İslam hukukuna göre gayrimüslimler, egemenliklerini kabul ettikleri İslam devletiyle yaptıkları anlaşma sonucu zimmi tebaa statüsüne kavuşurlar ve bu sayede, siyasi haklar ve inançla ilgili bazı farklı uygulamalar dışında, bütün medeni ve kamu haklarında Müslümanlara eşit olurlardı. Bu eşitliğin doğal bir neticesi olarak aynı zamanda Müslümanlar gibi hususi haklardan da faydalanırlardı.[1] Ancak gayrimüslimlerin, bu hukuktan yararlanabilmeleri, her şeyden önce, yapmış oldukları zimmet akdi hükümlerine uymaları ve bu akdin en önemli maddesi olan cizye vergisini düzenli ödemelerine bağlıydı.[2] Şartları haiz, eli silah tutabilecek yaştaki her gayrimüslim erkek cizye vermekle yükümlü olduğu halde, kadınlar, çocuklar, ihtiyar, sakat, kör, deli, felçli, aciz, münzevi yaşayan din adamları ile eli silah tutamayanlar bu vergiden muaftı. Cizyesini ödeyen gayrimüslim tebaanın can, mal, namus ve inanç hürriyetleri içeriden veya dışarıdan gelebilecek her türlü tecavüze karşı devletin güvencesi altına alınır; devlet, herhangi bir sebeple bu emniyeti sağlayamadığında, cizye alma hakkını hukuken kaybederdi.[3] Konumuz açısından bakıldığında, cizyenin gayrimüslimlere sağladığı en önemli avantaj, Müslümanlar için dini bir vecibe ve kaçınılmaz bir görev olan kabul edilen askerlik hizmetinden muafiyetlerini sağlamasıydı. Bu muafiyetin esas espirisi, İslamın, gayrimüslim tebaayı, iman ve ideallerini paylaşmadıkları insanlarla birlikte kendi dindaşlarına karşı savaşmak mecburiyetinde bırakmamak düşüncesiydi. Zaten bu yaklaşım, aynı zamanda, onlara tanınan inanç hürriyetinin de bir gereğiydi.[4]
İslamın temel kaynaklarında savaş, din uğrunda mücadele (cihad), veya Allah’ın ismini yüceltme ve yayma (i’lâ-yı kelimetullah) şeklinde tavsif ve tarif edilmiş; tarih boyunca Müslümanlar tarafından hep bu şekilde yorumlanmıştı. Bu idealler uğrunda savaşacak insanların tabii olarak Müslüman olmaları ve gerektiğinde bu amaçlar için canlarını vermekten çekinmemeleri şarttı. Gayrimüslimlerden, inanmadıkları bir dinin değerleri yolunda Müslümanlar gibi savaşmalarını beklemenin veya onları bunun için zorlamanın, inanç özgürlüğüne müdahale yönü bir yana, pratik olarak da pek faydası yoktu. Bir de hadisenin şüphesiz “güven boyutu” vardı. Bundan dolayı, İslamın ilk dönemlerinde “askerlik görevi” yalnızca Müslümanlara hasredilerek, orduya alınacak şahısların “ehl-i İslam” olmalarına dikkat ediliyordu.[5] Bu genel kurala uyulmakla birlikte, Müslümanlar, kısa süreli ve sınırlı istihdamlar şeklinde, ihtiyaç duyduklarında bazı askeri nitelikli hizmetlerde gayrimüslimlerden de yararlanıyorlardı.
Bu çeşit “asker istihdamları” ya belirli bir ücret karşılığında yapılıyor, veya anlaşmalar neticesinde varılan mutabakat üzerine gerçekleştiriliyordu. Bazen de, haraç veya cizye gibi vergilerden bağışlanma karşılığında Müslüman olmayan şahıs veya topluluklardan askeri anlamda faydalanılmaktaydı. Mesela Hz. Peygamber, İslamın henüz vahiy sürecinin devam ettiği bir sırada, Medine’deki Yahudileri şehrin savunulması hususunda istihdam etmiş; Benu Kaynuka Yahudilerinden de “askeri yardım” almıştı. Keza, yapılan anlaşma üzerine İslam ordusuyla birlikte Hayber gazvesine katılan on kadar Yahudi’ye fetihten sonra ganimetten payı verilmişti. Öte yandan Hz. Peygamberin, “ehl-i kitap” dışında, gerektiğinde Arap müşriklerinden dahi “asker” olarak faydalandığını gösteren tarihi örnekler vardır.[6] Nitekim, Müslüman olmayan unsurlardan askeri konularda yararlanma şeklindeki Peygamber dönemi uygulamaları, Osmanlılar da dahil olmak üzere, daha sonraki Müslüman devletler ve ulema için, bu çeşit askeri istihdamların “caiziyetine” işaret eden “şer’i deliller” olarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı İslam hukukçuların birçoğu, ihtiyaç halinde, gayrimüslimlerden asker ve askeri yardım alınabileceği görüşündedir.[7]
Gayrimüslim topluluklardan askeri hizmetlerde yararlanma şeklindeki uygulamalar Hz. Ömer Devri’nde yaygınlaştı: Bazı Hıristiyan kabileler, haraç ve cizyeden muafiyetleri karşılığında Müslümanların yanında savaşlara katılıyorlar, ya da onların lehine gözcülük ve ajanlık gibi askeri görevler yapıyorlardı.[8]
Selçuklular döneminde askerlik konusu yeni bir boyut ve genişlik kazandı. Bilinen uygulamalar dışında, değişik etnik köken ve dinden olan insanlar devletin merkez ordusu bünyesinde değerlendirilmeye başlandı. Sözgelimi, Anadolu Selçukluları’nda aralarında Hıristiyan çavuşların da yer aldığı askeri birlikler vardı. Keza, merkez ordusunun askeri kadroları satın alınmış Türkler ile Hıristiyan çocuklarından tertip ediliyordu. Bu çocuklar, orduya veya bürokrasiye dahil edilmeden önce “köle mekteplerine” gönderiliyor, Osmanlı devşirme sistemine benzeyen bir terbiye ve eğitim aşamasından geçiriliyordu. Selçuklu hükümdarlarının Kapıkulları içinde Rum, Rus, Gürcü ve Deylemli askerler vardı.[9] Benzer durum Memluk ordusu için de söz konusuydu.[10]
Osmanlı Devleti’nde ise ordu esas itibariyle Müslümanlardan oluşmakta ve asker ihtiyacı, özellikle XVIII. ve XIX. yüzyıllarda tamamen bu kesimden sağlanmaktaydı. Her ne kadar XVIII. yüzyıla kadar devletin merkezi ordusunun (Kapıkulu ocakları) asker kaynağını Hıristiyan tebaa çocukları teşkil etmiş ise de, bunlar, devşirildikleri günden başlayan bir eğitim ve terbiye istihalesinden geçmek, diğer deyişle, “Müslümanlaşma” sürecini tamamlamak zorundaydı. Aksi takdirde, devşirme bir Kapıkulu adayının, yıllar süren bu safhadan geçmeden eski kimliğiyle orduya girmesi, en azından sistemin iyi işlediği dönemlerde, imkansızdı.[11] Bunun dışında, Osmanlı gayrimüslimleri, bir çeşit muafiyet bedeli olan cizye vergisini ödediklerinden dolayı askerlik kapsamı dışında tutulmuşlardı. Osmanlılar, bu genel kurala bağlı kalmakla beraber, ihtiyaç halinde, Hıristiyanlardan askerlik alanında istifade ediyorlardı. Bunun ilk örnekleri, komşu Hıristiyan devletlerden anlaşmalarla sağlanan ve Osmanlı ordusu saflarında muharebelere katılan “muharip” gayrimüslimlerdi. Mesela, I. Murad’ın ordusunda haraç-güzar beyliklerin gönderdiği çok sayıda Hıristiyan asker vardı. Bunlar, Anadolu Seferleri’nde ve Kosova Savaşı’nda (1389) Osmanlı kuvvetleri yanında yer almışlardı.[12] Keza, Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’na (1402) katılan ordusunda da Sırp askerleri bulunuyordu.[13] II. Murad zamanında, Osmanlı ordusunda Sırp Despotluğu, Arnavutluk ve Bulgaristan’dan gelmiş Hıristiyan sipahi ve askerler vardı.[14] Ancak, Osmanlı Devleti, Rumeli fethinin genişlemesiyle, sözü edilen ilk dönem uygulamalarından ziyade, Balkanlarda karşılaştığı eski döneme ait Hıristiyan kaynaklı askeri organizasyonlardan yararlanmaya başladı.[15] Bu yeni tercihte, Balkanlar’daki Türk ve Müslüman nüfusun yetersizliği ile Anadolu’da henüz o tarihlerde arzu edilen istikrar ve birliğin sağlanamamış olmasının önemli payı vardı. Fetihlerin devamı ve kalıcılığı açısından yeni askeri kaynaklar bulmak gerekiyordu. Aksi takdirde her şey kaybedilebilirdi. Bundan dolayı devlet, problemin çaresini daha önce bölgedeki eski askeri teşkilatlar içinde yer almış asilzade ve küçük toprak sahibi Hiristiyan grupları yerlerinde bırakmak veya yeniden organize etmekte buldu. Üstelik bu politika, Osmanlı’nın fetih siyasetine yön veren düşünce ve ideallerle çatışmak şöyle dursun, aksine tam bir uyum arz ediyordu.[16] Bu sayede, Balkanlardaki yerli askeri sınıfların Osmanlı sistemine entegre olmaları sağlanacağı gibi, onların olası direnişlerinin de önü alınmış olacaktı.
Devlet, Hıristiyan sipahilere genellikle eski toprakları üzerinde geçimlerini sağlayacak tımarlar veriyor ve yeni düzen içersinde onlara, eski konumlarına uygun bir statü sunuyordu. Üstelik, Rumeli’de Osmanlı “askeri sınıfına” dahil olabilmek için, Kapıkulu sisteminin aksine, Müslüman olmak gibi bir ön şart da aranmıyordu.[17] Bu sayede çok sayıda Hıristiyan sipahi, sahip oldukları dini ve etnik kimliklerinde herhangi bir değişiklik yapmak zorunda bırakılmaksızın Osmanlı hakimiyeti altında Balkanlar’da “askeri hizmetler” görmeye başladı. 1473’de Fatih’in ordusundaki Hıristiyanlardan bahseden kaynaklar, aslında bu gerçeği ifade ediyordu. Gerek Timarlı Sipahi olarak, gerekse Voynuk ve Martolos veya başka isimler altında o tarihlerde Osmanlı ordusunda bir hayli Hıristiyan asker vardı.[18] Osmanlılar, bu Hıristiyanları başta “askeri işler” olmak üzere, sistemin değişik birimlerinde değerlendiriyordu. Bu konuda voynuk ve martolosların ayrı bir yeri ve önemi vardı.
Voynuklar, fetih öncesi Balkan coğrafyasında yaşayan küçük asilzadeler idi. Bunların bir bölümü, başlangıçta Osmanlı ordusunun savaşçı sınıfı içinde bulunmuş ve yer yer akınlara katılmışlardı. 1516 tarihli Alacahisar defterine göre bölgede bin kadar “cebelü voynuk” vardı. Aynı şekilde, Köstendil’de de voynuklar bulunuyor ve çağrıldıklarında “fiili muharip” olarak seferlere katılıyorlardı. Voynuklar, ayrıca, casusluk, derbent ve kale muhafızlığı gibi önemli askeri hizmetler görüyorlardı. Rumeli’de Müslüman nüfus arttıkça Hıristiyan askeri guruplara duyulan eski ihtiyaç azalmış, bunun üzerine voynuklar, XVII. yüzyılda geri hizmetlere çekilerek aktif görevlerden uzaklaştırılmışlardır.[19]
Askeri açıdan değerlendirildiğinde, Rumeli’deki voynuk ve benzeri olan martolos teşkilatının konum ve işlev bakımından devletin maaşlı ve muvazzaf ordusu Kapıkulu ocaklarından oldukça farklı, ancak Anadolu’daki eyalet askerleriyle (tımarlı sipahiler) birçok bakımdan benzerlik gösterdiğini söylemek mümkündür. Sözgelimi, voynukların her yıl toplu olarak seferlere katılmak gibi bir mecburiyetleri yoktu. Bir çeşit “münavebe sistemi” gereği bir kısmı sefere çıkarken, diğerleri yerlerinde kalıyor, köy veya kasabalarında işleriyle uğraşıyorlardı. Göreve gidenler de genellikle yaz sonunda evlerine dönmekteydi. Voynuklar, gördükleri hizmet karşılığında bazı vergilerden muaf tutuluyor, kendilerine ayrıca tasarruf edecekleri topraklar veriliyordu.[20]
Osmanlıların Balkanlar’da çeşitli askeri hizmetlerde değerlendirdiği diğer önemli bir topluluk da martoloslar idi. Bunlar, XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar devletin Rumeli topraklarında ordu hizmetleri ve dahili işlerde geniş ölçüde istihdam edildiler. Mesela, askeri martoloslar, belli stratejik noktaların ve sınırların güvenliğini sağlamakta, düşman bölgelerine akınlar yapmakta, keşif ve istihbarat faaliyetlerinde bulunmakta, belki hepsinden de önemlisi, gerektiğinde Osmanlı ordusuyla birlikte seferlere çıkmakta idiler. Martoloslar, Venedik Cumhuriyeti, Eflak, Macaristan ve Avusturya’ya açılan batı seferlerinden başka, Karaman ve Uzun Hasan’a yönelik doğu seferlerine de iştirak etmişlerdi.[21] Bunlar arasında, muhafız, gemi mürettebatı, kale bekçisi ve jandarma hizmeti görenler de vardı. 1664/1665’te Uyvar kalesinde Müslüman ve Hıristiyan martoloslar beraber görev yapıyorlardı.[22] Tuna üzerindeki Güğercinlik ve Vidin kalelerinde çok sayıda “müsellem”[23] ve “ulûfeli” martoloslar vardı. Buralardaki martoloslar ilk devirlerde Osmanlı kuvvetleriyle akınlara da katı11yorlardı.[24] Rumeli’deki diğer askeri topluluklar gibi, martoloslar da yaptıkları hizmetler karşılığında bazı gelir ve imtiyazlara sahipti. Yer ve zamana göre değişiklik göstermekle birlikte, genelde cizye, ispençe, avarız-ı divaniye, tekalif-i örfiye ve tekalif-i şakka gibi vergileri ödemiyorlardı. Bu tür vergi muafiyetleri martolosların aynı evde yaşayan oğulları ve kardeşleri için de geçerliydi. Bazı yerlerde, sözgelimi Sırbistan’da, martolosların tasarrufuna bırakılmış araziler vardı ve bunlar ya tamamen, ya da kısmen vergi dışıydı. Osmanlı ordusunda görev yapanlar ise ayrıca maaş alıyorlardı. Kumandan konumunda olanlar, bazen maaş yerine timar tasarruf ediyor, bazen de her ikisine birden sahip oluyordu. Ordudaki martolosların diğer önemli bir gelir kaynağı da, düşman bölgelerine yaptıkları akınlarda elde ettikleri ganimetlerdi.[25]
Osmanlıların, klasik dönemde Hıristiyan voynuklar ve martolos dışında, Eflaklar ve Hıristiyan tımar-erleri’nden de yararlandıklarını görüyoruz. Mesela Karadağ bölgesiyle Romanya’ya kadar uzanan sınır çizgisinde oturan Eflaklar, XV. ve XVI. yüzyıllarda silahlarıyla seferlere katılıyorlar, ordunun geri hizmetlerinde, kalelerde, derbent ve yollarda vazife yapıyorlardı. Vergi muafiyeti ve toprak tasarruf etme imkanı onlar için de söz konusuydu.[26] Arvanid sancağında ise çok sayıda timar sahibi Hıristiyanlar vardı. XV. yüzyılın ortalarına doğru mezkur sancaktaki timarların %18’i Hıristiyan timar-erlerine aitti. Keza, Tırhala sancağının fetih sonrası kayıtlarında görülen 182 timardan 36’sı Hıristiyan sipahilerindi. Bunlar, devlete yılda bir “eşkinci” veriyor ve gerektiğinde nöbetle sefere gidiyorlardı. Sipahiler içinde kalelerde topçuluk yapanlar da vardı.[27]
Klasik döneme ait arşiv belgeleri, Osmanlı Hıristiyanlarının topçuluk, tüfenkçilik ve zenberekçilik gibi teknik bilgi ve uzmanlık gerektiren konularda da çalıştırıldıklarını göstermektedir. Özellikle ilk devirlerde kale topçuları arasında Hıristiyanların sayısı dikkat çekicidir. 1488’de Semendire kalesindeki elli topçudan 32’si Müslüman değildir.[28] 1492’de aynı bölgede bulunan Hıram kalesindeki topçulardan ancak dördü Müslüman, ekseriyeti ise gayrimüslimdir.[29] 1467-1468 tahririne göre Resava kalesinde 2, Niğbolu kalesinde 11, Holovnik kalesinde 9 Hıristiyan topçu mevcuttur.[30] 1431’de Arvanid sancağındaki iki topçudan biri Hıristiyan’dır.
Aynı yüzyılda topçuların yanında kalelerde görevli tüfenkçi ve zenberekçi Hıristiyanlar vardır. Sözgelimi, 1454-1455’te Novaberda kalesindeki 11 nefer topçu, tüfenkçi ve zenberekçiden yalnızca biri Müslümandır.[31] 1467-1468’de Braniçeva bölgesindeki kalelerde görevli askerlerin çoğunluğunu Hıristiyanlar teşkil etmektedir: Güğercinlik’te 15 tüfenkçinin tamamı ulufeli Hıristiyandır. Aynı kalede, ayrıca 40 zenberekçi ile 6 demirci Hıristiyan vardır. 1488’te Semendire kalesindeki tüfenkçi ve zenberekçilerin hepsi gayrimüslimdir.[32] Yapılan son araştırmalarda elde edilen bazı bulgular,
Türklerden teşekkül etmiş olduğu bilinen erken dönem Osmanlı yaya birlikleri içinde bile, istisnai bir durum olmakla birlikte, Hıristiyanların da olabileceğini düşündürmektedir: 1475’te Gelibolu’ya bağlı Tursun köyü piyadeleri arasında, eğer bir imla hatası yoksa, adı “Yorgi” olan ve o sırada yaşamadığından dolayı isminin yanına “mürde”[33] şerhi düşülmüş olan bir Hıristiyan vardır.[34]
Askeri nitelikli istihdam örneklerine, oldukça sınırlı ve az sayıda olmakla birlikte, XIX. yüzyılda da tesadüf ediliyor. Mesela, 4 Ocak 1831 tarihli bir belgeden, Sakız Adası Hıristiyanlarından Yorgi ve İstifani’nin kalede tüfenkçi olduklarını;[35] başka bir kayıttan ise, Tolcu’daki Hıristiyan Kazaklar’ın Osmanlı ordusuyla seferlere katıldıkları için vergilerden muaf tutulduklarını öğreniyoruz.[36]
Donanma ve Tersane gayrimüslimlerin yaygın olarak istihdam edildikleri diğer önemli bir alandı. Osmanlılar, ilk devirlerden itibaren donanmaya ait gemiler ile Tersane-i Amire’de ustalık gerektiren teknik işler ile kürekçilik gibi daha çok kol kuvvetine dayalı hizmet ve birimlerde Hıristiyan tebaasından geniş ölçüde istifade etmişlerdi. Daha XVI. yüzyılda Osmanlı donanmasında kürek çeken Hıristiyanlar vardı. Bu kürekçilerin sayısı zamanla arttı. İstanbul’da bulunan gayrimüslim esnaftan bile ocaklık[37] olarak kürekçiler isteniyordu. Esnaf, bu kürekçileri “aynî veya bedel” şeklinde sağlamak zorundaydı. Rum cemaati 1652-1672 arasında 125, 1676-1689’da 124, 1689-1690 ve sonrasında hisselerine düşen 100 kürekçiyi Tersane-i Amire’ye göndermekteydi.[38] 1787-1788’te donanma kalyonlarında çalıştırılmak üzere Rum ve Ermeni reayadan toplam 2500, ertesi yıl ise 2200 kişi alınmıştı.[39] 1790 baharında denize açılacak donanma için Rum ve Ermeni patriklikleri aracılığıyla istenen Hıristiyan sayısı ise 2200 kişi idi. 1700’ü Rum, 500’ü ise Ermeni olan bu reaya, üç aylık bir süre için istihdam edilecek ve hizmetleri karşılığında her birine toplam on beşer kuruş ücret ödenecekti.[40] 1798 Eylülü’nde Ermeni patrikliğine gönderilen bir başka fermanda da, donanmada görevlendirilmek üzere 200 Ermeni gemicinin en kısa zamanda Tersane’ye teslimi istenmekteydi.[41] Keza, Tanzimat’tan hemen önce Trabzon’a bağlı yerlerden toplanan en küçüğü 8, en büyüğü 26 yaşında olan toplam 250 Rum ve Ermeni genci Tersane-i Amire için İstanbul’a gönderilmişti.[42]
Osmanlı Hıristiyanları kürekçilik ve gemicilik dışında, tersanede mühendis, mimar, direkçibaşı, burgucu, bıçakçı, kalfa, ahenger, marangoz, kalafatçı, benna, makaracı; donanmaya ait gemilerde aylak, gabyar, marnel, armador, tüfenkendaz ve kalyoncu gibi işlerde de çalıştırılıyordu.[43] Ancak, gerek donanma ve tersanede görevlendirilen Hıristiyanlar, gerekse ilk dönemlerden itibaren değişik isimler altında karada askeri nitelikli görevler yapan gayrimüslimler, modern anlamda “muvazzaf asker” sayılmazlardı. Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nin muvazzaf askeri gücünü Kapıkulu ocakları oluşturmuş, bunların arasına Hıristiyanların girmesine izin verilmemişti. Devletin eyalet ordusu (Timarli sipahiler) için de aynı kural geçerliydi. Bu ordu, Kapıkulları gibi daimi ve muvazzaf bir ordu değildi. Eyalet ordusunun silahlı gücü, normal zamanlarda üretimle meşgul olan köylülerden meydana geliyordu. Bunlar, savaşta silahlarıyla birlikte orduya katılmak zorunda olmakla birlikte, sefer bittiğinde yeniden topraklarının başına, sivil yaşama geri dönerlerdi. Yeniçeri Ocağının ilgasından (1826) sonra kurulan Osmanlı ordularının asker kaynağını hep Müslümanlar (özellikle Türk köylüleri) oluşturmuş, Hıristiyan ve Yahudiler eskiden olduğu zorunlu askerlik hizmetinden muaf tutulmuşlardı. Bundan dolayı, Osmanlı Devletinde,1835 yılına kadar kara ve deniz kuvvetlerinde muvazzaf asker olarak istihdam edilen bir gayrimüslim Osmanlı tebaası yoktu. Zaten 1835 öncesinde, askerliğin genelleştirilmesine ilişkin ne ciddi bir fikir ortaya çıkmış, ne de bir teşebbüste bulunulmuştu. Halbuki, Avrupa’nın bazı ülkelerinde genel ve zorunlu askerlik sistemine çoktan geçilmişti. Mesela Fransa 1793’te, Prusya ise daha geç bir vakitte, 1813’te bu sisteme geçmişti.[44]
Osmanlı Devleti’nde, askerlik hizmetini yaymaya yönelik ilk önemli adım 1835’te atıldı. Babıali, o tarihe kadar sadece Müslümanlardan sağlanan donanmanın asker ihtiyacının bir kısmının bundan böyle Hıristiyanlardan karşılanmasına karar verdi. Bunun üzerine, kısa zamanda hazırlıklar tamamlanıp asker alınacak yerler tespit edildi. Ülkenin genişliği göz önüne getirildiğinde, belirlenen bu yerlerin, oldukça dar bir alanı kapsadığı ve özellikle denize uzak iç bölgelerde toplandığı görülüyordu.[45] Alınan karar gereği 1835’te, Sivas, Amasya, Erzurum, Hafik, Divrik, Tokat, Zile, Van, Ankara ve Nevşehir’den toplam 1098 Hıristiyan genç “bahriye askeri” olarak orduya alındı.[46] 1837’te ise yaklaşık 1500 Hıristiyan’ın donanma için celbi kararlaştırıldı.
Bu defa asker alınacak yerler, 1835’teki gibi kıyıya uzak iç kesimler değil, Trabzon, Canik ve Hüdavendigar sancaklarına bağlı denize yakın kazalar ile haliç tabir edilen mahaller ve bunların civarında yer alan adalar idi.[47] Bahriye askeri olacak bu gençler, beş sene sürecek zorunlu askerlik hizmeti boyunca cizyeden muaf tutulacak, isteyenler tezkere bırakarak orduda kalabilecekti. Terhis olanlar ise ileride bir daha askere çağrılmayacaktı. Hıristiyan neferata, ayrıca, askerlikleri süresince diğer erler gibi maaş, mâhiye ve elbise verilecekti. Bahriye askeri olarak alınacak Hiristiyanlar, 18-25 yaşları arasında, denize alışkın, kuvvetli Rum gençleri arasından seçilecek; bu özelliklerde yeterince Rum genci bulunamadığı takdirde, açık, Ermeni (Gregoryan) ve Katoliklerden tahrir edilecek neferatla kapatılacaktı. İlk muayeneleri bulundukları yerlerde yapılacak olan bu asker adayları, İstanbul’da ikinci bir muayeneden geçirildikten sonra donanmaya kabul edilecekti. Karar, Hıristiyanlar arasında tepki ve korkuyla karşılandı. Çok sayıda reaya dağlara ve adalara kaçmaya başladı. Bazıları ise asker yazıldıkları halde teslim olmuyor veya yolda bir fırsatını bulup kaçmaya çalışıyordu.[48] Bütün olumsuzluklara ve Hıristiyan reayanın gönülsüzlüğüne rağmen, 1837’de çoğunluğu Rum olmak üzere toplam 1491 genç askere alındı.
Bunların 491’i Midilli, Paşalimanı, Bandırma, Gemlik, İmroz, Erdek, Kapudağı, Bozcaada, Mudanya, Marmara, İmralı, Limni, Mihalic, Edremid ve Ayazmend’den; geriye kalanı ise Trabzon ve Canik’ten idi.[49]
1839’da ise, o tarihte Osmanlı ordusuna kumanda etmekte olan Hafız Mehmed Paşa ile Moltke arasında Osmanlı Ermenilerin kara birliklerinde istihdamı konusu tartışıldı. Nizip savaşı arifesinde yapılan bu ilginç tartışmada Hafız Mehmed Paşa, her mangaya bir Ermeni asker yerleştirerek ordunun yirmide birini Ermenilerden oluşturmayı düşünmüş, Moltke ise Ermenilerden ayrı taburlar teşkil edilmesinin daha uygun olacağını belirterek, bunlar arasından kabiliyetli olanlara binbaşılığa kadar yükseltilme imkanının sağlanmasını önermişti.[50] Aynı yıl ilan edilen Tanzimat Fermanı, askerlik işlerinin yeniden düzenlenmesini, ömür boyu olan askerlik süresinin beş seneyle sınırlandırılmasını öngörüyordu. Belgede, askerlik hizmetinin gayrimüslimleri de kapsayacak şekilde genelleştirileceğine dair açık bir hüküm yoktu. Ancak Ferman, “muhafaza-i vatan içün asker vermek ahalinin fariza-i zimmetidir” cümlesiyle, dolaylı ve üstü kapalı şekilde, Tanzimat’ın eşitlik prensibinin askerlikte de uygulanmasına işaret ediyordu.[51] Bu işarete rağmen, 1845’e kadar gayrimüslimlerden asker alınmadı. 1845’te ise sadece 142 Hıristiyan donanma için tertip edildi. 1843’te Tanzimat Fermanı’nın bir vaadi daha gerçekleştirilerek aktif askerlik süresi beş, rediflik (yedeklik) süresi ise 7 yıl olarak kesinleşti. 1846’da ise uzun süredir üzerinde çalışılan “kur’a kanunu” tamamlanarak yürürlüğe sokuldu. Kanun, Müslümanların askerlikleriyle ilgili esas ve ayrıntıları belirlerken, gayrimüslim tebaanın askerliğinden söz etmiyordu. Kanunun getirdiği belki en önemli yenilik, Müslümanlara askerliklerini bedelli olarak yapabilme imkanı sağlamasıydı. Burada sözü edilen bedel para olmayıp, şahıstı. Buna göre, kanunda belirtilen şartları hâiz varlıklı bir Müslüman, isterse, beş yıllık zorunlu askerlik hizmetini “bedel-i şahsi” yoluyla, yani kendi yerine bir “vekil” göndererek yapabilecekti. Aynı hak, daha sonra donanmada istihdam edilen Hıristiyanlara da tanınarak “bedelli askerlik” uygulamasında eşitlik sağlanmış oldu.[52]
1846’da Hıristiyanlardan bahriye askeri alınmadı. 1847’de ise donanmanın asker ihtiyacının bir kısmının Hıristiyanlar’dan sağlanması kararlaştırılarak, 1156 neferin eski usulle tertibine başlandı. Asker yazımları sırasında yaşanan olaylar yüzünden 834 kişi ancak toplanabildi. Selanik’ten getirilen 44 kişi evli ve “ashab-ı ziraatden” oldukları için geri gönderildi.[53] 1835, 1837 ve 1845’teki asker celplerinde hedeflenen rakamlara ulaşıldığı halde, 1847’de aynı başarı sağlanamadı. Bunda, asker tertibi sırasında reayaya sert ve kaba davranan memurların büyük payı vardı.[54] Aynı sene, savaş gemilerinde görev yapan Hıristiyan Osmanlı erlerinin ibadet sorunu ile bunların karada istihdamları konusu ele alındı. Devlet adamlarının ekseriyeti, Hıristiyan tebaanın bahriye askeri olarak donanmada görevlendirilmelerinden beklenen faydanın görülmediği düşüncesindeydi. İki grup arasında beklenen kaynaşma bir türlü sağlanamıyordu. Müslümanlar ile Hıristiyan arasında gözle görülür bir gerginlik vardı. Bu insanların olmadık bir bahane ile birbirlerine saldırmayacaklarını kimse garanti edemiyordu. Meclis-i Vükela, Hıristiyanlardan asker alınması konusunu geniş şekilde müzakere etmiş ve bu zorunlu hizmetin gayrimüslimlerce de yapılmasını fikrini prensip olarak olum bulmuştu. Ancak hâlâ zihinlerde bazı tereddütler olduğu görülüyor ve bu yüzden alınan kararlar bir türlü tatbik edilemiyordu. Bir kısım devlet adamları, Hıristiyanların karada istihdamlarının denizdeki kadar olumsuz olmayacağını savunurlarken, bazıları ise, bundan tam anlamıyla emin olamadıklarını, eğer Hıristiyanların gönüllerini hoş edecek birtakım güzel işler yapılmadan uygulamaya geçilirse, donanmada yaşanan sıkıntıların yarın karada da görülebileceğini söylüyorlardı.[55]
Hıristiyanların kara askeri olarak kullanılmaları konusunda ayrılığa düşen Meclis-i Vükela, Müslüman nüfusun azalmasında en büyük etkenin zorunlu askerlik hizmeti olduğu hususunda birleşmişti. Hıristiyanlar askerlikten muaf olmanın avantajlarıyla nüfus olarak çoğalırlarken, askerlik hizmetini sırtlamış olan Müslümanlar, oransal olarak gün geçtikçe azalmaktaydı. Oysa ki, Müslümanlarla aynı topraklar üzerinde yaşayıp ülkenin nimet ve imkanlarından eşit olarak yararlanan Hıristiyanların “saltanat-ı seniyyelerinin hizmetinde dahi ehl-i İslam ile beraber” olmaları gerekirdi.
Üstelik bunun İslam’a aykırı bir yanı da yoktu. Şeyhülislam, konuyla ilgili fetvasında, gayrimüslimlerin Osmanlı ordusunda asker olabileceklerini, hatta bunların başına kendi içlerinden subaylar bile getirilebileceğini belirterek açık destek vermişti.[56] Gelinen bu nokta tartışmasız çok önemliydi. En azından, askerliğin bütün tebaaya genelleştirilmesi konusunda teorik bir mutabakat sağlanmıştı. Fakat asıl işin zor tarafı bundan sonra idi. Uygulama ne zaman ve ne şekilde yapılacak, gayrimüslimler nasıl ikna edilecekti?
1848’de Hıristiyanların donanmada istihdamlarına devam edileceği açıklandı. Celbi düşünülen Hıristiyan sayısı toplam 1481 idi. Bunun 324’ü 1848 senesine ait olup, geri kalan 1157’si geçen yılın bakiyesi idi. Bunların en kısa zamanda toplanıp, “rûz-ı Hızır”dan önce Tersane’ye teslim edilmeleri gerekiyordu.[57] Fakat tam bu sırada Avrupa’da 1848 ihtilalleri patlak vermiş, bu beklenmedik gelişme devlet ricalini tedirgin etmişti. Babıali, dış politika açısından böyle hassas bir dönemde yapılacak olan asker alma işlemlerinin, 1847’de olduğu gibi, toplumsal olaylara yol açıp devletin başına siyasi sıkıntılar getirmesinden korkuyordu. Bundan dolayı Osmanlı hükumeti, asker alma işlemlerini durdurmak zorunda kaldı.[58] 1848’den 1851’e kadar Hıristiyanlardan asker sevki yapılmadı. 1851’de Gelibolu, Tekfurdağı, Trabzon, Canik, Ordu, Erdek, Varna, Kastamonu, Biga, Drama, Vize, Saruhan, Menteşe, Hüdavendigar, Karesi, Kocaili, Suğla, Kesriye, Manastır, Alâiye, Teke, Küçük ve Büyük Çekmece, Terkos ve Silivri’den toplam 600 Hıristiyan gencin kur’a ile alınması emredildi.[59]
1851’deki asker alma kararı daha öncekiler gibi Hıristiyanlar arasında genel bir hoşnutsuzluk ve tepki uyandırdı. Tepkiler üzerine bazı yerlerde kur’a muameleleri yapılamadığı gibi, ismine kur’a isabet edenlerin bir kısmı askeri yetkililere teslim olmadı. Kesriye ve Manastır’da yaşayan Hıristiyanlar Mora ve komşu ülkelere firar etti. Daha önceleri “tertip usulüne” muhalefet eden Hıristiyanlar, bu kez daha adil bir asker alma sistemi olan “kur’a usulüne” karşı çıktı.[60] Birçok yerde kur’alar çekilemedi. Trabzon’da yaşayan Rumlar, Rusya ve Yunanistan konsolosluklarına giderek pasaport ve himaye belgesi talebinde bulundu.[61] Tepkiler ve firarlar sebebiyle 1851 celbinde 395 kişi ancak toplanabildi. 1852’de, Kesriye ve civarından 1851 ’in bakiyesini toplamak üzere yeniden harekete geçildi. Önce, Hıristiyan cemaatlerin temsilcileri İstanbul’a çağrılarak kur’aya direnmemeleri yolunda ikna edildi. Arkasından, ilgili mahallere yeni “kur’a heyetleri” yollandı. Manzara aynıydı: Bütün kazalar söz birliği etmişcesine asker vermeyeceklerini söylüyorlardı. Bunun üzerine Babıali, silah zoruyla asker toplamak mecburiyetinde kaldı.[62]
Tepkilerin artması, 1853’te Babıali’yi yeni önlemler almaya yöneltti. Bu amaçla, daha önce beş yıl olan cizye muafiyeti 12 yıla çıkarıldı. Ayrıca, bedelli askerlik uygulamasında değişiklik yapılarak, Hıristiyan asker adaylarının, kendi mezhepleri dışındaki dindaşlarından da askere “vekil” gönderebilmeleri sağlandı.[63]
1855 yılı önemli bir gelişmeye sahne oldu. Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı (1853-1856) yüzünden askere duyulan ihtiyacın had safhaya varması üzerine, 14 Mayıs 1855’te kamu oyuna resmi bir açıklama yaparak cizyenin kaldırıldığını, bundan böyle gayrimüslimlerin de nüfusları oranında askere alınacaklarını ilan etti. Açıklamada, ilk aşamada belli sayıda gayrimüslimin orduya dahil edilmesi öngörülüyordu. Bunların içinden kabiliyetli olanlara subaylık yolu açıktı. Öte yandan, gayrimüslim çocukların askeri mekteplere girebilmelerine de imkan tanınacaktı. İhtiyaç fazlası olduklarından dolayı askere sevk edilemeyecek olanlar ise, her sene “bedel-i askeri” adında bir vergi ödeyeceklerdi.[64] Bu açıklama Hıristiyanlar üzerinde adeta şok etkisi yaptı. Bilhassa Rumeli’ni Sırbistan sınırına yakın yerlerinde yaşayan Hıristiyanlar askere gitmek istemediklerinden dolayı dağlara ve ülke dışına kaçmaya başladılar. Halkın bu direnişi karşısında askerlik kararını istediği gibi uygulayamayacağını anlayan Osmanlı hükumeti, öncelikle Rumeli’deki bazı kazaları askerlik kapsamdan çıkardı, ardından da sevk edilecek asker sayısında indirim yaptı. Bunlardan da bir sonuç alamayınca Hıristiyanlardan asker alma girişimlerini durdurdu. Bu acı tecrübenin tesiriyledir ki, 1856 Islahat Fermanı’nda, gayrimüslimlerin eşitlik gereği Müslümanlar gibi askerlik hizmetiyle mükellef tutulacakları ifade edilmesine rağmen, bunun zannedildiği kadar kolay olmayacağı anlaşılarak, bedelli askerlik uygulamasının devam edeceği açıklandı. Bir farkla ki, “bedelli askerlik” Müslümanlar için sınırlı ve ihtiyari iken, Hıristiyanlar ve Yahudiler için ise mecburi olacaktı.[65] Nitekim, daha sonra Meclis-i Ahkam-ı Adliye ve Meclis-i Tanzimat’ta gayrimüslimlerin askerliklerine dair yapılan müzakerelerde, istihdam şekilleriyle ilgili ayrıntılı düzenlemeler yapılana kadar Hıristiyan ve Yahudilerden fiil askerlik hizmeti yerine “bedel-i askeri” alınması uygun bulundu.[66] Her iki mecliste yapılan görüşmeler sırasında üyeler, Osmanlı gayrimüslimlerinin asker olarak orduya alınması konusunda ittifak ettikleri halde, ayrıntılarda farklı düşmüşlerdi. Neticede, ilgili düzenlemeler yapılana kadar gayrimüslimler askere çağrılmayacaklardı.
Yüzyıllardır süregelen cizye vergisi 1855 Mayıs’ındaki resmi bildiriyle ortadan kalkmış, onun yerine, isim olarak farklı, fakat özellikleri itibariyle cizyeye benzeyen “bedel-i askeri” gelmişti. Aslında bedel-i askeri vergisinin cizyenin yerine ikame edildiği açıktı.[67] Öyle ki, verginin miktarı bile bazı yerlerde cizyeye kıyasla belirleniyordu.[68] Kişi başına ortalama 28 kuruş olan bedel-i askeri, 15-75 yaş arasındaki gayrimüslim erkeklerden tahsil ediliyor, din adamları, fakir ve iş göremez durumda olanlar kapsam haricinde tutuluyordu. Vergi cemaat üzerinden tevzi ve tahsil edildiğinden, devlet, sadece sancak ve kazaların ödeyeceği bedelleri hesaplıyor, ondan sonraki safhalara müdahale etmiyordu. Maliye Nezareti’nce tespit edilen vergi miktarları kaza meclisleri tarafından bağlı mahalle, köy veya kasabalara taksim ediliyordu. Ödenecek vergilerin mükelleflere paylaştırılması ise, başta kocabaşılar olmak üzere, gayrimüslim cemaatlerce yapılıyordu. Tevziat sırasında mükelleflerin mali durumları dikkate alınıyor, zengin ve varlıklı olanlara daha yüksek oranda vergi hissesi takdir edilirken, diğerlerine daha düşük miktarda taksimat yapılıyordu. Sade bir gayrimüslim Osmanlı vatandaşı, yılda ortalama olarak ödediği 28 kuruşluk bedel-i askeri sayesinde Müslümanlar için zorunlu olan askerlik görevinden ömür boyu kurtulduğu gibi, ticaret ve işini de huzur içinde sürdürebiliyordu. Bedel-i askeri vergisinin, dönemin işçi ve usta yevmiyeleriyle karşılaştırıldığında fevkalade az olduğu görülüyordu. 1857’de bir neccar ve silicinin yevmiyesi 20 kuruş, taşçının 18 kuruş, lağımcı ve hırvatın 13 kuruş, hamalın 12 kuruş, duvarcının 16 kuruş, kaldırımcının ise 15 kuruştu.[69] 1859’da bir dülger en çok 30, en az 20 kuruş; rencber ustası 28 kuruş; marangoz 25 kuruş; oymacı 30 kuruş; taşçı, sıvacı, nakkaş, bıçakcı, hamamcı 25’er kuruş; lağımcı 18 kuruş, suyolcu 20 kuruş gündelik ücret almaktaydı.[70] Aynı tarihlerde bedel-i askeri vergisi olarak gayrimüslimlerce ödenen yıllık miktar ortalama 28 kuruştu. Bu rakamın çok altında ödeme yapanlar da vardı. Mesela Kale-i Sultaniye Yahudileri arasında senede 20 kuruş,[71] Bozok sancağı, Akdağ kazası Hıristiyanlarından yılda 5 kuruş,[72] Biga’da 10 kuruş bedel verenler vardı.[73] Askerlikten muaf olabilmek için senede değil 28 veya 30 kuruş vermek, bunun çok üzerinde ödeme yapılsa bile, neticede kârlı olan gayrimüslimlerdi. Müslüman nüfus askerliğin zorlukları, hastalıklar ve savaşlar nedeniyle bariz şekilde azalıp fakirleşirken, Hıristiyanlar hem sayıca çoğalmakta, hem de zenginleşmekteydi. 28 Temmuz 1860’da İzmir’deki İngiliz konsolosu Blunt, Londra’ya gönderdiği bir raporda, zorunlu askerlik yüzünden şehirdeki Türklerin mal varlıklarının eksildiğini, nüfuslarının azaldığını, topraklarının ise işlenmediğinden dolayı verimsizleştiğini yazıyordu. Ekonomik dengeler Hıristiyanlar lehine değişmişti. Askere gitmeden önce iş sahibi olan Müslümanlar, döndüklerinde her şeyi değişmiş buluyordu. Türkler, çaresizlikten ellerindeki arazileri Rum ve Ermenilere satıyorlardı. İzmir’de toprak sahibi Türk sayısı bir hayli azalmış, Türk nüfus hızla eksilmişti.
İzmir’de ticaret yapan tüccarların çoğu Hıristiyandı. Blunt, İzmir ve çevresinde ortaya çıkan bu tablonun sebebini, Hıristiyanların askerlik hizmetinden muaf olmalarına bağlıyor ve bu muafiyetin Hıristiyanların lehine olmasından dolayı devam etmesini istiyordu.[74] Trabzon İngiliz konsolu Palgrave de, 30 Ocak 1868 tarihli raporunda, bu kez imparatorluğun bir başka bölgesinden ilginç kesitler sunuyordu. Halihazırda bütün askeri hizmetlerin Müslümanların üzerinde olduğunu söyleyen konsolos, Hıristiyanların verdikleri küçük bir bedel sayesinde askerlik harici tutulduklarını, ilerde bedeli askeri vergisine zam yapılsa bile, bunun, askerlik yükünü omuzlamış olan Müslümanların sefaletini telafi edemeyeceğini yazıyordu. Palgrave’e göre, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında son yıllarda göze çarpan nüfus oranlarındaki değişim ile sosyal ve ekonomik dengesizliklerin gerçek sebebi askerlikti. Hıristiyanlar daha çalışkan, enerjik veya akıllı olduklarından zenginleşmiyorlardı. Veya Müslümanların fakirliğinin tembellik veya beceriksizlikle bir ilgisi yoktu. Müslümanlar, ülkedeki Rum ve Ermeniler’den şahsi meziyetler noktasında daha ileriydi, ancak omuzlarına yüklenen ağır sorumluluklar onları dezavantajlı duruma düşürmüştü. Dengeyi sağlamak için askerlik hizmetini iki topluluk arasında paylaştırmak gerekiyordu.[75]
Bu durumun farkında olan sadece İngiliz konsolosları değildi elbette. Konu, Osmanlı devlet adamları arasında XIX. yüzyıl boyunca sık sık tartışılmıştı. Ancak her ne hikmetse, 1856 Islahat Fermanı’nın ilke ve hedef olarak vaad ettiği eşitlik prensibi askerlik alanında bir türlü gerçekleştirilememişti. 1856 ve 1857’de askerlik konusunu çözümlemek ve gayrimüslimler için istihdam nizamnamesi hazırlamak amacıyla toplanan meclislerden bir sonuç çıkmadı. 1857’de Sultan Abdülmecid’in iradesi üzerine konuyu görüşen Dâr-ı Şura-yı Askeri, gayrimüslim halkın nüfus sayımlarının yapıldıktan sonra kur’a usulüyle orduya alınabilecekleri şeklinde bir görüş bildirmişti. Şura, Hıristiyan ve Yahudilerin orduda Müslümanlarla karışık olarak istihdam edilmelerini teklif ediyordu. Bunun üzerine Serasker Paşa’nın konağında biraraya gelen vükela, Askeri Şura’nın önerdiği karışık istihdam şeklini tereddütle karşılamış olacak ki, konunun “nezaketine binaen” ilerde yeniden görüşülmesini istemişti.[76] Askerlik meselesi, 1858’de Askeri Şura’da bir defa daha müzakere edilerek, gayrimüslimlerden sadece yaşları 25 olanların orduya alınması, diğerlerinin ise muaf tutulması istendi. Babıali, öneriye muvafakat etmeyerek, bütün Osmanlı vatandaşlarının mevcut kur’a kanununa tâbi tutulmalarına karar verdi. Ancak, bu kararın uygulanabilmesi, istihdam nizamnamesi ile gayrimüslimlerin orduda dini vazifelerini yerine getirebilmelerine ilişkin düzenlemelerin yapılmasına bağlıydı. 1859’da toplanan Meclis-i Tanzimat’ta yeniden ele alınan askerlik işleri, Abdülmecid’in ölümü (1861) ve Sultan Abdülaziz’in cülus telaşı yüzünden diğerleri gibi bir sonuca bağlanamadı.[77]
Osmanlı gayrimüslimlerinin askerlik problemi daha sonraki tarihlerde de gündeme gelmiş, “bunlardan müstakil alay ya tabur ve yahud bölük mü yapalım, yoksa asakir-i İslamiyye ile muhteliten mi istihdam edelim ve bunları nasıl kullanalım ” şeklinde tartışmalar yapılmıştı.[78] Nitekim, 1865 yılında, asker alma kaynaklarındaki daralmaya çözüm bulmak amacıyla Babıali’de toplanan encümende de, Hıristiyanların askerlik konusu müzakere edilmişti. Fuad Paşa’nın (öl. 1869) başkanlığını yaptığı bu encümende, vükeladan bazı isimlerin yanısıra Ahmed Cevdet Paşa da yer alıyordu. Encümen müzakereleri, Osmanlı ordusunun asker ihtiyacının gayrimüslimlerin orduya alınarak çözümlenebileceğini savunanlar ile böyle bir uygulamanın faydadan çok devletin başına sıkıntılar getirebileceğini ileri sürenler arasında geçti. Birinci gurupta yer alan üyeler, Osmanlı Devleti’nde askerlik hizmetinin yalnız Müslümanlara mahsus olmasından dolayı her sene asker sevkinde büyük sıkıntılar yaşandığını, celplerin belli bölgeler dışında yapılamadığını, genç nüfusun azaldığını söylüyorlar ve çare olarak zorunlu askerlik hizmetinin genelleştirilmesini öneriyorlardı. Sözcülüğünü Cevdet Paşa’nın yaptığı diğer gurup ise, askerliği bütün tebaaya teşmil etmenin sanıldığı kadar kolay olmayacağını söylüyordu: Birlikte askerlik yaptıkları takdirde, Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında ortaya çıkabilecek olası problemler nasıl çözülecekti? Bu sorun aşılsa bile, farklı din, mezhep ve meşreplerdeki Hıristiyanların birbirlerine karşı olan düşmanlıkları nasıl izale edilecekti? Bu sorunlar orduda her an çatışma ve kavga sebebi olabilirdi. Sonra, askere alınan Hıristiyan ve Yahudiler devletten, kendilerine kışlalarda âyin yaptıracak din adamları isteyebilirdi. Bu durumda hükumetin, Ortodoks, Katolik, Gregoryan ve Protestanların her biri için ayrı papazlar tayin etmesi, Musevilere de hahamlar bulması gerekecekti. Bazı Hıristiyanlar, temelde aynı mezhebe bağlı oldukları halde, âyin usulleri, anlayış ve meşrep farklılıklarından dolayı küçük cemaatlere ayrılmıştı. Mesela Katolikler arasında Latin, Ermeni, Melkit, Süryani ve Keldani’ler vardı. Melkitler ile Maruniler aynı Papa’yı tanımalarına rağmen birbirlerine hasımdı. Keza, Ortodoks Bulgarlar ve Rumların arası da iyi değildi. Bundan ötürü, orduda bu cemaatler için de ayrı papazlar bulundurmak gerekecekti.[79] Bu kadar değişik unsuru adaletli şekilde idare edebilmek; ortak değerler etrafında motive edebilmek; ve üstelik bunları yaparken batılı devletlere iç işlerimize karışmaları için fırsat vermemek çok zordu. Her şeyden önce, ömürlerinde hiç askerlik yapmamış, doğru dürüst silah tutmamış, sefer ve savaş sıkıntısı çekmemiş olan gayrimüslimleri asker olmaları için ikna etmek lazımdı.[80] Bu konuda kimse garanti veremezdi. Bunun için Cevdet Paşa, Hıristiyanları orduya dahil etmek gibi tehlikeli bir maceraya atılmak yerine, mevcut asker açığının o tarihe kadar çeşitli sebeplerden mükellefiyet dışında kalmış Müslümanlardan karşılanmasını teklif etti.[81] Encümen üyeleri Paşa’nın görüşlerini makul ve gerçekçi bularak aynen kabul etti. Sadrazam Ali Paşa (öl. 1871), gayrimüslimlerin askerlik yapmalarına taraftar olmasına rağmen,[82] encümen kararına uydu.
Ali Paşa, Osmanlı Hıristiyanlarının da Müslümanlar gibi askerlik yapmalarını savunuyor, bunu, Müslümanlar aleyhine bozulmuş toplumsal ve ekonomik dengelerin yeniden kurulması ve siyasi istikrar açısından zaruri buluyordu. Paşa, 1871’de Sultan Abdülaziz’e hitaben kaleme aldığı vasiyetnamesinde, askerlik hizmetinin Müslümanlara yüklenmiş olmasını haksızlık olarak niteleyip, Müslüman nüfustaki korkutucu azalmanın bu durumla ilgili olduğunu söylüyordu. Ali Paşa, bu haksızlığa son verilmediği takdirde yakın bir gelecekte Müslümanların birçok yerde azınlık durumuna düşeceğini hatırlatıyordu. Paşa’ya göre, biri Müslüman diğeri Hıristiyan olan bir yerleşim biriminde yapılacak bir nüfus sayımı, on yıl içinde ilkinin korkunç bir düşüş, diğerinin ise hayret verici bir gelişme halinde olduğunu gösterecekti. Ülkenin birçok yerinde askerlik yüzünden nesilleri kesilmiş aileler, işsiz güçsüz kalmış insanlar vardı. En verimli çağlarında köylerinden alınıp gençlik yıllarını bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği kışla ve barakalarda geçirenler, terhis olduktan sonra memleketlerine döndüklerinde ne yapabilirler veya ne işe yararlardı? Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi tarıma, ticarete, sanayi ve sanatlara yönelmeli, çok çalışmalı, çok üretmeli, kısaca zengin ve güçlü olmalıydı. Fakat, omuzlarındaki ağır askerlik yüküyle Müslümanların bunları gerçekleştirmeleri kolay değildi.
Müslümanlar öncelikle bu ağır yükü tek başlarına taşımaktan kurtarılmalıydı. Yük paylaşılmalı, Hıristiyanlar da nüfuslarına göre asker ve subay olmalıydı. Ali Paşa, gayrimüslimlerin orduya alınmalarını isyan ve bölünme korkusuyla tehlikeli bulan muhalifleri de eleştiriyor ve bu tür karşı tezleri anlamsız ve temelsiz buluyordu.[83]
Gayrimüslim tebaanın askerlik konusu, 1860’lı yıllardan itibaren Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin yayın organı olan Hürriyet gazetesinde çıkan makalelerle Osmanlı kamu oyunda daha çok tartışılmaya başlandı. Yeni Osmanlılar,[84] askerlik sorununu tartışmaya açarak, bir yandan konuyla ilgili görüşlerini kamu oyuna anlatma, diğer yandan da Osmanlı hükumetlerinin mevcut politikalarını eleştirme imkanı buluyorlardı. Yeni Osmanlılar’a göre, gayrimüslimlerin askerlikten muaf tutulmaları öncelikle eşitliğe aykırıydı.[85] Müslümanlar ülkeleri için hem paraları, hem de canları ile hizmet ederlerken, Hıristiyan ve Yahudiler yalnızca para vermekteydi. Oysa ki, istisnasız herkes askerlik hizmetinde eşit olmalı ve bu konuda kimseye ayrıcalık yapılmamalıydı.[86] Çarpık eşitlik anlayışı yüzünden “nüfus-ı İslamiye ifnâ” ediliyordu.
Müslümanlar arasındaki fakirliğin de, nüfustaki azalmanın da en büyük sebebi askerlikti. Bir Müslüman beş yıllık temel askerlik görevini yerine getirse bile askerlikle ilişkisi bütünüyle kesilmiyor, yedi sene sürecek rediflik dönemi başlıyordu. Redifliğe geçen bir Müslüman, senenin belli günlerinde en yakın askeri garnizonda eğitim almak ve çağrıldığında işini gücünü bırakıp orduya katılmak zorundaydı. Muvazzaflık veya rediflik sırasında yaralanan, sakat kalan veya ölenlerin geride kalan aile ve çocuklarının hiçbir sosyal güvencesi yoktu. Bu bakımdan, gayrimüslimlerin askerlikten muafiyetleri mukabilinde ödedikleri bedel-i askeri vergisi hiçbir zaman fiili askerliğin yerini tutamaz, çekilen sıkıntıların karşılığı olamazdı. Bedelli askerlik ile fiili askerlik arasında büyük fark vardı.[87] Ziraat ve ticaretten uzak kalan Müslümanlar yoksullaşırken, bedel sayesinde askere gitmekten kurtulan Hıristiyanlar gittikçe zenginleşiyor, bu ekonomik farklılık her iki milletin yaşadıkları mekan ve mahallerde hemen belli oluyordu. Bir Müslüman nakdi bir bedel ödeyerek muvazzaflık hizmetinden kurtulsa da rediflikten kurtulamıyor, ondan da muaf olabilmek için yeniden yüklü bir ödeme yapması gerekiyordu.[88] Yeni Osmanlılar, farklı din ve mezheplere mensup askerlerin aynı ordunun saflarında istihdam edilemeyeceği fikrine de katılmıyorlardı. Çünkü dünyada, değişik etnik ve dini unsurları bünyesinde barındıran ve onlardan istifade eden Hıristiyan devletler vardı. Bunlar, ordularına kendi din veya mezheplerinden olmayan tebaalarını da almakta, hatta belirli rütbelere kadar yükselmelerine izin vermekteydi. Fransa, uzun zamandır Cezayirli Müslümanlardan asker yazmakta ve bunların imparatorluğun muhafız birliklerinde istihdam etmekteydi. Keza İngiltere, İrlandalı Katolikler ile Hindistanlı Müslümanlar ve Hindular’dan asker alıyordu. Ruslar ise Kırım Tatarlarını, Lehlileri, Gürcüleri, Dağıstanlıları ve Çerkesleri ordusuna dahil edip Avrupa’yı titretiyordu.[89]
Osmanlı gayrimüslimlerinin askerlik meselesi, 1877 ve 1878 yıllarının olağanüstü şartları altında toplanmış olan ilk Osmanlı Mebusan Meclisi’nde yeniden gündeme geldi. Bunun nedeni, o sıralar devam eden Osmanlı-Rus Savaşı idi. Savaş için aktif ordu dışında eldeki bütün yedekler seferber edilmesine rağmen asker ihtiyacı karşılanamamış, halktan gönüllü asker toplanmaya başlanmıştı. Bu arada, gayrimüslimlerden de gönüllü birliklere katılmaları isteniyordu. Bu gelişmeler, gayrimüslimlerin yalnız gönüllü değil, muvazzaf asker olarak orduya alınmaları konusunu meclise taşıdı. Müslüman mebusların ekseriyeti eşitlik ilkesinin askerlikte de uygulanmasını isterken, Hıristiyan vekiller bunu zamansız buluyorlardı. Hıristiyanların askere alınmasının en hararetli savunucusu, Ortodoks İstanbul mebusu Vasilaki Efendi idi. Vasilaki, 2 Haziran 1877’de yaptığı konuşmasında, bedel-i askeri vergisinin hemen ilga edilerek zorunlu askerlik sistemine geçilmesini teklif etti. Vasilaki, yasa gereği bütün Osmanlıların hukuk ve vazifelerinde eşit oldukları halde, bir kısmının vatan uğrunda kanlarını döküp, diğer kısmının sadece para ödemekle yetinmelerini haksızlık olarak niteliyordu: Çünkü “Kan dökmek vazife-i asliyesi her bir evlad-ı vatanın boynunun borcudur. Kan ne alınır, ne de satılırdı.” Vasilaki Efendi, sözleriyle meclisteki Müslüman mebuslardan büyük alkış ve takdir alırken, kendi dindaşlarından aynı ilgiyi göremedi. Mesela, İstanbul’dan Ohannes Efendi, Vasilaki’nin aksine, 1877’de Hıristiyanlardan asker alınamayacağı söylüyordu. Yanya mebusu Alkivyadi ile Kıbrıslı Zafiraki Efendiler de Ohannes’i destekliyorlardı. Üstelik hazinenin durumu da meydanda idi. Hıristiyanların askerlik işi aceleyle değil, zaman içinde tedricen halledilmeliydi.[90]
Osmanlı Devleti, 1856-1909 döneminde askerlik hizmetini bütün tebaaya teşmil edecek yasal bir düzenleme yapamadı. Yapılan tartışmalardan bir sonuç çıkmadı. Askerlik konusu her defasında ertelenerek sürüncemede bırakıldı. Bunun çeşitli sebepleri vardı. Birincisi, Hıristiyan ve Yahudilerin orduda nasıl istihdam edilecekleri hususunda devlet ricali arasındaki fikir ayrılığıydı. Bu yüzden, 1856’dan beri gayrimüslimlerin askerliklerine dair bir nizamname hazırlanamamıştı. İkincisi, devlet içindeki bazı sivil ve askeri bürokratların muhalefetleriydi. Bunlar, zihinlerinden bir türlü atamadıkları “arkadan vurulma” ve “bölünme” korkusundan dolayı, Hıristiyanların orduya alınmalarını istemiyorlardı. Hıristiyanların, askerlik sanatını öğrendiklerinde devlete isyan edebileceklerini, ya da düşmanla işbirliği yapacaklarını düşünüyorlardı.
Gayrimüslimlerinin askerliği önündeki üçüncü önemli engel mâli sıkıntılar idi. Osmanlı Devleti, askerlik hizmetini genelleştirdiği takdirde önemli bir gelir kaynağını, “bedel-i askeri” gelirlerini kaybedecekti. Hazineye her yıl düzenli olarak ortalama %4’lük bir katkı sağlayan bu kaynaktan sarfı nazar etmek hiç de kolay değildi.[91] Bedel-i askeri, aşar, virgü, ağnam ve rüsum’dan sonra hazineye en çok gelir getiren vergi kalemiydi.[92] Bütçenin her sene açık verdiği, nakit sıkıntısı nedeniyle memur maaşlarının düzenli ödenemediği bir ortamda, Hıristiyan ve Yahudilerin askere alınması uğrunda bedel-i askeri gelirlerini feda etmek, özellikle hazine açısından çok zor görünüyordu. Nitekim, 93 Harbi sırasında bedel-i askeri’nin kaldırılmasına dair yapılan teklif, mâli gerekçeler ileri sürülerek reddedilmişti. Bütün bu sorunlar aşılsa bile, yüzyıllardır askerlik yapmamış gayrimüslimlerin can-ı gönülden bu hizmeti kabul edeceklerini kim garanti edebilirdi.? Nitekim, 1835-1855 döneminde yaşanan olaylar Hıristiyanları askere almaktaki güçlükleri bütün açıklığıyla göstermişti. Binlerce insan sırf asker olmamak için dağlara, adalara veya komşu ülkelere kaçmıştı. Zorla toplananlardan ise beklenen randıman alınamamıştı. Şüphesiz hadisenin bir de dış boyutu vardı. Osmanlı Devleti, askerlik hizmetini genelleştirip gayrimüslimleri zorla askere almak isterse, batılı güçlerin olmadık müdahaleleriyle karşı karşıya kalabilirdi. Devleti tehlikeli bir maceraya sürüklemektense, asker ihtiyacını eskiden olduğu gibi Müslümanlar’dan karşılamak daha mantıklıydı. Bunlardan dolayı, Tanzimat’dan beri sürekli öne çıkarılıp, 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Kanun-ı Esasi’de çok daha net ve açık şekilde ifade edilen “istisnasız bütün Osmanlı vatandaşlarının hak ve vazifelerde eşit oldukları” ilkesi, askerlik alanında 1909’a kadar bir türlü hayata geçirilememişti.
İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra devlete hakim olmaya başlayan yeni zihniyet ve anlayış, askerliği, Osmanlı topraklarında yaşayan farklı dini ve ırki grupların birbirleriyle kaynaşması açısından önemli ve gözardı edilemez bir vasıta olarak görüyordu.[93] Aynı düşünceyi dönemin aydınları da taşıyor, Osmanlı ordusunun anasır-ı muhtelifeyi birbirine yaklaştırmak, vatandaşlık fikrini tesis ve tamim etmek gibi hayati bir sosyal görevi yerine getirebileceğini ümit ediyorlardı.[94] Ülkede yaşayan birbirinden farklı unsurların ortak değerler etrafında kaynaştığı bir Osmanlı toplumu oluşturmak, o günlerde meşrutiyet aydınları için vazgeçilmez bir amaç olmuştu. Bundan dolayı, Hıristiyan ve Yahudilerin Müslümanlarla birlikte asker olmaları, aynı manga ve birliklerde bulunmaları, aynı koğuşları paylaşmaları özlenen “ittihat-ı anasır”ın gerçekleşmesi açısından en az maarif kadar önemliydi.[95]
Bundan dolayı Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahid, “En birinci emelimiz olan ittihadın en birinci sebebi olmak üzere orduyu ve maarifi tanıyoruz” diye yazacaktı.[96] Birbirine kenetlenmiş bir Osmanlı toplumu kurmak ideali, geleceğe dönük siyasi kaygılar ve sosyal dengelerin sağlanması gibi hedefler meşrutiyetle birlikte mâli endişelerin önüne geçmişti. Bunlara, eşitlik prensibini tavizsiz uygulama isteği, mecliste bulunan gayrimüslim mebusların destekleri ve Müslüman kamu oyunun baskıları da eklenince, Babıali, 1909 Ağustos’unda kabul edilen bir kanunla bedel-i askeri vergisini ilga ederek askerlik hizmetini bütün Osmanlı vatandaşları için zorunlu hale getirdi. Bundan böyle Hıristiyan ve Yahudiler de Müslümanlar gibi askerlik yapacak, bu konuda daha önce varolan her türlü muafiyet ve ayrıcalıklar kaldırılacaktı. Osmanlı vatandaşı sıfatını taşıyan ve şartları hâiz olan herkes, ülkenin neresinde yaşarsa yaşasın veya bulundukları toprakların geçmişteki statüleri ne olursa olsun, Kanun-ı Esasi gereği askerlik hizmetiyle mükellefti.[97] Karar, meclisteki Hıristiyan mebuslarca “gerçek vatandaşlığa geçiş” olarak algılanıp sevinçle karşılanırken, Hıristiyan patrikler, cemaat reisleri ve halk üzerinde aynı etkiyi yapmadı. Başta Rum Ortodoks cemaati patriği olmak üzere, ruhani liderler, karara karşı çıkmayıp muvafakat edeceklerini bildirdiler;[98] ardından da bazı isteklerde bulundular: Hıristiyanların ayrı taburlarda istihdam edilmesi, kışlalara papazlar tayin edilmesi, askerde din değiştirme işlemlerinin yapılmaması, perhiz günlerine saygı gösterilmesi, kutsal günlerinde gayrimüslim erlere izin verilmesi gibi.[99]
1909’da askerlik muamelelerine başlayan Osmanlı Devleti, 1910’dan itibaren gayrimüslim vatandaşlarını fiilen askere almaya başladı. Kanuna göre, 1325 (1909/1910) senesinde 1299, 1300, 1301, 1302, 1303 ve 1304 doğumlular, diğer deyişle en küçüğü 21, en büyüğü 26 yaşındaki adayların tamamı askerlik işlemine tâbi tutuldu. Bu adayların muayene ve sevk işlemlerini kanunen teşekkül etmiş “meclisler” yapıyor ve bu meclislere her mahallin “memurin-i ruhaniyesi” de üye olarak katılıyordu.[100]
Askerlik muayeneleri, kur’alar ve adayların sevki aşamalarında ülkenin birçok yerinde olaylar çıktı. Hıristiyan halk, askerlik kanunundan duyduğu memnuniyetsizliği bazı yerlerde pasif direnişler,[101] bazı mahallerde ise aleni ve toplumsal tepkilerle ortaya koydu. Özellikle Ege adaları ve Rumeli’de gösterilen tepkiler yüzünden kur’a ve asker alma işlemleri yapılamadı veya tehir edildi.[102] Bazı bölgelerde Hıristiyan nüfusu tespit amacıyla yapılmak istenen tahrirler ileri tarihe bırakıldı. Nüfus sayımı yapılmayan yerler sonradan askerlik kapsamından çıkarıldı. Mısır, Sisam, Kıbrıs, Cebel-i Lübnan, Hicaz ve Yemen’den asker alınamadı.[103] Çok sayıda Hıristiyan askere gitmemek için başta Amerika ve Mısır olmak üzere ülke dışına veya vilayetleri haricine kaçtı.[104] Buna rağmen Osmanlı Devleti, askerlik kanununu kararlılıkla uyguladı. 1910’dan başlayarak 1918’e kadar gayrimüslim vatandaşlarından muvazzaf ve redif sıfatıyla asker almaya devam etti.
Balkan Harbi ve I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda görev yapan çok sayıda Hıristiyan ve Yahudi nefer vardı. Balkan Savaşı’nda silahlı olarak orduda bulunan gayrimüslimler arasında mevzilerini bırakıp düşman saflarına firar edenler olduğu gibi, üstün gayret ve fedakarlık gösterenler de vardı. Aynı olaylar I. Dünya Savaşı sırasında da tekrarlandı. Amele taburlarında istihdam edilen Ermeni ve Rumların bir kısmı firar etti. Böylece, 1909’da başlayan gayrimüslim tebaanın zorunlu askerlik hizmetleri, acı tatlı hatıralarıyla birlikte, 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile fiilen sona erdi. 1919’da ise İtilaf devletlerinin isteği üzerine alınan bir kararla, Osmanlı ordusunda bulunan bütün gayrimüslim askerler terhis edildi.
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 82-93