Dindar ve Mutaassıp Hacı Bayanın Türklüğe Hakaretleri
Günümüzün modalarından birisi de mini etekli, açık saçık dişilerin yanında hacı, hoca takımından gayet mutaassıp, görünüşte dindar, mutasavvıf kadınların türemiş olmasıdır. İsteyen istediğini olur. İsteyen istediğini sever. İsteyen istediğine tapar. Anayasa insanlara birçok haklar tanımıştır. Başkalarına, düzene, ahlâka, kanunlara çarpmadıkça herkesin her türlü hürriyeti vardır.
Bir de kanunlar bakımından suç olmadığı halde millî gurur bakımından incitici, kırıcı, hatta küstah ve edepsizce olan davranışlar vardır. Meselâ birisi çıkıp Türkler’in millî sembolü olan Bozkurt’a it demiştir. Bunu söyleyen seviyesiz, herhalde Bozkurt’un aynasında kendisini görmüştür. Millî bir timsalin millî hayattaki değerlerini anlayamayacak kadar sefil anlayışlı, millî değeri küçümsemeyecek kadar hain bir serseridir. Tıpkı Bozkurt gibi millî bir sembol olan bayrağı da aynı gözle gördüğü muhakkak olan seciyesiz biridir. Bundan her şey beklenebilir.
Fakat görünüşte dindar olduğu için olgun ve başkalarının değerlerine saygılı olması gereken bir hacı kadından böyle bir saldırganlığı beklemezdik. Sabah gazetesinin yazarlarından Bayan Hacı Münevver Ayaşlı’dan bahsetmek istiyorum.
Sayın Bayanın 7 Mart 1969 tarihli Sabah gazetesinde “Bayram Gazetesi ve Yazarları” başlıklı makalesi Türkçülüğe hakaretlerle doludur ve bu arada taassuptan doğan çocukça fikirlerin gülünç bir halitasını arz etmektedir. Sayın Hacı Bayan, Bayram Gazetesi yazarlarının çok defa söylenmiş şeyleri tekrarlamasından yakınarak aynen şöyle diyor:
Efendim Bayram Gazetesi mecburen alıyor ve mecburen bu yazıları okuyorum. Halk Partisi klâsik mührünü taşıyan bir yazar bir yazı kaleme almış… Tutturdukları ve hiç bırakmadıkları konu:
1) Karamanoğlu Mehmed Beğ’in Türkçeciliği; bininci defa olmak üzere tekrar tekrar yazıyor. Ne oluyor yani? Karamanoğlu Mehmed Beğ Türkçeci olacak da Selânikli Dönme ve Giritliler tarafından maskarası mı yapılacak?
2) Malûm, yine Cenabı Pir Hazretleri Mevlâna’nın Farsça yazma konusu. Hazretin Farsça yazması kerametlerinin en büyüğü. Allah vermesin ya Türkçe yazmış olsaydı. Mesnevî ve Divanı Kebir ne hale gelirdi? Herhalde 13. Asırda yazıldığı gibi kalmaz, Dil Kurumu onu sadeleştireceğim diye didik didik ederdi. Ve bu iş Sadi Irmak, Behçet Kemal ve Faruk Güventürk’e kadar düşerdi. Hazreti Mevlâna’nın Farsça yazması bütün şarka hitap ettiği gibi bütün müsteşrikler vasıtasıyla Garba hitabediyor demektir.
Karamanoğlu Mehmed Beğ’in Türkçeciliğini küçük görmek ve Mevlâna’ya “Cenabı Pir Hazreti Mevlâna” gibi şatafatlı unvanlar yaklaştırarak onun Farsça yazmasının en büyük keramet olduğunu ileri sürmek Yirminci Asrın müsbet kafası karşısında insanı güldürecek ve acındıracak bir zavallılıktan başka bir şey değildir.
Bu sayın bayan, Selânik Dönmeleriyle Giritliler Türkçeyi maskara edecek diye Türkçe yazılmasını mı daha doğru buluyor? Bu düşüncenin, kaza oluyor diye otomobilleri yasaklamayı düşünmekten ne farkı var? Ya Farsça metin bir kalemidir ki onunla yazılan eser her türlü taarruzdan korunmuş oluyor? Artık kitaplarda kalan Farsça ile bugünün Kürtçeye benzeyen çirkin Farsçası aynı mıdır?
Mevlâna keramet yerine mucize göstererek şu Mesneviyi İngilizce yazsaydı herhalde bugün daha çok kimse tarafından anlaşılır, şöhreti daha büyük, itibarı daha fazla olurdu.
Bizim burada dokunmak istediğimiz konu Sayın Hacı Bayanın Hazretleri Piri olan Cenabı Mevlânâ’ya beslediği aşk değildir. İsteyen istediğine aşk besleyebilir. Dokunmak istediğimiz şudur. Hacı Bayan diyor ki:
İttihatçıların bir düşünürleri vardı. Yüzü kara, ruhu kara, kendi kara Kürt, fakat Türkçü Ziya Gökalp!.. İşte bu düşünür. Kaç kişi ziyaretine gidiyor? Kaç kişi mezarının nerede olduğunu biliyor? Kimse yattığı yeri bilmiyor.
Hacı Bayanın da diğerleri gibi bir Türkçülük düşmanı olduğu anlaşılıyor. Ziya Gökalp’a bunca hakaretin başka tevili yoktur. Bir kere Ziya Gökalp Kürt değil, Türk’tür. Irkçılığın aleyhinde olduğunu bildiğimiz Gökalp atalarının Çermikli ve Türk olduğunu, fakar ırken Türk olmasa bile kendisini yine Türk sayacağını, çünkü hars bakımından Türk olduğunu yazmıştır. Bundan başka Ziya Gökalp’in yüzü, ruhu ve kendi neden kara oluyormuş? Yüzünün karalığından maksat esmerlikse biz Ziya Gökalp gibi bir karayı Sayın Hacı Bayan gibi bin beyaza tercih ederiz. Gökalp Türkçülüğe hizmet etmiş, sistem kurmaya çalışmış, ölmez eserler vermiş bir adamın değersizliğini göstermez. Bir adamın büyüklüğü mezarın belli olmasıyla ölçülmez. Mevlânâ’nın mezarını yılda 500.000 kişi ziyaret ediyormuş. Bilet kestiniz, yahut da oturup saydınız mı Sayın Hacı Bayan? Bu kadar adam ziyaret etse bile ne çıkar? Sarhoş, reybi ve eyyamperest Hayyam’ın mezarını da belki daha çok insan ziyaret ediyor. Fakat büyük ve şanlı Kılıç Aslan’ın mezarı hiç ziyaret olunmuyor. Çünkü yeri belli değil. Yeri belli olan Fatih’in mezarına da yılda ancak birkaç yüz kişi uğruyor. Bunlardan ne çıkar? Bunlar ya insanların vefasızlığı, ya budalalığını yahut da hiçbirini göstermez de bir alışkanlığın eseri diye kabul edilebilir. Fakat herhalde Hazreti Pirinizin Kılıç Aslan’dan veya Fatih’ten büyük olduğunu ispat etmez.
Mevlânâ gelmeseydi Türklük hiçbir şey kaybetmezdi. Fakat Kılıç Arslan’la Fatih gelmeseydi çok şey kaybeder, belki de bugün var olmazdı. “Evliya, Farsça yazdığı için keramet sahibidir” dediğiniz sözde Müslüman Mevlânâ, Allah’ın celâli ve kudreti onlarda tecelli etmiştir diye Şamani Moğollar’a dalkavukluk etmiştir ve onun büyük Fars şairliğinin ötesinde hiçbir değeri yoktur. Mezarı bilinmeyen Kılıç Arslan ise 20-30 bin atlısıyla Avrupa’nın zırhlı şövalye ordularına karşı can pazarında Anadolu’yu savunmuştur. Onun şanlı savunmaları olmasaydı bugün hiçbirimiz olmayacaktık ve siz de Hacı Bayan ya Marika ya da Fotika olarak yaşayan bir insan olacaktınız.
Demek sizin Piriniz insanlığı irşat etmek istiyordu da onun için Farsça yazdı. On Üçüncü Asrın başında Farslık ezilip siyasî olarak yeryüzünden kalkmış ve cihanın büyük bölümünde Türk hâkimiyeti, Türk kültürü ve Türk dili yürürlüğe girmişti. Cenabı Pir bu büyük ve hakim ırkın diliyle yazsaydı kerameti daha büyük olmaz mıydı? Mademki keramet sahibiydi, kendisinden iki asır sonra gelecek olan Nevâyi’nin “Muhâkemetü’l Lugateyn” (İki dilin ölçüştürülmesi) adlı eser yazacağını, bu eserde Türkçe’nin Farsçaya üstünlüğünü ispat edeceğini bilirdi. Cenabı Pir herhalde zuhul buyurmuş olacaklar. Şemsi Tebrizi Hazretleriyle halvet âleminden mest olmak yüzünden bu gibi konularla uğraşacak vakitleri yoktu.
İnsanlar garip yaratıklardır. Kafa olgunluğu biraz eksik oldu mu ölçüyü hemen kaçırır ve kendisine ait olanın daima en iyi ve en üstün olduğunu sanır. Kendi benliğini şişirip büyütür. Habbeyi kubbe yapar. Cenabı Pir de böyle şişirilmiştir. O sadece büyük bir şairdir. Evliyalığı, mürşitliği yalandır. Ney ve dümbelekle rakseden evliya görülmemiştir. Evliya denen adamlar ağır başlı olurlar. Mevlânâ ise zevk ve keyif ehli olarak musikî âlemleri yapmış, dans etmiş, kuvvetli olan her kimse ona boyun eğerek gününü gün etmiş yaşamıştır.
Tasavvuf fikirlerini kendisinden önce Anadolu’da yaşayan ve birçok din bilginleri tarafından tekfir edilen Muhyidd’in-i Arabî’den almıştır. Tasavvuf, Doğunun, Batının bütün din ve felsefelerinin karmasıdır. Biraz eşelerseniz tasavvufun İslâm aleyhtarı noktalarını da yakalarsınız. Yunan felsefesinden, Budizmden vesaireden gelen unsurlarla Tanrılık iddiasına kadar kalkan mutasavvıflar malûmdur. “Mansûr” bu çılgınların en tanınmışıdır.
Müslümanlık başka din erbabına zulmü tervic etmezse de “Hak din İslâmiyet’tir” düsturu ile bu meseleyi kesin şekilde çözüp atar. Halbuki tasavvufta bütün dinler birdir. Bunu Yunus Emre şu beytiyle dile getirmiştir:
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatta asidir.
Buralardaki “millet” günümüzün mânâsı ile “ulus” anlamındaki millet olmayıp Arapçadaki gerçek anlamı ile “din” demektir. Yani Yunus Emre tasavvuf prensiplerine uyarak Müslüman, Hıristiyan, Musevî, Mecusî, Budist ne varsa hepsinin eşit tefsir çabalamalarına rağmen İslâmiyet’le bağdaşmayacağı gün gibi aşikârdır. Hele Kazak Abdal’ın:
Kıldan köprü yaratmışım gelsin kullar geçsin deyü;
Biz hele şöyle duralım, yiğit isen geç a Tanrı!…
Demesi apaçık bir küfür değil midir? Fakat mutavasavvıflar bunda o kadar derin ve ince mânâlar bulurlar ki, bizim gibi nasipsizlerin bu yüksek fikirleri anlamamıza imkân yoktur. O sebeple bunlar küfür değil, İslâmiyet’in ta kendisidir. En yüksek mertebesidir. Şeraitten tarikata, tarikattan marifete, marifetten de hakikata yükselişin sırlarıdır. Biz hiç bu yüksek hakikatları anlayabilir miyiz?
Tasavvufta din millet ayrımı olmadığına göre sayın dindar ve mutasavvıf Hacı Bayan, Ziya Gökalp’ın Kürtlüğünü ne diye ileri sürüyor? Kürt olmadığı muhakkak ama Kürt olsaydı bunu suç ve eksik diye ancak biz görebilirdik. Hacı Bayan gibi din ve millet sınırlarını çoktan aşmış yüksek mütefekkirlerin bu türlü kusurlara aldırmaması gerekirdi.
Biz hayal âleminde değil, ülkü sınırları içinde yaşıyor, ülkünün ne dereceye kadar ve hangi şartlarla gerçekleşebileceğini akıl ve muhakeme yoluyla hesaplayabiliyoruz. Ülkücülük karşılıksız bir fedakârlık ve hizmet duygusudur. Ne dindarın Cennetinden nimetler, ne mutasavvıfın hayalindeki Tanrıyla buluşma gibi olağanüstü zevkler bizde yoktur. Mademki dünyaya geldik, bir görev yapmalıyız ve bu görev insanlara yakışır bir görev olmalıdır diyoruz. Çünkü biz dünyaya hayvanlar gibi yalnız eğlenmeye değil, bir vazife yapmak için geldiğimize inanıyoruz ve bu yolda olan en fedakâr insanların bile kusurlarını görmemekten gelmiyoruz. Ülküdaşlarımızın meziyetlerini büyütmüyoruz. Herkesin hakkını vermeye çalışıyoruz. Bu arada Türklüğe zarar verenlerden de şüphesiz nefret ediyoruz. En tiksindiğimiz yaratıklar ruh ve beyin bakımından anormal olanlardır.
Ziya Gökalp birçok kusurlarıyla birlikte Türklüğe ve Türkçülüğe hizmet etmiş bir kimsedir. Çıkar peşinde koşmadığı da bilinen hayatıyla ortadadır. Buna kara ruhlu, kara yüzlü Kürt demek için önce millî olan değerden tecerrüd edip başka bir âleme girmek icâb eder. Hacı Bayan, Cenabı Pir Hazretleri Mevlânâ’nın aşkıyla bu âleme girmiş gözüküyor.
Karamanoğlu’nun Türkçeciliği, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü onu ilgilendirmiyormuş. Olabilir. Hakarete kalkmamasını ihtar ediyoruz. Aklının ermediği konuları bırakarak bizi karanlıktaki bazı meseleler üzerinde, bu meselelerdeki yüksek bilgisiyle aydınlatmasını rica ederiz. Meselâ Cenabı Mevlâna’nın Şemsi Tebrizî ile şu bir türlü izah olunmayan halvet âlemlerinin ilmî ve tasavvufî mânâsını, bununla beşeriyetin nasıl ve neden kaybolduğunu, şimdi göğün kaçıncı katında ikamet buyurduğunu anlatıp bizi aydınlatsalar meslek-i kavîm-i tasavvufa çok büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Bundan başka Cenabı Mevlânâ’nın Şemsi Tebrizî Hazretlerine, tıpkı sevilen bir kadına hitap eder tarzda şiirler yazmasının yüksek tasavvufî mânâsını ve hele Türkçe bir şiirinde:
Kiçkinen oğlan hey bize gelgil!
Dağdanan dağnan hey geze gelgil!
Ay bigi sensin, gün bigi sensin!
Bî-meze gelme, bâ meze gelgil!
Demesinin hikmetini ve küçük oğlanı mezesiyle birlikte çağırmanın ne demek olduğunu anlatsalar, Türkçe ve edebiyat öğretmeni olduğumuz halde, kemal-i cehlimizden gerçek mânâsını bir türlü idrak edemediğimiz bu beyitlerdeki tasavvuf incilerini öğrenerek kendilerine minnettar kalırdık.
Ötüken, 1969, Sayı: 64