Tasarım inşaat ve sonra yeniden inşa aşamasında konut ve sanayi yapıları için uygun imar yasalarının planlanması ve doğru uygulanmasındaki yetersizlik, dünya genelinde meydana gelen doğal afetler sonucunda, sıklıkça felaketler, toplu kayıplarla ve ciddi tahribatla sonuçlanmaktadır. Bu durum, deprem olduğunda Türkiye’de özellikle geçerliliğini korumaktadır.[1]
İnsanların çevreyi ve çevrenin insanları nasıl etkilediğine ilişkin doğal afet kaynakları genellikle determinizm, olasılıkçılık ya da pozitivizm etrafında gelişmiştir. Çağdaş Batı kaynakları ise, afetlere “yol açan” ya da katkıda bulunan insan faaliyetlerini belirleme eğilimleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Palm (1990), Blaikie, Cannon, Davis ve Wisner (1994), Drabek (1986) ve Ebert’in (1993) çalışmaları, doğal afetlerin etkilerini azaltma konusunu değerlendiren kapsamlı çalışmalara verilebilecek iyi örnekler arasındadır.[2]
Depremleri önceden tahmin etmek ya da önlemek imkansızdır, ancak büyük ve şiddetli depremler sonrasında ölü sayısını ve tahribatın çapını azaltmak mümkündür. Açıkçası araştırmalar, doğa olaylarının insan afetleri haline dönüştüğü durumlarda insanların tahribatın büyük kısmına yol açtığını ve bundan sorumlu olduğunu göstermektedir (Blaikie, Cannon, Davis ve Wisner, 1994, s. 3- 4).[3] Bütün idari düzeylerde hükümetler ve vatandaşlar bu mükerrer doğa olaylarını önleyebilir ya da olumsuz sonuçlarını önemli ölçüde azaltabilir. Doğal tehlikelerinin etkisini azaltmaya yönelik bilgi, teknoloji ve yasalar Türkiye’de genellikle mevcutur. Bunların kabul edilmesi ve uygulanması ise çoğunlukla ekonomik, sosyal ve tutumsal kısıtlamalar nedeniyle sınırlı olmaktadır. Sorun, halka bilgi aktarılmasında, geliştirme ve planlama aşamalarının en erken evreleri de binaların takviye edilmesinde ve yeni yapılar için imar yasalarını uygulamaya koymadadır.[4] Bu da, hem insan hem de fiziksel coğrafya unsurlarını içeren karmaşık bir sorundur.
Türkiye ya da başka herhangi bir ulus ne insani, ne ekonomik ne de siyasi açılardan afet olana dek oturup bekleyemez ya da sonraki depreme dek benzer ve kabul edilemez tepkilerini yineleyemez. Neyse ki bunun böyle olması gerekmemektedir ve Türkiye’nin geleceği için böyle olmamalıdır da.
Büyük ölçüde Gediz (1970), Lice (1976), Çaldıran-Muradiye (1977), Erzurum (1983), Erzincan (1992), Dinar (1995), Kocaeli (İzmit) ve Düzce (1999) depremlerinden elde edilen deneyimlere dayalı olan bu araştırma, bu 30 yıllık zaman dilimindeki verilerden yola çıkmakta ve Türkiye’nin “afet yönetimi” olarak adlandırılan deprem etkilerinin azaltılmasında nerede durduğunu değerlendirmektedir.[5]
Ağustos 1999’da, nüfusun yoğun olduğu ve sanayinin kalbi olan Kocaeli çevresinde 7.4[6] şiddetinde bir deprem oldu. Bu, 20. yüzyılda meydana gelen en kötü kent afetlerinden biriydi. Bunun üzerinden daha üç ay geçmeden bu kez Ağustos depreminin meydana geldiği noktaya 80 km uzaklıkta, Düzce’de 7.2 şiddetinde bir deprem daha oldu. Bu depremler, ölümlere depremlerin değil “kötü inşa edilmiş yapıların” yol açtığını bütün ulusa gösterdi. Kocaeli’nde meydana gelen korkunç deprem siyasi, sosyal ve ekonomik artçı şoklara yol açtı. Bu da, son yıllardaki depremlerden öğrenilen ve belki de unutulmuş olan derslere göre hareket edilmesinde bir katalizör görevi üstlenebilir.
Gelişmekte olan diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de deprem mağdurları doğal bir afete, kaderin cilvesine ya da Allah’ın iradesine maruz kalmış insanlar olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir deyişle, doğal tehlikeler ölüme ve tahribata yol açmakta ve savaşlardan farklı olarak bunun sorumlusu insanlar olmamaktadır. Böylesi bir isnat doğru değildir. Deprem afetlerinde görülen kayıp ve tahribatlar genellikle insanların kararlarıyla, seçimleriyle ve faaliyetleriyle yakından ilişkilidir.
Depremler Türkiye için kuşkusuz sürekli bir sorundur. 1970’den bu yana olan yedi deprem sonucunda binlerce insan hayatını kaybetmiş, binlercesi yaralanmış, yanlış alanlara ve kötü inşa edilmiş binlerce yapı çökmüş, diğer ekonomik kayıpların yanında binlerce büyük ve küçükbaş hayvan telef olmuştur. Bu tür sahneler bununla da kalmamaktadır: Afetin hemen ardından makul olmayan ve yetersiz arama-kurtarma çalışmaları, bölgeye akan ulusal ve uluslararası yardımlar, kısa süreli medya öfkesi ve her şeyin yeniden inşa edileceğini vaad eden politikacıların mecburi ziyaretleri gelmektedir. Olayın medyadaki etkisi azaldıkça olay da mağdurlar dışındaki kamuoyu tarafından unutulmaktadır.[7] Bu senaryo Türkiye’de meydana gelecek diğer depremler için böyle olmayabilir. 1999’da Türkiye’nin batısında görülen sismik olaylar olumlu ve uzun vadeli değişiklikler için katalizatör etkisi görebilir. Etkileri azaltma ve örgütlü tepkide görülen başarısızlıklar artık Türk hükümeti ve vatandaşları için kabul edilebilir görünmemektedir.
Depreme Duyarlılık ve Afet Önleme
Önümüzdeki on yıl içerisinde Türkiye’de büyük bir depremin meydana gelmesi kuvvetle muhtemel görünmektedir. Türkiye’nin Alpler-Himalayalar fay hattının aktif sismik bölgesinde yer alması ve özellikle de Kuzey Anadolu fay hattı ülkeyi depreme karşı çok duyarlı hale getirmektedir. Enerji bir anda açığa çıktığında ve hareketler meydana geldiğinde sarsıntı binaların çökmesine; su, elektrik ve yol şebekelerinin hasar görmesine ve yerel, bölgesel ve ulusal sosyal-ekonomik faaliyetlerin sekteye uğramasına yol açacaktır. En kötüsü ise, büyük rakamlarda ölümler meydana gelebilecektir. Türkiye’de 20. yüzyılda meydana gelen 59 önemli depremdeki onaylanan can kaybı 97.000’dir.[8]
Türkiye çok çeşitli doğal tehlikeler ile yüz yüze olmasına karşın, bunlardan en sık görüleni depremdir. Bunun böyle olması normaldir, zira kentlerin %90’ı dahil Türkiye nüfusunun %92’si aktif deprem bölgelerinde yaşamakta, sanayi tesislerinin %75’i ve barajların da %90’ı bu bölgelerde yer almaktadır (Ataç 1995, B1).[9] Türkiye’deki işyerlerinin ve meskenlerin 2/3’ünün tahrip olması ve meydana gelen can kaybının büyük kısmı depremler ve buna ek olarak yetersiz etki azaltma çalışmaları yüzünden olmuştur.
Dinar (1995) ve Kocaeli (1999) depremleri öncesinde Türkiye 20. yüzyıl süresince 55 deprem geçirmiş ve bu depremler büyük can ve mal kaybına yol açmıştır. Bu 55 deprem sonucunda 192.000 can kaybı olmuş ve 410.000 bina hasar görmüştür (Gülkan ve Ergünay, 1992, s. 10). Çoğu binanın yer seçimi doğru değildir. Bu binalar düzgün inşa edilmemişler ve yeterince takviye görmemişlerdir. Bunlar Türkiye genelinde bilinmektedir. Dinar depremi (1995), Erzincan depreminin (1992), sadece 3 yıl ardından meydana geldi ve kamuoyu bilincinde ve medya protestosunda ciddi bir artışa yol açtı (Mitchell, 1996). Kamuoyunun tutumu “artık yeter” biçimindedir. Vatandaşların büyük bölümü çekilen acıların azaltılması ve afetlerden kurtulma adına hükümetlerden eylem beklentisi içerisindedir.[10] Bu itiraz sesleri özellikle kent çevrelerinde güçlüdür.
Kent Duyarlılığı [11]
Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde kent nüfusu yılda %6, buna karşılık genel nüfus %2.3 artmıştır. 1990 yılında Türkiye nüfusunun %55’i kentlerde yaşamakta idi. 21. yüzyıla gelindiğinde bu oranın %70’e ulaşması beklenmekteydi (Parker, 13).
Kentsel büyümenin büyük çoğunluğu, köylülerin Doğu’nun ekonomik açıdan yaşanması güç olan bölgelerinden büyük kentlerin gecekondu kesimlerine göç etmelerinden kaynaklanmaktadır.[12] Bu yerleşim yerleri fazla kalabalıktır ve bu kesimlerde yaşayanlar birçok çevresel ve teknolojik sorunlarla karşılaşmaktadır. Ayrıca, depremden zarar görme riskleri çok fazladır. Bu sorun gittikçe büyümektedir.
Günümüzde Türkiye’nin kentlerindeki meskenlerin %30’u gecekondulardan oluşmaktadır (Çevre Bakanlığı, 1992).[13] Deprem tehdidiyle en fazla yüz yüze olan şehir İzmir’dir. Türkiye’de nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu ve Türkiye’nin ikinci en büyük limanına sahip olan İzmir’de meydana gelebilecek bir deprem 90.000 kişinin hayatını kaybetmesine ve 500.000 kişinin evsiz kalmasına yol açabilir. Türkiye’nin en büyük kenti olan İstanbul’da ise can kaybı olasılığı 40.000 ve evsiz kalacak insan sayısı da 1.100.000’dir.[14] Bu hasar ve can kaybı rakamları, deprem olasılığının en fazla olduğu bölgedeki (I=VIII) yüksek risk kuşağına dayalı öngörülerdir. Üçüncü en riskli kent Bursa’dır. Bursa’yı Doğu Anadolu Bölgesi’nde Erzurum izlemektedir (Coburn, s. 73-76, 1995). Bunun dışında, bu kentler Türkiye’nin en hızlı gelişen kentleridir. Ülke geneline baktığımızda, 11.8 milyon insanın evlerinin tahrip olması riskiyle karşı kaşıya olduğunu görmekteyiz (Coburn, s. 71).
Türkiye’de Afet Etkilerinin Azaltılması: Neler Yapılıyor?
Türkiye, tarih boyunca depremlerden ve diğer doğa olaylarından mağdur olmuştur.[15] Gülkan ve Ergünay, Cumhuriyet öncesinde de ulusal hükümetlerin İstanbul’da 1509 yılında meydana gelen depremden itibaren risk azaltma deneyimleri edindiğini ortaya koymuşlardır (192, s. 3).
Son yüzyıl içerisinde hükümetlerin afetlere yönelik yaklaşımı, yalnızca enkaz kaldırmaktan ve mağdurların zararlarını telafi etmekten ibaret kalmış görünmektedir. Üzücüdür ki, 1939 Erzincan depreminden sonra bile daha tahrip edici birçok deprem olmuş ve 1994 yılında afet öncesi ve sonrası sorumluluklara ilişkin bir yasa çıkarılmıştır.[16]
Türkiye’nin uzun süredir geçirdiği bu afetler sonrasında afetlerdeki faaliyetlerin bütün aşamalarıyla ilgili çok sayıda yasa, yönetmelik çıkarılmış ve aynı yoğunlukta kılavuz ve belgeler yayımlanmıştır.[17] Türkiye’nin ilk sismik haritası ve imar yasaları 1945 yılında yayımlanmıştır. Açıkçası, yaralanmaları ve hasarı önlemeye yönelik en etkin faaliyet kamu binalarını ve özel binaları depreme dayanıklı biçimde inşa etmektir. Şehir planlamasında gösterilecek özen de yaralanmaları ve hasarı azaltıcı rol üstlenecektir.
Kentlerdeki hızlı büyüme, öncelikle kırsal kesimlerden kentlere olan göçten ve plansız kentleşmeden kaynaklanmaktadır. Bunlar da nüfusu aşırı yoğun kentlerde afete duyarlılığın artmasına yol açmaktadır. En belirgin sorun altyapı bulunmamasıdır. Planlayıcılar, 1. ve 2. derecede risk taşıyan deprem bölgelerine olan yoğun göç akışını engelleyecek bölgesel önlemler alabilirler. Normal göç sürecini değiştirmek için kuşkusuz ulusal ekonomi teşvikleri gerekli olacaktır. Keleş ve Geray bu soruna yönelik uygulanabilir çözümler ortaya koymuşlar (1995), gecekondu yerleşim kesimlerinde yatırımlar ve yatırımlara ilişkin özgül stratejiler konusunda önerilerde bulunmuşlardır. Arazilerin kamulaştırılması ve yasadışı evlerin yıkılması kalıcı çözüm getirmeyecektir. İstihdam ve makul arazi satın alma olanakları gibi alternatifler atılabilecek olumlu adımlardır.
Öyle görünmektedir ki, jeolojik olarak sağlam alanlar için geliştirilmiş tam ve standart kamu binaları tasarımları yüksek sismik risk taşıyan alanlarda kullanılmamalıdır. Bazıları, her projenin tek ve duruma bağlı olarak ele alınması gerektiğini ortaya koymuşlardır. Sözgelimi, tıbbi tesisler belki de aşırı yoğun bölgelerden başka yerlere yapılmalıdır. Ne var ki, Türkiye’de bu hiç böyle olmamıştır (Durkin, 1995).[18]
Türk bilim adamları deprem riski taşıyan bölgeleri dikkatli biçimde belgelendirmiş ve bu bölgelerin haritalarını çıkarmışlardır. Ülke, en son sismotektonik teknolojisinden ve sismoloji mühendisliğinden yararlanarak şu an yoğunluk bölgelerine ayrılmış durumdadır. Potansiyel tehlike iyi bilinmekte ve belgelenmekte, ancak, sistematik olarak ulusa açıklanmamaktadır. Gelişen bölgelerde meskenler için gerekli jeolojik alan çalışmaları yapılmamakta ve imar yasaları uygulanmamaktadır. Barajlar da ayrı bir sorun oluşturmaktadır. Açıkçası, ülkedeki barajların yaklaşık 1/3’ü en riskli iki bölgede yer almakta ve 2/3’ü de en riskli üç kombine risk bölgesinde bulunmaktadır. Ergünay ve Gülkan’ın yönelttikleri “Daha tehlikesiz bölgelerde daha uygun alanlar mevcutken hükümet ve uluslararası finansörler barajların yüksek riskli bölgelere inşa edilmesini nasıl açıklayacaklardır?” sorusu, daha fazla araştırma yapıldıktan sonra yeniden sorulmalıdır (Ergünay ve Gülkan, 1990; Parker, s. 18).
1999 depremlerinin şiddeti ve etkileri, Türkiye’yi etki azaltma konusunda önlem almaya zorlamıştır. 1999 yılından bu yana çıkarılan çok sayıda kararname bu gerçeğe delil oluşturmaktadır.[19]
Türkiye’de Meydana Gelen Yedi Depreme Kısa Bir Giriş
20. yüzyılın son 30 yılında (1970-1999) Anadolu’da meydana gelen yedi büyük depremden öğrenilecek çok şey vardır. Gediz, Lice, Erzurum, Erzincan, Dinar, Kocaeli ve Düzce depremlerinin her biri insanların afetlere uyum sağlamasına ilişkin olumlu ve olumsuz deneyimler sağlamaktadır.[20] Yine, her depremden çıkarılan dersler zaman zaman benzer, bazen de farklı olmuştur. Ancak, yalnızca ders çıkarmak etki azaltma önlemlerinin gelecekte uygulanacağının teminatı değildir. Anılar silinmekte, siyasetçiler vaatlerini yerine getirmemekte, hükümetler değişmekte ve tarih aynı acı sonuçlarla tekerrür etmektedir.
Gediz Depremi [21]
28 Mart 1970 gecesi saat 23.02’de Gediz’de Richter ölçeği ile 7.1 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. 1086 kişi hayatını kaybetti ve 1265 kişi yaralandı. En az 19.957 bina tahrip oldu ya da hasar gördü. Olayın meydana geldiği yer, tarih ve zaman göz önüne alındığında Türk hükümetinin, yabancı hükümetlerin ve acil kurtarma ekiplerinin harekete geçmesi çok çabuk oldu. Ağır yağmura rağmen tıbbi ekipler depremden üç gün sonra çevre köylerde hastalıklara karşı aşılama faaliyetlerine başladılar. Birçok ülke ve örgüt kurtarma yardımda bulundu. Özellikle Batı Almanya önemli yardım katkılarında bulundu. Açıkça görünmekte idi ki, Türk hükümeti depremden kaynaklanan yıkımı en aza indirme konusunda çok kaygılı idi ve bunun için bu ve diğer afetler sonrasında yeniden inşa çalışmaları için oldukça büyük miktarlarda kaynak tahsis etti. Öte taraftan, yapılarda kullanılmış olan yontulmamış taşlar ya da kerpiç duvar istinat malzemelerinin orta şiddette depremlere bile dayanmaları mümkün değildi. Beton sütunları bulunmayan yuvarlak kereste iskeletli yapılar ve tuğla binalar da orta (ve güçlü) şiddette depremlere dayanıklı değildi.
Hükümet tarafından inşa edilen evler teslim edildikten sonra köylüler bu evlere taşındılar, ancak, bir süre sonra eski yerlerine dönerek hasarlı evlerini yeniden inşa ettiler. Sonuçta yeni evlerde oturulmadı. Bunlar çürümeye terk edildi ve paraları ödenmedi. Bunun nedeni yer seçimi, inşaat kalitesi, evlerin ve pencerelerin büyüklüğü konusundaki anlaşmazlıklardı.
Yeni evlerin yerleri, jeolojik olarak sağlam alanlara inşa edilecek biçimde seçilmişti. Ancak, evlerin tam konumları ve fiziksel düzenlemeleri planlamacılar tarafından belirlenmişti. Bu konularda köylülere çeşitli alternatifler sunulabilmiş olsaydı, köylüler planlama çalışmalarına katılabilecek ve olasılıkla da daha fazla tatmin edilebileceklerdi. Hasarlı birçok köyde inşa edilen yeni evlerde su tesisatı bulunmaktaydı, ama evlerde su akmıyordu. Bazı köylüler de pencerelerin büyüklüğünden ve yerlerinden memnun değildiler.
Özetle Gediz vakası, hükümet planlayıcıları ile köylüler arasında daha yakın koordinasyon ve anlayışın karşılıklı memnuniyetsizliklerin azaltılmasını sağlayacağını göstermiştir. Gelecekteki yeniden inşa çalışmalarının, harcanan paraların içinde oturulmayacak evlerin inşasına gitmemesi için “ailelere” ilişkin planların da göz önüne alınması gerektiği ortaya konmuştur.
Lice Depremi [22]
İkinci deprem, birincisinden yaklaşık 5 yıl sonra Doğu Anadolu Bölgesi, Diyarbakır iline bağlı Lice yakınlarında meydana geldi. Richter ölçeğiyle 6.9 büyüklüğündeki deprem 6 Eylül 1975 tarihinde, saat 12:20’de meydana geldi ve yaklaşık 2385 kişi öldü, 3339 dolayında kişi de yaralandı. Yaklaşık 16.160 bina tahrip oldu ya da hasar gördü. Depremin olduğu bölgedeki evler zaten faciaya davetiye çıkaran cinsten idi. Briket duvarların kesme direnci çok düşük idi ve toprak damlar duvarlara doğru düzgün bağlı değildi. Duvarlar ve çatılar yerçekimi sayesinde bir arada durmaktaydılar. Sonuç olarak, eski Lice’deki (Yenişehir mahallesi hariç) bütün evler tümüyle tahrip oldu. Ankara’nın arama-kurtarma çalışmaları etkindi ve zamanında afet bölgesine yetişti. Ülkenin kurtarma çalışmalarındaki hızı, ileri planlama çalışmaları sonucunda olmuştu. Varto depreminden sonra acil kurtarma hizmetlerini Doğu Anadolu’da etkin biçimde uygulamaya yönelik geliştirilen planlama sistemi özellikle yararlı olmuştu.
Askeri personel, olaydan üç saat sonra afet bölgesine ulaştı ve kurtarma çalışmalarına başladı. Bağlantısı kesilen köylere ulaştırılacak hayati yardımlar için helikopterler kullanıldı ve enkaz kaldırma çalışmaları ve hayatta kalanları kurtarma çalışmalarının kolaylaştırılması için vinçleri bulunan bir tabur bölgeye sevk edildi. Uluslararası yardım da acilen ve kapsamlı biçimde bölgeye ulaştı. İsviçre’nin deprem bölgesinde bir köy inşa etmesi Yünlüce köylüleri tarafından memnuniyetle karşılandı.
Almanlar Kulp’ta bir okul, hastane ve birçok ev inşa ettiler. Ancak, bu yapıların güzel görünmesi için harcanan parayla hastane ve okulların tefriş edilebileceği yönünde eleştiriler oldu.
Sonuç olarak, Lice’deki yeniden inşa programının maliyetinin önemli ölçüde azaltılabileceği ve yeniden yerleşim programının daha etkin hale geldiği görülmüştür. Mevcut program üzerinde değişiklik yapmanın yollarından biri, hasar gören her köyde kısa vadede elektrik ve su teminine yönelik bir amaç değerlendirmesi olmuştur. 1960’lardan bu yana binlerce yeni ev inşa edilmiştir. Her evde yapılan küçük tasarruflar yeniden inşa kapsamında önemli bir hal almıştır. Bu tasarruflarla köy yollarının yapımı için yatırım yapılabilirdi. Geleneksel evlerin riski asgariye indirgeyerek geliştirilmiş yöntemlerle restore edilmeleri konusuna daha fazla önem verilmelidir.
Erzurum-Kars Depremi [23]
Üçüncü afet de yine Doğu Anadolu Bölgesi’nde meydana geldi. 30 Ekim 1983 sabahı saat 7:12’de Erzurum-Kars yakınlarında Richter ölçeğiyle 6.9 şiddetinde bir deprem oldu. 1155 kişi öldü ve 1142 kişi yaralandı. Afet bölgesinin uzak, hasar gören yerleşim birimlerinin çok fazla olmasına ve kış koşullarına karşın tıbbi yardım mağdurlara olay günü ulaşmaya başladı. Suudi Arabistan’ın 10 milyon dolarlık yardımı da dahil Türkiye’ye önemli miktarda uluslararası yardım geldi. Oltu ilçesinde yardım malzemelerini çalan yerel yönetim görevlileri, 1980 İtalya depreminde olanın tersine kısa süre içerisinde hapse mahkum edildiler. Türkiye’nin en büyük müteahhitlik firmalarından Kutlutaş, mağdurlardan hiç para talep etmeksizin Muratbağı köyünü yeniden inşa edeceğine ilişkin planlarını açıkladı. Avrupa Kalkınma Konseyi, yeniden inşa yardımında bulunacağını beyan etti. Deprem, Türkiye’de sivil idareye dönüş seçimlerinden bir hafta önce meydana geldi. Seçim kampanyalarını yürüten Başbakan adayları Turgut Özal ve Turgut Sunalp bölgede hasar gören köyleri ziyaret ettiler. Turkish Daily News gazetesi Özal ve Sunalp’i “parti propagandalarını yapmak için hiç vakit kaybetmemekle” itham etti.
Özetle, büyük ölçüde kırsal kesimde meydana gelen bu depremin mağdurları aslında ekonomilerinin, inşaat yöntemlerinin, Doğu Anadolu’nun uzak kesimlerinde yerleşmiş olmalarının ve deprem tarih ve zamanının kurbanı olmuşlardır. Ortaya çıkan can ve mal kaybında etkili olan diğer faktörler, zaman etkeni dışında düzgün eğitim, inşaat faaliyetleriyle ve bütün hükümet düzeylerinde alınacak önlemlerle teorik olarak azaltılabilirdi.
Erzincan Depremi [24]
Dördüncü büyük deprem, 13 Mart 1992 tarihinde akşam 7:19’da Erzincan’da meydana geldi. Richter ölçeğiyle 6.8 büyüklüğündeki bu deprem sonrası 541 kişi hayatını kaybetti ve 3850 kişi yaralandı. 30 binin üzerinde yapı hasar gördü. Bunlardan 7 bini tamamen yıkıldı (Gülkan ve Ergünay, 1992; Mitchell 1993).[25]
Deprem gününün ertesinde, 14 Mart 1992 Cumartesi günü Kızılay bölge depolarından çadır, battaniye ve erzak dağıtımı yapılmaya başlandı. Yeterli sayıda Türk doktoru ve hemşiresi ilk müdahale için afet bölgesinde hazırdı. Tıbbi uzmanlardan gelen şikayetler malzeme değil, ekipman ve tesis konusunda idi (Mitchell, 1993, 104).
Mağdurlar için çadırlar hazır değildi. Bu yüzden, köylüler geçici barınaklar inşa etmek için naylon torba ve muşamba kullandılar. Hükümet deprem mağdurlarını 1991 yılında vergiden muaf tuttu. Bir kez daha Yunanistan’dan, Rusya’dan, Suudi Arabistan’dan, Kuveyt’ten, Belçika’dan, Pakistan’dan ve ABD’den acil yardımlar yapıldı.
Bunların yanında, basının depreme gösterdiği ilgi büyüktü ve yer verdiği haberler, duygusal ve sansasyonel olsa da oldukça doğru idi.
Olumsuz yönden bakıldığında, kişisel araştırmalar sonucunda aşağıdaki önemli sonuçlar ortaya çıkmıştır: Can kayıpları ve yaralanmaların büyük kısmına hatalı binalar yol açmıştır; ölüm vakalarında ve yaralılarda deprem sırasındaki çarpmalar, ezilmeler, sıkışmalar sonucunda yaralanmalar, kırıklar, omurga sıkışmaları ve organ parçalanmaları görülmüştür; organize olmayan arama ve kurtarma çalışmaları hayatta kalanlar ve aile üyeleri tarafından anında başlatılmıştır. Bunların çoğu eğitimsiz ve ekipmansız yerel gönüllüler idi; kurtarma çalışmalarına öncelik verilmesinde yavaş kalınmış, kalabalık kontrolü ve ekipman tahsisi konuları eleştirilmiştir; depremin hemen sonrasında ağır enkaz kaldıracak ekipman bulunamamıştır. Depremden bir gün sonra metal kesimi gereksinimi doğmuştur; birçok aile yakınlarını remi makamlara bildirmeden defnetmiştir. Bu yüzden, bazı yetkililer ölü sayısının resmi olarak açıklanandan daha yüksek olduğuna inanmaktadırlar. Yaralı sayısı da muhtemelen bildirilenden fazla idi. Gazeteler Erzurum valisini yetersizlikle ve deneyimsizlikle suçlamışlardır. Diğer şikayetler ise çadırların Sünni çoğunluk ile Alevi azınlık arasında dengesiz dağıtılması olmuştur.
Medyada karaborsacılık, çadırların bazı şahıslarca stoklanması ve imar yasalarının ihlali suçlamaları yer almıştır. Ayrıca, bağlantı kurulamayan köylerin yardım konusunda ihmale uğradıkları da medya tarafından dile getirilmiştir.
Erzincan depremi, ele alınabilecek ve muhtemelen düzeltilebilecek bir kısım sorunları açığa çıkarmıştır. Komuta ve kontrol çalışmalarına dair bazı öneriler şunlardır:
1. Afetin hemen sonrasında harici bir liderlik/karar alma hiyerarşisi oluşturacak bir plan geliştirilmeli ve uygulanmalıdır; 2. Yardım ekibi, erişimin kontrol altında tutulduğu bir kriz merkezi bünyesinde hareket etmelidir; 3. Geçici hijyen sağlamaya yönelik prosedürlerin uygulanması gereklidir; 4. Uluslararası kurtarma ekiplerinin gelecekteki rolleri daha fazla incelenmelidir; 5. Türkiye daha iyi arama-kurtarma teknolojisine ve eğitimine gereksinim duymaktadır; 6. Uluslararası malzeme yardımları Türkiye’ye nakledilmeden önce hükümet tarafından onaylanmalı, yardımları öncelikleri belirlenmelidir. Son olarak komuta ve kontrol, inşaat uygulamaları, tıbbi afet planlaması ve yardım dağıtımı konusunda daha fazla araştırma yapılması gerekecektir.
Dinar Depremi [26]
Dinar Türkiye’nin batısında, Göller Bölgesi’nde yer almaktadır. 1 Ekim 1995 tarihinde saat 17: 57’de ilçede ve çevresinde 6.1 şiddetinde bir deprem meydana geldi ve bu deprem sonucunda 98 kişi hayatını kaybederken 260 kişi yaralandı. Hasarlı 3718 binanın yaklaşık 2/3’ü tamamen tahrip oldu.
Türkiye, depremler sonucu can ve mal kaybı açısından dünyada beşinci sırada yer alır. Topraklarının %90’ı tahrip edici sarsıntılara duyarlıdır. Yıllık ortalama can kaybı 800, yaralı sayısı 1400 ve tahrip olan bina sayısı 4700’dür. Son 30 yıl içerisinde neredeyse bir düzine deprem meydana gelmiştir. Bu yüzden, mağdurların deprem afetleriyle ilgili olarak neye inandıklarını ve bunu nasıl algıladıklarını bilmek önemlidir. Hayatta kalanların gelecekteki afetlerde oluşacak riski azaltma hususundaki bireysel yükümlülükler ve yönetimin yükümlülükleri konusunda söyleyecek neleri vardır?[27] Bu sorular Dinar depremi mağdurları için anket haline getirilmiştir. Türkiye’de tehlike ve risk bilinci, eğitim, acil tepkiler, yardım ve yeniden inşa ile ilgili bir boylamsal analize ilişkin uzun vadeli deprem araştırmaları için fikir ve yardım edinmek üzere küçük bir anket çalışması yürütülmüştür. Ankete katılanlar yaşamlarını aktif bir sismik bölgede geçirmişlerdi. Hepsi de depremin etkilerini hissetmiş ve görmüşlerdi. Afetler konusunda kuşkusuz bildikleri vardı.
Sorular, afet ve afet sonrası tepkilerin planlanmasına ilişkin kamu bilgilerinin ve özel bilgilerin algılanış biçimlerini elde edilecek biçimde hazırlanmıştı. Üzerinde en çok durulan yanıtlar, şu sorulara verilenlerdi: Hükümet depremlerden ders aldı mı? Türkiye vatandaşlarını sonraki afete karşı nasıl hazırlamakta? İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentler bir sonraki afette kaçınılmaz olan can kaybı, yaralanma ve maddi hasar riskine karşı nasıl bir hazırlık içindeler? İnşaat uygulamaları ile ilgili yönetmelikler ve imar yasaları uygulanmakta mı? İnsanlar risk azaltımı için deprem inşaat tasarımının ulusal bir yasa olarak çıkmış olduğundan haberdar mı? Hükümet, kamu binalarını inşa ederken kendi yönetmeliklerine uyuyor mu? Devlet ihaleleri sürekli en düşük teklif sahiplerine mi veriliyor? İnsanlar, inşaat gereksinimlerinin Türkiye’de bölgeden bölgeye değiştiğini biliyor mu? İstatistiksel doğruluk açısından çok küçük olsa da bu pilot anket, şu düşünceleri ortaya çıkarmıştır:
- İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer büyük kentlerde ileride olacak bir depremde can kaybı, yaralı ve maddi hasar riskini azaltma yönünde hazırlıklara ilişkin genel bir inançsızlık ve güvensizlik vardır;
- Risk azaltılması konusunda ilk planlamaya ve mevcut binaların takviye edilmesine dair ulusal bir kötümserlik hakimdir;
- Halk (“Allah’ın elinde olsa da”) gelecekte deprem olacağının bilincindedir;
- Hükümetin yönetmelik ve yasaları uygulama yoluyla risk azaltılmasına uyacağı konusunda güvensizlik vardır;
- Yapıcı öneriler arama-kurtarma çalışmaları ve “daha fazla araştırma yapılması” üzerinde yoğunlaşmaktadır.[28]
Kayıpları en aza indirme adına kamu sektörü ve özel sektör tarafından çok şey yapılabileceği bilinmektedir. Aslında, risk azaltılması imar ve kalkınma faaliyetlerinin planlama aşamalarında gittikçe daha fazla önem kazanmaktadır. Türkiye ise ideal risk azaltma biçimlerini uygulamaktan uzaktır. Dinar depremi, gelecek depremlerdeki muhtemel riskleri azaltmak için çok şey yapılması gerektiğini açıkça göstermiştir.
Kocaeli (İzmit) ve Düzce Depremleri [29]
Dinar depreminden sonraki en büyük deprem 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana geldi. 7.4 şiddetindeki bu deprem Türkiye’nin en yoğun nüfuslu ve sanayinin kalbi olan bölgesini vurdu. Bu deprem, 20. yüzyılda görülen en feci afetlerden biriydi. Üç ay sonra, ilk deprem mahallinin yaklaşık 90 km ötesinde, Düzce’de 7.2 büyüklüğünde başka bir deprem oldu.
Defnedildiği onaylanan ölü sayısı yaklaşık 19.000 idi. Resmi olmayan ölü sayısı ise bundan çok daha fazlaydı. Binlerce kişi yaralandı ve binlercesi de evlerinden oldu. Depremden sonra bu laik ve demokratik ülkede sosyal ve ekonomik kaos ortamı doğdu. Türkiye 3 ay boyunca sağ kalanları yerleştirmeye, evlerini yitirenleri önce çadır kentlerde, sonra geçici prefabrik konutlarda barındırmaya çalıştı. 12 Kasım 1999 tarihinde ise Düzce depremi oldu. Bu kez deprem nüfus yoğunluğunun daha az olduğu, ancak, Ağustos depreminde çok ciddi hasar görmüş bir yörede meydana gelmişti. Birçok köylü, evlerinin ve sahip olduklarının tahrip oluşunu izlerken yakınlarını da yitirdiler. Ağustos depreminde olduğu gibi insanlar yine saniyeler içinde evsiz ve meteliksiz kaldılar. Bir halk önceki depremde eşlerini, çocuklarını, kardeşlerini, evlerini kaybetmiş olmanın duygusal, fiziksel ve psikolojik baskılarını yaşarken yeniden deprem sonrası arama-kurtarma çalışmalarının; barınak, yiyecek- giyecek bulma ve olan bitenle başa çıkma çabalarının içerisine itildi. 12 Kasım 1999’da yaklaşık 1000 kişi hayatını yitirdi. Geride kalan Düzce’de 89.000, Bolu’da 70.000 ve çevre köylerdeki binlerce kişi tarihin tekerrür etmesini izledi.
Türkiye’deki işsizlik hem deprem mağdurları hem de ulusal ekonomi için hala ciddi bir sorundur. Türkiye ciddi ekonomik baskılar altındadır ve ödemeler dengesini düzeltebilmek için sıkı ekonomik tedbirlere başvurmaktadır. Üretim kaybı ve işçi göçünün yanında yeniden inşa maliyetleri, zor durumdaki ekonomiye ağır ek yükler getirmektedir.[30]
Kızılay, harekete geçmekte geç kalması, dağıttığı çadırların zeminlerinin olmaması ve su geçirmesi nedeniyle ağır eleştirilere uğradı. Ölüler için ceset torbası satması da ayrı bir eleştiri konusu oldu. En yoğun eleştiriler ise, sonunda istifa etmeye zorlanan Kızılay Genel Müdürüne yöneltildi.
Gölcük’teki Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın tahrip olması ve birçok üst rütbeli deniz subayının hayatını kaybetmesi askeriyeyi etkiledi.
Özel ve devlet basınının, radyolarının ve televizyonlarının haberleri önceki depremlerden farklı idi. Canlı yayınlar hacim ve süre olarak önceki depremlerdekine oranla çok fazla idi. Birçok televizyon kanalı ve gazete, hükümetin arama-kurtarma ve yardım çalışmalarında gecikmesi üzerine sesini yükseltti. Enkazı çıplak elle kaldırmaya çalışan insanların, yardım isteyen mağdurların ve genel kaosun görüntülerinin canlı yayında yayınlanması Radyo Televizyon Üst Kurulu’nu (RTÜK) harekete geçirdi ve kurum Kanal 6’ya “halkı devlete karşı kin ve nefret duygularına sevk ettiği” ve “halkın moral seviyesini düşürdüğü” gerekçesiyle bir hafta ekran karartma cezası verdi.
Yazılı basında hükümete ve askeriyeye yönelik eleştirilerin dozajı televizyondakilerden de fazla idi.[31] İngilizce basılan saygın Turkish Daily News (TDN) yayınlarının büyük kısmını depremle ilgili olaylara, haberlere ve makalelere ayırdı. Türkiye’nin aşırı yavaş arama-kurtarma çalışmalarını, mağdurların içinde bulundukları sağlıksız koşulları, Doğu Anadolu’dan yığılan işçilere acele ve baştansavma konutlar inşa ettirilmesini, askeriyenin harekete geçmekte gecikmesini, deprem bölgesinde sıkı yönetim ilan edilmemesini ve Kızılay’ın ağır kalmasını eleştirel bir tarzda nakletti.
TDN ayrıca inşaat uygulamalarının, emlak spekülatörlerinin ve düzgün inşa edilmeyen yapıların can kayıplarında ne denli etkili olduğuna ilişkin haberlere geniş yer ayırdı.
Bunların dışında, medya dış yardımlara karşı çok sıcak ve içten bir tavır sergiledi. Ancak, yazılı ve görsel medya Türk hükümetine, baştan savma yapılara göz yumanlara ve özellikle inşaat sanayiinden servet edinenlere çok ciddi eleştiriler yöneltti. Öyle görünmekteydi ki, medya hükümet liderlerinin ve devlet kurumların eleştirilmesini engelleyen yasalara aldırmıyordu.
Kocaeli ve Düzce depremleri, risk azaltma ve acil yönetim faaliyetlerindeki başarısızlıkları göz önüne sermiştir. Geçmişte ve şu an yapılan risk azaltma ve acil yönetim hatalarının halk ve medya tarafından tepkiyle karşılandığı açıkça görülmektedir. “Her zamanki gibi iş yapma” tutumları değişmiştir.
Medyanın acil durum yönetimine yönelik olarak mağdur tepkilerinin, eylemlerinin ve tutumlarının belgelenmesi ve kaydedilmesindeki rolü tartışılmaz idi. Hükümetin arama-kurtarma çalışmaları günler boyunca yavaş kalmış ve bu da birçok televizyon kanalının afet bölgesinden doğrudan yaptığı yayınlarla canlı ve sansürsüz olarak görüntülenmiştir (Sivil arama-kurtarma ekibi AKUT hızla harekete geçmiş ve takdire şayan biçimde çalışmıştır). Bütün Türkiye, hükümetten ve askeriyeden acil yardım bekleyen mağdurların üzerlerindeki büyük gerginliği görmüştür.
Vatandaşların ifade ve eleştiri kısıtlamalarından artık bunaldıkları görülmektedir. Halk ve medya devlet liderlerine, konut planlayıcılarına, müteahhitlere ve hatta askeriyeye karşı güçlü bir muhalif tutum içine girmiş ve bunları yoğun biçimde eleştirmişlerdir. Sağlık Bakanı ve Kızılay Genel Müdürü zamanında ve gerektiği şekilde harekete geçmedikleri için ve duyarsız siyasi demeçleri nedeniyle eleştiri bombardımanına tutulmuşlardır.
Kocaeli depremi,[32] sürekli tekrarlanan acil yönetim hatalarının üniter devletlerde daha fazla özgürleşmeye yol açabileceğini, en etkin acil durum yönetiminin her düzeydeki idari örgütleri harekete geçirip teşvik ettiğini, ve “kaderci” tutumunu değiştirmesi halinde medyanın çok önemli roller oynayabileceğini göstermiştir. Öyle görünmektedir ki, yasadışı inşaat uygulamaları sürdürülebilir tehlike azaltma zincirinin zayıf halkasıdır.
Değerlendirmeye Yönelik Bir Çerçeve
Gediz, Lice, Erzurum, Erzincan ve Dinar depremleri her doğa olayına verilen yerel, ulusal ve uluslararası tepkinin farklı olduğunu, bununla birlikte, genel ulusal tutumun zaman içerisinde değiştiğini göstermiştir. İtalya’da Robert Geipel tarafından gözlemlendiği ve bu çalışma tarafından da desteklendiği üzere, tepki farklılıklar karmaşık olmakla birlikte dört kısımda ele alınabilir: 1. Fiziksel değişkenler, 2. Hükümet faaliyetleri, 3. Sosyal ve ekonomik nedenler ve 4. Mağdurların kültürü:[33]
- Fiziksel Değişkenler
Öncelikle, Erzurum (1983), Lice (1976) ve Erzincan (1992) depremleri Doğu Anadolu’da meydana gelmiştir. Depremde ortaya çıkan enerji, Erzurum ve Lice’de nüfus yoğunluğu daha fazla olan Batı Anadolu’da olabileceğinden daha az sayıda can kaybına yol açmıştır. Ancak, Erzincan depremi büyük bir kent merkezini tahrip etmiştir. Sanayileşmiş Batı Anadolu Bölgesi’ne olan uzaklık, yolların kalitesi, acil yardım malzemelerinin yeri ve depremin oluş zamanı, bu afetler karşısında harekete geçilmesini güçleştiren olumsuz etkenler arasındadır.
Deprem merkezi ve altyapı durumu Gediz (1970), Dinar (1995) ve Kocaeli (1999) depremlerinde daha uygundu. Gediz ve Dinar tarım bölgelerinde bulunmaktadır ve ulaşılması kolay yerleşim yerleridir. Kocaeli depremi geçtiğimiz yüzyıl içerisinde Türkiye’nin başından geçen diğer depremlerle benzerdi, ama aynı zamanda bunlardan çok da farklı idi. Bu deprem çok farklıydı, zira nüfusun yoğun olduğu ve sanayinin kalbi olan Batı Anadolu’da meydana gelmişti. Türkiye’de yapılan üretimin yaklaşık 1/3’ü bu bölgede yapılmakta ve yine Türkiye nüfusunun neredeyse 1/3’ü bu bölgede yaşamaktadır. Daha da önemlisi, buradaki nüfusun büyük kısmı orta-üst sınıftır ve kentli aydınları ve sosyal elitleri temsil etmektedir. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın üçte biri burada üretilir ve bölge ülkenin en iyi üniversiteleri, hastaneleri, medya yoğunluğunu ve turistik yerlerini içinde barındıran kültürel kalbidir. Deprem bu kez Doğu Anadolu’nun uzak, tecrit edilmiş ve fakir illerinde meydana gelmemiş ve geçimlerini çiftçilikten kazanan halkı vurmamıştır. Bu depremin mağdurları arasında üst sınıf kentliler de yer almıştır. Bölge ve duruma bağlı olarak deprem yerleri varlık olarak önem arz etmekteydi.
- Hükümet Kararları
Türkiye’de karar alma hala Osmanlı döneminden etkilenmektedir. Diğer bir deyişle, karar mercii merkezidir. Bürokrasi deprem karşısında harekete geçilmesini geciktirebilir. Neyse ki, Türkiye’de bunun farkına iyiden iyiye varılmıştır ve Gediz, Erzurum, Erzincan depremlerinden elde edilen deneyimler arama-kurtarma, hasar değerlendirmesi, yeniden inşa ve restorasyon konularındaki gelişmelerin uygulanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Yerel yönetimlerin toplumsal karar alma konusunda önceliğe sahip olmaları gereklidir. Bunun dışında, kendileri mağdur hale geldiklerinde yerel yöneticilerin etkinlikleri azalmaktadır. Bu durum Erzincan’da açıkça gözlenmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun idari bürokrasi anlayışının izleri hala görülmektedir ve bu çağdaş kamu idaresini etkilemektedir.
- Sosyal ve Ekonomik Değişkenler
Bu yedi deprem çok pahalıya mal olmuştur.[34] Bütçe açıklarının çok fazla olduğu, enflasyonun dizginlenemediği ve işsizlik oranının çok yüksek olduğu bir ülkede depreme karşı kısa ve uzun vadeli tepkiler bunlardan olumsuz etkilenmektedir. Bunun dışında, yasadışı terörist PKK örgütüne karşı verilen mücadele milli bütçeyi büyük ölçüde kurutmuştur ve afet sonrası iyileştirme programlarının finansmanını etkilemektedir. PKK sorunu önemli ölçüde azalmıştır, ancak, barışın ekonomik getirileri önümüzdeki yıllarda ortaya çıkacaktır.
- Mağdurların Kültürü
“Yabancı”lara ve merkezi yönetime yönelik tutumlar bölgeden bölgeye ve bölgelerin içerisinde farklılık göstermektedir. Daha tutucu kırsal mağdurlar ile kent afet örgütleri arasında özellikle yardımların eşit dağıtılması konusunda hala belli düzeyde güvensizlik ve kuşku bulunmaktadır. Merkezi yönetim bunun farkındadır ve köylülere dağıtılacak yardımların bir kısmını köy idarecileri aracılığıyla dağıtmaktadır.
Halk can kaybının, yaralıların ve yıkılan evlerin normalden çok fazla olmasında sorumluluğu bulunanlardan hesap sorulması konusunda öncekinden çok daha ısrarcıdır. Kamuoyu baskısı sonucunda, geçici binlerce prefabrike konutun mu yoksa kiralanmış olan mevcut geçici evlerin, otellerin ve boş binaların yerine kalıcı konutların mı yeniden inşasına başlanacağı konusunda meclis müzakereleri yapılmıştır.[35] Kamuoyu tepkileri sonucunda daha fazla ifade özgürlüğü ve ihalelerin ulusal ve yerel yetkililer tarafından değil kamu ihaleleri sonucu verilmesi sayesinde inşaat kalitesinin kontrolü adına anayasa değişikliklerine yönelik talepler ortaya çıkmıştır.
İfadeye yönelik kısıtlamalar, gittikçe artan tepkilere yol açtığı için, Türkiye’deki bazı “duyarlıkların” değişebileceği görülmektedir. Halk ve medya yöneticilere, konut tasarımcılarına, müteahhitlere ve hatta askeriyeye karşı güçlü bir muhalefet sergilemiş ve eleştiriler yöneltmiştir. 1999 yılında Sağlık Bakanı ve Kızılay Genel Müdürü zamanında ve gerektiği şekilde harekete geçmedikleri için ve duyarsız siyasi demeçleri nedeniyle eleştiri bombardımanına tutulmuşlardır.
Hükümetin gazetelere (Radikal) ve televizyonlara (Kanal 6) yönelik sansür ve kapatma tehditleri geçmişe oranla azalmış görünmektedir.
Devletin yürüttüğü çalışmalara, özellikle olağanüstü yavaş ve örgütsüz acil tepkilere, deprem barınaklarının sayısına ve kalitesine, hala hayatta kalanlar kurtarılabilecekken arama-kurtarma ekiplerine ağır ekipman temininde yavaş kalınmasına, inşaat uygulamalarında işlenen muhtemel suçlara, afet üzerinden uzun süre geçmesine karşın hijyenik tesisler oluşturulmamasına, su ve barınak olanaklarının yetersizliğine karşı gerçekleştirilen gösteriler, statükoya karşı önceden ülkede pek alışılmamış büyük bir memnuniyetsizlik duyulduğunu göstermiştir.
Hükümet bunun farkındadır. Genel olarak Türk halkı da bunun farkındadır. Bu vaka çalışmaları, çok büyük ve önemli bir sorunun ancak ulusal fonların deprem riskini azaltmak için tahsisine öncelik verilmesine ilişkin siyasi girişimlerle çözülebileceğini ortaya koymuştur. Kamu fonları kuşkusuz sınırlıdır ve diğer sosyo-politik sorunlar ve sıkıntılar da yığılmış durumdadır. Fakat fonları yaşam kurtaracak, yaralanmaları önleyecek ve inşa edilmiş çevreye gelecek hasarı en aza indirecek biçimde tahsis etme adına siyasi kararlar alma olanağı doğmuş durumdadır.
Sonuçlar
Dünya genelinde doğal afet riskini önleme ya da en aza indirme konusunda atılacak ilk adım, bu afetlere duyarlığın siyasi, sosyal ve ekonomik faaliyetlerin sonucu olduğunu kabul etmektir. Depremler afet mekanizmasını tetikliyor olabilir, ancak can ve mal kaybının temel nedeni daha çok insanların faaliyetleri ve politikalarıdır. Hassasiyet büyük ölçüde insanların depremden önce, deprem sırasında ve depremden sonra ne yaptıklarına bağlıdır. Türkiye’de durum kesinlikle böyledir. Türkiye doğal afetlere istisnai biçimde duyarlıdır. Türkiye’nin büyük şehirlerinden herhangi birinde, özellikle Ankara, İzmir ve İstanbul gibi büyük kentlerinde olacak bir deprem, Türkiye’deki risk azaltma çalışmalarının şu anki durumuna bakıldığında feci sonuçlara yol açacaktır.
Türk hükümeti de dahil hiçbir ulusal hükümet kendi başına şehirleri tek tek herkes için güvenli hale getiremez. Bir kentin gelişimi, altyapısının yeri, kamu sektörüne ve özel sektöre ait ana hastane ve okulların yeri, kamu binalarının yerleri, kamu meskenlerinin ve özel meskenlerin inşaat kalitesi depremin yol açacağı hasarı etkileyecektir. Daha güvenli bir toplum, halkın bilinçlenmesi, ilgi göstermesi, motivasyonuyla ve yerel yönetimler, ulusal hükümet, inşaat sanayii, özel sektör şirketleri ve toplum örgütleri tarafından alınacak risk azaltma önlemleri sayesinde olacaktır. Türkiye bu amaçlar doğrultusunda yıllarca çaba göstermiştir. Bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, yapılacak daha çok şey vardır. Ulusal risk azaltma vizyonunun ve planının uygulamaya konması Türkiye’nin sürdürülebilir geleceği için çok önemlidir.[36]
Türk hükümeti ve halkı, belki önümüzdeki yıl, belki de önümüzdeki 10-20 yıl içerisinde yine şiddetli bir deprem olacağını bilmektedir. Kimse bunun kesin zamanını kestiremez. Ancak, bu kaçınılmaz olduğu için, şu an alınacak önlemler “sonraki depremde” meydana gelebilecek trajik sonuçların yol açacağı riskleri azaltacaktır.
Baylor Üniversitesi Uluslararası Eğitim Merkezi / A.B.D.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 527- 537
Not: Deprem Mühendisliği Araştırma Enstitüsüne (EERI), Çok Branşlı Deprem Mühendisliği Merkezine (MCEER), Birleşik Devletler Ulusal Bilim Vakfı’na, Kandilli Rasathanesi’ndeki, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki, İstanbul Üniversitesi’ndeki, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki, Bilkent Üniversitesi’ndeki ve Baylor Üniversitesindeki meslektaşlarıma müteşekkirim. Yazar, böylesi travmatik, duygusal ve telaşlı bir dönemde yardımlarını esirgemeyen mağdurlara ve mağdur olmayan insanlara özellikle teşekkür ederim. Yıllardır desteklerini gördüğüm Sayın Gürsel Hancı’ya, Hussein Fawaz’a, Veronica Wayner’e, Aktay Ergünay’a, Prof. Dr. Polat Gülkan’a ve Prof. Dr. Nazmiye Özgüç’e ayrıca teşekkür borçluyum.