Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Fahrettin Paşa – “Can Verir… Canan’ı (S.A.V) Veremez Türkler!”

1 15.963

Ozan Arif BODUR

Birinci Dünya Savaşı sona ermişti…

Bu savaş esnasında Hicaz Cephesinde bulunan ve Medine Müdafaasını çıplak gözlerle seyreden Feridun Kandemir, Babıâli’de bir gazete idaresinde tüm gördüklerini duayenlerden Süleyman Nazif ve Yahya Kemal’e anlatıyordu…

Loş odanın içinde kesif bir duygu seli yaşanıyordu…

Feridun Kandemir, şanlı müdafaaya dair hangi anı hatırlasa sesi titriyor, ruhunda volkanlar oluyordu. Anlatılanlar karşısında Yahya Kemal’in dudakları büzüşmeye, gözleri nemlenmeye başlamıştı, Bu sıcağı sıcağına bir anlatıştı, okuyan, öğrenen değil bizzat yaşayan anlatıyordu. Anlatılanlar karşısında gözlerini pür dikkat açıp, sessizce oturan Süleyman Nazif ise bir süre dinledikten sonra bir ok gibi yerinden fırlayarak haykırmıştı;

“…Çoçuk! Çocuk!
Neler söylüyorsun Sen!
Bunlar burada bize mi anlatılır?
Hemen bir meydana koş! Bunları İstanbul’a bütün bir millete anlat!’”

Feridun Kandemir, söyleneni belki yapmamış bir meydana koşup olanları haykırarak tüm İstanbul’a anlatmamıştı ama Peygamberimizin Gölgesinde ki Son Türkler eserini yazarak tüm yaşananların bütün bir millet tarafından öğrenilmesini sağlamıştı…

Bu eseri okuyanlar ve Feridun Kandemir’i dinleyenler gördüler ki Türkler, Birinci Dünya Savaşında sadece Kuttul Amare ve Çanakkale de değil Peygamberin (s.a.v) dizinin dibinde Medine de bir destan yazmışlardı…

Bu destanı askerleri ile birlikte çölün değişken zeminine kaybolmayacak şekilde işleyen kişi ise efsane istihbaratçı (siz kestane de diyebilirsiniz) Lawrence’ın Çöl Kaplanı lakabını taktığı Fahrettin Paşa’dan başkası değildi…

Evet…
Fahrettin Paşa…
Ölümünün 62.yılını yaşadığımız şu sıralarda hiç kimse tarafından hatırlanmayan “unutulmaz” Paşa…
Şimdi bir tutam vefa kuşanıp, tarihe doğru kanatlanıyoruz…
Bir iman abidesi olan Fahrettin Paşa ve Peygamberin (s.a.v.) dizinin dibinde İngilizler ile işbirlikçilerine karşı müthiş bir destan yazan, tunç yürekli Türklerin dizinin dibine doğru yol alıyoruz…

MOHAÇ KAHRAMANI AKINCI BALİ BEY’İN TORUNU

Osmanlı Devletinin son ordu komutanlarından biri olan Fahrettin Paşa tarihte Medine Müdafii olarak tanınır. Gerçek ismi Ömer Fahrettin Türkkan’dır…

Nizam-ı Cedid Topçubaşısı Ömer Ağa’nın oğlu Tuna Vilayeti Posta ve Telgraf Müdürü Mehmet Nahit Bey ile Mohaç kahramanı akıncı beyi Bali Bey’in soyundan gelen Fatma Adile Hanım’ın, tek çocuğu olarak 4 Şubat 1868 de Tuna Nehri kenarında kurulu küçük bir kasaba olan Rusçuk’ta doğmuştu…

1877-78 Tarihi Balkan Türkleri için çok şey ifade ediyordu…

Türk-Rus Harbi kısa süre de Rumeli Bozgununa dönüşmüştü. Kan kokusu ve top sesleri içinde ferc ferc Anayurda akan kafilelerden birinde daha 10 yaşına yeni giren Ömer Fahrettin de bulunmaktaydı. Asker olma istediği, milletinin en zor anlarını gördüğü bu dönemlerde depreşmişti.

Kısa süre de tüm engelleri aşmış takvim yaprakları 1888 yılını gösterdiğinde göç yolunun tüm acılarını çeken küçük muhacir Ömer Fahrettin, Harbiye Mektebini sınıfının birincisi olarak bitiren genç bir süvari teğmeni olmuştu.

O artık sürekli öğrenme hevesinde olan acar bir delikanlıydı…

Yabancı dil eğitiminin ısrarla üzerinde durmuş, İstanbul Posta ve Telgraf Müdürlüğüne atanan babasının yanında çalışan Fransız mühendislerden Fransızca dersleri almıştı.. Fotoğrafçılığa merak salarak daha 17 yaşında tüm İstanbul’u kare kare objektiflere işlemişti. Bu merakını daha da ilerletmek için İstiklal da ki (Pera) Febüs Fotoğrafhanesi’nin sahibi Bogos Tarkulyan’dan özel dersler bile almıştı.

1891 yılında ise pekiyi derece ile Erkan-ı Harbiye mektebini bitirerek tüm dikkatleri üzerine çekmişti.

Merkezi Erzincan’da bulunan 4.Orduya verilir ve meşrutiyetin ilanına kadar kesintisiz şekilde 17 sene burada görev yapmıştı. Bu arada Yarbaylığa yükselip 1908 Aralık ayına doğru İstanbul’a gelmişti.. Yeni görevi; İstanbul da ki Selimiye 1.Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanlığıdır. 1912 yılında Balkan Savaşlarının ikinci kısmına katılmak için Gelibolu da ki 31.Tümen Komutanlığına getirilmişti. 22 Temmuz 1913 günü 31.Tümenle Enver Paşa’nın öncülüğünde Edirne’ye giren ilk askeri birlik O’nun kumandasında idi.

1914 de Dünya Savaşı patlak verdiğinde Miralay Fahrettin Bey, Musul da 12.Kolordu Kumandanı iken aldığı bir emir doğrultusunda kolordusunu Musul’dan Halep’e getirmişti. 1914 yılının Kasım ayında Miriliva yani General olmuştu. Bu terfi sonrasında burada bulunan 4.Ordu Kumandanlığını Vekilliğine tayin edilmişti…

“AYRILIKÇI ARAP TERÖRÜNÜN TEK SORUMLUSU SİYASİ İKTİDARDIR”

Rus, İngiliz ve Fransız istihbarat örgütlerinin cirit attığı bir alana dönen bölgede yaşayan bir kısım Ermeni ve Arap topluluklar ardı ardına isyan hareketlerine kalkışmıştı. Hicaz’dan gelen haberler ise hiç iç açıcı değildi. Medine Muhafızı Basri Paşa tüm Osmanlı yetkililerini uyararak Şerif Hüseyin’in açıktan bir ayaklanmaya hazırlandığını bildiriyordu. Fahrettin Paşa 31 Mayıs 1916 da Medine’ye vardığında Basri Paşa’nın yaptığı tüm uyarılarda haklı olduğunu üzülerek gördü. Aradan tam olarak bir hafta bile geçmemişti ki 5 Haziran 1916 da Şerif Hüseyin isyan etmişti. O dönem Teşkilat-ı Mahsusa’nın başında bulunan Kuşçubaşı Eşref Bey sonra ki yıllarda bu isyanın tüm sorumluluğunu İttihat ve Terakki liderleri ile Cemal Paşa’ya yüklemişti;

“…Teşkilat-ı Mahsusa için Suriye de ki Arap ajitasyonu ve Hicaz İsyanına yol açan hadiseler bilinmeyen şeyler değildi. İsyandan 1,5 sene evvel, Hüseyin’in ilk bulduğu fırsatta bize karşı isyan edeceğini tahmin etmiştik. Ve bu doğrultu da ki raporlarımızı Enver Paşa, Cemal Paşa ve hatta 4.Ordu Müftüsü Esat Şukayr ile İttihat ve Terakki Genel Merkezine göndermiştik. Ancak siyasetçiler kolay olanı seçti ve insicamlı tek bir program kabul edilmedi. Evvela, Araplar, İmparatorluğun imtiyazlı bir sınıfı gibi muamele gördü. Araplar adeta muhtar bir ünite idiler. Durum öyle bir hal aldı ki Araplara bizim hürriyetimizi tehlikeye sokacak kadar fazla hürriyet vaat ettiler. Sonrasında durumun farkına varınca da gereksiz ve aşırı bir istimdat programı uygulandı…”

Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğulları olan Ali ve Faysal’ın kontrolünde ki ayrılıkçı teröristler Medine de bulunan Osmanlı karakollarına saldırmaya başlamıştı ki Fahrettin Paşa Medine de idareye el koyarak 17 Temmuz 1916 da Hicaz Kuvve-i Seferiyesi olmuştu…

YEŞİL RAVZA ÖNÜNDE TUNÇ YÜREKLİ TÜRKLER

Çarpışmalar ve pusular birbirini izliyordu…

Bir yanda İngilizlerin desteğini alan ayrılıkçı Şerif Hüseyin taraftarları, diğer yanda ise Peygamber Beldesini İngiliz çizmesine çiğnetmeyiz diyen tunç yürekli Türkler…

Ayrılıkçıların belli bir sayı üstünlüğü ile yaptıkları birçok saldırı bizzat askerinin başında bulunup tüfek çatıp, kılıç sallayan Fahrettin Paşa sayesinde püskürtülmüştü. Asiler aldıkları zincirleme yenilgiler sonrasında psikolojik olarak çökmüşlerdi. Buda, daha fazla İngiliz parası ve altını demekti…

Çöl şartları zordu…

Sıcak, susuzluk, iaşe ve yemek problemi, askeri mühimmat sıkıntısı birde ihanetin nereden geleceğinin bilinmemesi korkusu Peygamber beldesini koruyan Türklerin en mühim sıkıntıları idi. Ama asla yılgınlık göstermiyorlardı. Öyle ki Temmuz 1916’dan Ocak 1919’a kadar 2 Sene 7 ay boyunca Türk savunması devam etmişti. Osmanlı’nın savaştan yenik ayrılıp, antlaşma masasına oturması bile burada ki direnişi çözememişti.

Fahrettin Paşa ve tarihte ilk defa ordu yazışmalarına resmi olarak sokarak “Mehmetçiklerim” dediği mübarek ve cesur askerleri teslim tekliflerine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bir teslim teklifi karşısında Fahrettin Paşa aynen şöyle kükremişti;

“… Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim, Müslümanlığın göz bebeği olan Medine’yi son fişek, son damla kan ve son nefesine kadar savunmaya kararlıdır. Buna askerce bir lisanla ant içmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı içinde ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil kubbesi altında kan ve ateşten örülmüş kızıl bir kefenle gömülmedikçe Medine Kalesi’nin burçlarından ve Mescid-i Saadet minarelerinden Türk bayrağı indirilemeyecektir…”

Ancak askeri strateji açısından Osmanlı, Ortadoğu da zor anlar yaşıyordu. Filistin ve Hicaz’ı aynı anda savunmak mümkün olmayınca en azından Kudüs’ü kurtarmak için Medine’de ki kuvvetlerin Filistin’e kaydırılmasına karar verilmişti. Medine’nin boşaltılacağı yönünde haber alan Fahrettin Paşa, Cemal Paşa’ya çok manalı bir telgraf geçmişti;

“… Bu mukaddes şehri, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Ravza-ı Mutahhara’sını son ana kadar muhafazayla, ecdadımızın Medine’ye anavatanın kıblegahına yerleştirmiş oldukları bayrağımızın bana kandırtılmamasını kemal-i hürmetle istirham ederim…”

SON DÖNEM OSMANLISI’NIN EN MÜHİM KÜLTÜR OPERASYONU

Cemal Paşa’ya yapılan bu siteme Ordu’nun başında bulunan Enver Paşa kayıtsız kalmamıştı. Hicaz bölgesi kısmen boşaltılacaktı ama Medine de direniş devam edecekti. Boşaltmaya bir fırsat olarak değerlendiren Fahrettin Paşa resmi yazışmalar nihayetinde tüm sorumluluğu kendi üzerine alarak kültür tarihimizin en mühim operasyonlarından birini gerçekleştirmiş, isyan sırasında yağmalanma tehlikeleri göz önüne alınarak Medine de bulunan maddi ve manevi değeri çok yüksek 97 parça eser özel bir koruma timi ile 27 Mayıs 1917 de İstanbul’a ulaştırılmıştı…

Unutmamamız gerekir ki bugün kutsal beldelerde Hadimü’l Haremeyn’lik yapmış bir medeniyetin çocukları olarak, Topkapı Sarayı- Kutsal Emanetler Bölümünde Emanat-ı Mübareke ve Hazine-i Nebeviye’yi önemli kısımları büyük bir huşu ve ihlâs içinde gezebiliyorsak bunun yegâne başarısı Fahrettin Paşa’ya aittir…

ÇEKİRGE YİYEN MEHMETÇİKLER

Fahrettin Paşa elinde kalan az sayıda kuvvetle Medine’yi müdafaaya günlerce devam etmişti. Fakat Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın olan Tebük–Medain arasındaki istasyonun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından ayrıca muhasara edilmişti. Hiçbir yerden yardım alamaz durumda olan Fahrettin Paşa ve askerleri direnişin en zor günlerinin yaşamaya başlamıştı…

Hicazda sıcaklık odada 38 dışarı da ise 50 dereceyi buluyordu…

Arazi genellikle susuzdu. Dağlar sarp coğrafya ise çetrefilli idi. Sıra ile su içen Mehmetçikler adeta mataranın ağzına yapışıyorlardı. Giyecek ise gerçekten sorun olmaya başlamıştı. Hemen-hemen tüm kilerlerde hurmadan başka yiyebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Medine de Mehmetçikler açlıkla boğuşurken ilginç bir biçimde gökyüzünden çekirge yağmaya başlamıştı…

Herkes elde kalan bir avuç tahılın, hurma ağaçlarının mahvolacağını düşünerek çekirge yağmuruna korku ve endişe ile bakıyor; “Medine asıl şimdi bitti!” diye ah çekiyordu…

Fahrettin Paşa ise Afrika’nın Sina’yı geçerek Medine’ye musallat olan çekirgelerini nimet olarak değerlendirmişti. Ona göre bu bir afet değil, göklerden gelen ilahi bir ikramdı…

Paşa, okuduğu eski kitaplar arasında, Hz. Peygamber döneminde de Hicaz’da böyle bir çekirge istilasının olduğunu ve Peygamberin çekirge ile ilgili bir takım hadislerinin bulunduğunu hatırladı. Bu hadisleri arayıp bulan Fahrettin Paşa, buradan hareketle çekirge yemenin sünnet olduğuna hükmederek bunu askerlerine aktarmış ayrıca Çekirgenin yenebileceğine dair müthiş bir yazı kaleme almıştı;

“…Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Sadece tüyü yok. O da çekirge gibi ama kanatlı uçuyor işte. Bitkilerle besleniyor. Serçe kadar asabi ve yediği şeylere dikkat ediyor. Temiz ve taze olan yiyecekleri yiyor. Hem de tiryaki ve keyif sahibi bir canlı, tütünden ve limondan çok hoşlanıyor…

“… Hicaz, Asir, Yemen ve Afrika urbanının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler salâbet ve zindeliklerini, çevikliklerini çekirgelere medyundurlar. Çekirgeleri deve ve hecinler büyük bir zevk ile yiyorlar. Kınığ’da da deve ve hecinler kâmilen çekirge ile beslenirler…”

Bu şahane yazı sonrasında Mehmetçikler çekirge kurusunu çerez gibi yerken çekirge unundan ekmek yapıp, günlerce bu şekilde beslenmişlerdi…

Çöl sıcak, arazi çetin, düşman kalabalık, ve şartlar zordu ama Mehmetçiklerin Peygamber beldesini İngilizlere bırakmak gibi bir niyetleri yoktu. Fahrettin Paşa bir defasında askerleri ile dertleşirken tüm Türk birliğinin Halit-i ruhiyesini yansıtan şu sözlerle askerlerini motive ediyordu;

“…Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım!
Allah’ın huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberimizin (s.a.v) karşısında hep beraber diyelim ki; Ya Resülullah, biz seni bırakmayız!”

CAN VERİR CANAN’I (s.a.v.) VEREMEZ TÜRKLER!

Ne Başkentten gelen baskılar nede düşmanın yaptığı baskınlar Ravza önünde Peygamber Beldesini bekleyen bu Türk birliğinin ruh birliğini bozamıyordu…

1000 senedir İslam’ın kılıçlığını yapan ırkın, tunç yürekli, çelik bilekli yiğitleri âdete Peygamberin kabrinin önüne çivilenmişlerdi. Her birinin muradı şehit olmak ve Ravzasının önünde nöbet bekledikleri Peygamber’e (s.a.v) kavuşmaktı…

Bu sıkıntılı günlerin birinde abdestlenerek Peygamber kabrini ziyarete gelen Fahrettin Paşa’nın Oğuz soylu yiğitlerinden Üsteğmen İdris Bey, tarihin kalbine bir mızrak gibi saplanan ‘’Türk’’ü derinden yaralayan ihanet karşısında ki dileklerini Peygamber makamında hıçkırıklar içinde şu şiirle dile getirmişti;

“Unuttuk İlhan’ı, Kara Oğuz’u,
İşledik seni göz bebeğimize.
Bağışla ey şefî kusurumuzu,
Bin küsur senelik emeğimize.

Nedense kimseler dinlemez eyvah!
O kadar saf olan dileğimizi.
Bir ümmî isen de Ya Resûlullah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.

Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (s.a.v.) veremez Türkler.
Ebedi hadim’ul haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.”

Bu yüksek ruh hali tüm Türk birliğini kaplamıştı, bu yüzden Fahrettin Paşa,  Ahmed İzzet Paşa’dan gelen teslim olun emrine cevap bile vermemişti. Aynı emir bu sefer Harbiye Nazırı Cevat Paşa imzasıyla 30 Kasım 1918’de yine İngilizler tarafından kendisine ulaştırılmıştı. Silah arkadaşlarına bu emri okuyan Paşa şöyle diyordu;

“Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka hilafet ve padişahın bir iradesi olmalıdır.”

Ancak İngiliz işgali altında ki İstanbul’dan bir iradenin gelmesi de gecikmeyecekti. Saygın din âlimlerinden biri olarak kabul gören Haydar Molla elinde bir irade ile Paşa’nın karşısına dikilerek Halife-Padişahında isteklerinin teslim olunması yönünde olduğunu bildiriyordu. Ancak Fahrettin Paşa bir İslam Halifesinin ancak baskı ve şiddet altında böyle bir irade yayınlayacağını söyleyerek Molla’yı payitahta eli boş göndermişti. Fahrettin isimli dizginsiz aslanın emirle yola geleceği(!) yoktu…

Bu seferde bir ricacılar taifesi Fahrettin Paşa’yı Osmanlı’nın yüksek(!) menfaatleri konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Bu konuda kimseyi dinlemeyen Fahrettin Paşa’nın fikirlerini değiştirip teslim olmaya ikna eden kişi en yakın arkadaşı olan Albay Ali Necip Bey’di…

Ali Necip Bey’e göre; Asker, Paşa’sına ve davasına sonuna kadar bağlı idi ama Osmanlı’nın menfaatleri gereği artık teslim olmaktan başka çare yoktu…

En kötüsü de eğer antlaşma maddeleri bütünüyle tatbik edilmezse İtilaf Devletleri Ordusu İstanbul’dan çıkmayacaktı…

VEDA ZAMANI

Fahrettin Paşa kararını vermiş, teslim olma konusunda uzun uğraşlar sonunda ancak Osmanlı ve tüm Müslümanların yüksek menfaatleri öne sürülerek ikna edilebilmişti…

Şimdi uğruna onca zorluğun katlanıldığı Hz. Peygamber (s.a.v.) ile veda zamanı idi…

Bu kutlu beldenin anahtarını İngilizler ve işbirlikçilerine vermeme konusunda elinden geleni yapan Paşa, mahcup ve üzgün bir şekilde Ravza-i Mutahhara’nın başına gelmişti. Dile kolay yüzlerce gün olmuştu. Gitmek Paşa’ya her olasılıkta ar geliyordu nemli gözlerle ‘’ben burada Peygamberime(s.a.v.)komşu olarak kalacağım’’ demişti. Kılıcını ise İngilizlere değil gerçek sahibine bırakmıştı; Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kabrinin başına…

Tam teslim şartları konuşulacakken Fahrettin Paşa’nın ayrılmak istemeyişi, yeni bir siyasi kriz doğuracaktı. Eşyaları arabaya yüklenmiş olan Paşa’nın eşyaları indiriliyor, bir doktor çağrılıp Paşa’nın hasta olduğu İngilizlere söyleniyordu. Bu arada Fahrettin Paşa’nın ziyaretine gelen silah arkadaşları, birbirlerine bakıp bir hamlede Paşa’nın etrafını sımsıkı sarmışlardı. Zira İngilizlerin, Paşa’nın teslim edilmesi yönünde artık çok büyük bir baskıları vardı. Gözyaşları içinde Paşa’ya sarılan arkadaşları, kendisini hep birden kucaklayarak teslim almışlardı, vermeye niyetleri yoktu ama nafile…

7 Ocak 1919 günü Yenbü İskelesinde bir İngiliz gemisiyle Mısır’a götürülmüştü. 6 Ay Kahire de kaldıktan sonra ise savaş suçlusu olarak Malta’ya sürülmüştü…

Bu sırada İstanbul da ki Nemrut (Kürt)  Mustafa Paşa Divan-ı Harbi tarafından ölüme mahkûm edilmişti. 30 Nisan 1921 de Malta da Fort Salvotore kışlasında ki tutukluluğu sona eren ilk kafile ile İtalya’nın Torino limanına bırakılmıştı. Sarp sınır kapısından girişinde Milli Mücadelenin mühim isimlerinden Kazım Karabekir Paşa tarafından karşılanmıştı…

Milli Mücadele aşamasında ki o günlerde Fahrettin Paşa’nın boş durmaya dinlenmeye hiç niyeti yoktu. 27 Ekim 1921 de T.B.M.M. tarafından Kabil sefirliğine tayin edilmişti. Afganistan ve çevresinden Ankara’ya akan yardımların büyük kısmı O’nun girişimleri sonucunda elde edilmişti…

1926 da İstanbul’a döndüğünde ise tekrar devlet memurluğuna dönerek, Askeri Yargıtay Divanı üyeliği ve hatta başkanlığı yapmıştı. 5 Şubat 1936 da emekli olan Fahrettin Paşa 80 yaşında iken, bir Ankara seyahati esnasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat etmişti…

Bir döneme damgasını vuran Peygamber (s.a.v) beldesinin yiğit müdafii Fahrettin Paşa vasiyeti gereği bundan tam 62 yıl önce Aşiyan kabristanına defnedilmişti…

O’nun adı Fahrettin Paşa idi…

CNN spikerlerinin şişirmesi ile değil, bizzat en zor anlarını yaşattığı Lawrence’ın ifadesi ile namını almıştı…

Fahrettin Paşa…
Nam-ı diğer; Çöl Kaplanı…
Toprağı bol, makamı cennet olsun…

1 yorum
  1. Sadettin Gezmek diyor

    Ruhu şad olsun! Mekanı cennet olsun . Böyle ecdadın torunu olmaktan da gurur duyuyorum. Bu mübarek insanların hürmetine, inşallah ülkemizi felakete sürüklemek isteyenler başarılı olamayacaktır.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.