Cumhuriyet’in ilk on beş yılı, yani Atatürk’lü yıllar ülkenin her alanda hızla ileri gittiği, rejimin sağlam temeller üzerine oturtulduğu, kısa sürede büyük işler başarmanın yarattığı coşku ve dinamizmle yüklü bir dönemdir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk el attığı alanlar özellikle demiryolu ağırlıklı ulaşım, savaşta yanan, yıkılan yerlerin imarı, ilk kent planlama girişimleri (İzmir ve Ankara için 1924 planları), bataklıkların kurutulması, göçmenlerin yerleştirilmeleri ve yeni başkentin inşasıdır.
Çağdaşlaşma amaçlı temel devrimler ilk beş yıl içinde gerçekleştirilmiş, yurt çapında yaygınlaşarak toplumda köklü değişimler olmuştur. Küçük ve yoksul bir Anadolu kasabası olan Ankara ilk on yıl içinde modern bir başkente dönüşmüştür. 13 Ekim 1923’te başkent olarak ilân edilmesinin ardından nüfusu artan Ankara hızla büyümekteydi. 1925 yılında bataklıkların kurutularak sıtmanın önlenmesine ve altyapı için ilk çalışmalara girişilmiş, ivedilikle gerekli binaların inşasına başlanmıştı. Genel bir plan çerçevesinde gelişmesinin gereğinin duyulmasıyla 1928 yılında düzenlenen sınırlı yarışmada Alman şehircilik uzmanı Hermann Jansen’in planı kabul edilmiş ve 1932 yılında uygulanmaya konmuştur. Planda Jansen ulusal anıt olarak gördüğü kaleyi ve eski Ankara’yı korumuş, yeni kenti güneyde bir ana arterin (Gazi Bulvarı) birleştirdiği Ulus ve Çankaya arasındaki arazide Yenişehir adıyla bahçekent anlayışında tasarlamıştır. Bu aksı dik yönde kesen ikinci ana arteri demiryolu izlemiştir. Yenişehir’in güneybatısı Bakanlıklar bölgesine ve Meclis’e daha güneyi Çankaya istikametinde ve Bulvar’ın iki yanında yabancı misyonların yapacakları elçiliklere ayrılmıştır. 1938’e gelindiğinde Ankara ağaçlı muntazam yolları, parkları, temizliği ve modern binalarıyla dünyanın sayılı çağdaş kentleri arasındaki yerini alıyordu.
Çağdaşlaşma planlı gelişme şeklinde yorumlanmış, yeni yasal düzenlemelerle kentlerin sağlıklı ve güzel yaşama mekânları olmaları hedeflenmiştir. 1924 yılında İzmir, 1932’de İstanbul için sınırlı yarışmalar düzenlenmiş, savaşta yanan İzmir’de önemli imar etkinlikleri gerçekleştirilmiştir. Diğer kentlerin de çehresi hızla değişmekteydi. Bağımsızlık Savaşı’nda önemli bir yeri olan Afyon, Samsun, Eskişehir, zengin tarımsal özellikler gösteren Adana, kuzeyde Tokat, doğuda Elazığ, Malatya yoğun altyapı etkinliklerine ve inşaata sahne olan kentlerimiz arasındaydı.
Bu onbeş yıl içinde mimarlık, devletin ekonomi siyasetinde ve kültürel ve ideolojik ortamdaki gelişmelere koşut olarak 1920’li ve 1930’lu yıllarda farklı gelişmeler göstermiştir.
1920’li Yıllarda Önemli Gelişmeler ve Mimarlık
Mustafa Kemal’in 1923 yılı başında İzmir’de topladığı, Türkiye Ekonomi Kongresi’nde Cumhuriyet’in ilk yıllarının ekonomi politikasını belirleyecek liberal çizgideki ilkeler saptanmış, “millî iktisat”ın temel olduğu, sınıf farklılaşmasının kabul edilmeyeceği kararı alınmıştır. 1924 yılında özel girişimlere kredi sağlamak üzere İş Bankası, 1925 yılında özel sektöre sınaî kredi açmak ve kendisine devredilecek fabrikaları işletmek üzere Sanayi ve Maadin bankası kurulmuş, özel girişim yoluyla endüstrileşmeyi sağlamak ve sermaye birikimini arttırmak için 1927 yılında Teşvik-i Sanayi yasası çıkarılmıştır. Serbest ekonomi siyaseti 1929 dünya ekonomik bunalımının etkilerinin hissedilmesine kadar sürmüştür.
1920’ler ulusçuluğun millî iktisat, millî sanayi, millî müdafaa, millî tasarruf gibi birçok alanda öngörüldüğü yıllardır. Mimarlıkta da millî olduğu düşünülen ve Cumhuriyetin imparatorluktan devraldığı tarihselci bir mimarlık anlayışı, yani “neo-Osmanlı” üslûbu egemendir. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı olarak bilinen bu üslûp 1908’de İkinci Meşrutiyet’in hızlandırdığı ulusçuluk hisleri ile ortaya çıkmış, mimarlığın ulusal bilinci güçlendirici niteliğine inanıldığı için savaş yılları süresince binaları şekillendirmeye devam etmiş, Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan tek üslûp olmuştur. 1927 yılında dışa açılma siyaseti sonrasında zayıflamakla beraber 1930 yılına kadar etkisini sürdürmüştür.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk ulusçuluğu, “Bütün muasır milletlerle bir ahenkte yürümekle beraber Türk içtimaî heyetinin hususî seciyesini ve başlıbaşına müstakil hüviyetini mahfuz tutmayı esas sayar, bu itibarla millî olmayan cereyanların memlekete girmesini ve yayılmasını istemez şeklindeydi.[1] O yılların bu içe dönük ve kendi içinde yeterli ulusçuluk anlayışı doğrultusunda varlığını sürdüren mimarlık ortamında 1926-27 yıllarına kadar, Avrupa’daki avant-garde sanat ve modern mimarlık akımlarının etkileri mimarlık ortamında henüz yansımamıştır. Üslûbun usta yorumcuları olan ve eğitimlerini asrın dönümünde Avrupa’da yapmış veya sürdürmüş olan Vedat Tek (1873-1942) ve A. Kemalettin (1870-1927) beylerin izinde yürüyen diğer mimarlar da çalışmalarını bu tarz üzerinde yoğunlaştırmışlardır.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarından itibaren İstanbul’da çalışan ve mimarlık alanında söz sahibi olan bu iki mimar Cumhuriyet’in kurulmasıyla Ankara’daki inşa faaliyetine katılmışlardır. Atatürk’ün plan taslaklarını beğenerek biran önce bitirilmesini istediği Halk Fıkrası Mahfeli (II. Meclis) Vedat Tek’in 1924 yılında Ankara’da yaptığı tek binadır. Aynı yıl, İstasyon Caddesi üzerinde yer alan Mahfel’in karşısındaki Ankara Palas’a (Ankara Vakıf Oteli) Vedat Bey tarafından başlanmış, ancak Kemalettin Bey’in tasarımına göre yapımı sürdürülen otel 1928’de bitirilmiştir. Vakıflar İdaresi Başmimarı olan Kemalettin Bey 1924-27 yılları arasında Vakıf Evleri’ni (bugün mevcut değil) ve bunların yakınında zamanın görkemli boyutlarındaki, mimarın son yapılarından olan II. Vakıf Apartmanı’nı tasarlamıştır.[2]
Aynı yoldan yürüyen, daha genç kuşaktan Arif Hikmet Koyunoğlu (1889-1982) Ankara’da Hariciye Vekâleti binasını (bugün Kültür Bakanlığı, 1927), Etnoğrafya Müzesi (Resim 1; 1925-27), Halkevi (eski Türk Ocağı Merkezi, 1927-30) ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na ait Anafartalar Caddesi üzerindeki binaları tasarlamıştır. Mimar Türk Ocağı binasındaki Türk Salonu’nun tasarım aşamasıyla ilgili anılarında, Atatürk’ün bizzat gelerek, “Eski Ankara evlerinde eski tezyinatlı odalarda birçok mühim kararlar verdik; sonunda muvaffak olduk. Yapacağın bu tezyinat Ankara evlerinden alınan ilhamla yapılsın ki buraya gelince eski hatıralarınızı yadedelim… Kaleye çık, kroki hazırla ona göre yap”, dediğini, oda bittikten sonra Atatürk’ün tekrar gelerek odayı beğendiğini ve kendisine teşekkür ettiğini anlatır.[3] Bu olay Atatürk’ün Ankara’nın imarı sırasında gelişmelerle yakından ilgilendiğini ve Türk’e has olan değerlere verdiği önemi gösteriyor.
Yeni başkentin Ulus bölgesindeki önemli üç banka binası (Ziraat bankası-Resim 2, Osmanlı ve İş bankaları) 1926-29 yılları arasında, köşesindeki kubbesiyle Tekel Baş Müdürlüğü 1928’de, İstanbul doğumlu İtalyan mimar Giulio Mongeri (1873-1953) tarafından yine ulusal üslûpta tasarlanmıştır. Mimarın Osmanlı kemerleri ve süslemelerini kullandığı Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın kaidesi (1928) İstanbul’da ulusal biçimlenmeyi uyguladığı tek tasarımıdır.
İlk ulusal mimarlık üslûbu yalnız Ankara’da değil, tüm kentlerde kamu yönetim ve okul (Resim 3), tren istasyonu (Resim 4), otel, v.b. gibi kamu hizmet yapılarında yaygın bir biçimde uygulanmıştır.
Bu üslûpla tasarlanan iki, ya da üç katlı kamu yönetim ve hizmet yapıları, batı akademik geleneğin kütleyi ilgilendiren katı kurallarının uygulandığı bir düzenleme gösterirler. Simetri, katların kornişlerle yatay yönde ayrılması, girişin bulunduğu orta bölümle köşe aksların dışarı taşırılıp yükseltilerek dikey yönde bölümlerine ayırma yapılar için karakteristiktir. Altları bezemeli geniş saçaklar desteklerle taşınırlar. Osmanlı mimarlığından aktarma bir eleman olan kubbe biçimci bir yaklaşımla simetri aksında veya köşeleri belirlemede kullanılmıştır ve çok kez yalancı kubbelerdir. Osmanlı kemerleri, portik, takçapı, ya da çini panolar başta olmak üzere Selçuklu ve Osmanlı kökenli geometrik ve stilize bitkisel motifler, rozetler, sütun başlıkları bu üslûplu yapılarda, özellikle ön cephelerde cömertçe kullanılmışlardır.
Dönemin özellikle Ankara’da bahçe içinde yer alan ikişer katlı konutları asimetrik kütleli, kârgir balkonlu, yer yer kemer ve süslemenin kullanıldığı ve geniş saçaklarının altlarında geleneksel tavan bezemelerinin görüldüğü yapılardır. Bunların planlarında eski Türk evinden izlere rastlanmaz.
Giderek neo-Osmanlı tarzı gözden düşüyor, rejimin yeni idealleriyle bağdaşmadığının farkına varılıyordu. Yazarlar da bu üslûbun geçersizliğini dile getirmekteydiler. Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu yapılardan bazılarının ogival pencereleri, yeşil renkli, yıldız murabbalı saçaklarıyla Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı olduğunu[4]; Ahmet Haşim “mürteci mimari” dediği bu üslûba İttihat ve Terakki siyasetinin cübbe ve sarık giydirdiğini, bu mimarinin cami, türbe ve medreseyi taklit ettiğini, oysa bunların geçmişte kaldığını yazmaktaydı.[5]
1927 yılı, sonraki dönem mimarlığının gelişme çizgisini etkileyecek olayların başlangıcı olmuştur denilebilir. Bu yıl yabancılara Türkiye’de çalışma imkânı tanıyan Teşvik-i Sanayi yasası çıkarılmış, gelen yabancı mimarlar, ulusal üslûbun yerini alacak olan batılı biçimlerle ilk yapılarını tasarlamışlardır. Kemalettin Bey’in bu yıl içinde vefatı ulusal üslûbun sonunun geldiğinin bir işareti gibidir.
1930’lu Yıllarda Önemli Gelişmeler ve Mimarlık
Dünya ekonomik bunalımının ülke ekonomisini dolaylı olarak etkilemesi ve 1920’li yıllardan beklenen özel girişimlerin yetersiz kalması karşısında devlet yeni ekonomik önlemler alma gereğini duymuştur. 10/05/1931’de C.H.F.’nin üçüncü büyük kongresinde altı ilkenin kabul edilmesi bu yılların yeni ekonomik ve ideolojik yönelimini belirlemesi açısından önemlidir. “Altı Ok”tan devletçilik ilkesi ekonomi başta olmak üzere bayındırlık, eğitim, sağlık, sosyal yardım, tarım ve sanayi alanlarında ağırlıklı olarak kendini hissettirmiştir. Para sistemini merkezî bir örgüte bağlamak için 1931’de Merkez Bankası kurulmuş, Etibank ve Sümerbank gibi kamu ekonomik kuruluşları çalışmaya başlamıştır. 1932 yılında hazırlanan ilk beş yıllık plan iki yıl sonra uygulanmaya konmuş, planda öngörülen sanayi yatırımları için temin edilen dış kaynaklı malî desteğin de imkân tanımasıyla fabrikalar ve yan tesisleri kurulmuştur.
Büyük ölçüde Bayındırlık Bakanlığı’nca yürütülen yapı etkinlikleri önceki yıllardaki hızıyla devam etmiştir. Ankara’da Bakanlıklar sitesi tamamlanmış, T.B.M.M. binalarının yapımına başlanmıştır.
İllerde gerekli tüm resmî binalar, kamu hizmet yapıları ve Türkçülük ideolojisinin yerini “halkçılık” ilkesine bırakmasıyla halkın kültür düzeyini yükseltmede büyük katkıları olan halkevlerine ait binalar yapılmıştır. Sağlıklı yaşamın gereği olarak spor tesisleri (Ankara’da Stadyum ve Hipodrom 1934-36), ve kentlerde büyük parklar (İzmir Kültür Park, Ankara Gençlik Parkı, Antalya, Adana, Gaziantep parkları ve diğerleri) halkın hizmetine sunulmuştur.
Bu dönemde köycülük alanında çalışmalar halkevlerinin programlarında önemli bir yer tutmuş, köye çağdaş uygarlığı götürmek amacıyla örnek köy projeleri düşünülmüştür. 1933 yılında içlerinde Etimesgut ve Somutlu’nun bulunduğu altmış dokuz köy tasarlanmıştır.
1930’lu yıllarda batılı biçimlerin şekillendirdiği mimarlık alanı iki grup mimar tarafından paylaşılmıştır: eğitim ve uygulama alanlarında çalışmak üzere ülkeye davet edilen yabancı mimarlar ve bir kısmı Avrupa’da eğitimlerini tamamlayarak dönen, batıdaki gelişmelerden haberli olan genç Türk mimarları.
Bizde “kübik”, “asrî”, ya da “yeni” mimarlık olarak adlandırılan, 1920’lerde batı dünyasında mimarlığı ortak anlatıma götüren uluslararası mimarlık anlayışı yabancı mimarlar tarafından ülkeye tanıtılmış, Türk mimarlarınca kısa sürede benimsenerek 1930’lu yıllar süresince uygulanmıştır. Mimarlık eğitiminin modernleştirilmesi; yeni mimariye Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Celâl Esat Arseven gibi yazar ve aydınlardan gelen olumlu eleştiriler; ulusal üslûplu bazı yapılara cephelerindeki kemerler, süslemeler ve bazan da kubbenin kaldırılıp yalınlaştırılarak çağdaş görünüm verilmesi,[6] özellikle 1929-34 yılları arasında modern akımın hararetle benimsenip desteklendiğini göstermektedir.
Fransa’da gelişen Pürist Akım’ın özellikleri olan yalın geometrik kutulardan oluşan düz çatılı, teraslı, şerit ve köşe pencereli, simetriden kaçan biçimlenme, öncelikle konut, sonra da diğer yapılarda uygulanmıştır. 1928-34 yılları arasında yaygın olarak kullanılan yarım silindirik kütle eklemeleri ve yuvarlatılmış giriş ve balkon köşeleri yine batıdan aktarılan biçimlerdir. Bir başka kütlesel özellik, bazılarında saatleriyle kuleler yatay kütlelerle karşıtlık yapan ögeler olarak kullanılmışlardır. (Ankara’da Sergievi, Su Süzgeci binası, Gar Gazinosu gibi).
1930’larda modern biçimlenme tek üslûp değildir. Daha sonra görüleceği gibi dönemin sonlarına doğru batı neo-klasisizmi devlet yapılarında tercih edilen üslûp olacaktır.
Yabancı Mimarlardan Öne Çıkan Bazı İsimler
İstanbul’da yaşamakta olan Giulio Mongeri ile Viyana’dan gelen Ernst Egli, Alman Bruno Taut, şehircilik kursu veren bir başka Alman mimar Martin Wagner, Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitici olarak çalışırlarken bir yandan da uygulama alanında etkinliklerde bulunmuşlardır. Yalnız eğitici olarak çalışanlar olduğu gibi sağlıkla ilgili binaları tasarlayan iki Avusturyalı mimar, Theodor Jost ve Robert Örley ve spor tesislerinin mimarı İtalyan Paolo Vietti-Violi gibi yalnız bina yapan yabancı mimarlar da vardır.
Ankara’nın batı kaynaklı biçimlerin uygulandığı ilk binası (1926) olan Sağlık Bakanlığı’nın (Resim 5) ve bir yıl sonra yapımına başlanan Hıfzıssıhha Enstitüsü Kimyahane Bakteriyoloji binasının (Resim 6) mimarı Theodor Jost’tur. Zamanı içinde etkili boyutlarıyla yüksek bir yerde konumlanan Ankara Numune Hastanesi (1933) ile 1930’ların Bulvar apartmanlarıyla ölçeği ve mimarisiyle uyum içinde olan Kızılay Genel Merkez binasının (Hilal-î Ahmer) mimarı ise Robert Örley’dir (1876-1945).
1930 yılında tarihselci bir yaklaşımın egemen olduğu Akademi’deki mimarlık eğitimini çağdaşlaştırma görevi verilen Ernst Egli (1893-1974) reformları gerçekleştirerek uluslararası ilkeleri esas alan bir eğitimin temellerini atmıştır. Geçmiş üslûpların anlamsızlığını bilen mimar yapılarını da, ilim ve tekniğe dayandığına inandığı uluslararası mimarlık düşüncesi doğrultusunda tasarlamıştır. Egli, Millî Eğitim Bakanlığı’nda modern okul yapıları için danışman mimar olarak da çalışmıştır. “Viyana ekolü kübiği”[7] özellikleriyle biçimlenen cepheleriyle Sayıştay (Divan-ı Muhasebat, Resim 7) binası ve Ankara’nın en tutarlı modern yapılarından olan Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi (İsmetpaşa Kız Enstitüsü; Resim 8), mimarın çoğu okul olan birçok Ankara yapısından sadece ikisidir.
Egli’den sonra Türkiye ile en uzun süreli ilişkisi olan mimar Avusturyalı Clemens Hozmeister’dir (1886-1983). Türkiye’deki uygulamalarına 1927 yılında Viyana’da Türk Büyükelçiliği yoluyla kendisine projelendirmesi teklif edilen Millî Savunma Bakanlığı’nı (1928-31) tasarlamakla başlamıştır (Resim 9). Bunu Genel Kurmay Başkanlık binası (1929-30) izlemiştir. Diğer Ankara yapıları, İç İşleri Bakanlığı (1932-34), Bayındırlık Bakanlığı (1933-34), bugünkü Yargıtay ek binası (eski İktisat ve Ziraat Vekâleti (1934-35), Yargıtay (1933-35), Cumhurbaşkanlığı Köşkü (Resim 10; 1930-32), Orduevi (1929-33), T.C. Merkez Bankası (Resim 11; 1932-33), Emlâk Bankası (1933-34), Harp Okulu (1928-35), Avusturya Büyükelçilik binası (1935-36), Güven Anıtı kaidesi (1930-36) ve T.B.M.M. binalar topluluğudur (1938-61). Bazı binalarında kullandığı Viyana kübik mimarlığının bir uzantısı olarak düşünülebilecek cephe çıkmaları, devlet otoritesini yansıtmayı amaçlayan anıtsal ölçekli simetrik düzenlenmiş uzun kütleler, sonraki yapılarında neo-klâsik tutumlu uygulamalar, yalınlık, yapılarının özellikleri arasındadır. Hozmeister’in en modern çalışması, zarif ama görkemli bir villa görünümündeki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’dür. Bir kaynakta, “Evin şeklinde batının en modern yapı tekniği ile Bozkırlar Ankara’sının kübik tradisyonu kusursuz birleştirilmiştir” deniyor.[8] Holzmeister köşkün tasarımına başlamadan önce Atatürk’ten davet aldığını, kendisi ile nasıl bir bina olması konusunda fikir teatisinde bulunduklarını anlatıyor ve “Atatürk kadar yapıdan ne istediğini önceden açık olarak belirten başka birisine rastlamadım. Bu konuda ideal idi” diyor. Büyük Önder’in üslûp tercihi olmadığını, sadece çağdaş olan bir Türk mimarlığının yaratılmasını istediğini belirtiyor.[9] Meclis binası için 1938 yılında yapılan uluslararası yarışmayı kazanan Holzmeister’e görevi uygulayacağını belirten belgeyi bizzat Atatürk kendisi vermişti.[10] Meclis binaları, simetrik kütle anlayışı, yüksek sütunlu neo-klasik ön kütle düzeni ile dönemin devlet yapıları için tercihinin doruğa ulaştığı bir örnektir. Holzmeister, çok az mimara nasip olabilecek kadar çok sayıda devlet yapısı tasarlamış, dönemin itimat edilen, önemsenen mimarı olmuştur.
1930 öncesi Almanya’sında önemli bir mimar olan Bruno Taut (1880-1938), 1936 yılında Egli’nin yerine Akademi’de Mimarlık şubesi başkanlığına getirildi. Eğiticiliğinin yanısıra Ankara, İzmir ve Trabzon’da akılcı-fonksiyonel anlayışla tasarladığı en önemlisi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi binası (1937) olan beş okul tasarladı. Son tasarımı Atatürk katafalkı oldu.
Martin Elsaesser (1889-1957) bugün bile geçerli mimarlığıyla Ulus’taki Sümerbank binasının (1937-38) tasarımcısı olarak adını duyuran bir başka Alman mimardır.
Türk Mimarları
Başkentin yapı etkinliğinde yabancı mimarların söz sahibi oldukları bir ortamda Türk mimarları çağdaş uygulamalarıyla adlarını duyurmayı başarmışlardır. Örgütlenme girişimleri arasında 1927 yılında Türk Yüksek Mimarlar Cemiyeti’ni Ankara’da, Güzel Sanatlar Birliği’ni 1928’de İstanbul’da Kurmaları, 1931 yılında ilk yayın organları olan Mimar dergisini çıkarmaları göze çarpar. 1928 yılında çıkarılan “Mimarlık ve Mühendislik Hakkında Kanun”, mesleğin meşrulaştırılması yolunda önemli bir adım olmuştur.
1933 yılında, ekonominin kalkınmasında katkıları olan Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin Ankara Sergievi binası için düzenlediği uluslararası yarışmayı genç bir Türk mimarı olan Şevki Balmumcu’nun kazanması Türk mimarlık camiası için bir övünç kaynağı olmuştur. Modernist avant- garde’a en çok yaklaşan binalardan biri olan Sergievi (Resim 12) 1940’lı yıllarda Opera binasına dönüştürülecektir.
Dönemin en tutarlı modernist mimarlarından Seyfi Arkan, Akademi eğitimi sonrasında Almanya’da ünlü mimar Hans Poelzig’in yanında çalıştı. Mimar, 1934 yılı tasarımı olan Ankara’daki Hariciye Köşkü ile Atatürk’ün dikkatini çekti. Kendisinden Florya’da Cumhurbaşkanlığı yazlık köşkünü tasarlaması istendi. Ankara’daki İller Bankası (1935-37) ve 1936 yılında uluslararası mimarlık ilkelerinin çok iyi yorumlandığı Çankaya’daki villa (Camlı Köşk Resim 13) önemli yapıları arasındadır.
Bu ilkeler yalnız tek aile için yapılan villa türü konutlarda değil, nüfusun artmasıyla kentlerde dönemin tipik konut şekli olmaya başlayan apartmanlarda da izlenmektedir (Resim 14).
Modern biçimler mimarlığın yanısıra iç döşeme ve mobilyaya da yansıyor, geleneksel Türk evinin iç düzeni yerini batı anlayışında yeni yaşamın gerektirdiği farklı bir düzene bırakıyordu.
Ancak bireysel girişimiyle Sedat Hakkı Eldem konut tasarımlarında geleneksel Türk evinden etkilenerek yeni bir yorum getirmeye çalışmıştır.
Yirminci yüzyıl Türk mimarlığında önemli bir yeri olan Sedad Hakkı Eldem (1808-1988) mimarlık eğitiminden sonra Paris ve Berlin’de çalıştı. Dönüşünde Akademi’de Egli’nin asistanı olarak eğiticiliğe başladı. Pürist-kübist çizgilerle biçimlendirdiği 1930’lardaki birkaç tasarımına rağmen, Eldem’in tüm mimarî yaşantısı gelenek-modern sentezi arayışı üzerinde yoğunlaştı. Türk evine olan hayranlığı ile 1934’te Akademi’de uygulamalı araştırmalar şeklinde Millî Mimarlık Seminerlerini düzenlemiş, 1931’den başlayarak tasarladığı yalı, köşk gibi konutların projelendirmelerinde eski Türk evinden yararlanmıştır. İstanbul’da Prof. A. Ağaoğlu konutu buna bir örnektir (Resim 15).
Dönemin diğer mimarları arasında Aptullah Ziya Kozanoğlu, Hüsnü Tümer, Mimar Zühtü, Bekir İhsan Ünal, Şekip Akalın, ilk Türk kadın mimarlar Münevver Belen ve Leman Tomsu’nun adları sıralanabilir.
Dönem Sonu Gelişmeleri: Neo-Klâsik Üslûp
1930-45 yılları arasında dış ülkelerde ulusçuluğu simgeleyen ve yorumlanmalarında farklılıklar gösteren neo-klâsik üslûbun başlıca özellikleri simetrik düzenlenmiş büyük kütleler, yüksek sütunlu merdivenli giriş, yapı malzemesi olarak kalıcılığı nedeniyle taş kullanımı ve anıtsal ölçektir. Üslûp 1930’lu yıllarda tüm dünyaya yayılmış, ülkemiz mimarlık ortamına da yabancı mimarlar yoluyla girmiştir. İlk örnek Sağlık Bakanlığı’nın ön cephe düzeninde görülür. Bunu Yargıtay binası, ön cepheleriyle Merkez ve Emlâk bankaları ve yüksek sütunlu girişiyle 1937’de biten Ankara Gar binası izler (Resim 16). T.B.M.M. ana girişi ise bu yaklaşımın en tipik örneğini oluşturur. Anıtsallığı ve “ciddî ifadeli” oluşu nedenleriyle devlet yapıları için uygun biçimlenme olarak görülen bu üslûpla şekillenmiş dönem sonunun diğer önemli örnekleri Ankara’dan D.D.Y. İşletmeleri Genel Müdürlük binası, 1938-41 (Resim 17), Adalet Bakanlığı (1936-39) ve A.Ü. Hukuk Fakültesi (1938-40) binalarıdır.
Bu kısa dönemde mimarlık alanında radikal değişimler olmuştur. Tarihe dönük bir mimarî anlayış yerini çağdaş biçimlere bırakırken, bir yandan tasarladıkları binalar ve verdikleri sağlam eğitimle yadsınamayacak katkıları olan yabancı mimarlar, diğer taraftan ürettikleriyle batıdaki örneklerden hiç de geri kalmadıklarını kanıtlayan genç Türk mimarları 1930’lu yılların genel dinamik ortamının da verdiği ivmeyle canlı bir mimarlık atmosferi ve parlak bir dönem yaratmışlardır.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 18 Sayfa: 253-258