile ilgili stratejileri, Mısır’ın güvenliğini sağlamak için Suriye’ye, Filistin’e, Doğu Akdeniz’e egemen olmak, Çukurova bölgesinde Ramazanoğulları, Maraş-Elbistan bölgesinde Dulkadıroğulları topraklarını, önemli bir sınır şehri olan Malatya ve çevresini Osmanlı ile arasında tampon bölge olarak elinde bulundurmaktı.

XV. yüzyıl sonlarında Memlûklu Devleti, Suriye’den başka Doğu Anadolu’da Divriği ve Malatya’ya kadar uzanan bir bölgeye hakimdi. Memlûklular, Osmanlıların Torosların güneyine inmelerini Mısır’ın güvenliği açısından tehlikeli görüyorlardı. Bu noktada Anadolu’nun güvenliği ve bütünlüğü bakımından doğu ve güneydoğuya doğru genişleme siyaseti güden Osmanlılarla, Memlûkluların nüfuz alanı birbiriyle çakışıyordu. Osmanlılar için Anadolu’nun stratejik savunma sınırları, Toroslar, Nur dağları, Zagros dağları, Kars ve Erzurum yaylaları ve Fırat boyları ötesini ihtiva etmekteydi ve Anadolu’nun birliği için bu bölgelere de sahip olunmalıydı.[38]

D. Yavuz Sultan Selim’in Doğu Politikası

XVI. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı padişahları, çoğunlukla batı yönlü bir siyaset izlemişler ve devletin batı sınırlarını mümkün olduğu kadar genişletmişlerdir. Fakat XVI. yüzyıl başlarında yıkılan Akkoyunlu Türkmen hanedanlığının yerine[39] İran’da kurulmuş ve şiiliği devletin resmi mezhebi olarak kabul etmiş olan Safevî Devleti’nin batıya doğru genişlemesi, II. Bayezid devrinden itibaren Osmanlı Devleti için tehlikeli bir durum ortaya çıkarmıştı.[40]

1507’de Şah İsmail kuvvetlerinin Memlûklu topraklarına saldırdığını, Alaüddevle Bey’in Turna Dağı’na sığınması üzerine Elbistan ve Maraş’ı tahrip ettiklerini, bu arada Malatya’ya da zarar vermiş olduklarını, Memlûkluların Halep valisinin göndermiş olduğu bir rapordan öğrenmekteyiz.[41] Bu sırada Diyarbakır’ı ele geçirmiş olan Emir Bey, Elbistan’a gelerek Şah İsmail’e itaatini sunmuştur.[42] Kışın yaklaşması üzerine Elbistan’dan ayrılan Şah İsmail, Ustacalu Muhammed Han’ı Diyarbakır valiliğine tayin etmiştir. Mardin şehrinde de 1508 senesinde İranlılar hakim olmuşlardı. Bu yılda Ustacalu Mardin yaylağına gelmiş, kardeşi Karahan’ı da Cizre havalisini yağmaya göndermişti.[43] Ayrıca Harput’taki Dulkadırlı kuvvetleri hapsedilerek, kalesine Safevî garnizonu yerleştirilmişti.[44] Diyarbakır’daki Kayıtmaz’a Dulkadırlı Alaüddevle’nin yardım gönderdiği haberini alan Ustacalu Muhammed şehir surları önüne gelmişti (1509). Karşı koyan Dulkadırlı kuvvetleri yenilgiye uğradı ve Alaüddevle’nin iki oğlunun başları Şah İsmail’e yollandı. Direnmeyi sürdüren Kayıtmaz da diğer Dulkadırlılarla birlikte katledildi.[45] 1510’da Alaüddevle Bey’in Diyarbakır’a yeni bir sefer teşebbüsü de Ustacalu Muhammed’in galibiyetiyle neticelenmiş, bu galibiyeti müteakip Ustacalu’nun kuvvetleri Memlûklu hudutlarını ihlal ederek Malatya’ya kadar ilerlemişlerdi. Fakat Safevîlerin müdahelesi bu sefer Alaüddevle Bey tarafından püskürtülmüştü. Bir süre sonra da Dulkadırlılarla Safevîler arasında münasebetlerin düzeldiği görülmektedir. Alaüddevle Bey, bu dönemde Osmanlılardan uzaklaşmış hatta Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışını tebrik etmemişti. Sultan Selim Çaldıran’a giderken Alaüddevle Bey’i Osmanlılarla Dulkadırlıların aynı mezhepten olduklarını hatırlatarak sefere davet etmiş fakat, Dulkadır Bey yaşlılığını bahane ederek sefere katılmamıştır.[46] Osmanlı iaşe ve teçhizatını yağmalattıran Alaüddevle’nin yeni saldırılarına engel olmak ve ordusunun gerisini emniyete almak amacıyla Sultan Selim, Kayseri-Sivas arasında kırk bin kişilik ihtiyat kuvveti bırakmış aynı zamanda Çaldıran Seferi dönüşünde de Osmanlı ordusunu arkadan vuran Alaüddevle’nin hakkından gelmeyi planlamıştı.

1510’da Özbekleri ezmeyi başaran Şah İsmail, doğu tarafını emniyetli bir duruma getirerek, İran ve Anadolu Türkleri üzerinde dini nüfuzunu siyasi bir hakimiyete dönüştürmek istemiş ve bütün dikkatini Osmanlı toprakları üzerinde toplamıştı. Yavuz Sultan Selim’in tahta geçtiği 1512 yılında Doğu Anadolu’da mezhep ayrılığını kullanarak kargaşa yaratması, Osmanlı-Safevî münasebetlerini daha kötü hale getirmişti.[47] Geniş ölçüde Anadolu’dan giden Türk boylarına dayanan Safevî Devleti’nin yeni bir siyasi ve dini ideoloji ile ortaya çıkıp, Osmanlı sünni idaresine alternatif bir yönetim şekli vaad eden propoganda faaliyetleri doğu siyasetinin mahiyetinde çok mühim bir değişmeye yol açtı. 1500’lü yıllardan itibaren Anadolu’da görünürde dini mahiyet arz eden isyan hareketleri, Osmanlılar için şark meselesine öncelik kazandırdığı gibi, devletin genel siyasetinde de dikkat çekici bir yeniliğe sebebiyet verdi. Safevîlere karşı dini zeminde fikri bir temel oluşturulup, sünni görüş bütün teferruatıyla ortaya kondu.[48]

19 Mart 1514 günü Edirne’den yola çıkan ordu, Sivas’a geldiği sırada, Osmanlı ordusunun yaklaştığını haber alan Diyarbakır ve Doğu illeri valisi Ustacalu Muhammed Han bu bölge halkını daha içerilere sürmüş ve Azerbaycan’a doğru kaçarken geri kalan her şeyi ateşe vermişti. Sınır bölgesi Safevî felaketiyle virane haline gelmiş, ekili dikili hiçbir şey kalmamıştı. Erzincan Ovası’na ve Tercan’a ulaşıldığında Sultan Selim, Faik Bey’i Bayburt’u işgal etmeye, Ferahşad Bey’i de Tercan üzerine göndermiştir. 20 Ağustos’ta Bayezid kalesi teslim alınmış, 23 Ağustos’da da iki tarafın ordusu Çaldıran’da karşılaşmış ve savaş Osmanlıların zaferiyle neticelenmiştir.

Tebriz’e giden Padişah’a dönüşünde Gürcü Hanı tarafından İspir’in anahtarları gönderilmişti. Daha önce gönderilen Faik Bey Bayburt’u henüz alamadığı için kaleyi kuşatan Bıyıklı Mehmed Bey’e başarı sağlanması için kesin emir göndermiş, neticede Bayburt kalesi de zapt edilmiştir. Sultan Selim, Bayburt, Erzincan, Karahisar, Trabzon ve Canik’in idaresini Bıyıklı Mehmed Bey’e vererek onu İran sınırını beklemeye memur ederek Amasya’ya dönmüştür.[49]

E. Doğu Anadolu’nun Osmanlı Hakimiyetine Alınışı

Osmanlılar ve Safevîler arasında Çaldıran’da olduğu kadar bütün kudretleriyle karşı karşıya gelecekleri bir savaş olmamışsa da, Doğu Anadolu üzerinde kimin hakim durumda kalacağı meselesi iki tarafı da uzun süre meşgul etmiştir. Osmanlılar çekilir çekilmez bilhassa İran’ın kuzeyinde Şah İsmail’in hakimiyeti ve otoritesi yeniden kurulmuştu. Fakat Doğu Anadolu’da bu nüfuz ve hakimiyet hiçbir zaman Çaldıran savaşından önceki yıllarda olduğu gibi yerleşememiştir. Çünkü Osmanlılar bu toprakların kendilerine bağlanmasını, İmparatorluğun güvenliği, İran’ın batı ve kuzey kesimlerinin baskı altında tutulması ve bunu izlemesi düşünülen İran seferlerinin güçlüklerini ortadan kaldırması bakımından lüzumlu görüyorlardı. Bu sebeplerden dolayı Sultan Selim Amasya’da iken Doğu Anadolu ile ilgili bazı kararlara varmış bulunuyordu. Fakat çok problemli olan bu toprakların alınmasının zorluğunu bildiğinden, askeri hareketten ziyade politik davranmayı tercih etmiş, Şah İsmail’in bölge halkına uyguladığı yanlış siyasetten de istifade etmiştir. Bu siyaset Doğu Anadolu’da bulunan Kürt beylerine karşı Şah İsmail’in düşmanca tavır takınmasıydı. Osmanlı nüfuzunun doğuya doğru yayılması esnasında, sünni Kürt beylerinin bundan etkileneceğini düşünerek bu beylerden bir kısmını tevkif ettirmiş ve beyliklerine son vermişti. Bu durum müstakil aşiretler halinde yaşayan Kürtleri de rahatsız etmiş, sadece bir kısmı korkudan ona itaat eder olmuştu. Nitekim bunların bir kısmı, Çaldıran savaşına gidilirken Sultan Selim’e sığınmış, hatta Çaldıran savaşına da Osmanlılar safında katılmışlardı.[50]

Şah İsmail’e karşı koruma vaadinin bu toplulukları kendine çekeceğini anlayan Sultan Selim, bazı kararlar almış bunun bir tezahürü olarak da daha önce öldürülmüş olan Kürd Rüstem Bey’in topraklarını oğlu Hüseyin Bey’e vermiştir.[51] Bu durum Osmanlılara tabiyeti artırmıştır. Kürt beylerinin tabiyetinin artmasında Osmanlılar lehine propoganda yapan İdris-i Bitlisî’nin rolü büyük olmuştur. Padişah Çaldıran savaşı sonrası Amasya’ya döndüğü vakit İdris-i Bitlisî’yi Diyarbekir bölgesine fetihlere zemin hazırlamak ve Kürt beylerinin tabiyetini temin etmek üzere göndermiştir. Çaldıran zaferiyle kazanılan neticeleri tamamlayan, İdris-i Bitlisî’nin mahirane müzakereleri ve bunun sonucunda yöre beylerinin Osmanlı itaati altına alınması olmuştur. Böylece Sultan Selim’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu siyasetini belirleyen kişilerden birisi olarak,[52] yüklendiği siyasi ve askeri faaliyetleri başarıyla yerine getirmiş oluyordu. Bu faaliyetler neticesinde savaş sonrasında bölge tamamiyle Osmanlı hakimiyetine girmiştir.[53]

Yavuz Sultan Selim, aralarında ittifak yaparak İranlılara cephe alan Bitlis hakimi Emir Şerefeddin, Hısnıkeyfa emiri Halil, İmadiye hakimi Sultan Hüseyin, Hizran meliki Emir Davud, Urmiye, Cizre, Eğil, Palu, Siird, Meyyafarikin gibi yirmi beş Kürt Beyine itaatleri karşılığı beyliklerine ait topraklar üzerinde haklarını tanıyan beratlar, istimaletnâmeler gönderilmiş, sayısız askerle yeniden İran topraklarına yürümek kararında olduğunu duyurmuştu.[54] Vilayet haline getirilen Diyarbekir’in idaresi de eskiden Akkoyunlu divanında çalışmakta olan İdris-i Bitlisî’ye verilmiş, daha sonra 1518 senesinde bölgenin tahriri işini de Bitlisî tamamlamıştır.[55]

Dulkadır Beyi Alaüddevle ile ittifak etmiş olan Şah İsmail, kendisinden sonra sıranın Mısır’a geleceğini söylemek suretiyle Memlûklu sultanını uyarmış, Osmanlı aleyhine bir ittifak oluşturmaya çalışmıştır. Çaldıran sonrası ilk teşebbüsleri, kuvvetli bir kalesi olan Kemah’a sığınmış durumdaki Safevîlerin kendilerine yakın olan Osmanlı topraklarına tecavüz etmeleriydi. Bu durum karşısında Sultan Selim, Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı topraklarına katılmış, fakat Timur istilasından sonra kaybedilmiş olan Kemah kalesinin kuşatılmasını Erzincan valisi Bıyıklı Mehmed Paşa’dan istedi. Kendisi de 19 Nisan 1515’de hareket ederek 19 Mayıs’ta Kemah’a vardı. Celalzâde’nin “doğu ülkesinin kilidi” olarak tanımladığı Kemah, aynı gün alınarak Karaçinoğlu Mehmet Bey’e verildi.[56]

Nitekim Kemah’ın Osmanlıların eline geçtiğini, Bayburt’un Bıyıklı Mehmed Paşa’ya verildiğini duyan Şah İsmail, Nur Ali komutasında güçlü bir orduyu Mehmed Paşa’nın üzerine göndermiştir. Seferin haberini casuslar vasıtasıyla almış olan Mehmed Paşa, Canik, Karahisar, Erzincan, Kemah ve bazı Kürt beylerinin kuvvetlerini toplayarak Erzincan yakınında Safevî kuvvetleri ile karşılaştı, vuku bulan savaş Safevîlerin yenilgisiyle sonuçlandı.[57]

Kemah kalesinin alınmasından sonra, kendisini beylik makamına getiren Osmanlı Devleti’nden yüz çevirip Memlûklu ile iş birliği yapan, Kemah kuşatması yapılırken Osmanlı iaşe kollarını yağmalatan Alaüddevle Bey’in topraklarına sıra gelmişti. Çaldıran savaşına Osmanlı safında katılarak hizmette bulunan ve karşılığında kendisine Kayseri ve Bozok sancakları verilmiş olan Şehsuvaroğlu Ali Bey, Dulkadır hududuna tayin edildi. Bunun üzerine Alaüddevle Bey, Ali Bey’in bu sancaklara getirilmesini Kansu Gavri’ye şikayet etmiş, Yavuz’a elçi gönderen Memlûklu Sultanı, Ali Bey’in bu sancaklardan alınmasını rica etmiştir.[58]

Sultan Selim, Kemah’ı alıp Sivas’a geldiği sırada Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa ve Şehsuvaroğlu Ali Bey’i Dulkadır memleketini zapt etmek üzere göndermiş, kendisi de Ürgüp ile Kayseri arasındaki İncesu’ya gelmiştir. 13 Haziran 1516’da Göksun yakınlarındaki Ördekli mevkiinde Osmanlı kuvvetleri ile karşılaşan Alaüddevle Bey yenilgiye uğrayarak, ailesinden kişilerle birlikte maktul olmuştur.[59] Dulkadır memleketi tamamiyle işgal olunarak, buraya bağlı şehirlerin idaresi, Sultan Selim adına hutbe okunmak üzere Şehsuvaroğlu Ali Bey’e verilmiştir.[60] Alaüddevle’nin hazinesinden ve Dulkadır topraklarının işgalinden dolayı ele geçen ganimet, Çaldıran’dakinden fazla idi.[61] Ali Bey her fırsatta Osmanlıya bağlılığını ispat ederek, Bıyıklı Mehmed Paşa’nın Diyarbekir’i fethinde iki bin kişilik kuvvet göndermiştir.[62]

Mısır meselesinin sonuçlanmasını hedefleyen Sultan Selim, görünüşte İran’a karşı olduğu izlenimi vererek kırk bin kişilik kuvvetle Hadım Sinan Paşa’yı Kayseri’ye, oradan Maraş-Malatya üzerinden Diyarbekir’e göndermiştir. Elbistan’dan Memlûklu sınır şehri olan Malatya’ya ulaşan Sinan Paşa, Memlûklu sınır komutanlarına haber gönderip, Malatya yakınında bir yerden Fırat üzerinde köprü kurularak geçilmesi için izin istemiş, fakat bu istek reddedilmiştir.[63] Sultan Selim 28 Temmuz’da Malatya Ovası’na geldiğinde, bir taraftan Kansu Gavri ile Selim arasındaki mektuplaşmalar devam ediyor, Gavri özellikle Elbistan ve Maraş’ın kadimden beri Mısır’a tabi olduğunu söylüyordu. Padişahın gelmesi ile Sinan Paşa kuvvetleri burada birleşmiş, Selim’in Mısır üzerine olduğunu açıkladığı “Tohma Çayırı Kararı” da burada alınmıştı. Bu karardan altı gün sonra 5 Ağustos 1516’da Malatya’dan güneye yönelerek, Mısır seferini başlatmıştır. Osmanlı ordusu Antep’e yaklaşınca Memlûkluların Antep valisi Yunus Bey, Osmanlılara katılarak Halep’e kadar orduya rehberlik etmeyi üzerine almıştı. Bundan sonra Osmanlı pişdarları Malatya’ya gelip o zamana kadar Dulkadırlıların idaresinde olmakla birlikte, Memlûklu nüfuzu altında bulunan Behisni, Gerger, Kahta, Hısnı, Mansur gibi kaleleri istilaya başladılar. Halep’in alınışı ve Şam’a gidildiği sırada, Malatya, Darende, Minşar, Gömü, Gerger, Behisni, Kâhta, Divriği, Ayıntab, Rumkale emsali otuz pare Mısır kalesi Osmanlı eline geçmişti.[64]

Safevîlerin elinde bulunan Diyarbekir, bu devletin Osmanlı sınırındaki en önemli şehirlerden bir tanesiydi. Dolayısıyla Diyarbekir’ın alınması doğu sınırları açısından ve özellikle İran’a karşı önemli bir teminat oluşturacağından, Osmanlı Devleti için bu dönemde büyük önem taşımaya başlamıştı.[65] İdris-i Bitlisî’nin gayretiyle Diyarbekir halkı şehirdeki Safevîlerin bir kısmını öldürmüş ve kalanı kovmuştu. Diyarbekir’in Şah eline geçmesi ile Osmanlılara sığınmış olan Uzun Hasan’ın torunlarından Sultan Murad şehri almaya memur edilmişse de, Sultan Murad başarı kazanamamıştır. Şah İsmail Doğu Anadolu’da Osmanlı lehine gelişen bu değişikliklere mani olmak maksadıyla, Ustacalu Muhammed Han’ın kardeşi Karahan’ı Diyarbekir’i kurtarmakla görevlendirmiştir. Şah İsmail’e bağlılıkları devam eden Ruha hakimi Turmış Han’ın kuvvetleri ile, Mardin ve Hısnıkeyfa’dan katılanlarla birlikte Diyarbekir’i kuşatmıştır. Sultan Selim, kendisinden yardım isteyen Diyarbekir halkına bir kısım kuvvetle Yiğit Ahmed’i göndermişse de, aynı sırada Dulkadır topraklarına yönelmiş olduğundan fazla yardımda bulunamadı ve şehir bir yıl süreyle Safevîlerin kuşatmasında kaldı.[66]

İdris-i Bitlisî’nin tavsiyesi üzerine, Bayburt’ta bulunan Bıyıklı Mehmed Paşa, Rum Beylerbeyi Şadi Paşa ile birlikte Diyarbekir’in imdadına koşmuştur. Bu sırada Bitlisî de Doğu Anadolu’da bulunan Kürt ümerasını Diyarbekir’e yardım etmek üzere ayaklandırmıştır. Bunlar Kiği sancağı önünde birleşerek önce Çapakçur’u Safevîlerden kurtardılar, daha sonra Diyarbekir önlerine geldiler. Osmanlı ordusunun da gelmesi üzerine, Karahan muhasarayı kaldırarak Mardin’e firar etti. Osmanlı kuvvetleri 1515 Eylül’ü ortalarında şehre girdiler.[67] İdris-i Bitlisî, Sultan Selim’den Diyarbekir bölgesine Kürt beylerinin itaat edecekleri birini tayin etmesini istediğinde Selim, Bıyıklı Mehmed Paşa’yı uygun görerek Diyarbekir beylerbeyliğini vaad etmişti. Nitekim 4 Kasım 1515’te beylerbeyliğine tayin olundu. İdris-i Bitlisî’ye ise padişah tarafından hediyeler gönderildi.[68]

Karahan’ın Mardin yönüne çekilmesi üzerine, Osmanlı kuvvetleri Diyarbekir’de fazla kalmayarak onu takibe koyuldular. Karahan Sincar sahrasına yöneldiği sırada, Osmanlı askerlerin sıcaktan etkilenmesi ve susuzluk sebebi ile Cavsak’ta beklemesi üzerine, İdris-i Bitlisî Mardin’in alınmasının uygun olacağını söyleyerek Bıyıklı Mehmed Paşa ile birlikte Mardin’e doğru yönelmiştir. Şehir halkına sulhen teslim olmaları teklif olunduğunda, Mardin halkı Bitlisî’nin mal ve canlarının korunacağına dair teminatını iyi karşılayarak, teklifi kabul etmişlerdir. Ekim 1515’de şehir böylece Osmanlılar namına İdris-i Bitlisî ve Hısn-ı Keyfa emiri Halil tarafından teslim alındı. Ancak Safevîler tarafından şiddetle savunulan iç kaleye girmek mümkün olamamıştı. Bu sırada Bıyıklı Mehmed Paşa ile Sivas ve Amasya Beylerbeyi Şadi Paşa arasında anlaşmazlık baş gösterdi. Kendisine padişah tarafından sadece Diyarbekir’in alınması görevinin verildiğini, bunun da yerine getirildiğini söyleyerek Mardin kuşatmasına yanaşmadı ve elli bin kişilik kuvvetiyle kendi eyaletine çekildi. İdris-i Bitlisî bu ihtilafı çözmek için çaba gösterdiyse de başarılı olamadı. Bu sebeple Bıyıklı Mehmed Paşa, Mardin’i tahliye ederek o kışı Diyarbekir’de geçirme kararı aldı.

Osmanlı askerlerinin şehri boşalttığı haberini alan Karahan, Sincar’dan geri dönerek şehri yeniden zapt etti. Şadi Paşa’nın yersiz hareketi yüzünden Mardin’in elden çıktığını, Diyarbekir’e çekilmek zorunda kalan Bıyıklı Mehmed Paşa’nın sıkıntılı duruma düştüğünü haber alan Padişah, Şadi Paşa ve ona tabi beyleri icazetsiz çıkıp dönüp geldikleri için azl etmiş ve hapsettirmiştir.[69] Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa Diyarbekir’e gönderilmiş, yol güzergâhı üzerinde olup, hâlâ İran kuvvetlerinin elinde bulunan Çerkes Hüseyin Bey’in muhasara ettiği Harput kalesini 26 Mart 1516 tarihinde Kemah hakimi olan Karaçinoğlu Ahmed Bey ile beraber almışlardır.[70] Harput bir Osmanlı sancağı haline getirilerek önce Çerkes Hüseyin Bey’e, onun şehit olması üzerine, bölgenin fethine katılmış olan Çavuş Ahmed Bey’e verilmiştir.[71]

Şah İsmail, Karahan’a yardım edebilmek için Hemedan, Kelhuran ve Bağdat hakimini kuvvetleri ile birlikte Mardin’e göndermiştir. Bu kuvvetler Mardin’e ulaşmadan yörenin Kürt beyleri ile İdris-i Bitlisî’nin oğlu Ebü’l-Mevahib’in baskınına uğramış ve kaçmışlardır. Osmanlı kuvvetlerinin bölgeye ulaşmasından önce Bıyıklı Mehmed Paşa’nın Karahan’a karşı planladığı operasyon ise başarısızlıkla neticelenmiş ve Kantara’da Karahan ile karşı karşıya gelen bir kısım kuvvetler kaybedilmiştir. Osmanlı kuvvetlerinin gelmesi ile Mehmed Paşa, Karahan’ı takibe koyulmuş ve onu Koçhisar yakınlarında Dede Kargın sahrasında yenmiş, Karahan’ın kesilen başı ise Akşehir’de bulunan Sultan Selim’e gönderilmişti. Neticede Mardin tekrar muhasara altına alındı ve şehir halkı Osmanlı kuvvetlerine şehri teslim etti. Sadece Karahan’ın kardeşi Süleyman Bey Mardin kalesine çekilerek mücadeleye devam ediyordu. Bu arada Mısır seferine çıkmış olan Sultan Selim’in çağrısı üzerine Mehmed Paşa Mercidabık muharebesine katılmış ve Haleb’in fethinden sonra Mardin’e tekrar dönmüştür. 1516 yılı sonu veya Ocak 1517’de Mardin kalesi kesin olarak zapt edilmiş oldu.[72] Çermük, Hısn-ı Keyfa, Ergani, Ruha, Siirt, Telafer, Çemişgezek, Arapgir gibi Güneydoğu Anadolu’nun önemli şehir ve kaleleri de kısa sürede Osmanlı hakimiyeti altına girmiştir.[73]

Doğu Anadolu şehirleri içinde sadece Van’ın Osmanlı hakimiyetine girişi daha geç olmuştur. 1507’de Safevîlerin Van, Erciş, Bitlis’i İzzeddin hanedanının elinden almış, Çaldıran zaferi sonrasında bu yöreden Bitlis hakimi Şeref Han şehrin anahtarlarını Yavuz Sultan Selim’e teslim etmişti. Sultan Selim ve Şah İsmail’in ölümünden sonra, Kanunî Sultan Süleyman ile Şah Tahmasp arasındaki mücadeleler başlamıştır. 1529’da Şah Tahmasp, Van bölgesi naibi olarak Ürkmez Bey’i atamış, bu ve diğer Safevî naibleri bölgedeki yerli beylerden Bitlis hakimi Şeref Han, Mahmudî hakimi İvaz, Hakkari hakimi Melek beylerle mücadele halinde olmuştur. 1533’te İran seferine çıkan İbrahim Paşa, İran sınırına yakın olan kaleleri ele geçirme fırsatı aramış, Adilcevaz, Ahlat, Erciş ve Revan kalelerinin beylerine hoş konuşur adamlarını göndermiştir. Kale beylerinden Osmanlı ordusu geldiğinde kale anahtarlarını teslim edeceklerine dair söz alınmıştır.[74] 1534 ilkbaharında İbrahim Paşa Halep kışlağından hareketle Van yöresine geldiğinde, adı geçen bu kalelerin anahtarları söz verildiği gibi kendisine sunulmuştu. Ayrıca Van kalesinin anahtarı da teslim olunmuştu. Fakat Tahmasp, Kanunî’yi Azerbaycan’a sefer yapması için ikna eden Ulama Han üzerine yürüyünce, Ulama Han Tebriz’i bırakıp Van kalesine gitmiş oraya kapanmıştır. Şah Tahmasp ardından gelerek Van kalesini kuşatmışsa da, Şah Mirza’nın Kanunî’ye itaatini sunduğu ve padişahın da kendisini İran hükümdarı olarak tanıdığı haberi gelince, kuşatmayı kaldırıp Acem Irakı’na dönmek zorunda kalmıştır.

Van üzerinde Kanunî Sultan Süleyman-Şah Tahmasp mücadelesi 1535 yılı boyunca da devam etmiş 1536 yılı başlarında Sultan Süleyman’ın İstanbul’a dönmesi ve Osmanlı kuvvetlerinin bölgeden çekilmesi ile Erciş ve Van Safevî idaresine geçmiştir. 1548’de yapılacak olan İran seferine kadar Van bölgesi ile fazla ilgilenilememiş, Macar kralı Ferdinand ile yapılan mücadeleye ağırlık verilmiştir. İran üzerine yapılan ikinci sefer esnasında, Erzurum üzerinden Adilcevaz’a varıldığında Ulama Paşa ve Karaman Beylerbeyi Piri Paşa, Van kalesini kuşatmakla görevlendirilip gönderilmişlerdir. Tebriz’in fethi sonrasında 15 Ağustos 1548’de Van Ovası’na padişahın otağı kurulmuş ve kalenin fethine girişilmiştir. Kalenin fethinden sonra Adilcevaz, Erciş, Ahlat tekrar Osmanlıların eline geçmiştir.[75] Anadolu defterdarı İskender Paşa’ya tevcih edilen Van beylerbeyliği, Osmanlı-İran sınırında ve Safevîlerle yapılan mücadelelerde, Osmanlı Devleti’nin ileri karakolu vasfında olması sebebiyle, siyasi yönden devamlı bir hareketliliğe sahne olmuştur.

Osmanlı İdari teşkilatı içerisinde 1518 tahririne göre Amid, Mardin, Sincar, Beriyyecik, Ruha, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapkir, Kiği ve Çemişgezek’ten müteşekkil Diyarbekir eyaleti, Safevî dönemi tesiri ile oldukça geniş bir sınıra sahipti ve bütün Doğu Anadolu sancakları bu eyalette bir araya toplanmıştı. Bir süre sonra Erzurum beylerbeyliği teşkil edilerek, Diyarbekir beylerbeyiğinin kuzeyindeki bir kısım yerler buraya bağlanmıştır. Kanuni Dönemi’nde ise Van ve Urfa eyaletleri teşkil edildiğinden, doğu ve güneyindeki bazı yerlerin bu yeni eyaletlere geçtiği görülmektedir.[76] 1548’de ihdas edilen Van beylerbeyliği, Adilcevaz, Muş, Bitlis, Bargiri, Erciş, Mahmudî gibi sancakları ihtiva etmekteydi ve Van sancağı paşa sancağı mahiyetindeydi.[77] Maraş, Malatya, Elbistan, Ayıntab, Divriği, Kahta, Gerger, Sümeysat vs. beldeleri ihtiva eden Dulkadır bölgesi, Şehsuvaroğlu Ali Bey’in ölümünden sonra “vilâyet-i Arab” adıyla beylerbeylik olarak Osmanlı idari sisteminin içinde yer almış, kısa süre sonra da bunların bir kısmı Rum-ı Hadis eyaletine dahil olmuşlardır.[78]

Osmanlı siyasi ve idari sisteminin önemli bir özelliği, bölgenin ve alınan topraklarda yaşayanların durumunu göz önünde bulundurmak suretiyle yönetim kurmuş olmasıdır. Bu önemli idari geleneği Doğu Anadolu’nun alınışından sonra da uygulayan Osmanlı Devleti, hakimiyetine geçmesinde yardımını gördüğü mahalli beylere de bazı haklar vermiştir. Böylece Osmanlı idaresi altında birleşme, bütünleşme sağlanmış, mahalli beylerin tahakkümü kırılmıştır.[79] İmparatorluğun başka yerlerinde kaldırılmış olmasına rağmen, vassal düzen burada yürürlüğe konmuştur. Mahalli beyler, Osmanlı egemenliğini tanımak kaydıyla, kendi bölgelerinde serbest olmuşlar ve babadan oğula geçen valiliklerini devam ettirmişlerdir.[80] Kanunî devrinden sonra da “ellerine verilen kadim temessükler mucebince” denilerek, “yurtluk ve ocaklık” yoluyla sancak ve dirlik tasarruf edenlerin imtiyazları devam etmiştir. Uygulanan vergi sistemi sancakların durumuna göre kanunnâmelerde ayrı ayrı yazılmış, önceki dönemin kanunlarının bir kısmı bir müddet uygulanarak tedricen kaldırılmışlardır.[81]

Osmanlı’nın doğu ve güney siyasetinin bir parçası olarak Doğu Anadolu şehirlerini alması ile Osmanlıların bölgedeki egemenliği pekişmiş, Dulkadırlıların Osmanlı hakimiyetine katılması ve dağlık ülkesindeki geçitlerin elde edilmesiyle de Memlûklulara giden yol açılmıştı. Doğu Anadolu’nun fethi Osmanlı’nın Anadolu’dan Kafkasya, Suriye ve İran’a açılan önemli stratejik geçitleri elinde bulundurmasını ve bu ülkelere sefer düzenleyip savunma hattı kurması imkanını sağladığı gibi Azerbaycan ve Irak hakimiyeti yolunda dayanak noktası da oluşturmuştur. XVI. yüzyıl başlarına kadar bölgede nüfuz sahibi olan İranlılar ve Memlûkluların sahip olduğu yerlerin alınması ile Anadolu’dan yabancı ayağı çekilmiş, milli birlik sağlanmıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun önce Safevîlerden, sonra nüfuz sahası olan yerlerin Memlûklulardan alınması ve Mısır seferini açıklayabilmek için aynı zamanda o dönemde dünya tarihinde, batı Asya-Akdeniz ticaretinde meydana gelen değişmeleri de göz önünde bulundurmak suretiyle değerlendirmek gerekir. Nitekim bu toprak kazanımları ile Doğu Anadolu’dan geçen Tebriz-Halep ve Tebriz-Bursa ticaret yolu Osmanlı kontrolü altına girmiş, Memlûklu topraklarının alınması ile de Süveyş’e kadar uluslararası ticari yolların denetimi Osmanlı Devleti’nin eline geçmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Göknur GÖĞEBAKAN

İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 459-469

Dipnotlar :
[1] Persler ve Roma devrinde Ankara’dan Kayseri-Zamantı-Malatya-Tomisa’ya uzanan yolun yanı sıra Sivas-Divriği-Erzurum’dan doğuya uzanan yollar için bkz. W. M. Ramsay, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, (nşr. M. Pektaş), İstanbul 1986, s. 22 (Küçük Asya Haritası); Selçuklular ve daha sonra Osmanlılar devrinde Konya’ya ulaşan yollar oradan Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum yoluyla İran ve Gürcistan’a, bu yolun Sivas’tan ayrılan bir kolu Malatya, Diyarbakır, Mardin, Musul üzerinden Bağdat ve Basra’ya uzanıyordu. Trabzon’dan başlayan bir başka güzergah, Gümüşhane, Bayburt, Aşkale’yi izleyerek Erzurum’da diğer ana yollar ile birleşip, Tebriz’e gidiyordu. Bkz. K. Özergin, Anadolu Selçukluları Çağında Anadolu Yolları, (Basılmamış Dr. Tezi), İstanbul 1959, s. 28-35, 98 vd., 128 vd, 160 vd.
[2] Türklerin Doğu Anadolu’ya ilk akınları hakkında bkz. Xenefon, Anabasis, (nşr. H. Örs), İstanbul 1962, s. 142. vd.; G. Nemeth, Atilla ve Hunlar, (nşr. Ş. Baştav), İstanbul 1962, s. 60; Herzfeld, Paikuli I, Berlin 1924, s. 17, 133; Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, s. 155, 166-167, 170; T. Tarhan, Eski Çağda Kimmerler Problemi, (Basılmamış Dr. Tezi), İstanbul 1972, s. 103 vd.; B. Ögel-H. D. Yıldız ve Diğerleri, Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986, s. 12 vd.
[3] P. Pelliot, Notes on Marco Polo II, Paris 1963, s. s. 864;; T. Baykara, “Doğu Anadolu=Türkmenia (Türkmen Ülkesi), Atsız Armağanı, İstanbul 1976, s. 61 vd.
[4] F. Sümer, Kara Koyunlular, Ankara 1984, s. 33 vd.
[5] İ. H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1988, s. 180 vd.; F. Sümer, a.g.e., s. 34, 38.
[6] B. Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasi Münasebetleri I, 1578-1590, İstanbul 1962, s. 2-3; F. Sümer, a.g.e., s. VII-VIII, 20 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 180.
[7] Y. Yücel, Timur’un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları (1393-1402), Ankara 1989, s. 4 vd.
[8] Oruç bin Adil, Tevarih-i Al-i Osman, s. 32; Aşıkpaşazâde, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, (nşr. N. Atsız), Ankara 1985, s. 74-75; Hoca Sadeddin, Tâcü’t-Tevârih I, (nşr. İ. Parmaksızoğlu), Ankara 1992, s. 229-230; Neşrî I, s. 341 vd; Aynî, İkdü’l-Cümân III, s. 78; Lutfi Paşa, Tarih-i Al-i Osman, İstanbul 1341, s. 51; Müneccimbaşı Ahmed, Câmiü’d-Düvel-Osmanlı Tarihi (1299-1481)-, (nşr. A. Ağırakça), İstanbul 1995, s. 139.
[9] Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi II, (yay. haz. M. Çevik-E. Kılıç), İstanbul 1989, s. 467.
[10] Makrizî, Es-Süluk li Marifet-i Düveli’l-Müluk, II, (nşr. M. Ziyade), Kahire 1971, s. 142 vd.; Malatya civarına yapılan Memluklu akınları için bkz. İbn Kesir, El-Bidaye Ve’n Nihaye XIV, Beyrut 1977-1982, s. 29.
[11] Ebu’l-Fida, El-Muhtasar Fi Ahvali’l-Beşer II, (nşr. M. Deliyyub), Beyrut 1997, s. 418 vd.; O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1993, s. 191-192.
[12] Makrizî II, s. 144, 533; İbn Tagribirdi V, s. 137; İsmail Hakkı, “Anadolu’da Üç Mühim Sima-Emir Çoban-“, TOEM I/15, (Haziran 1930-Mayıs 1931), s. 67.
[13] G. Göğebakan, XVI. Yüzyılda Malatya Kazası (1516-1560), (İnönü Ün. SBE. Dr. Tezi), Malatya 1998, s. 20 vd.
[14] O. Kılıç, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Van (1548-1648), Van 1997, s. 9 vd.
[15] J. E. Woods, 300 Yıllık Türk İmparatorluğu Akkoyunlular, (ek yazılar. M. Sözen-N. Sakaoğlu), İstanbul 1993, s. 270.
[16] İbn Tagribirdî, XI, s. 265; Makrizi, II/3, s. 1104, 1166; Nizameddin Şamî, Zafernâme, (nşr. N. Lugal), Ankara 1987, s. 262 vd.; Hoca Sadeddin, I, s. 232; Y. Yücel, a.g.e., s. 69 vd.;.
[17] Hoca Sadeddin, I, s. 236; Solakzâde, I, s. 91.
[18] Nizameddin Şamî, s. 285-286; Y. Yücel, a.g.e., s. 69 vd., 110 vd.
[19] Nizameddin Şamî, s. 299 vd.
[20] Nizameddin Şamî, s. 332; F. Sümer, a.g.e., s. 70.
[21] İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 189; F. Sümer, a.g.e., s. 74 vd.
[22] F. Sümer, a.g.e., s. 79 vd.
[23] F. Sümer, a.g.e., s. 90-91.
[24] İbn Tagribirdi, VI, s. 415-416; Abubakri Tihrani, Kitab-ı Diyarbakriyye-Akkoyunlular Tarihi- I, (nşr. N. Lugal-F. Sümer), Ankara 1962, s. 69-70; F. Sümer, a.g.e., s. 96 vd.
[25] Abubakri Tihrani, I, s. 83 vd.; F. Sümer, a.g.e., s. 119 vd.
[26] R. Yinanç, Dulkadir Beyliği, Ankara 1989, s. 34.
[27] İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 172; R. Yinanç, a.g.e., s. 56 vd.
[28] İbn Tagribirdi, VII, s. 732; A. Tihrani, I, s. 569; J. E. Woods, a.g.e., s. 172; W. Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, (nşr. T. Bıyıklıoğlu), Ankara 1992, s. 40 vd.
[29] J. E. Woods, a.g.e., s. 195-196.
[30] Fatih’in Doğu Anadolu siyaseti hakkında geniş bilgi için bkz. S. Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti, Ankara 1999, s. 281-328.
[31] İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 193; J. E. Woods, a.g.e., s. 197; S. Tansel, a.g.e., s. 324 vd.
[32] Müneccimbaşı, Camiü’d-Düvel, s. 278 vd.
[33] Fatih devrinde Osmanlı-Akkoyunlu münasebeti, Otlukbeli savaşı hakkında bkz. Aşıkpaşazâde, s. 178 vd.; Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l-Feth, (nşr. M. Tulum), s. 150 vd.; Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihan-nüma, II, (nşr. F. R. Unat-M. A. Köymen), Ankara 1987, s. 803-821; İbn Kemal, Tevarih-i Al-i Osman, VII, (nşr. Ş. Turan), s. 323 vd.; Hoca Sadeddin, III, s. 113 vd.
[34] J. E. Woods, a.g.e., s. 235.
[35] S. Tansel, a.g.e., s. 329 vd.
[36] Ş. Tekindağ, “Fatih Devrinde Osmanlı-Memluklu Münasebetleri”, İÜ EFTD XXX, (1976), s. 77 vd.
[37] T. C. Genelkurmay Başkanlığı, Osmanlı Devri Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi-Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) Meydan Muharebeleri, Ankara 1990, s. 2.
[38] S. Tansel, a.g.e., s. 331; T. C. Genelkurmay, a.g.e., s. 4.
[39] Akkoyunlu imp’nun dağılma süreci yaşanırken, Diyarbekir, Arminiye ve Azerbaycan Elvend Bey’in denetimindeydi. Irak-ı Arap’da hüküm süren Sultan Murad’ın yönetimi ise Diyarbakır’ın Safevî taraftarlarının eline geçmesiyle bir yıl içinde sona ermiştir. (1507-8) Fakat Sultan Murad bu bölgedeki patlak veren Safevî karşıtı isyanlar sırasında 1513’de tahta geçen Selim’in desteğiyle Bayındırları, geleneksel Türkmen ve Kürt bağlaşıklarını ülkesinin gaspçılarına karşı çevresinde toparlamaya çalışmıştır. Bu tarihlerde Bitlis, Mardin, Çemişgezek, Eğil, Hazo ve diğer merkezlerin ağaları ve eski valileri Safevi egemenliğine karşı ayaklanmışlardı. J. E. Woods, a.g.e., s. 269, 297 d. nu. 136; Bu bölgede hakim olan Hakkari, Cezire, Hısn-ı keyfa, Çemişkezek, Mıcıngerd, Pertek, Sakaman, Egil, Palu, Çermik, Kilis, Meyyafarikin, Eruh, Bitlis vs. beyler ve valiler hakkında bkz. Şerefhan, Şerefnâme, (çev. M. E. Bozarslan), İstanbul 1990.
[40] Safevî Devleti’nin kuruluşu ve önemli bir tehdit haline gelmesi hakkında bkz. F. Sümer, Safevî Devleti’nin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976, s. 1 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., II, s. 225 vd., 253 vd.; Akkoyunlu ve özellikle Bayındır ileri gelenleri Şah İsmail’in katliamından kurtulmak amacıyla asıl bölgelerinden daha içerilere çekilirken Osmanlı topraklarına da sığınmışlardı. Osmanlı hakimiyeti tesis edildikten sonra “sipahi” ve “beyzâde” kimliklerinde varlıklarını korudular. Erzincan’daki büyük bir bey ailesi Elvend Bey’in, Elbistan’daki Uğurluoğulları Uğurlu Mehmed Bey’in, Trabzon’daki Muradhanoğulları son Akkoyunlu hükümdarı Sultan Murad’ın soyundan, Divriği’deki Karamahmudoğulları Akkoyunlulardan indiklerini ileri sürmüşlerdir. Bkz. M. H. Yinanç, “Akkoyunlular”, İ. A. II, s. 262-263; J. E. Woods, a.g.e., s. 270.
[41] İbn Iyas, Journal D’un Bourgeoıs Du Caıre-Chronıque D’İbn Iyas-I, (nşr. G. Wıet), Kahire 1945, s. 114; Hayrullah Efendi, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi, V, (nşr. Z. Danışman), İstanbul 1972, s. 21; R. Yinanç, a.g.e., s. 93 vd.
[42] Rumlu Hasan, Chronicle of The Early Safewis-Ahsenü’t-Tevarih-, (nşr. N. Seddon), Boroda 1931, s. 93.
[43] Rumlu Hasan, s. 104.
[44] Emir Bey Elbistan’a gelirken Diyarbakır’ın idaresini kardeşi Kayıtmaz’a bırakmıştı. Safevîlere düşman olan Kayıtmaz, Ustacalu’ya şehri teslim etmeyi reddetti. Yörenin Kürtleri de Ustacalu’ya güçlük çıkartıyordu, hatta Safevileri öyle taciz ettiler ki, sonunda Ustacalu Muhammed çadırlarını sökerek Mardin civarına gitmek zorunda kaldı. Bkz. R. Yinanç, a.g.e., s. 93-94.
[45] Rumlu Hasan, s. 96; R. Yinanç, a.g.e., s. 94.
[46] S. Tansel, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969, s. 102.
[47] Solakzâde, Solak-zâde Tarihi I, (nşr. V. Çubuk), Ankara 1989, s. 425 vd.; S. Tansel, a.g.e., s. 27 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e., II, s. 257-259.
[48] F. Emecen, “XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı Devleti’nin Doğu ve Batı Siyaseti”, XV ve XVI. Asırları Türk Asrı Yapan Değerler, İstanbul 1997, s. 130; Osmanlı-İran arasında dini ayrılık ve bunun Anadolu’ya yansıması ve girişilecek sefer için ulemanın fetva vermesi hakkında bkz. S. Tansel, a.g.e., s. 32 vd.
[49] Çaldıran seferi ve sefer sonrası hakkında bkz. Hoca Sadeddin, IV, s. 174 vd., 183; Solakzâde, II, s. 14-35; Celalzade Mustafa, Selim-nâme, (nşr. A. Uğur-M. Çuhadar), Ankara 1990, s. 375 vd; Nişancı Feridun Ahmed, Münşeat II, (Haydar Çelebi Ruznâmesi), s. 396-402; S. Tansel, a.g.e., s. 43 vd.; Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim, Kayseri 1992, s. 56 vd.; T. Gökbilgin, “Çaldıran Muharebesi”, İ. A. III, s. 329-331.
[50] S. Tansel, a.g.e., s. 73, 76 vd.
[51] Hoca Sadeddin, IV, s. 230.
[52] İdris-i Bitlisi, Çaldıran savaşı dönüşü Diyarbakır ve Mardin gibi önemli vilayetlerin Osmanlı eline geçmesinin gerekli olduğunu Sultan Selim’e telkin etmiş, şii Safevi hakimiyetinde bulunan ve çoğunluğu sünni olan bu bölgenin alınmadığı takdirde Osmanlı iç siyasetini etkileyeceğini söylemiştir. Nitekim Sultan Selim’in Bitlisi’ye Doğu Anadolu’da dirlik verdiğine dair fermanda, “senden umulan ve boynuna borç olan işi güzelce yapman, doğruluk ve bağlılıktaki aşırı tutumun gereğince Diyarbakır ilinin tümden ele girmesine neden olduğun bildirilmiş, yüzün ağ olsun. Diyarbakır yöresinde size inanarak gelen beylerin bağlılıkları ve iyi niyetleri karşılığı hizmetlerindeki başarıları ve yeterliliklerine göre ol ilde verilen ve atanan sancakların ve beylerin durumları, ad ve sanları, değerleri senin bilginde olduğundan…” cümleleriyle, onun yöredeki faaliyetlerini övmüş ve taltif etmiştir. Bkz. Mehmet Bayrakdar, Bitlisli İdris, Ankara 1991, s. 90-91.
[53] Hammer, a.g.e II., s. 443 vd.
[54] Hoca Sadeddin, IV, s. 231; Solakzâde, II, s. 39; N. Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara 1991, s. 15 vd.
[55] M. Bayrakdar, a.g.e., s. 54.
[56] Celalzâde Mustafa, s. 390; Hoca Sadeddin, IV, s. 231-232; M. Mehdi İlhan, “Bıyıklı Mehmed Paşa’nın Doğu Anadolu’daki Askeri Faaliyetleri”, IX. TTK (Ankara 21-25 Eylül 1981) Kongreye Sunulan Bildiriler II, Ankara 1988, s. 808-809; Bazı tecrübeli beyler Yavuz’a “Kemah kalesi kızılbaşlar elinde bulundukça, Bayburt, Erzincan gibi kasaba ve şehirlerde bir güvenlik ağlamanın mümkün olamayacağını” söylemişlerdi. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, Ankara 1983, s. 258; S. Tansel, a.g.e., s. 74 -76.
[57] M. M. İlhan, a.g.m., s. 809.
[58] İbn Iyas, IV, s. 437; Hoca Sadeddin, IV, s. 234; S. Tansel, a.g.e.,  s. 103.
[59] İbn Iyas, IV, s. 462.
[60] Dulkadır beyliği topraklarının zaptedilişi hakkında bkz. Hoca Sadeddin, IV, s 236; Solakzâde, II, s. 35-37; Nişancı Feridun Ahmed, I, s. 458 vd.; S. Tansel, a.g.e., s. 131; İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e. II, s. 271 vd.; R. Yinanç, a.g.e., s. 96 vd.
[61] Arifi Paşa, “Maraş ve Elbistan’da Zülkadiroğulları Hükümeti”, TOEM VI/33, (İstanbul 1915), s. 551; S. Tansel, a.g.e., s. 107.
[62] Hoca Sadeddin, IV, s. 285.
[63] Zâim Mir Mehmed Katib, Kitâb-ı Camiü’t-Tevârih, Fatih Ktp., Nu. 4306, vrk. 264b-265a; Hoca Sadeddin, IV, s. 274 vd.; S. Tansel, a.g.e., s. 127 vd.
[64] Müneccimbaşı, Sahâifü’l-Ahbâr II, İstanbul 1258, s. 463; Hoca Sadeddin, IV, s. 292; Celalzâde Mustafa, s. 415 vd; Nişancı Feridun Ahmed, I, (Haydar Çelebi Ruznâmesi), s. 426; Hammer, II, s. 469 vd.; S. Tansel, “Silahşör’ün Fetihnâme-i Diyar-ı Arab Adlı Eseri”, Tarih Vesikaları Dergisi I/3, (1961), s. 430 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e. II, s. 276, 284; S. Tansel, a.g.e., s. 132 vd., 146; G. Göğebakan, a.g.e., s. 36 vd.
[65] İ. H. Uzunçarşılı, a.g.e. II, s. 273-274; İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır, Ankara 1995, s. 7.
[66] Nejat Göyünç, a.g.e., s. 17.
[67] Hoca Sadeddin, IV, s. 245 vd.; Celalzâde Mustafa, s. 398-400; Nişancı Feridun Ahmed, I, (Haydar Çelebi Ruznâmesi), s. 470-471; N. Göyünç, a.g.e., s. 18; İ. Yılmazçelik, a.g.e., s. 7; M. M. İlhan, a.g.e., s. 809.
[68] Yöre topraklarının teslim alınması yöntemiyle ele geçtiğini haber alan Sultan Selim, Diyarbekir beylerine, Kürt hakim ve meliklerine dağıtılması için yirmi beş yük akçe, beş yüz zerrin kumaştan yapılmış giyisi, on yedi bezeli sancak yollanmıştır. Molla İdris ise değerli hizmetleri karşılığında padişahlara layık armağanlarla sevindirilmiştir. Bkz. Hoca Sadeddin, IV, s. 270-271; N. Göyünç, “Diyarbekir Beylerbeyliğinin İlk İdari Taksimatı”, TD, S: 23, (Mart 1969), s. 25; M. M. İlhan, a.g.e., s. 811.
[69] Hoca Sadeddin, IV, s. 81 vd.; Nişancı Feridun Ahmed, I, (Haydar Çelebi Ruznâmesi), s. 471 vd.; N. Göyünç, a.g.e., s. 18 vd.; M. M. İlhan, s. 809 vd.
[70] Hoca Sadeddin, IV, s. 262; N. Göyünç, a.g.e., s. 21.
[71] Nişancı Feridun Ahmed, I, s. 423, 430; Mehmet A. Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara 1989, s. 26-27.
[72] Hoca Sadeddin, IV, s. 265 vd.; N. Göyünç, a.g.e., s. 22-34; M. M. İlhan, a.g.e., s. 810-811.
[73] Hoca Sadeddin, IV, s. 269-270; N. Göyünç, a.g.e., s. 31.
[74] Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi I, (nşr. B. S. Baykal), Ankara 1992, s. 130.
[75] Van ve civarındaki kalelerin Osmanlı hakimiyetine girişi için bkz. Peçevî İbrahim Efendi, I, s. 131, 196, 211; Solakzâde, II, s. 180, 214-215; Şeref Han, a.g.e., 185 vd; O. Kılıç, a.g.e., s. 14 vd.
[76] N. Göyünç, a.g.e., s. 34; İ. Yılmazçelik, a.g.e., s. 8; N. Göyünç, a.g.e., s. 27 vd.
[77] O. Kılıç, a.g.e., s. 11.
[78] Bölgenin idari sistem içindeki yeri ve değişiklikler hakkında bkz. Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş-Anadolu’nun İdari Taksimatı-, Ankara 1988, s. 25, 87, 104; G. Göğebakan, a.g.e., s. 44 vd.
[79] B. Kodaman, Osmanlı Devrinde Doğu Anadolu’nun İdari Durumu, Ankara 1986, s. 12 vd; İ. Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Dersim Sancağı, Elazığ 1998, s. 32.
[80] S. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye I, İstanbul 1982, s. 126.
[81] Ö. L. Barkan, “Osmanlı Devrinde Uzun Hasan Bey’e Ait Kanunlar”, Türkiye’de Toprak Meselesi, Ankara 1983, s. 545 573; Ö. B. Barkan, “Alaüddevle Bey Kanunu”, Osmanlı İmparatorluğunda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları Kanunlar I, İstanbul 1943, s. 145, 149, 155, 159.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.