Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Cumhuriyet ve Millî Eğitim…

0 13.966

Prof. Dr. Ramazan DEMİR

Cumhuriyetin İmparatorluktan devir aldığı mirası, maddi ve manevi olarak, çok özet düzeyde ifade etmek gerekirse, şöyle söylenebilir: maddi miras; yokluk, fukaralık, gerilik, sefalet ve yüklü borç…

Manevi miras ise, cehalet…

Maddi yokluklar, fukaralık çalışarak giderilebilir, her durumda telafisi mümkün olan şeylerdir. Eğitimli ve bilgili kadrolarınız varsa, tüm yoklukları var etmek mümkündür; zaman içinde…

Fakat eğer bir toplum cahil ise, onun hiçbir şekilde gerilikten, fukaralıktan, bağnazlıktan, sefaletten kurtulması beklenmemelidir. Cumhuriyetin devir aldığı en ağır miras işte bu cehaletti… Bu bağlamda Cumhuriyetin savaş açtığı en büyük düşman da cehalet oldu… Bunu da “milli” olan bir eğitimle yapmayı esas aldı…

***

Kadının adı yok…

Toplumu oluşturan kadın ve erkek nüfus sayımlarında kadınların dikkate alınmadığı bir sistem… Toplumun bir bölümünü yok sayan anlayış…  Kadının “insan” sayılmadığı bir zihniyetten gelen cehalet… Bu manevi mirası nedeniyle kadını toplum dışı varlık olarak algılanmış Osmanlıda… Devletin nüfus sayımlarına kayıt olarak bile dâhil edilmemiştir kadın…

***

Cehalet manzarası…

Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun cehaletini yansıtan somut iki rakam vermek yeterli olabilir; kadın nüfusun sadece binde 4 kadar okur-yazar olduğu, erkeklerin ise sadece yüzde 7 si kadarın bu özellikleri taşıdığını hatırlatalım. Üstelik bu oranlara eğitimli Gayrimüslimler de dâhildir. Sadece Müslüman toplum düşünülürse bu oran epey düşer…

Böylesine kara bir tabloyla karşı karşıya kalan Cumhuriyet ilk hamlelerde “eğitim” konusunu devrimleştirerek toplumu bulunduğu sefalet çukurundan çıkarmakla başlamıştır işe… Cumhuriyet devrimlerinin milli olan bir eğitime ve eğiticiye yönelik olması tesadüfî değildir.

***

Eğitimin milli olması…

Devrimin getirdiği en büyük sorumluluk öğretmenedir; ona verdiği önem ve değer, bu devrimlerin önderi Gazi Paşa’nın yol haritası niteliğindeki kılavuz söylemlerinde saklıdır. Bu kılavuz söylemlerden bazı örnekleri hep birlikte okuyalım:

“En önemli, en temel nokta eğitim sorunudur. Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum durumunda yaşatır; ya da bir milleti tutsaklık ve düşkün­lüğe bırakır.”

“Milli kültürümüz uygar ilkelerle ve özgür düşüncelerle beslenip güçlendirilmelidir… Korkutma temeline dayalı ahlâk bir erdem olmadığı gibi güvenilir bir ahlâk da değil­dir.

“Okul, genç kafalara insanlığa saygıyı, millete ve ülkeye sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir. Ülkesini ve milletini kurtarmak isteyenler, aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmalıdırlar. Bunu sağla­yan okuldur.”

“Ne yazık ki yeryüzündeki yüz milyonlarca Müslüman kitleleri şunun ya da bunun tutsaklık ve aşağılayıcılık zincirleri altındadır. Aldıkları manevî eğitim ve ahlak, onlara bu tutsaklık zincirlerini kıracak insanlık niteliğini vermemiştir, veremiyor; çünkü eğitimlerinin hedefi milli değildir!”

***

Evet, Gazi Paşa bunları söylüyor ve geleceğe yönelik eğitim hedeflerini gösteriyor. Özgürlüğe dayalı milli hedefleri olmayan eğitimin toplumları tutsak olmaktan kurtarmadığını vurguluyor Gazi Paşa…

Bir millet, geleceğin teminatı olarak milli hedeflere uygun yetiştirdiği nesillerde görür. Bunun için de bağımsız varlığının bu eğitimi verecek olan öğretmenlerin yüksek kalitesinde olduğunu bilir. Öğretmene sağladığı  itibar, bulunduğu toplumsal konumuyla doğrudan ilişkilidir.      Dolayısıyla öğretmen niteliğinin kendisine sağlanan şartlarla ve verilen değerle, toplumdaki konuma bağlı olduğunu bir defa daha belirtmekte yarar vardır.

***

Tarihten anımsamalar…

Cumhuriyet idaresi ince diplomasi ile 2.Dünya Savaşına girmeden yoluna devam etti. Savaştan sonra başta savaşanlar olmak üzere pek çok ülke, eğitim konusunu öncelikli konu olarak ele aldılar. Eğitim konusunda öğretmenlerin yetişmişlik derecesi, kalitesi ve toplumdaki konumlarına özenle yer verdiler.

İlginçtir, aynı dönemleri gören ve yaşayan genç Türkiye Cumhuriyeti bunu çok önemsemedi; hâlbuki aynı dönemde çoğulcu demokrasi dönemi başladı. Halkın hür iradesine dayalı bir sistemin temsilcileri vardı devlet yönetiminde; demokratik bir yapılanma söz konusuydu. Bu dönemde, Gazi Paşa döneminde başlatılmış olan hem demokratik hem de laik içerikli, bilimsel düşünüşü kazandırmayı amaçlayan Cumhuriyet eğitimini geliştirilmek şöyle dursun, aksine baltalanmış…

Genç Cum­huriyetin kurcusu Gazi Paşa bir mesaj veriyordu hâlbuki; “gelecek kuşaklar sizin eseriniz olacaktır” dediği öğretmen kitlesi yine istenilen konuma getirilmiyordu. Gazi Paşa tarafından yüceltilen öğretmen kitlesi yine geri plânlara itiliyordu; yönetim anlayışının eğitim ve eğiticiye yaklaşımındaki yanlışlar, gösterilen yol haritasında yücelttiği öğ­retmenlerimiz de sürekli itilip kakılmıştır.

Sonuç, sanki duyarsızlık pirim yapıyordu. Eğitime ve onun mimarı öğretmene karşı takınılan tavır topluma dalgalar halinde yayıldı… Artık duyarsız bir toplum biçimi oluşmaya başladı, “eğitimsizlik” bile tehlike olmaktan çıkmış izlenimini veren anlayış “normal” karşılanmaya alıştırıldı toplum; ama sorumluluk duygu­suna sahip yurttaşları irkiltecek bu sorunlara bir çare aranmak yerine “sorun yumağı” haline dönüşmüş, yap-boz oyuncağına çevrilmiş eğitim sistemi ve kurumlarımız…

Cumhuriyeti anlatacak, savunacak ve koruyacak iki “milli” kurum vardır; “milli eğitim” ve “milli ordu”…

Cumhuriyetin anlatılması, kavranması, ilkelerinin uygulanması için milli olan bir eğitim sistemine; cumhuriyetin savunulup korunması da yine TSK oluşturan “milli ordu” ya ihtiyaç vardı; onlara bu “milli” görev verilmiştir. Onun içindir ki sadece bu iki kurum “milli” sıfatına sahiptir…

***

Cumhuriyet eğitim projesi…

Cumhuriyet mucizesinin en başarılı ve uzun soluklu eğitim projesi olarak bilinen Köy Enstitüleri eğitim projesi, geniş halk kitlelerini etkileyeceği, köylüyü feodal yapı ile gericiliğe karşı aydınlatacağı varsayımı ile hedef haline getirildi; bahaneler uydurularak bu kurumlar kötülendi. Türkiye’de ilk kez demokrasinin habercisi çok partili dönem başlandığında, 1946’da, bu eğitim kurumlarına karşı karalama faaliyeti başladı.

Siyasal iktidarların oy deposu olan köyler ve her türlü feodal egemenliğin baskın olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bu kurumların mutlaka kapatılması gerektiği kararına varıldı. Ekonomik kalkınmaya etki yapacağı noktasında emperyalist güçler de devreye girdiler ve kapatılması için ABD’li uzmanlara rapor hazırlatıldı. Yetmedi, öğret­menlik mes­leğinin kolay iş, uzun tatil ve gü­venli emeklilik olarak algılanmasına sebep olundu…

***

Toplumun değerli varlığı…

Uygar ülkeler, öğretmenlik mesleğinin toplum için en değerli meslek olduğunu anlayarak bu eğitici sınıfın ekonomik koşullarını en iyi duruma getirmek gerektiği noktasında birleşirken, Türkiye’de buna aldırış bile edilmedi. Uygar toplumların yönetimleri, öğretmenlik mes­leğin toplum için en az doktor­luk kadar önemli olduğunu (bize göre çok daha önemli), bunun için de ekonomik ve toplumsal konumunun en iyi düzeyde olması gerektiğine hem fikir oldular. Çünkü onlar milletin “milli” ordularından birini oluşturuyorlardı…

Türkiye bu gerçeği bir türlü kabullenemedi. Gelir dağılımında adaletsiz­likler had safhaya ulaştı. Öğ­retmenlerin kimi öğrencilerinin haftalık harçlıklarından bile daha az aylıkla geçinmeye mecbur edildiği bir ülke haline gelindi. Öğretmenin çaresiz ve zorluklar içinde ek iş yapma ile sınıf arasında bocalamaya mecbur bırakıldı.

Bu bağlamda  öğretmenler arasında ilk fırsatta meslekten ayrılma akımı yaşanmaya başlandı. Pedagojik formasyona sahip gerçek anlamda “öğretmen” “eğitici”  deneyimli kişiler meslekten el çekmeye başladılar.

Öğretmenlik mesleğinde bilgi ve deneyim birikimi sahibi insanlar hayatın getirdiği zorunlu şartlar nedeniyle mesleği terk ettiler böylece öğretmenliğin istikrarlı gelişimi de önlenmiş oldu.

Öğretmen­lerin katılımı sağlanmadan yapılan eğitim seferberlikleri her zaman sonuçsuz kaldı. Eğitim sistemi adeta bir “yap-boz; yaz-sil” tahtasına çevrildi. Yapılan yeni “düzenleme” çalışmaları öğretmenlik mesleğinde ayrıştırmalara da neden oldu.

***

Öğretmenin itibar ölçütleri

Öğretmenin toplumdaki konumu hakkında bazı ölçütler vardır. Bunun örnekleri Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde görülür. Son 50 yıldan beri bu ülkelerde uygulanan temel ilkeler UNESKO ve İLO tarafından geliştirilip önerilen ilkelerdir.

Özellikle uluslar arası karar olması bağlamında UNESCO’nun “karar su­retleri” olarak bilinen ilkeler vardır ve bunlara bağlı kalınır. Bu kararlar Batılı devletler kendi milletleri için gerekli modifikasyonları yaparak uygularlar; öğretmenlik ölçütleri bu uygulamalardır.

***

Uygar toplumların eğitime verdikleri değer oranında eğiticiye de vermektedir. Birey öncelikli değer ise ki öyledir; onun eğitimi öncelikli iştir demektir; bunun yolu da bireyi eğitecek öğretmen ve milli eğitmendir. Milli hedefleri benimsemiş eğitimci olmadan sade bir binanın ya da laboratuarın, ya da sınıfın yeterli olamayacağını bilirler…

Onun için öğretmenin toplumdaki manevi saygınlığına büyük önem verilmektedir. Öğrenciye yön ve manevi şekil verecek olan yine öğretmen olduğu gerçeğinden hareket ederler. Uygar toplumlar şunu çok iyi kavramışlardır; öğretmen, yeni kuşakların zekâsını geliştire­cek tek varlıktır…

Yeni kuşakların kişiliklerinin gelişmesine öğretmen etkilidir. Toplumsal yönetimlerde hak ve hukuk anlayışının topluma egemen olmasında öğretmen etkendir… Katılımcı ve çoğulcu demokra­tik toplumda birey olmak, ailedeki ön eğitimle birlikte okuldaki eğitim temel faktördür. Bireyin kişiliğinin gelişmesine doğrudan etkili olan faktör, şüphesiz ki öğretmendir. Kısacası uygar toplumlar öğretmeni; gelecekteki toplumun oluşmasında rol alan ana faktör olarak görür.

Uygar toplumlarda öğretmen, yeni neslin çağdaş normlara göre eğitimini yapacak değer olarak görülür; öğretmenliği statik meslek olarak görmez; öğretmeni, yeni şartlara göre biçimlendirilecek ve hazırlanacak olan seçkin uzmanlar olarak görmektedir…

 ***

Eğitim sadece okul değil…

Dünyanın da kabul ettiği bir gerçek var; eğitim ile artık yalnız okullar ve üniversiteler ilgilenmiyor. Özel sektörün kurduğu okullar ve üniversiteleri idare edenler sadece eğitimden sorumlu değillerdir. Hükümetler ve kimi kamu görevlileri de yalnız sorumlu tutulmuyor artık.

Peki, kim sorumlu?

Öncelikle toplumlar geleceklerinin  “milli” olan eğitime ve kalifiye eğitimli insanlara bağlı olduğunu biliyorlar; onun için de sıradan vatandaşa varıncaya kadar herkes eğitimle ilgilidir ve elini taşın altına sokmaktadır; eğitimin düzgün yürümesi için sorumluluk duymaktadır.

Çünkü hem bugün hem de gelecek için tüm gençlerinin zekâ ve ye­teneklerini en iyi biçimde değer­lendirilmesini istiyorlar; milletlerinin egemenliğinin bu değerlerin iyi eğitilmesiyle bağlantılı olduğuna inanıyorlar. Bu gerçeği kavramış uygar ülke insanı eğitimin her aşamasıyla yakından ilgilidir.

Öğrenim hedefleri arasında eğitime biçilen rol; öğrenciye belli bilgileri aktarmaktan çok sürekli öğrenme zevki ve yeteneği ka­zandırmaya, çevrelerindeki olup biten olayları yorumlamaya ve sentezlemeye yönelik alışkanlıklar kazandırmak esas alınmaktadır.

Sadece bu da yetmiyor; özellik­le toplumbilimcilerin ve toplumsal refahı sağlayan ekonomik gelişme ve kalkınma süreçlerinde görev alan ekonomist uzmanlarının katkılarını da alarak, ekonomik gelişme için “insan kaynaklarının tam kul­lanımı” konusu da eğitimin zorunlu bir kısmını oluşturmaktadır.

Önceleri ekonomik gelişme için doğal kaynakların yeterli olduğu düşü­nülürken artık bugün böyle düşünülmüyor; esas olan doğal kaynakların verimli kullanılmasıdır. Örneğin insanların hizmetine sunulan limanlar, barajlar, ile­tişim  ve ulaşım ağları, sanayi kuruluşların yapılabilmesi için gerekli olan çok sayıda teknik eleman, yönetici ve işletmeci,  gibi insan kaynaklarının ancak eğitim kurumlarından yetişebileceğinin farkına varılmıştır.

Bu gerçeklerin ışığında sadece bir okul için bir mühür bir müdür ya da üniversite için bir mekân bir dekan düşüncesi geçerli değildir. Bir okul için bina yeterli değil; deney laboratuarı, kitaplık, yetenek geliştirme ortamı önceliklidir; politik mülahazalar ve istihdam amaçlı bir yüksek öğrenim kurumu açmanın rağbet görmediği uygar ülkelerde temel hedef, eğitimin kalitesi ve içeriği ile ulusal serveti arttırma arasında doğru bir ilişki olduğunu, bunun bir eş anlama gel­diği bilinci egemendir.

Uygar toplumlarda eğitimin egemen güç olarak başarılmasındaki lokomotif güç, eğitim mücadelesini ka­zanmış sayılmalarındaki sır, bu ileri düzey bilin­cin toplumda yaygın olarak yerleşmiş olmasındandır.

***

Türkiye’de neler oldu…

İlginçtir; dünyada bu gelişmeler olurken Türkiye hep seyirci kalmıştır. Son elli yılın siyasal iktidarları, çoğun­lukla, eğitim kurumunu çağdaş zorunluluklara uygun bir yönde geliştirecek vizyon ve misyona, programlara sahip ol­mamışlardır.

Dahası, üzülerek kaydedelim ki çağdaşlaşma yönünde tersi yönde çabaların kasıtlı olarak sürdürüldüğü dahi söylenebilir. Toplumun gereklerini öngöremeyen dar görüşlü ve kıt kapasiteli politikacıların devleti idareye talip olmaları bu gelişmeyi baltalayıcı tutum ve davranışları Türk milli eğitimine çok pahalıya mal olmuştur.

***

Ekonomik olarak ortaya çıkan bu adaletsizlik karşısında ebeveynler başta olmak üzere “kamuoyu” seyirci kaldı. Bir insan için en değerli varlık olan yavrularını yetiştir­mekten sorumlu olan öğretmen­ler mağduriyete uğradılar; ekonomik olarak ortalamanın da altında bir dü­zeyde bulunan ve yoksulluğa yaklaşan öğretmenler mutsuz ve başarısız olmaya mecbur edildiler. Öğretmen kitlesinin bu düzeyde kalmasını olağan saymak tek kelimeyle aymazlıktır; kor­kunç bir duyarsızlıktır…

Böyle bir durum karşısında öğretmene söylenecek tek bir söz kalmaz; meslek seçim arifesinde olanlar, haklı ola­rak toplumda güzel bir yer edin­mek isteyen gençler farklı düşünmek mecburiyetinde olurlar. Bir an için kendimizi meslek seçim arifesinde olan gençleri düşünelim; ileride kendilerini ve kuracakları ailelerini ortala­manın altında tutacak bir mesleği niçin seçsinler?

***

Sonuç…

Sonuç olarak şu kanıya varılabilir; toplumun geleceği için “milli” hedefleri olan eğitime ve bu hedeflere uygun yetişmiş eğitici öğretmene ihtiyaç vardır ve bunlara öncelikli, ayrıcalıklı yer ayırmak bir zorunluluktur. Her rejim için olduğu kadar Cumhuriyetin doğru anlaşılması ve değerinin bilinmesi için de ön şarttır… Bu, yalnız ahlâki ve toplumsal bir gereklilik değil, aynı zamanda doğrudan doğruya toplumsal refahı etkileyen ekonomik gerekçeleri de içermektedir. 8.12.2010

www.r-demir.com

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.