Büyük Nutuk » Bölüm: 5.3
YENİ MİLLETVEKİLLERİ İLE ANKARA’DA GÖRÜŞME TEŞEBBÜSÜ
Efendiler, daha önce söylediğim gibi, bir iki günlük bir toplantı ve görüşme isteği ile, milletvekillerini davet için ilk yazdığımız telgrafta -ki bu telgrafın örneğini basılmış olarak yazılı evrak halinde postayla göndermiştik- maksat açıklandıktan sonra «Hey’et-i Temsiliye’nin bulunacağı bir yerde toplanılacaktır; toplantı tarihi, gönderilecek milletvekillerinin adları ve adresleri belli olduktan sonra haberleşilerek kararlaştırılacaktır. Hey’et-i Temsiliye kısa bir süre sonra İstanbul’a yakın bir yere gidecektir.» denmişti (Belge: 213).
Ankara’ya varışımızda, Ankara – Eskişehir demiryolu işlemeye başlamış olduğundan, önceki tebliğimize 29 Aralık 1919 tarihinde yaptığımız bir ek ile, milletvekilleriyle görüşme yeri olarak Ankara’yı gösterdik ve bunu bir genelge ile bildirdik. Bu genelgenin bir maddesi de, öteki milletvekillerinden mümkün olduğu kadar çok kimsenin görüşmelere katılmasının fazlasıyla istenmekte olduğu yolundaydı (Belge: 214).
Efendiler, sonucunun pek yararlı olacağını umduğumuz bu hayırlı ve vatanseverce teşebbüsün bile İstanbul Hükûmeti tarafından önüne çıkıldığını arz edersem, hayret etmezsiniz sanırım.
Müsaade buyurursanız, bu noktayı biraz açıklayayım: Biz milletvekillerini Ankara’ya davet ederken, birtakım kimseler de bu daveti geçersiz kılmak ve tasarlanan toplantıya engel olmak için karşı tedbir alıyor ve teşebbüste bulunuyorlarmış… Bazı milletvekillerinin çektikleri telgraflarla durumu anladık. Nitekim, Burdur Milletvekili Hüseyin Baki imzalı ve 29 Aralık 1919 tarihli şöyle bir telgraf geldi:
«İstanbul’da toplanan milletvekilleri adına, Aydın milletvekili Hüseyin Kâzım imzasıyla Teftiş Kurulu Başkanlığı’na gelen telgrafta, en sür’atli vasıta ile İstanbul’a gelmekliğimin pek gerekli olduğu duyurulmakta ve bu gün Dahiliye Nezareti’nden gelen telgrafta da yola çıkmaklığım bildirilmektedir.
Daha önce, Hey’et-i Temsiliye adına, Mustafa Kemal Paşa Hazretleri tarafından verilen emir ve duyuru üzerine, bu konudaki görüşüm açıklanıp bilginize sunulduğu halde, şimdiye kadar bu konuda bir emir alınamadığından, zatıdevletlerinin emirlerini önemle beklemekteyim, efendim.»
Akdağadeni (Yozgat’a bağlı bir ilçe) milletvekili Bahri imzalı ve aynı tarihli bir telgrafta da:
«Aydın milletvekili Hüseyin Kâzım imzasıyla gelen telgrafta, milletvekillerinin en sür’atli vasıta ile İstanbul’a gelmeleri bildiriliyorsa da, Hey’et-i Temsiliye’ye üye seçilen milletvekillerinin mi, yoksa bütün milletvekillerinin mi davet edildiği pek anlaşılamamıştır. Hangi yolu tutacağımın bildirilmesine lûtfen müsaadeleri istirham olunur, emir sizindir.»
Efendiler, biribiri ardınca buna benzer telgraflar geldi. Bu telgraflardan anlaşılıyordu ki, milletvekili arkadaşlar, Hey’et-i Temsiliye ile İstanbul Hükûmeti’ni ve İstanbul’dan telgraf çekerek bütün milletvekillerini davet etme yetkisini kendinde görebilen kimseleri, ortak amaçta anlaşmış ve uyuşmuş sanıyorlardı. Hükûmetin ve sözü geçen kimselerin olumsuz niyetlerini hatır ve hayallerine bile getiremiyorlardı. Olsa olsa, bizimle İstanbul’daki kimseler arasında, yeni kararlaştırılmış bir durum bulunduğunu veyahut arada düzenleme bakımından bir yanlışlık olabileceğini sandıkları ve durumu öyle kabul ettikleri, bize gelen telgraflarındaki temiz yüreklilik ve içtenlikten anlaşılmaktaydı.
Bize başvuran milletvekillerine verdiğim cevap şuydu:
Hüseyin Kâzım Bey’in bildirdikleri ile bizim hiçbir ilgimiz yoktur. Adı geçenin, durumu iyice bilmediği anlaşılıyor. 12 ve 27 Aralık 1919 tarihli telgraflarımız gereğince hareket edilmesini, milletimizin ve vatanımızın çıkarlarına daha uygun olduğu için gereğinin tezelden yerine getirilmesini, Kâzım Bey’in kendi başına göndermiş olduğu telgrafa gerekli cevabın verilmesini ve sonucun bildirilmesini rica eder, saygılarımızı sunarız efendim.
Hey’et-i Temsiliye adına
Mustafa Kemal
Bütün milletvekillerine de şu genelgeyi yazdık:
Ankara, 30.12.1919
Aydın milletvekili Hüseyin Kâzım Beyefendi’nin sayın milletvekillerinden bazılarına, derhal İstanbul’a hareket etmeleri ile ilgili telgraflar çektiği anlaşıldı.
Bu hareket, adı geçen kimsenin durumu iyice bilmediğini gösterdiğinden, kendisine bu durum anlatıldı ve …. gün… sayılı duyurularla ilgili bilgi verdirildi. Bu bakımdan, Hey’et-i Temsiliye’ce istirham olunduğu üzere, Hey’et-i Temsiliye üyesi olarak seçilmiş sayın milletvekilleriyle öteki milletvekillerinden görüşmelere katılmak isteyen sayın üyelerin, Ocak ayının beşinden başlayarak Ankara’ya teşrifleri bir daha rica olunur.
Hey’et-i Temsiliye adına
Mustafa Kemal
30 Aralık 1919 tarihli bir şifre ile de İstanbul’daki teşkilâtımıza: «Hüseyin Kâzım Bey’in teşebbüsünden söz ettikten sonra, kendisinin bizim duyurumuzdan haberdar edilmesini ve görüşmelere katılmak istiyorlarsa, lûtfen ve derhal Ankara’ya teşrifleri gereğinin anlatılmasını» bildirdik (Belge: 215).
Efendiler, biz İstanbul’daki teşkilâtımızdan haber beklerken, karşımıza biri çıktı. Bunun kim olacağını kestirmekte güçlük çekmezsiniz sanırım. Bildiğiniz gibi, bizim İstanbul’da hem temsilcimiz hem de nâzır olan bir zat… Cemal Paşa… Evet, 1 Ocak 1920 tarihli şu telgraf, «Harbiye Nâzırı Cemal Paşa» imzasıyla geliyordu:
Ankara’da 20′nci Kolordu Komutanlığı’na
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne özel:
İstanbul’da bulunan milletvekillerinden bir grubun, bize başvurarak verdikleri yazılı isteklerini, aşağıda olduğu gibi sunuyorum :
1 – Meclis-i Meb’usan’ın bir an önce toplanması zarurîdir. Şu sırada bazı milletvekillerinin Ankara’ya davet edilmeleri, Meclis’in derhal açılmasına engel olacaktır.
2 – Bu durumun ve yapılan davetin ortaya koyacağı kötü yorumlar arasında düşmanların en çok dikkatini çekecek olanı, yasama gücünün başka kuvvetlerin etkisi altında iş görmekte olduğu zannıdır. Bu durum içeride ve dışarıda elbette büyük bir güvensizlik doğuracaktır.
3 – Böyle bir durum ve tutum karşısında, Meclis’in, kendisinden beklenilen hizmetleri yerine getirebilmesi mümkün değildir.
4 – Daha önce yapıldığı gibi, milletvekilleri ile temas ve ilişki kurmak üzere geniş yetkiler taşıyan bir şahsın, temsilci olarak İstanbul’a gönderilmesi, maksadın gerçekleşmesi bakımından yeterlidir.
5 – Ankara’ya davet edilen milletvekillerinin gelişlerinin ertelenmesi ve orada toplananların da hemen İstanbul’a hareketleri için yeniden acele bir duyuru yapılması beklenmektedir.
Harbiye Nâzırı
Cemal
Efendiler, bu davranış ve yazış tarzında bir içtenlik ve asalet görüyormusunuz? Önce, bizim milletvekilleri ile toplantı yapma kararımız ve bununla ilgili duyurumuz, bundan bir buçuk ay öncesinden beri biliniyordu.
Eğer bu teşebbüsümüz memleket çıkarlarına gerçekten aykırı ve sakıncalı görülmüş idiyse, bizimle aynı millî gaye peşinde oldukları iddiasında olan efendilerin ve hükûmetin, bizim davet ettiğimiz milletvekillerine, İstanbul’a çağırma telgrafları yazmadan önce, bizimle anlaşmaları, hiç olmazsa düşünce ve teşebbüslerinden bizi haberdar etmeleri gerekmez miydi?
Böyle yapmayıp da doğrudan doğruya İstanbul’a gidişlerini çabuklaştırmak için, Teftiş Kurulu Başkanlıkları aracılığı ile, Şeyh Muhsin-i Fanî’nin (Hüseyin Kazım Kadri’nin takma adı) ve Dahiliye Nâzırı’nın imzalarıyla, taşradaki milletvekillerini sıkıştırıp şaşırtmak ve bir oldubitti yaratarak bizim teşebbüsümüzü başarısızlığa uğratmaya kalkışmak doğru muydu?
İkincisi, Efendiler, seçimlerin yenilenmesi işi aylarca ve aylarca yapılmayıp da belirli kanunî süre çoktan geçirilmiş olduğu tarihlerde hiç de acele etmeyi akıllarına getirmeyen bu efendiler, bizim Erzurum’dan, Sivas’tan beri yapageldiğimiz sayısız teşebbüs ve çalışmalarımızın bir başarısı olarak seçimlerin yenilenmesi sağlandıktan ve herbirinin milletvekilliği ayrıca aracılık edilerek ve uğraşılarak elde edildikten sonra, nihayet üç beş gün gibi az bir gecikme böyle bir aceleciliği gerektirir miydi? Hele bu gecikme, büyük bir gayenin gerçekleştirilmesi, özellikle İstanbul’da toplanmak gafletini gösterenlerin kendi şahıslarının da dokunulmazlığı ile ilgili tedbirlerin alınması yollarını görüşme maksadına dayandığına göre, bu efendileri bu kadar aceleye sürüklemeli miydi? Hiçbir tedbir ve karar almadan, bir an önce, hakaret ve rezalete uğramakta acele etmek neden ileri geliyordu?
Üçüncüsü, Efendiler, tertemiz ve lekesiz arkadaşlarını aldatarak, İstanbul’da kendilerinin içinde bulundukları tehlike ve hakaret çemberine çabucak sokmak isteyen bu efendiler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden değiller miydi? Bu millî cemiyetin üyeleri bulunmuyorlar mıydı? Bir cemiyetin üyeleri, milletvekili oldukları halde bile, cemiyetin önderleri ile görüşerek, sonunda tespit edilecek program çerçevesinde harekete mecbur değiller miydi? Dünyanın her tarafında, bütün medenî toplumlarda bu böyle değil midir?
Bir grubun, bir partinin liderleriyle görüşüp ilişki kurmasından, yasama gücünün başka kuvvetlerin etkisi altında hareket etmiş olduğu zannını doğuracağı kuruntusuna neden düşülüyor ve bunun, düşmanların dikkatini çekeceğinden neden korkuluyordu? Bu efendiler, seçimlerin yenilenmesini ve milletvekillerinin seçilmesini sağlamış olan teşkilâtın etkisi altında kalmış görülmeyi yüksek şeref ve onurlarına yakıştıramıyorlar mıydı?
Bu efendiler, milletvekillerinin memleket içinde güçlü bir millî teşkilâta bağlı olduklarını, o teşkilâtın tespit ettiği belirli gayelerden ayrılamayacaklarını ve her ihtimale karşı o teşkilâtın etkisi altında bulunduklarını açık bir vicdan ve açık bir alınla ilân etmenin, asıl bunun, içeride ve dışarıda en büyük güven ve saygı kazandırabileceğini takdir edemiyorlar mıydı?
Ve asıl böyle bir vicdan ve inanç gücüne sahip olarak, belirli millî gayeyi gerçekleştirme yolunda her tehlikeye göğüs germeye hazır bir tavır ve durum alınmadıkça, Meclis’in kendisinden beklenen hizmetleri yerine getirebilmesine imkân olamayacağını anlamak, kâhinliğe mi, yoksa görüldüğü gibi saldırı ve hakarete miskince boyun eğmeye mi bağlıydı?
Bu efendiler, benim milletvekilleri ile şahsen görüşmemi istemiyorlar. Yine, hükûmet ve bazı efendiler, benim İstanbul’a da gitmemi uygun görmüyorlar.
Ancak, geniş yetkilerle bir delegenin gönderilmesini tavsiye ediyorlar. Doğrusu bu noktadaki akıl ve kavrayışlarına diyecek yok! Gönderdiğimiz temsilciler değil miydi ki, milletvekillerinin düşman pençesine düşmelerinde birinci derecede etkili olmuşlar ve en sonunda kendi şahıslarını bile korumanın tedbir ve çaresini bulmaktan âciz olduklarını ispat etmişlerdir.
Milletvekilerini kimseye sormadan İstanbul’a çağırma konusunda, onları aldatmayı ve oldubittiye getirmeyi başaramayınca, bu defa, bizim tarafımızdan duyuru yapılmasını istemekte gösterilen nezaket pek ince değil midir, Efendiler?
Saygıdeğer Efendiler, bu sözünü ettiğim telgrafa cevap olarak şu kısa şifreyi yazdım:
5.1.1920
Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretleri’ne
Önergeyi veren milletvekillerinin adlarının ve bu önergeyi kime hitaben verdiklerinin bildirilmesini bekliyoruz, efendim.
Hey’et-i Temsiliye adına
Mustafa Kemal
Harbiye (Nezareti), 6.1.1920
Ankara’da 20′nci Kolordu Komutanlığı’na
İlgi: 5 Ocak 1920
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine özel:
Milletvekillerinin adları şunlardır: Hüseyin Kâzım, Tahsin, Celâlettin Arif, Hâmit… ve başkalarıdır. Bana getirenler baştaki iki kişidir.
Harbiye Nâzırı
Cemal
Efendiler, sonradan bize verilen bilgilere göre, bana telgraf çeken kimseler, milletvekillerinden oluşmuş bir grup değildi. Sadrazam, Siverek milletvekili olduğunu öğrendiği ve kendisinin şahsen tanıdığı Hakkı Bey adında bir zatı ve Hüseyin Kâzım Bey’i yanına çağırarak, bana çekilmek üzere kısa bir telgraf yazdırmış.
Bu telgrafı bazı kimselere elden imza ettirmişler. Şifre olarak gönderilmek üzere, Hakkı ve Hüseyin Kâzım Bey’ler Cemal Paşa’ya götürmüşlerdir.
Demek ki, beş maddelik olan ve önerge adı verilen telgraf sonradan uydurulmuştur. Zaten, önergeden söz edildiği halde, henüz bu önergenin sunulmuş olduğu makamın belli olmaması da bu işte bir dolap döndüğünü ve özel bir maksadın bulunduğunu göstermeye yeterdi. Daha Meclis açılmış ve Meclis Başkanlığı göreve başlamış değildi. Bununla birlikte, Cemal Paşa’nın bu telgrafını aldıktan sonra, şu şifreli telgrafı yazdım:
Ankara, 9.1.1920
Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretleri’ne
Hüseyin Kâzım, Tahsin, Celâlettin Arif, Hâmit Beyefendilere özel:
Ankara’ya gelmenin kötü yorumlara yol açacağını, Harbiye Nâzırı Paşa Hazretleri vasıtasıyla bildiren görüşlerinizi öğrendik.
Konu, vatan ve milletin varlığı ile ilgilidir. Millî Meclis’te millî teşkilâta dayalı kuvvetli bir grup kurulmaz ve Sivas Genel Kongresi ile milletin bütün dünyaya ilân ettiği kararlar, Meclisin büyük çoğunluğu tarafından bir inanç ve ilke olarak benimsenmezse, millî hizmetimizin sağlayacağı başarı boşa çıkar. Memleket bir felâkete uğrayabilir. Bundan dolayı, birtakım vatansız ve dinsizlerin propagandalarının bizim için uyulacak bir değeri olamaz. Gaye, vatan ve milletin kurtuluşudur.
Bir iki gün için teşrifiniz ve karşılıklı görüşme ile bir ülkü birliğine varılması bizce pek önemlidir. Buna göre tutulacak yolun seçilmesi, yüksek görüşünüze bağlıdır. Saygılarımızı sunarız efendim.
Hey’et-i Temsîliye adına
Mustafa Kemal
BAYBURT’TA BİR YALANCI PEYGAMBER
Saygıdeğer Efendiler, İstanbul’un dokunduğumuz ve açıklamasını yaptığımız bu can sıkıcı durumu ile uğraşırken, memleketin doğu ucunda da bir yalancı peygamberin yarattığı oldukça önemli ve kanlı bir olay geçiyordu.
Bununla ilgili olarak 15′inci Kolordu Komutanlığı’ndan birçok raporlar geliyordu. Bayburt’a dört saat uzaklıkta Hart karyesi (Karye: İhtiyar hey’eti bulunmayan köy. Sahib-i Şeriat: Şeriata sahip çıkan, şeriatta din kurallarının koruyucusu) vardır. Bu karyede oturan Eşref adında bir şeyh, şiîlik telkinlerinde bulunuyormuş. Bundan üzüntüye kapılan Bayburt müftüsü ve din adamları, şeyhi getirerek sorguya çekmek için kurdukları bir hey’eti Hart’a göndermişler ve mahallî hükûmet adına şeyhi davet etmişler… Şeyh bu davete uymamış… Mahallî hükûmet 50 kişilik bir birlik göndermiş.
Buna büsbütün öfkelenen şeyh, müritleriyle birlikte birliğe saldırmış; silâhlarını ve cephanesini almış; er ve subaylarını esir, bazılarını da şehit etmiş… Bunun üzerine, çevredeki bazı birlikler Bayburt’a gönderilmekle birlikte, işin kan dökülmeksizin barış yolu ile çözüme bağlanması tercih edilmiş… Şeyhe din adamları ve yüksek rütbeli subaylardan kurulu birkaç hey’et gönderilmiş… Hükûmete boyun eğmesi için öğütler verilmiş… Böylece, boşu boşuna on altı gün kaybedilmiş.
En son giden Erzurum kadısı başkanlığındaki hey’etin ricası da Şeyh Eşref üzerinde etkili olamamış. Aksine, şeyh bunlara: «Hepiniz kâfirsiniz! Kimseyi tanımam ve boyun eğmem. Savaşacağım.
Allah bana, buyruğumu kullarıma duyurmakla görevlisin» dedi yolunda bir ültimatom vermekle birlikte, bir yandan da köylere «Sahib-i Şeriat» (Mehdi-i Muntazar: Beklenen Mehdi. Dini anlayışlara göre kıyamet kopmadan önce insanları doğru yola getirmek üzere Tanrı tarafından gönderileceği kabul edilen kimse) ve «Mehdî-i Muntazar» imzalarıyla birtakım bildiriler göndererek halkı kandırmış ve kendisine katılmalarını sağlayarak başkaldırmış… Bunun üzerine, bizzat Bayburt’a gelip 9′uncu Tümen’in komutasını ele alan Yarbay Hâlit Bey, 25 Aralık 1919 günü, yeterince kuvvetle Hart’a hareket eder. Şeyh başına topladığı âsîlerle karşı koymaya karar verdiğinden, topçu ve piyade birliklerinin şeyhle çatışması ve çarpışması gerekir.
Bu sırada, şeyhin müritlerinden birtakımları da Hart’a yardım etmek üzere, çevre köylerde toplanırlar. Nihayet, Yarbay Hâlit Bey’in doğrudan doğruya Bayburt’tan bana gönderdiği 1 Ocak 1920 tarihli şifresinde bildirdiği gibi, «Hart olayı, yalancı peygamberle oğullarının ve kendisine bağlı adamlarından bazılarının öldürülmesi ve Hart’ın teslim alınmasıyla sonuçlanmıştır.»
Hâlit Bey, bu şifresinde, milletvekilleri ile ilgili bazı bilgiler de verdiğinden, kendisine 1/2 Ocak 1920 tarihinde şu şifreli telgrafı yazdım:
Hart olayında siz kardeşimin elde ettiği başarıyı kutlar, milletvekillerinin Ankara’ya gelmeleri yolundaki çalışmalarınıza teşekkür ederim.
Mustafa Kemal
**
HARBİYE NÂZIRI CEMAL PAŞA GENÇ KOMUTANLARI BAŞINDAN UZAKLAŞTIRMAK İSTİYOR
Efendiler, Harbiye Nezareti ile Hey’et-i Temsiliye arasında bir türlü çözüme bağlanamamış bir konu vardı.
Nâzır Paşa, İstanbul’da bulunan generalleri kolorduların ve albay rütbesindeki komutanları tümenlerin başına geçirmek istiyordu. Öteki komutan ve subayları da Anadolu’daki birliklere göndereceğinden söz ediyordu.
Bu isteği bir ilke olarak ileri sürmüş ve uygulamasını da; Harbiye Nezareti eski Müsteşarı Ahmet Fevzi Paşa’yı, Ankara’da Ali Fuat Paşa’nın yerine 20′nci Kolordu Komutanlığı’na, Nurettin Paşa’yı da Konya’da Albay Fahrettin Bey’in yerine 12′nci Kolordu Komutanlığı’na atamak suretiyle bir oldubittiye getirmek istemişti.
Bu sisteme uyulup uygulandığı takdirde, Birinci Dünya Savaşı’nda yetişmiş, kolordu ve tümen komutanlıklarına yükselmiş ne kadar genç general ve komutan varsa, şüphesiz bunların hepsi de bu görevlerden uzaklaştırılmış olacaklardı. Çünkü, İstanbul’da toplanmış bulunan eski general ve komutanlar, kıdem ve rütbe bakımından, büyük ordu birliklerinin başında bulunan genç komutanlardan önde geliyorlardı.
Biz asla bu prensipten yana olamazdık. Özellikle, içinde bulunduğumuz şartlar unutularak girişilen böyle sakat işlere, elbette olur diyemezdik. Bundan dolayı, Cemal Paşa’ya, her zaman görüşümüzü ve atanan yeni kolordu komutanlarının gönderilmemeleri gereğini bildiriyorduk.
Fahrettin Paşa, kolordusunun başında bulunarak Aydın cephesine yardım ve destek sağlamaya çalışıyordu. Ali Fuat Paşa, Ferit Paşa zamanında görevden alınmıştı. Cemal Paşa, o haksız işlemi düzeltmek istememişti.
20′nci Kolordu’ya, Ankara’da bulunan 24′üncü Tümen Komutanı Yarbay Rahmetli Mahmut Bey, vekil olarak komuta ediyordu. Ali Fuat Paşa hem Kuva-yı Milliye Komutanlığını yapıyor hem de gerçekte kolordusuna hâkim bulunuyordu.
Biz, kolordu ve tümen birliklerinde komuta değişikliğini kabul etmemeye, özellikle millî gayenin emrine girmiş ve o yolda çalışmakta olan, şahsiyetleri bizce bilinen komutanları, böyle boş ve kimbilir nasıl özel bir maksat güttüğü de bilinmeyen bir prensibe feda etmemeye kesinlikle karar verdik. Yalnız, İstanbul’da bulunan genç ve fedakâr subaylarla doktorların bir an önce Anadolu’ya, ordu birliklerine gönderilmelerini yararlı buluyor ve istiyorduk.
Cemal Paşa, Ankara’ya geldiğimiz günlerde bu iş üzerinde daha ısrarlı durmaya ve acele etmeye başladı. Konuyu haysiyet meselesi yaptı. İstifa edeceğini bildirerek gözdağı vermeye başladı. Makine başında cevap verilmesi için yaptığı ısrar üzerine, Harbiye Nâzırı’na 29 Aralık 1919 tarihinde yazdığım şifreli telgrafta:
«Ali Fuat Paşa’nın komutanlıktan ayrılmasını, biz aslında hiçbir vakit devamlı olarak kabul etmedik. Ahmet Fevzi Paşa’nın komutanlığa asıl olarak atanması söz konusu olamaz. Barışın gerçekleşmesinden önce tasarlanan ve uygun bulunan esasların uygulanması çok büyük sakıncalar doğurur.
Savaşta yararlık göstererek makam ve mevki kazanmış kimseleri ast durumuna düşürmek olmaz. Bu zamansız teşebbüsler millî teşkilât için çalışmakta olan kimselerin iş başından ayrılmalarına ve böylece millî birliğin sarsılmasına yol açar.
Açıkta kalmış, yetenekli subaylar, kolordulara bağlı birliklere, kolorduların emrindeki bölge ve mevki komutanlıklarına ve askerlik şubelerine, bulundukları rütbelerle atanarak tatmin edilebilirler.
Küçük rütbeli subay ve doktorların ise bir an önce gönderilmesi gerekir. 12′nci Kolordu’ya gelince, bu kolordu, savaşmakta olan Kuva-yı Milliye ile işbirliği etmiş ve iki taraf arasında fiilî ve karşılıklı bir güven doğmuştur. Değişiklik kesinlikle doğru değildir. Oradaki durumun da böyle bir şeye asla tahammülü yoktur» dedim.
Efendiler, bu konu üzerinde Anadolu ve Rumeli’de bulunan bütün komutanlarla yazışmalar yaparak dikkatlerini çekmiştim. Ocak ayı başında, Ankara’da bulunan Fuat Paşa’ya olduğu gibi, Konya’da bulunan Fahrettin Paşa’ya da: «Nurettin Paşa atanacak olursa, komutayı bırakmayarak eskisi gibi millî ve vatanî görevinize devam etmeniz gerekmektedir. Bu bakımdan, bu konuda yapılacak tebligattan bizi zamanında haberdar ediniz» emrini verdim.