Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Cumhuriyet Dönemi Türkiye-İran İlişkileri

0 11.217

Doç. Dr. Gökhan ÇETİNSAYA

Türkiye-İran ilişkilerine tarihsel olarak bakıldığında sürekli çekişmeler ve dönem dönem savaşlarla dolu olduğu görülür. İran’da Şii Safevi Devleti’nin kuruluşundan itibaren iki taraf ya karşılıklı savaşmışlar ya da birbirlerini zayıf buldukları anda üzerine giderek istediklerini elde etmekten çekinmemişlerdir. İki ülke Doğu Anadolu-İran Azerbaycanı ve Irak-Batı İran üzerinde bir yönüyle dini ve siyasi, diğer yönüyle stratejik ve mali sebeplerle toprak kazanmaya yönelik mücadelelerini sürdürdüler. Osmanlılar için Azerbaycan ve Kafkasya, İran için Irak hedefti. Bu rekabet 19. yüzyılda Batı emperyalizmi karşısında zaman zaman dayanışmaya dönüşse de, aslında 1918’e kadar devam etmiştir.[1]

Kurtuluş Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na

1920’lerin ilk yarısında iki komşu ülkenin, Rıza Han İran’ı ve Mustafa Kemal Türkiyesi’nin, dış politika amaçları ve çıkarları örtüşmekteydi. 1921 Şubatı’nda Rıza Han isminde milliyetçi bir subay hükümet darbesi yaparak siyasi kaosa son vermiş, önce ordu komutanı ve milli savunma bakanı, daha sonra başbakan olarak İran’ın iç ve dış politikasında söz sahibi olmuştu. Milliyetçi, anti- emperyalist, tam bağımsızlıkçı ve dini/mezhebi önyargılardan arınmış iki rejimin de ortak düşmanı İngiltere, kısa vadeli dostu Sovyet Rusya idi. Bu doğrultuda işbirliği yapmaktan ve birbirlerine ‘manevi’ destek vermekten kaçınmamışlardır. İran hükümeti İstanbul’daki elçisini korurken, 1922 Haziranı’nda Ankara hükümeti nezdine de bir elçi göndermiştir. Ankara hükümetinin ilk büyükelçisi, Muhittin Paşa, ise 1922 Sonbaharında atandığı görevine 1923 Şubatı’nda başlamıştır. Her iki tarafın devlet adamları her vesileyle sıcak ve samimi mesajlar vermekten kaçınmadılar. İleriye yönelik işbirliği ve dayanışma için gerekli ortam mevcuttu. Ancak Türk ve İran milliyetçiliklerinin uzlaşamadığı konular, iki ülkenin birbirine zıt politikaları ve tehdit algılamaları kısa zamanda su yüzüne çıkmakta gecikmedi.[2]

Türkiye-İran sınırının iki tarafında yaşayan yarı-göçebe Kürt aşiretleri ‘sınır tanımaz’ bir şekilde davranmaktaydılar. İki ülke arasındaki sınırı tam olarak belirleme çalışmaları bütün Tanzimat ve II. Meşrutiyet dönemleri boyunca devam etmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışıyla kesilmişti.[3] Aşiretlerin karşılıklı sınır-ötesi geçişleri ve bunun yarattığı problemler, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürt meselesi siyasi bir boyut kazandıkça daha da kaygı verici olmaya başlamıştır. İki ülkenin kendi sınırları içerisinde yaşayan Kürtlere karşı uyguladığı farklı politikalar birbirleri açısından endişe kaynağıydı. İki taraf da birbirinin ‘bağımsız/özerk bir Kürt devleti’ni desteklediği ya da destekleyebileceği şüphesi içindeydi. Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye’de Kürt meselesi isyanlarla büyüdükçe Ankara’nın en büyük endişelerinden biri İran’ın ‘Kürt kartı’nı kullanabileceğidir.[4] Buna karşılık İran’ın en büyük kaygılarından biri Türkiye’nin ‘Azeri kartı’nı oynayabileceğiydi. İran’ın Türkiye sınırında önemli miktarda Azeri nüfus yaşamaktadır ve Azeri milliyetçiliği Tahran için ciddi bir endişe kaynağıdır. Ayrıca Azeri milliyetçilerinin en önemlileri o sırada Türkiye’de yaşamaktadırlar.[5]

İki ülke için bir diğer endişe kaynağı ise birbirlerinin bölgedeki iki büyük güç olan Sovyet Rusya ve İngiltere ile olan ilişkileridir. Türkiye’nin en büyük endişelerinden biri güçsüz bir İran’ın etnik problemler sonucu parçalanması ve Sovyetlerin işgaline uğraması veya İngiltere’nin Ortadoğu’nun her yerinde yaptığı gibi İran’ı da nüfuzu altına almasıdır. Türkiye hiç olmazsa doğu sınırında bağımsız bir İran’ın yaşamasına hayati bir önem atfetmiş, örneğin İran’ın Azerbaycan’da uyguladığı sert politikalara ses çıkarmamıştır. Öte yandan İngiltere ile olduğu kadar Sovyetlerle de ciddi problemleri olan İran’ın en büyük endişelerinden biri ise Türkiye’nin Sovyetlerle yakın bir işbirliği içine girmesidir. Bu nedenle Kürt meselesinde Türkiye karşısında daima geri adım atmak ihtiyacını hissetmiştir.[6]

Türkiye’nin İran’ı Sovyetler Birliği ve İngiltere’den bağımsız ve kendi tarafında görme isteğinin en önemli göstergelerinden biri Türkiye’nin İran’da da cumhuriyet ilan edilmesi için gösterdiği çaba olmuştur (Sonbahar 1923-İlkbahar 1924). Türkiye’nin teşviki sonucu Rıza Han, ordu, basın ve bir kısım milletvekillerini arkasına alarak cumhuriyet ilanı için bir kampanya başlatmıştı. Ancak cumhuriyet taraftarlarının kamuoyunda giderek ağırlık kazandığı bir sırada Türkiye’de Hilafetin kaldırılması bütün planları alt üst etti (Mart 1924). İran’da büyük ağırlığı olan din adamları Rıza Han’ın cumhuriyet isteğini Türkiye’deki gibi din karşıtı politikalar için bir zemin hazırlığı olarak görerek muhalefete başladılar. Sonunda Rıza Han monarşiyi seçmiş ve 1925 İlkbaharında Rıza Şah Pehlevi olarak taç giymiştir.[7]

1925’ten itibaren Türkiye’de başlayan ve aralıklarla devam eden Kürt isyanları iki ülke ilişkilerini sürekli gerilim halinde tutmuştur.[8] Özellikle Ağrı bölgesindeki isyanlar Türkiye’yi zora sokmaktadır: isyancılar İran sınırını rahatça kullanmakta, İran tarafındaki aşiretlerden yardım almakta ve Türkiye topraklarında sıkıştırılınca kolayca İran’a kaçmaktaydılar. Türkiye’nin protestoları karşısında önce 22 Nisan 1926’da Tahran’da bir güvenlik ve dostluk antlaşması imzalandı. Bu da sorunları çözmeyince 15 Haziran 1928’de 1926 antlaşmasına ek bir protokol imzalandı.[9] Ama bu da yeterli olmayacak, 1930 Ağrı İsyanı ilişkileri kopma noktasına getirecektir. Türk basınında İran aleyhtarı bir kampanya başlamıştır: Sınırdaki olaylardan İran hükümeti sorumlu tutulmakta, asilerin sınırı kullandıkları ve İran tarafından her türlü yardım, silah ve mühimmat aldıkları yazılmaktaydı. Bir yandan büyükelçi değiştirilerek, diğer yandan sert protestolarla İran’ın asilere karşı işbirliği sağlanacaktır.[10] Nitekim yaklaşık iki yıllık yoğun bir diplomasi sonucunda Türkiye’nin isteği olacak ve İran Türkiye’nin isyanları kolayca bastırabilmek için talep ettiği sınır değişikliklerine evet diyecektir. 23 Ocak 1932’de imzalanan sınır antlaşmasına göre Ağrı Dağı’nın tamamının Türkiye topraklarına katılması karşılığında İran’a Van sınırında bir toprak parçası (Kotur) verilmiştir.[11]

1930’ların başından itibaren İran’la kurulmaya başlanan iyi ilişkiler doruk noktasına Rıza Şah’ın 1934 yılındaki Türkiye ziyareti ile ulaşmıştır. Şah’ın bu gezisi hem iki ülke ilişkilerinin her alanda gelişmesinde bir basamak olurken hem de bölgesel bir işbirliği teşebbüsü olan Sadabad Paktı’na giden yolda önemli bir adım olmuştur.[12] 1930’larda yine İngiltere ve Sovyet Rusya arasında sıkışıp kalan ve bu iki ülkeyle ilişkilerinde problemler yaşayan Rıza Şah’ın en büyük hedefi, bir yandan Almanya ve ABD gibi ülkelerle ilişkileri geliştirmek diğer yandan Türkiye, Irak ve Afganistan’la iyi ve kalıcı ilişkiler kurmaktı. Sadabad Paktı’nın öngörüşmeleri Türkiye, İran ve Irak arasında 1933’te başlamış ve paktın metni üzerinde daha 1935’te mutabık kalınarak parafe edilmişti. Ama ortaya çıkan bazı sorunlar (İran ve Irak arasındaki Şattü’l-Arab ve pakta Afganistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin katılıp katılmayacağı meseleleri) resmen imzalanmasını 1937 Temmuzu’na kadar geciktirdi. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanan Sadabad Paktı bir savunma anlaşması değildi; ülkelerin birbirlerine karşı saldırıdan ve kışkırtmalardan kaçınmak ve bölgede barışı korumak üzere aralarında danışmalar yapılması temeline dayalı bölgesel bir siyasal işbirliği sistemiydi.[13]

Ancak İkinci Dünya Savaşı’na giden yolda uluslararası ve bölgesel gelişmeler Sadabad Paktı’nın yaşamasına izin vermeyecektir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Türkiye ve İran’ın yolları ayrıldı; her iki ülke de kendi problemleriyle meşgul oldu. Savaşın başında İran tarafsızlığını ilan etmişti. Ancak Sovyetler Birliği’nin İngiltere ile müttefik olmasından sonra gerek transit yolu garantiye almak gerekse Alman nüfuzunu kırmak için 1941 Ağustosu’nda iki ülke İran’ı kuzeyden ve güneyden işgal ettiler. Rıza Şah oğlu adına tahttan feragat ederek ülkeyi terk etti. Ocak 1942’de İran, İngiltere ve Sovyetler Birliği ile ittifak anlaşması imzaladı.[14] Bu dönemde Türkiye İran’ın toprak bütünlüğünden ve Sovyetlerin İran’daki varlığından, özellikle de Kürt ve Azeri milliyetçiliklerinin teşvik edilmesinden ciddi bir rahatsızlık duymuştur. Bu rahatsızlığını İngilizlere her fırsatta dile getirmesine rağmen savaşın gelişmeleri içerisinde sesini duyuramamıştır. Savaşın bitiminde Sovyetlerin İran’da kurdurduğu Kürt ve Azeri cumhuriyetleri Türkiye’nin kaygılarını haklı çıkaracaktır. Ayrıca İran’daki Türk menşeli aşiretlerden Kaşgayların Almanya’ya yakın durdukları için İngilizlerce cezalandırılmak istenmesi Türkiye’nin tepkisiyle karşılaşmıştır.[15]

Soğuk Savaş Yılları

Türkiye ve İran’ın yolları İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle tekrar kesişmeye başladı. Sovyet Rusya’nın tehdidiyle karşılaşan iki ülke de Batı bloğuna yönelmeye başladılar.[16] Ama uluslararası arenada benzer problemlerle karşılaşmalarına ve benzer politikaları benimsemelerine rağmen siyasi, iktisadi ve askeri ilişkilerinin gelişmesi yaklaşık on yıl sürmüştür. Bu durum çeşitli iç ve dış faktörlerle izah edilebilir: ABD dış politikası; Sovyetler Birliği-İran ilişkileri; İngiltere-İran ilişkileri; iki ülkenin kendilerine özgü iç yapıları; ve askeri dengesizlik.[17]

ABD, dış politikasında, Türkiye ve Yunanistan’a ayrı İran’a ayrı çerçevelerde yaklaşmaktaydı. İran ile Sovyetler Birliği arasında çeşitli problemler vardı ve kendisi de Sovyet tehdidi altında olan bir Türkiye’nin kendi güvenliğini garantiye almadan İran’la yakın ilişkiye girmesi Sovyet tehlikesini arttırabilirdi. İran ile İngiltere arasındaki anlaşmazlıklar, özellikle petrol anlaşmazlığı çözülmeden Türkiye’nin İran’la yakınlaşması Türkiye’nin bel bağladığı Batılı müttefikleri rahatsız edebilirdi. İki ülkenin kendine özgü iç yapısını, siyasi ve sosyal problemlerinin kendine özgülüğünü de hesaba katmalıyız. İran’ın iç ve dış politikasında istikrarsızlık hakimdi. İran’da tarihsel olarak Türkiye’ye olumlu ve olumsuz bakan politikacılar ve bürokratlar vardı; bunların iktidar mücadelesindeki başarılarına göre Türkiye’ye olan yaklaşım değişiyordu. Aynı zamanda iç politikada milliyetçilik ve dış politikada tam tarafsızlık eğilimi kamuoyunda giderek ağırlık kazanıyordu. Belli sürelerle Türkiye yanlısı politikacılar iktidara gelseler bile yoğun kamuoyu baskısı onları planlarını gerçekleştirmekten alıkoymuştur. Ayrıca, İran ordusu 1941 yılındaki İngiliz-Sovyet ortak işgali sırasında çökmüş ve bir daha toparlanamamıştı. 1946’da İran ordusu yüz bin kişi tahmin olunuyordu. Bu rakam 1953’de yüz yirmi bine ulaşırken, iki yüz bini bulması 1960’ların ilk yarısında mümkün olacaktır. Dolayısıyla askeri bir işbirliğinin zemini de henüz hazır değildi. Üstelik İran’da belli kesimlerde Türkiye’ye karşı bir çekingenlik vardı. Güçlü bir Türkiye ile güçsüz bir İran işbirliğine veya ittifaka girdikleri takdirde Türkiye doğal olarak hakim güç konumuna geçecekti. Zaten, Türkiye de bu dönemde Batı bloğu içinde güvenliğini sağlama almadan Ortadoğu’daki komşularıyla herhangi bir işbirliği ya da ittifak ilişkisine girmeme tavrını benimsemişti.[18]

Türkiye tıpkı Yunanistan’a yaptığı gibi Sovyet tehdidi altında olan hiç bir komşusuyla kötü geçinmek niyetinde değildi. Problem yaratabilecek konular varsa da gündeme getirilmekten kaçınıldı. 1945 sonrasında Şah’ın, bazı İran’lı devlet adamlarının ve ABD’nin arzusuna rağmen ilişkiler iki ticari (20/3/1951 tarihli Hava Ulaştırma ve 28/12/1949 tarihli Ödeme) antlaşma, ve birkaç sportif ve kültürel alışverişten öteye gidemedi. Üstelik İran iç politikasında bir yandan Musaddık ile temsil edilen İran milliyetçiliğinin ve bunun dış politikadaki tezahürü olan tam tarafsızlık görüşünün hakim olması, diğer yandan Sovyet yanlısı Tudeh partisinin güç kazanması, aynı dönemde Batı bloğu içerisinde yerini sağlamlaştırmaya ve aktif bir rol oynamaya başlayan Türkiye ile İran’ın ilişkilerindeki gerginlikleri arttırdı. Musaddık’ın iktidara gelmesi öncesindeki bu dönemde iki ülke arasındaki gerilimin dışa yansıması ‘basın savaşları’ şeklinde olmuştur. İki ülke basınının karşılıklı söz düellosunu tasvir eden ‘basın savaşları’ o günlerden bu günlere iki ülke ilişkilerinin değişmez özelliklerinden biri olacaktır.[19]

Musaddık dönemi ise (Mayıs 1951-Ağustos 1953) Türkiye-İran ilişkilerinin iyice gerginleştiği, kopma noktasına geldiği bir dönem olmuştur. Türkiye Musaddık hareketinden rahatsızdı. İran’da güçlenen Komünist hareketi de hesaba katarak, Musaddık’ın izlediği siyaseti İran’ı istikrarsızlığa ve iç kargaşalığa sürükleyecek ve böylece Sovyetlere bölgede avantaj kazandıracak bir araç olarak görüyordu. Türkiye’nin Musaddık rejimine bir Sovyet komplosu olarak yaklaşması ve petrol meselesinin gündeme geldiği uluslararası platformlarda İngiltere’yi desteklemesi ilişkileri en alt düzeye indirmiş ve yeni ‘basın savaşları’na yol açmıştır. Türkiye bu dönemde İran’a uygulanan petrol ambargosuna da uymuştur.

1950’li yılların ilk yarısı Ortadoğu savunmasına çözüm arayışları dönemidir. Türkiye’nin de aktif olarak katıldığı bu ittifak teşebbüslerinde İran’a doğal olarak yer verilmemiştir. Musaddık devrildikten sonra bile Ağustos 1954’de İngiltere ile yeni bir petrol antlaşması imzalayana kadar İran bu hesaplar içine dahil edilmeyecektir. ABD Musaddık sonrası dönemde Türkiye-İran yakınlaşmasını sürekli teşvik etmesine rağmen, İran böyle bir ittifak/pakt için ideal bir üye görülmemektedir. Hem askeri bakımdan zayıftır hem de tam tarafsızlık eğilimi kamuoyunda Musaddık sonrasında da hakim olmaya devam etmektedir. Türkiye-İran ilişkileri bu dönemde iki ülkenin kendi saikleri ve çıkar algılamaları doğrultusunda değil, genellikle ABD’nin çizdiği yörüngede gelişecektir. Sonuçta, ABD’nin (son aşamada tereddüt gösterse de) teşviki, Türkiye’nin arzusu ve Şah’ın kendi şahsi teşebbüsü sonucu 1955 Kasımı’nda İran da Bağdat Paktı’na dahil oldu.[20]

Ancak kurulması için bu kadar uğraşılan Bağdat Paktı ve 1959’da Irak ayrıldıktan sonraki ismiyle CENTO (Merkezi Antlaşma Teşkilatı) bekleneni verememiş ve başarısız bir örgüt olarak kalmıştır. Her üyenin katılım amacı ve beklentileri farklı farklıdır ve bunlar zaman içinde uyuşturulamamıştır. Örneğin İran NATO benzeri bir güvenlik şemsiyesi yaratılması beklentisi içindeydi. Beklediklerini bulamayan İran (ve Pakistan) 1960’lı yıllarda giderek CENTO’ya sırt çevirmeye başlamışlardır. Üstelik aynı dönemde yumuşama süreci ile birlikte ABD’nin CENTO’ya ilgisi azalırken, Türkiye de dış politikasına farklı bir yön vermeye çalışmaktadır. Bununla birlikte CENTO Türkiye ve İran arasında ticaret, ulaşım ve iletişim alanlarında bazı işbirliği ve gelişmelere vesile olmuştur. İşte bu iktisadi, teknik ve kültürel işbirliğini geliştirmek arzusudur ki Türkiye, İran ve Pakistan arasında Kalkınma için Bölgesel İşbirliği Teşkilatı’nın (RCD) kurulmasını hazırlamıştır. 1964’te kurulan RCD yine sınırlı bir örgüt olarak kalmasına rağmen ticaret, ulaşım ve iletişim alanlarında belli başarılara imza atmıştır.[21]

1960’larda Türkiye-İran ilişkilerinin yeni bir çerçeveye oturduğunu, ABD çerçevesinden çıkarak doğrudan iki ülke çıkarları açısından tanımlanmaya başladığını görüyoruz. Türkiye bir yandan dış politikasındaki ahde vefa ilkesi gereğince CENTO’ya bağlılığını korurken, diğer yandan yeni benimsediği çok yönlü dış politikasına uygun olarak İran’la ilişkilerini sağlam bir zeminde tutmaya çaba göstermiştir. Özellikle 1960’ların ikinci yarısında Adalet Partisi hükümetlerinin Türkiye’nin çıkarları açısından CENTO’yu yaşatmak ve Türkiye-İran ilişkilerini belirli bir seviyede tutmak için çaba gösterdiklerini görüyoruz. Bu dönemde ikili ilişkilerin bir yandan CENTO-RCD (yani siyasi, iktisadi ve askeri işbirliği) boyutunda devam ettiğini, diğer boyutun ise iki ülke arasında tekrar problem haline gelmeye başlayan bazı sınır güvenliği meseleleri ve Kürtler konusunda oluştuğunu söyleyebiliriz. Özellikle 60’ların ikinci yarısında Şah’ın Irak’ta yükselen Kürt hareketini desteklemesi Türkiye için kaygı verici olmuştur. Bu bakımdan Türkiye kendi çıkarları açısından tehlikeli bir hal almaya başlayan İran-Irak ilişkilerinde arabuluculuk rolü oynamaya teşebbüs edecektir. İran açısından ise Türkiye’de bu yıllarda özellikle sol çevrelerde yer alan Şah aleyhtarı yazılar/beyanlar ve Türkiye’de okuyan İranlı öğrencilerin rejim muhalifi faaliyetleri rahatsız edici olmuştur.[22]

1973-74 yıllarıyla birlikte iki ülke arasında 1945 sonrası oluşan denge siyasi, iktisadi ve askeri bakımlardan bozulmaya başlamıştır. Türkiye 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası siyasi yalnızlığı ve ekonomik sıkıntıları yaşarken, İran 1973-74 petrol krizi sonrası itibarı ve zenginliği yaşamaya başlamıştır. Türkiye Amerikan silah ambargosu sonucu askeri bakımdan zayıflarken, İran sınırsız silahlanarak askeri bakımdan güçleniyordu. Türk-Amerikan ilişkileri bozulurken, İran (Suudi Arabistan’la birlikte) ABD’nin bölgedeki baş dayanağı haline gelmiştir. Türkiye bu dönemde İran’la ilişkilere önem vermiş, üst düzey ziyaretler gerçekleştirilmiştir. Ancak petrol alımında kendisinden kolaylıklar istenen Şah bunu kabule yanaşmayınca Türk siyasi elitlerinde İran’a karşı bir kırgınlık oluşmuştur. Şah her ne kadar Amerikan’ın Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosuna (CENTO ve Orta Doğu’da güvenliğin zaafa uğraması sebebiyle) karşı çıksa ve bu konuda Amerikalı yetkililere kaygılarını ifade etse de, Türkiye karşısında kazandığı avantajı da kullanmak istemiştir. Türkiye ise Tahran’ın bölgede en güçlü devlet olma çabasından tedirgindir. Türkiye açısından bu dönemde tek rahatlatıcı gelişme 1975 Cezayir Antlaşması ile Şah’ın Irak’taki Kürt hareketinden desteğini çekmesi olmuştur.[23]

İran İslam Devrimi

1979 İran İslam Devrimi sonrasında laik, Batıcı, Şah’ın ve ABD’nin müttefiki bir Türkiye ile İran İslam rejiminin ilişkilerinin kötüye gideceği beklentisi mevcuttu. Ancak beklenen gerçekleşmedi. İlişkiler, özellikle ekonomik alanda, Şah döneminden de daha ileriye gitti. Türkiye daha baştan yeni rejimi kabullenmiş, resmen tanımış, ve müdahaleye yanaşmamıştır. O sırada iktidarda olan Ecevit Hükümeti, Şah rejimine karşı olumsuz bir bakış açısına sahipti. Diğer yandan Türkiye tıpkı 1920’lerde ve 1945 sonrasında olduğu gibi, İran’ın bir iç kargaşaya düşerek bölünmesi ve bir Sovyet müdahalesine uğraması endişesi içerisindeydi. Ayrıca, İran’ın iç kargaşalığa düşmesiyle bölgede bir otorite boşluğu doğabilir, bu ortamda Kürt milli hareketi güçlenebilirdi. Öte yandan, Türkiye’nin o dönemde hayli kötü durumda olan ekonomisi için İran iyi bir ticari partner olmaya adaydı. Son olarak, 1979 ve sonrasında yaşanan gelişmelerle birlikte 70’lerde iki ülke ilişkilerinde İran lehine ortaya çıkan dengesizliğin ortadan kalktığını, Türkiye’nin stratejik öneminin arttığını ve Türk-Amerikan ilişkilerinin iyileştiğini görüyoruz. Bütün bunların Türkiye’nin İran Devrimi’ni olumlu karşılamasında payları olduğu söylenebilir.[24]

Aynı olumlu tutum, her ne kadar bir paradoks gibi gözükse de, özellikle iktisadi faktörler sebebiyle, 12 Eylül askeri rejimi tarafından da benimsenmiştir. 1980 Eylülü’nde başlayan ve sekiz yıl süren İran-Irak savaşı bo-yunca, Türkiye-İran ilişkilerine analitik olarak baktığımızda ilişkilerin belli temalar etrafında şekillendiğini görüyoruz. Bunlardan bazıları işbirliği boyutunu öne çıkarırken, diğerleri çatışma boyutunu öne çıkarmaktadır. İran-Irak Savaşı’nın başından itibaren iki ülkede karşılıklı olarak birbirine muhtaç durumdaydı. 12 Eylül darbesinin hemen sonrasında Türkiye’nin ekonomisini ayakları üzerinde tutabilmek için petrole ve dış pazara, savaş halindeki İran’ın ise hayati bir çıkış yolu olarak tarafsız bir Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Savaş boyunca hızla ilerleme kaydeden ticari ilişkiler 1985 yılında (2 milyar dolar civarında bir ticaret hacmi ile) doruk noktasına ulaştı. Aynı zamanda, 1985 yılında, RCD’nin yerine Türkiye, İran ve Pakistan arasında Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın (ECO) kurulması hem siyasi hem de ekonomik bakımdan önemli bir adım olmuştur.[25]

İran-Irak savaşı boyunca Kuzey Irak’ta meydana gelen gelişmeler ve Türkiye’de aynı dönemde PKK hareketinin ortaya çıkışı Türkiye-İran ilişkilerini etkilemiştir. 1983 yılından itibaren İran ordusunun Kuzey Irak’a girerek cephe açması ve Bağdat’a karşı Iraklı Kürt gruplarla işbirliğine girmesi Türkiye’yi rahatsız etti. Özellikle 1986 yılından itibaren bir yandan Kuzey Irak’taki bütün Kürt grupların birleşerek İran’ın kontrolü altına girmesi diğer yandan İran ordusunun Kerkük’e yaklaşarak Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını tehdit etmeye başlaması Türkiye açısından endişe verici olmuştur. Türkiye-İran ilişkilerinde büyük bir gerginlik yaşanırken, Türkiye Irak sınırında birtakım askeri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türkiye-İran ilişkilerinde gerginlik yaratan diğer bir konu ise, 1984 yılından itibaren PKK eylemlerinin başlamasıyla birlikte PKK militanlarının İran sınırını kullandığı iddiaları olmuştur. İran’ın PKK’ya yardım ettiği şüphesi Türkiye’yi endişelendirirken, Türkiye’nin PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği askeri operasyonlar da Kuzey Iraklı Kürtlerle ittifak içinde olan İran’ı rahatsız etmiştir. Fakat aynı zamanda Türkiye’nin tarafsız konumunu sürdürmesini çıkarları açısından hayati bulan İran, Kasım 1984’te bir antlaşma imzalayarak kendi topraklarında Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden faaliyetlere izin vermeme taahhüdüne girmiştir. Genel olarak İran’ın bu taahhüdüne uyduğu, savaş boyunca az sayıda İran kaynaklı PKK saldırısı gerçekleştiği gözlenmiştir.[26]

İran Devrimi’nin hemen ardından başlayarak devam eden en önemli konulardan bir diğeri iki rejim arasındaki ‘ideolojik’ zıtlaşma olmuştur. Bu zıtlaşma bir yandan iktidar ve muhalefetteki siyasiler tarafından çeşitli demeçler ve tavırlarla ifade edilirken diğer yandan çok sık tekrarlanan ‘basın/medya savaşları’ yoluyla dile getirilmiştir. Bu ‘simgesel soğuk savaş’ genellikle ‘Atatürk’, ‘Humeyni’, ‘Anıtkabir’, ‘başörtüsü’ gibi simgeler etrafında olmuştur. Ayrıca, Türkiye’nin İran’dan rejim ihracı endişesi, bu amaçla İran’ın Türkiye’deki bazı İslamcı örgütlerle (özellikle de terör örgütleriyle) ilişkiye girdiği, bunlara maddi destek sağladığı şüphesi mevcuttur. Buna karşılık İran da Türkiye’nin İranlı rejim muhaliflerine kolaylıklar sağladığı iddialarını ileri sürmüş ve pazarlık konusu yapmıştır.[27]

Fakat her iki tarafın devlet adamları ve diplomatları karşılıklı menfaatleri öne çıkararak ilişkilerin bu tür zıtlaşmalarla kopma noktasına gelmemesi için dikkat göstermişler, çeşitli sebeplerle kopma noktasına gelen ilişkiler her zaman üst düzey ziyaretler ve temaslarla kısa zamanda rayına oturtulmaya çalışılmıştır. Ancak 1988 Ağustosu’nda İran-Irak Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte iki ülke arasında biriken ve o güne kadar genellikle ticari kaygılarla bastırılmış olan problemler hızla patlak vererek iki ülke arasında yoğun krizler yaşanmasına sebep olmuştur. Bu bakımdan 1988 Yazı ile 1989 Yazı arasındaki bir yıl Türkiye-İran ilişkilerinin ‘en uzun yılı’ olmuştur diyebiliriz. Bu yoğun kriz dönemi Ankara’daki İran Büyükelçisi’nin gidişiyle noktalanmıştır.[28] Bu sırada İran’da Ayetullah Humeyni’nin ölümü (Haziran 1989) ve Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle (Temmuz 1989) birlikte, Rafsancani ve ekibinin İran’ın iç ve dış politikasındaki yeni pragmatik yaklaşımları doğrultusunda ilişkiler tekrar normalleştirilmeye çalışılmıştır.

Soğuk Savaş Sonrası

Bu yeni dönemde iki yeni oluşumun (Körfez Krizi/Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin Dağılması) dünya sahnesinde belirmesi ile 1990-91 yılları Türkiye-İran ilişkileri açısından yeni bir dönüm noktası olmuştur. Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan Körfez Krizi sırasında ve sonrasında meydana gelen hadiselerle hem bölge dengeleri değişmiş hem de Türkiye-İran ilişkilerine yeni boyutlar katılmıştır. Körfez Savaşı’nın sonunda Kuzey Iraklı Kürtlerin Saddam Hüseyin rejimine karşı isyan başlatmaları ve buna Irak ordusunun her türlü ağır silahlarla verdiği karşılık sonucu Türkiye ve İran sınırına yığılan sığınmacılar ABD ve müttefiklerinin duruma müdahalesine yol açarak Amerika’yı askeri ve siyasi bakımdan Kuzey Irak’a taşımış (Huzur Operasyonu ve Çekiç Güç), bu da İran için rahatsız edici olmuştur. Gerçi sekiz yıllık savaş boyunca da Kürtler ve Kuzey Irak Türkiye ve İran arasında mesele olmuştur ama, bu sefer Amerika işin içindedir ve Türkiye’yle işbirliği halindedir. Bu yeni problem (Irak’ın çökecek ve Amerika güdümünde bağımsız bir Kürt devletinin kurulacak olması ihtimali) karşısında Türkiye ve İran önceleri Irak’ın toprak bütünlüğünün kendileri için önemini kavrayarak bir işbirliğine giderken (Suriye’yi de aralarına alarak yaptıkları üçlü toplantılar ve deklarasyonlar), yıllar geçtikçe ve durum belirsizliğini korumaya devam ettikçe, bölgede bir rekabet/zıtlaşma içine girmişlerdir. Bu durumda, a) ABD’nin bölgedeki varlığının Türkiye sayesinde devam etmesi; b) Amerika-İran ilişkilerinin giderek kötüleşmesi; c) bölgedeki Kürt grupların mevcut otorite boşluğunu doldurmak için bir yandan kendi aralarında çatışırken, diğer yandan Türkiye, İran ve Amerika’yı birbirlerine karşı oynayan bir denge siyaseti gütmeleri; d) mevcut otorite boşluğundan yararlanan PKK’nın Kuzey Irak’ta giderek güçlenmesi ve İranlı rejim muhaliflerinin bölgede üslenmeleri sonucu iki ülkenin de bölgeye müdahalesinin artması ve bunun her iki tarafta yarattığı endişeler rol oynamıştır.[29]

İkinci ve tarihsel bakımdan önemli bir gelişme 1991 Aralıkı’nda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya ve Kafkasya’da yeni devletlerin ortaya çıkması olmuştur. 1992 yılının ilk ayları boyunca özellikle Batıda yaygın görüş Sovyetler sonrası boşluğun Orta Asya’da bir ‘Türk modeli’ ve ‘İran modeli’ rekabetine yol açacağıdır. İki ülke başlangıçta bu ortamdan etkilenseler de kısa sürede hem bölge ülkeleriyle olan ikili ilişkilerini hem de ikili ilişkilerindeki bölgesel boyutu realist bir temele oturtarak, bir yandan belli alanlarda (örn. kültürel) bir rekabeti sürdürmekle beraber diğer yandan belli temel alanlarda (örn. ticaret/yatırım) zaman içerisinde işbirliğini öne çıkarmışlardır. Bunun en temel göstergesi 1992’de ECO’ya bütün Orta Asya Cumhuriyetleri ve Azerbaycan’ın katılması olmuştur. Türkiye ve İran’ın aktif üye olarak yer aldıkları ECO, bugün 7 milyon kilometrekarelik bir alanda 300 milyonluk bir pazar oluşturmaktadır. Beklenen rekabetin niçin yaşanmadığı konusunda çeşitli faktörler sayılabilir: a) Rusya’nın umulduğu gibi bölgeden hemen elini çekmemesi ve böyle bir rekabetten hoşnut kalmayacağını belli etmesi; b) bu ülkelerin kendine özgü pek çok siyasi, iktisadi ve stratejik sorunları olması ve bunlara Türkiye ve İran’ın tek başlarına çözüm bulacak kapasitede olmamaları; c) ‘Sovyet modeli’nden yeni kurtulan bu ülkelerin ‘Türk’ ya da ‘İran modeli’ arasında bir tercih yapmayarak, mevcut uluslararası ortamda bölgesel bütün aktörler arasında çıkarlarını maksimuma çıkaracak bir arayışı, bir denge siyasetini benimsemeleri; d) Amerika’nın ekonomik ambargosu ve çevreleme siyasetine maruz kalmış bulunan İran’ın Rusya’yı kaygılandıracak hareketlerden kaçınmak istemesi; e) Amerika’yı endişelendirmek istemeyen bölge ülkelerinin İran’a temkinli davranmaları. İran-Amerika ilişkilerinin kötülüğü giderek bölge ülkelerini de içine alan Türkiye-İran ekonomik işbirliği çabalarını da baltalamaktadır.[30]

Kafkasya’da ise durum Türkiye-İran ilişkileri açısından Orta Asya’daki kadar kolay değildir: a) Azerbaycan’ın gerek Türkiye ve gerekse İran’a olan kültürel/dinsel/etnik yakınlığı, b) bölge ülkelerinin kendi içlerinde ve birbirleri arasındaki çatışmalar, c) büyük güçlerin bölgeye -Orta Asya’yla kıyaslanamayacak ölçüdeki- ilgisi ve müdahalesi, Kafkasya’yı Türkiye-İran ilişkilerinde gerginlik yaratan bir konu haline getirmiştir. Özellikle Ebulfeyz Elçibey döneminde (Haziran 1992-Haziran 1993) İran karşıtı ve Türkiye yanlısı Azeri milliyetçiliğinin öne çıkarılması ilişkileri gerginleştirmiş, belli ölçülerde İran-Ermenistan yakınlaşmasını hazırlamıştır. Karabağ sorunu, Hazar Denizi’nin statüsü, Azerbaycan petrolleri ve muhtemel boru hatları, Türkiye’nin kurduğu Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’na karşı İran’ın kurduğu Hazar Denizi İşbirliği Teşkilatı, ve Türk-Amerikan-İran ilişkileri gibi konular bu bölgede iki ülke arasında rekabet boyutunu öne çıkarmaktadır.[31]

Bu 1990-91 sonrası dönemde de bir yandan iktisadi/ticari ilişkiler belli alanlarda -ECO, ikili antlaşmalar ve ortak projeler çerçevelerinde- devam ederken, aynı zamanda laiklik/irtica, İran’ın Türkiye’deki İslamcı örgütlerle ilişkileri, İran’ın Türkiye’deki terör faaliyetleri ve İran-PKK bağlantısı tartışmaları ve buna mukabil ‘basın/medya savaşları’ bütün hızıyla devam etmiştir. Ama bütün bu gerilimlere ve krizlere rağmen, ilişkiler siyasi ve iktisadi boyutlarda mevcut antlaşmalar çerçevesinde devam etmiş, ilgili komisyonlar toplanmış, karşılıklı heyetler gidip gelmiştir. İlişkilerdeki genel kalıp değişmemiş, iki ülke ilişkileri her seferinde ortak çıkarlar öne çıkarılarak yapılan üst düzey ziyaretlerle tekrar normalleştirilmeye çalışılmıştır.[32]

1990’ların ortalarından itibaren iki ülke ilişkilerine kronolojik olarak baktığımızda bir yandan benzer süreçler devam ederken, bir yandan da yeni gelişmelerle karşılaşıyoruz. Şubat 1996 sonlarından itibaren ikili ilişkiler son derece kötüleşmişti. Türk basınında Türkiye’de görevli bazı İranlı diplomatların gazeteci Çetin Emeç suikastine karıştıkları iddiasıyla başlayan gerilim kısa sürede karşılıklı ‘casusluk’ suçlamalarına dönüştü ve iki taraftan da dörder diplomat karşılıklı geri çağrıldı. Tam bu sırada 23 Şubat 1996’da Türkiye ve İsrail arasında imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği Antlaşması’nın[33] kamuoyuna yansıması ve hemen ardından, Nisan 1996’da, İsrail’in Lübnan’daki İran yanlısı Hizbullah örgütüne karşı “Gazap Üzümleri Harekatı”nı başlatması İran’ı bir hayli rahatsız etti. Bunu en yüksek ağızlardan açıkça dile getirmekten kaçınmayan İran, aynı zamanda Suriye ile savunma alanında işbirliği arayışlarına girdi.

Temmuz 1996’da Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında Refahyol koalisyon hükümetinin iktidara gelmesi İran ile ilişkilerde yeni bir dönüm noktası olarak görüldü ve yakınlaşma için büyük bir beklentiye yol açtı. Ancak hem Erbakan ve ekibinin dış politika sürecindeki hataları, hem de Türkiye’nin iç politika dengelerine bağlı olarak ikili ilişkiler altı ay içinde en kötü seviyelerinden birine ulaştı.[34] Başbakan Erbakan (çokça eleştirilen) ilk yurt dışı gezisini Ağustos 1996’da İran’a yaptı.

Türkiye-İran ilişkilerini tekrar iyileştirmek dışında iki hedefi vardı: Bir doğalgaz anlaşması imzalamak ve PKK’ya destek konusunda Türkiye’nin rahatsızlığını dile getirmek. Erbakan Tahran’da 23 milyar dolarlık bir doğalgaz anlaşması imzaladı. Buna göre öncelikle İran ve Türkiye arasında 1.2 milyar dolara malolacak bir doğalgaz boru hattı inşa edilecekti. Ayrıca petrol boru hattı ve elektrik alımı konuları da görüşüldü. PKK’ya destek konusunda ise İran her türlü iddiayı reddederek açık garantiler verdi. Daha sonra bu projeleri hayata geçirmek için bazı bakan ve üst düzey bürokratların karşılıklı ziyaretleri gerçekleşti. İran Erbakan hükümetinin D-8 projesinde de yer aldı.

Aralık 1996’da Rafsancani’nin Ankara’yı ziyareti ile Ağustos ayında başlayan süreç tamamlandı. Görüşmelerde ulaşım, turizm endüstrisi ve ticari alandaki işbirliği yanında savunma, istihbarat ve gümrük birliği alanlarında işbirliği konusu tartışıldı. Bir dizi iktisadi anlaşma ve protokol imzalandı. Rafsancani PKK konusunda yine kesin garantiler verdi ve açık işbirliği tekliflerinde bulundu. Ancak bütün bunlar (özellikle savunma ve istihbarat gibi konuların gündeme gelmesi) Türk basınında ve sivil/askeri bürokratik çevrelerde İran ile işbirliğinin boyutları konusunda yoğun bir tartışma başlattı. Türk hariciyesi geleneksel çizgisine uygun olarak İran’a daha ılımlı yaklaşırken ve özellikle enerji konusunda Türkiye-İran projelerini desteklerken, Türk askeri çevreleri çizmenin aşıldığını ifade etmeye başladılar. Bir yandan İsrail ile işbirliği sürecini hızlandırırken, diğer yandan İran’ı çeşitli platformlarda terörist ülke ilan ettiler.

Bütün bu gerilim 1997 başlarında krizle sonuçlandı. Şubat 1997’de İran büyükelçisi Bagheri’nin Ankara Sincan’da Refah Partisi tarafından düzenlenen Kudüs Gecesi’ne katılarak, İsrail ile ilişkileri nedeniyle Türkiye’yi suçlaması ilişkileri kopma noktasına getirdi. Kriz İranlı alt düzey diplomatların da işe karışmalarıyla ve yoğun ‘basın savaşları’yla bir süre devam ettikten sonra, Ankara ve Tahran’daki büyükelçilerin karşılıklı geri çekilmesiyle son buldu. Toz duman kalktığında Cumhurbaşkanı Demirel ile Rafsancani’nin girişimleri bile bu defaki gerilimi azaltmaya yetmedi. İran zaten seçim sürecine girmişti.

Yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi görevi devraldığında, Türkiye’de de Mesut Yılmaz başbakanlığındaki Anasol-D koalisyon hükümeti işbaşına gelmişti. Özellikle Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in de çabalarıyla 1997 Sonbaharından başlayarak Türkiye-İran ilişkileri tekrar rayına oturtulmaya çalışıldı.[35] İsmail Cem ve İran Dışişleri Bakanı Kemal Harazi Eylül sonunda BM genel kurulu 52. dönem toplantılarında biraraya gelerek ilişkileri normalleştirme ve eş zamanlı olarak yeni büyükelçileri atama kararı aldılar.[36] Yılmaz hükümeti aynı zamanda doğalgaz boru hattı ve D-8 projelerine devam edileceğini açıkladı.[37] Ekim başında ise İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Muhsin Eminzade Ankara’ya gelerek büyükelçilik meselesini görüştü.[38] Kasım başında Eminzade Hatemi’nin mesajını iletmek üzere bir kere daha Türkiye’ye geldi.[39] Aynı sırada İran basınında Türkiye hakkında olumlu yazılar çıkmaya başladı.[40] Aralık başında Tahran’da toplanan ve Türkiye için (İsrail ile ilişkiler ve Kuzey Irak operasyonları nedeniyle) hayli sıkıntılı geçen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantısı sırasında Hatemi ve Demirel ilk defa biraraya geldiler.[41] Daha bu zirve öncesinde atanan yeni büyükelçiler Mart 1998’e gelindiğinde görevlerine başlamış ve ilişkiler normale dönmüştü. Mayıs ayından itibaren iktisadi ilişkiler yeni bir ivme kazandı. Suriye ile yaşanan Öcalan krizi sırasında ise Hatemi, İKÖ dönem başkanı sıfatıyla, iki ülke arasında arabuluculuk girişimlerinde bulundu. Bu amaçla Harazi Ekim 1998’de Ankara’yı ziyaret etti.[42]

Ağustos 1999’a kadar olan dönem en sıkıntılı dönemlerden biri oldu. Şubat 1999’da Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte PKK’nın dağılma sürecine girmesi Türkiye-İran ilişkilerinde yeni problemler yarattı. Öcalan yakalandıktan sonra en büyük gösterilerin İran içlerinde yerleşik PKK’lılar tarafından gerçekleştirilmesi, Suriye kapısının kapanmasından sonra İran’ın kendi sınırını kontrol edememesi ve PKK militanlarının İran üzerinden geçiş yapmaya başlamaları Türkiye’yi son derece rahatsız etti. Türk basınında sık sık “İran Suriye’nin yerini mi aldı” sorusu sorulmaya devam ederken, Mayıs 1999’da ortaya çıkan Merve Kavakçı olayı ile birlikte ‘ideolojik boyut’da işin içine girdi. ‘Başörtüsü’ üzerinde cereyan eden karşılıklı söz düellosu gerilimi iyice arttırdı. Temmuz ayında birbiri peşisıra gerçekleşen üç olay ise gerilimi bir krize dönüştürdü. Önce İran’da meydana gelen öğrenci olayları nedeniyle Türkiye’nin suçlanması, ardından Türk uçaklarının İran içlerinde bir köyü bombaladıkları iddiası, ve son olarak yanlışlıkla İran tarafına geçen iki Türk askerinin tutuklanması sonucu başlayan kriz ancak Ağustos ortalarına doğru (iki Türk askerinin serbest bırakılmasının ardından) yatıştı. Bu arada İran tarafı Türkiye’nin uzun zamandan beri telaffuz ettiği, PKK’nın faaliyette bulunduğu bölgelere “birlikte ve ani” denetim ve “eş zamanlı” ortak operasyon isteklerini kabul etmişti. 17 Ağustos depremi bütün bu olanları unutturmuştu ki, Ekim sonunda meydana gelen Ahmet Taner Kışlalı suikastı ‘İran ve terör’ konusunu tekrar Türkiye’nin gündemine taşıdı.[43]

Takip eden dönemde Tahran’ın Ankara ile işbirliğini kabul etmesiyle birlikte PKK konusu gündemin alt sıralarına düşerken, Ocak 2000’de Hizbullah operasyonunun, Mayıs 2000’de ise Uğur Mumcu cinayeti ile ilgili olarak Umut operasyonunun başlaması Türkiye kamuoyunda ‘dinci terör ve İran parmağı’ tartışmasını gündemin baş konusu haline getirdi. İki ülke kamuoyu ve siyasi çevrelerinde karşılıklı söz düellosu eşliğinde devam eden bütün bu sürekli gerilim sırasında, iki ülke Dışişleri Bakanlıklarının yapıcı ve uzlaştırıcı tavrı ilgi çekicidir. Nitekim, bütün bu ortam içerisinde, uzun bir sürecin sonucunda da olsa, iki ülke arasında Dışişleri Müsteşarları seviyesinde yılda en az iki kez toplanacak bir çalışma grubu oluşturulması ve ikili, bölgesel ve uluslararası konularda danışmalarda bulunulması hakkındaki mutabakat zaptı Ocak 2000’de Ankara’da imzalandı.[44]

Böylece, 2000 yılının başlarına geldiğimizde, Türkiye açısından ikili ilişkilerin uzun yıllar sonra ilk defa bir istikrara eriştiğini görüyoruz. Peki İran açısından durum nedir? 1990’ların ortalarından itibaren İran’ın Türkiye’den iki konuda kaygı duyduğunu biliyoruz: Türkiye’nin Kuzey Irak’ta her geçen gün artan varlığı ve Türkiye-İsrail yakınlaşması. İran kaynaklarına yansıyan üst düzey demeçlere baktığımızda gerek Rafsancani gerekse Hatemi döneminde İran’ın Türk ordusunun Kuzey Irak’taki operasyonlarından ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin her geçen gün gelişmesinden duyduğu rahatsızlığı her fırsatta dile getirdiğini görüyoruz.[45] Gerek Öcalan’ın yakalanmasından sonraki gelişmelerin gerekse Ecevit hükümetinin İsrail ile ilişkilerde takındığı dengeli tavrın sonucu olarak bu iki konudaki endişenin bir ölçüde giderilebildiğini söyleyebiliriz. İki ülkenin ortak iktisadi projeleri ise, Amerika’nın itirazlarına rağmen, bazı aksamalar olsa bile devam etmektedir.

Sonuç olarak, Türkiye-İran ilişkilerinde Şah ya da Humeyni rejimi ayrımı olmaksızın iki temel boyut görüyoruz: Biri Sadabad Paktı’yla başlayıp Bağdat Paktı, CENTO, RCD ve ECO çizgisinde devam eden siyasi ve iktisadi (ve belli ölçülerde güvenlik) işbirliği boyutu; diğeri genellikle Kürtler ve ideolojik meseleler üzerinde oluşan bir rekabet/zıtlaşma boyutu. Bunlara Soğuk Savaş sonrasında yeni meseleler (Orta Asya, Kafkasya, Kuzey Irak ve İsrail) eklenmiştir. Kısaca, Türkiye-İran ilişkilerinin geleceğinin, İran’da Hatemi yönetiminin kazanacağı başarıya göre Kuzey Irak, İsrail ve ABD üçgeninde (her zamanki gibi işbirliği/uzlaşma ve rekabet/çatışma boyutları bağlamında) şekilleneceği anlaşılmaktadır.

Doç. Dr. Gökhan ÇETİNSAYA

İstanbul Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 260-268


Dipnotlar :
[1] Bkz. Gökhan Çetinsaya, “Tanzimattan Birinci Dünya Savaşına Osmanlı-İran İlişkileri,” KÖK Araştırmalar, Osmanlı Özel Sayısı, 2000, s. 11-23.
[2] Ayrıntılar için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türkiye-İran İlişkileri, 1919-1925, ” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 48 (Mart 2000), s. 769-95.
[3] Richard Schofield, The Iran-Iraq Border, 1840-1958 (Archive Editions, 1989), cilt 4 ve 5.
[4] David McDowall, A Modern History of the Kurds (London: I. B. Tauris, 1996).
[5] Tadeusz Swietochowski, Russia and Azerbaijan: A Borderland in Transition (New York: Columbia University Press, 1995).
[6] Ayrıntılar için bkz. Çetinsaya, “Türkiye-İran İlişkileri, 1919-1925”, s. 782-86.
[7] Bu konunun ayrıntıları için bkz. Çetinsaya, s. 786-89; British Documents on Foreign Affairs: reports and papers from the Foreign Office Confidential Prints, Part II: Persia (University Publications of America, 1985-1997) vol. IV, doc. 111: E804/455/34, 24. 1. 1924; doc. 139: E1967/455/34, 2. 2. 1924; doc. 130: E1788/455/34, 26. 2. 1924; doc. 131: E1788/455/34, 29. 2. 1924; doc. 142: E2283/455/34, 14. 3. 1924; doc. 149: E2528/455/34, 20. 3. 1924; doc. 150: tel no. 98, 22. 3. 1924; doc. 160: E3743/455/34, 1. 4. 1924; doc. 161: “Diary of events concerning the Republican movement in Persia”.
[8] Bu dönemin ayrıntıları için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri, 1926-1938, ” Avrasya Dosyası, 5/3 (Sonbahar 1999), s. 148-75.
[9] İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, I. Cilt: 1920-1945 (Ankara: TTK, 1989), s. 276-80.
[10] Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de “Kürt Sorunu”, 1924-1938 (Ankara: Dışişleri Bakanlığı Basımevi, 1975); Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları II (İstanbul: Kaynak, 1992).
[11] Türk Dış Politikasında 50 Yıl: Cumhuriyetin İlk On Yılı ve Balkan Paktı, 1923-1934 (Ankara: Dışişleri Bakanlığı, 1973), s. 50-58.
[12] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Hüsrev Gerede, Siyasi Hatıratım I: İran, 1930-1934 (İstanbul: Vakit Basımevi, 1952), s. 263-89; Hasan Arfa, Under Five Shahs (London: John Murray, 1964), s. 243-52; Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası (İstanbul: İnsel Yayınları, 1970), s. 459-66. Atatürk devrimlerini ve Türkiye’deki kalkınma hamlesini yakından gören Şah’ın, gezi sonrasında milliyetçilik ve Batılılaşma/modernleşme konularında Türkiye’yi model alan çabaları hızlanmıştır. İlgili literatür için bkz. Yann Richard, “Kemalizm ve İran, ” Kemalizm ve İslam Dünyası, der. İ. Gökalp ve F. Georgeon (İstanbul: Arba, 1990), s. 79-97; Baki Öz, İslam Dünyası ve Kemalizm (İstanbul: Can, 1996), s. 74-79; Meliha Anbarcıoğlu, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve İran’da Yapılan Reformlar, ” Doğu Dilleri, 111/4 (1983), s. 5-38; P. Amouzegar, “The Influence of Kemalism on Reza Shah’s Reforms, ” Atatürk Devrimleri I. Milletlerarası Simpozyumu Bildirileri, 10-14 Aralık 1973 (İstanbul: İ. Ü. Atatürk Devrimleri Araştırma Enstitüsü, 1975), s. 623-30; Pierre Oberling, “Atatürk ve Rıza Şah, ” Tarih İncelemeleri Dergisi, XII (1997), s. 209-214; John R. Perry, “Language Reform in Turkey and Iran, ” IJMES, 17 (1985), s. 295-311.
[13] İsmail Soysal, “1937 Sadabad Pact, ” Studies on Turkish-Arab Relations, 3 (1988), s. 131-57.
[14] Ayrıntılar için bkz. R. K. Ramazani, The Foreign Policy of Iran, 1500-1941 (Charlottesville: University Press of Virginia, 1966), Idem., Iran’s Foreign Policy, 1941-1973 (Charlottesville, University Press of Virginia, 1975).
[15] İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk-İran İlişkilerinin ayrıntılı bir incelemesi için bkz. Gökhan Çetinsaya, “İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye-İran İlişkileri, 1939-1945, ” Strateji, 11 (1999), s. 41-72.
[16] Bruce R. Kuniholm, The Origins of the Cold War in the Near East: Great Power Conflict and Diplomacy in Iran, Turkey and Greece (Princeton: Princeton University Press, 1980).
[17] Ayrıntılar için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türk-İran İlişkileri,” Türk Dış Politikasının Analizi, der. Faruk Sönmezoğlu, 2. Basım (İstanbul: Der, 1998), s. 135-58.
[18] Bu dönemde Ortadoğu’daki güvenlik arayışları için bkz. Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu, 1945-1958 (İstanbul: Boyut, 1997).
[19] Örneğin, dönemin Tahran Büyükelçisi Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na göre Kore Savaşı’nın ilk safhasında “solcu veya muhalif matbuat” Türkiye aleyhine “veryansın etmeye başlamışlardı. Kore’de döğüşen askerlerimizin korkaklığından ve başımızda bulunanların memleketi sattığından bahsediyorlardı. Berikileri Amerikalıların emrine girmiş bir takım devlet adamları, öbürlerini Amerikalılara kiralanmış bir alay ‘mercenaire-ücretli asker’ olarak gösterir kaba ve iğrenç karikatürler yapıyorlardı…devlet reisimizin [Bayar] kafasını Türk bayrağına sarılmış bir eşek gövdesi üstüne oturtup bu eşeğin yularını da dolar torbası tutan Truman’ın eline veriyorlardı. ” Bkz. Zoraki Diplomat (İstanbul: İnkilap Kitabevi, 1955), s. 298-300.
[20] İsmail Soysal, “The 1955 Baghdad Pact, ” Studies on Turkish-Arab Relations, 5 (1990), s. 43-116; Behçet Kemal Yeşilbursa, ‘The Baghdad Pact and Anglo-American Defence Policies in the Middle East, 1955-1959’, Unpublished Ph. D. Thesis, University of Manchester, 1996, s. 227-246.
[21] RCD için bkz. Ferenc A. Vali, Bridge Across the Bosphorus: The Foreign Policy of Turkey (Baltimore: The Johns Hopkins Press, 1971), s. 339-43; Mehmet Gönlübol, der., Olaylarla Türk Dış Politikası, 1919-1973 (Ankara: SBF, 1974), s. 525-29.
[22] Çetinsaya, s. 144-48.
[23] Çetinsaya, s. 148-49.
[24] Süha Bölükbaşı, “Turkey Copes with Revolutionary Iran, ” Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, XIII/1-2 (1989); Idem., Türkiye ve Yakınındaki Ortadoğu (Ankara: Dış Politika Enstitüsü, t. y).
[25] David Menashri, Iran: A Decade of War and Revolution (New York: Holmes&Meier, 1990), s. 367-68. ECO için bkz. Ender Özar, “Economic Co-Operation Organization: A promising future, ” Perceptions, 2/1 (March-May 1997), s. 15-23.
[26] Philip Robins, Turkey and the Middle East (London: RIIA, 1991), s. 54; Bölükbaşı, “Revolutionary Iran”, s. 103-104; Bölükbaşı, Türkiye, s. 27-30.
[27] Bölükbaşı, “Revolutionary Iran”, s. 101-106; Bölükbaşı, Türkiye, s. 26-34; Fuat Borovalı, “Iran and Turkey: Permanent Revolution or Islamism in One Country?, ” Iran at the Crossroads: Global Relations in a Turbulent Decade, Miron Rezun, ed. (Boulder: Westview Press, 1990), s. 81-93; Shireen T. Hunter, Iran and the World: Continuity in a Revolutionary Decade (Bloomington: Indiana University Press, 1990), s. 137-38.
[28] Robbins, s. 55-57.
[29] Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu: kökeni ve gelişimi (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997), s. 159-75; Baskın Oran, “Kalkık Horoz”: Çekiç Güç ve Kürt Devleti (Ankara: Bilgi, 1996).
[30] Bkz. Shireen T. Hunter, Central Asia since Independence (Washington, D. C.: CSIS, 1996) , s. 129-35, 136-39, 146-50; Mohiaddin Mesbahi, “Regional and Global Powers and the International Relations of Central Asia, ” The Making of Foreign Policy in Russia and the New States of Eurasia, eds. A. Dawisha and K. Dawisha (New York: M. E. Sharpe, 1995), s. 215-45; Edmund Herzig, Iran and the Former Soviet South (London: RIIA, 1995); Gareth M. Winrow, Turkey in Post-Soviet Central Asia (London: RIIA, 1995).
[31] Bkz. Shireen T. Hunter, The Transcaucasus in Transition: Nation Building and Conflict (Washington, D. C.: CSIS, 1994), s. 161-76; William Hale, “Turkey, the Black Sea and Transcaucasia, ” Transcaucasian Boundaries, eds. J. F. R. Wright et al (London: UCL Press, 1996), s. 54-70; Fred Halliday, “Condemned to React, Unable to Influence: Iran and Transcaucasia, ” Ibid., s. 71-88.
[32] Ayrıntılar için bkz. Henri J. Barkey, “Iran and Turkey: Confrontation across an Ideological Divide, ” Regional Power Rivalries in the New Eurasia: Russia, Turkey and Iran, eds. Alvin Z. Rubinstein ve Oles M. Smolansky (New York: M. E. Sharpe, 1995), 147-67; Tschangiz H. Pahlavan, “Turkish-Iranian Relations: An Iranian View, ” Reluctant Neighbor: Turkey’s Role in the Middle East, ed. Henri J. Barkey (Washington D. C.: United States Institute of Peace Press, 1996), 71-91; Atilla Eralp, “Facing the Challenge: Post-Revolutionary Relations with Iran, ” Ibid., 93-112; John Calabrese, “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship, ” British Journal of Middle Eastern Studies, 25/1 (1998), 75-94; Atilla Eralp-Özlem Tür, “İran’la Devrim Sonrası İlişkiler, ” Türkiye ve Ortadoğu: Tarih, Kimlik, Güvenlik, der. Meliha Benli Altunışık (İstanbul: Boyut, 1999), 67-102.
[33] Gencer Özcan, “Türkiye-İsrail İlişkileri 50. Yılına Girerken, ” Türk Dış Politikasının Analizi, s. 159-177.
[34] Bkz. Nilüfer Narlı, “A New Era in Turkish-Iranian Relations, ” CIDC Insight, 2 (February 1997), s. 51-63; Philip Robins, “Turkish Foreign Policy under Erbakan, ” Survival, 39/2 (1997), s. 82-100; İhsan D. Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset: Doğu-Batı Ayrımında Refah Partisi Geleneği (Ankara: İmge, 1998); Gencer Özcan, der., Onbir Aylık Saltanat: Siyaset, Ekonomi ve Dış Politikada Refahyol Dönemi (İstanbul: Boyut, 1998).
[35] Bkz. Meliha B. Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye-Ortadoğu İlişkileri, ” En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, ed. Gencer Özcan ve Şule Kut (İstanbul: Boyut, 1998), s. 347.
[36] Radikal, 24 Eylül 1997; Yeni Şafak, 24 Eylül 1997.
[37] Yeni Şafak, 25 Eylül 1997; Cumhuriyet, 20 Ekim 1997; Zaman, 16 Kasım 1997; Sabah, 22 Kasım 1997.
[38] Sabah, 8 Ekim 1997.
[39] Cumhuriyet, 8 Kasım 1997; Milliyet, 9 Kasım 1997; Sabah, 10 Kasım 1997.
[40] Bkz. 10 Kasım 1997 tarihli Hürriyet, Cumhuriyet, Zaman gazeteleri.
[41] Milliyet, 8-9 Aralık 1997; Cumhuriyet, 9 Aralık 1997; Sabah, 10 Aralık 1997.
[42] Radikal, 9 ve 27 Ekim 1998.
[43] Bkz. Dışişleri Güncesi (Dışişleri Bakanlığı ARYD Yayını), Şubat-Ekim 1999.
[44] Dışişleri Güncesi, Ocak 2000. Türk dışişlerinin bu uzlaşımcı tavrının arkasında şu anlayış vardı: İran’da iki başlı bir yönetim vardır, iki ülke arasındaki mevcut bütün sorunlar İran’da demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesiyle birlikte aşılabilecektir; bunun için de Hatemi yönetimine şans verilmeli, destek olunmalıdır. Bkz. Dışişleri Güncesi, Şubat ve Mayıs 2000.
[45] Örneğin bkz. Yeni Şafak, 23 Eylül ve 10 Ekim 1997; Zaman, 12 Ekim 1997; Yeni Şafak, 26 Ekim 1997; Sabah, 8 Aralık 1997.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.