Büyük Nutuk » Bölüm: 4.15
REFET PAŞA DEMİRCİ EFE’NİN EMRİNE GİRİYOR
Efendiler, Nazilli’ye giden Refet Paşa, Demirci Mehmet Efe’den komutayı almaya gerek ve bunda bir yarar görmemiş; kimbilir ve belki de komuta kendisine teslim edilmemiş. Demirci Efe’nin emrinde kurmay gibi görev yapmayı daha yararlı ve uygun bulmuş…
Refet Paşa bunu bize bildirdi. Bölge şartlarını yakından görmüş bir zatın kararını değiştirmek çok defa güçtür.
Çünkü, gerçekten Refet Paşa’nın gördüğü ve tercih ettiği gibi, Efe’nin komutasını devam ettirmekte ve ona yardımcı olmakta yarar vardı yahut da Refet Paşa o cephenin komutasını herhangi bir sebeple ele alamıyordu.
Her iki ihtimale göre de, mutlaka komutayı al, diye emir vermek, anlamsız olurdu.
Asıl gariplik bundan sonra görüldü. Bir süre sonra, Refet Paşa, Nazilli’de gözden kayboldu. Birkaç gün sonra, Balıkesir’de olduğunu, birtakım yabancı subaylarla ilişkiye girip girmemesini bizden sorması dolayısıyla anladık.
22 Aralık 1919 tarihinde verdiğimiz cevapta: «Millî teşkilâta bağlı bulunanların, özellikle Hey’et-i Temsiliye üyesi olarak tanınmış olmaları dolayısıyla, kendisinin yabancılarla hiçbir şekilde ilişki kurmasını istemediğimizi bildirdik. «Refet Paşa, yine ortadan kayboldu. Nihayet bir gün, Bursa’dan Refet imzalı kısa bir telgraf aldık: «İstanbul üzerinden, Bursa’ya geldim.»
Bu telgrafın ne demek olduğunu bir türlü anlamıyordum. Refet Paşa’nın İstanbul ile ne ilişkisi vardı? Bir de «Nazilli – Balıkesir – Bursa» yolu İstanbul’dan mı geçer? Bu bilmeceyi bir türlü çözemedim. Sonunda mesele anlaşıldı.
Refet Paşa, Nazilli’den ayrıldıktan ve Balıkesir’de Kâzım Paşa’ya uğradıktan sonra, Bandırma’ya inmiş; oradan da bir Fransız torpidosuyla İstanbul’a gitmiş; orada bazı arkadaşlarıyla görüşmüş; daha sonra da Bursa’ya dönmüş…
Efendiler, bu bilmeceyi hâlâ çözemiyorum. Beni bunda mazur göreceğinizi umarım.
Refet Bey’in yerine bir İngiliz gemisi ile Samsun’a gelen Salâhattin Bey’in gönderildiğini, aynı gemi ile Refet Bey’in İstanbul’a dönmesinin istendiğini ve bunun üzerine gitmeyip istifa ettiğini, İstanbul Hükûmeti’nin benimle birlikte kendisinin de yakalanarak İstanbul’a gönderilmemiz için her tarafa emir verdiğini biliyorsunuz.
Bu kadar çok bilinmeyeni çözememek, cebir bilenlerce pek bağışlanmazsa da, benim bu noktada acze düştüğümü itiraf ederim. Gerçi, Ferit Paşa Kabinesi yerine Ali Rıza Paşa Kabinesi geçmişti. Fakat, yeni kabinenin haber alma ve yürütme vasıtalarının öncekinin aynı olduğunu biliyoruz.
Efendiler, Refet Paşa’nın bu hafif hareketi, Aydın ve Salihli Cephelerinde, düzenli bir ordunun teşkiline kadar, ciddî bir sevk ve idare kurulamamasına sebep oldu.
DAHİLİYE NAZIRI’NIN ŞÜPHE UYANDIRAN DAVRANIŞLARI
Efendiler, bu garip hikâyeden sonra, olayları yeniden bıraktığımız noktadan izlemeye başlayalım: Cemal Paşa, bizim 5 Kasım 1919 tarihli şifremizin bir noktasını anlayamamış.
Bâbıâlî merkezinden çektiği kısa bir şifre ile, şu şekilde bir açıklama istiyordu: «Dahiliye Nâzırı’nın şüphe çekebilecek şekildeki muamelelerine dikkatinizi çekmeyi gerekli görürüz» cümlesinden maksadın ne olduğu anlaşılamadı. Bu noktanın acele olarak ve açıklanarak bildirilmesi» (Belge: 190).
Bu kısa şifreye verdiğimiz cevap biraz uzundur. Sıkılmazsanız, olduğu gibi bilginize sunayım:
Şifre Sivas, 12.11.1919
Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretleri’ne
İlgi: 8.11.1919 tarih ve 8084 sayı:
Dahiliye Nâzırı Paşa Hazretleri’nin şüphe uyandıran iş ve davranışlarından akla gelenler aşağıda bilginize sunulur :
1 – Ankara gibi bazı illerde, sivil idare âmirlerini telgraf başına çağırarak, Milli Mücadele sırasında Ferit Paşa Kabinesi aleyhinde faaliyete girişenlerin durumlarını, hükûmeti neden suçladıklarını, bütün bunların kanuna ne dereceye kadar uygun olduğunu tehdit edercesine soruşturma;
2 – Uzun süredir hasta iken tifodan ölen Tokat Mutasarrıfı’nın ölümü sebebinin, esrarlı bir vak’a sayılarak, Sivas ilinden şifre ile sorulması…
3 – Adliye Nâzırı ile birlikte, Balıkesir cephesinden gelen millî hey’et ile yapılan gizli görüşme sırasında, Adliye Nâzırı’nın Millî Mücadele liderleri aleyhinde harekete geçilip geçilemeyeceğini, kendisinin yanında söz konusu edebilmesi;
4 – Nezaret’e geçildiği zaman, ilk vatanperverce iş olmak üzere, vatan hainliği maddî delilleriyle ortaya çıkmış bulunan eski Dahiliye Nâzırı Âdil Bey’in düşünce ve hareketlerinde kendisine sır ortaklığı eden Dahiliye Müsteşarı Keşfi Bey’in, görevinden atılması gerekirken, hâlâ yerinde bırakılması ve onun vasıtasıyla sivil memurlar arasında değişiklikler yapılması.
Tabiîdir ki, bu müsteşarın tayin ettireceği memurlar pek haklı olarak milletin güvenini kazanamaz. Söz gelişi, Millî
Mücadele’nin başlangıcından sonuna kadar muhalif bir tutum takınmış ve sonunda halk tarafından işten el çektirilmiş ve hastalığı dolayısıyla da o zaman tutuklanması ve uzaklaştırılması yoluna gidilmemiş olan eski Kayseri Mutasarrıfı Ali Ulvi Bey, yöneticilik vasıflarından büsbütün yoksun ve güçsüz takımından olmasına rağmen Burdura tayin buyurulmuştur.
Yine yetersizliğinden ve Canik sancağı için uygun görülmediğinden, kendi isteği ile vaktiyle İstanbul’a gönderilen Ethem Bey de Menteşe’ye atanmıştır.
Aydın Mutasarrıflığına da eskiden Niğde Mutasarrıfı iken Sivas’a getirilen Cavit Bey atanmıştır.
Bütün bunlara rağmen, eski Konya Valisi vatan haini Cemal Bey’in adamı olan Antalya Mutasarrıfı, arka arkaya yaptığımız müracaatlara ve halkın feryatlarına karşılık, hâlâ yerinde oturuyor.
5 – Özlük İşleri Müdürlüğü (Memurin Müdüriyeti) gibi en önemli görev bir Ermeni elinde bulunduruluyor.
6 – Basın-Yayın Müdürlüğü’nde (Matbuat Müdürlüğü’nde) ve Ajans’ın durumunda bir değişiklik görülmemektedir.
7 – Memleketin geleceğini garantiye alacak tek kuvvetin millî birlik olduğu ve bunu da ancak millî teşkilâtın devam ettirebileceği bilinmektedir. Bu birlik ve teşkilâtın, vatanı parçalanmaktan kurtarmak, devlet ve milletin bağımsızlığını korumaktan ibaret olan kutsal gayesini bozmaya çalışanlar da İstanbul’daki bozgunculardır. Bunların zararlarının önlenmesi, ancak kuvvetli ve ciddî bir disipline bağlıdır.
Bunun da başlıca çaresi, polis müdürünü namuslu, milliyetçi, yetenekli, teşebbüs gücü taşıyan kimselerden seçmek ve atamaktır.
Oysa, zâtıâlîlerince de bilinmektedir ki, bugünkü Emniyet Genel Müdürü, (Polis Müdür-i Umumîsi) düşürülmüş olan vatan haini eski kabinenin ve ona bağlı olanların biricik koruyucusudur. Sait Molla’nın Mister Frew’a yazmış olduğu mektuplardan anlaşıldığına göre de bu zat, muhaliflere yani millet düşmanı olanlara bugün kucak açmakta, sığınaklık etmektedir.
Amasya’da Salih Paşa Hazretleri de bunu doğrulamışlardır. Halbuki, Dahiliye Nâzırı, memleket ve milletin mukadderatını böyle bir şahsın elinde bırakmakta bir sakınca tasavvur etmiyor, belki yarar görüyor demektir.
Jandarma Komutanı Kemal Paşa’nın ise, gerek millî dâvâ ve gerek sizler için zararlı bir şahıs olduğu bir gerçek iken, hâlâ makamında kalması da Dahiliye Nezareti’nin iyi niyetine mi verilmelidir?
Hey’et-i Temsiliye adına Mustafa Kemal
Efendiler, Harbiye Nâzırı’nın 9 Kasım 1919 tarihli bir telgrafı vardı.
O telgrafın içindekiler de ilgi çekicidir. Cemal Paşa bu telgrafında, kabinenin düşüncesini şu noktalar üzerinde yoğunlaştırıyordu:
«1 – Seçimlerin güvenlikle yapılabilmesi,
2 – Meclis-i Meb’usan’ın İstanbul’da toplanması,
3 – Millî Teşkilât adına hükûmet işlerine müdahale edilmemesi için hükûmetin tarafınıza başlangıçtan beri yaptığı tebliğler kesindir.
4 – Birçok telgrafınızda ileri sürülen isteklerin de aynı nitelikte -yani müdahale niteliğinde-olduğu aşikârdır.
5 – Hükûmet, kendi bildirisinde tespit ve ilân ettiği tarafsızlıktan ayrılmayacaktır. Bu bakımdan millî teşkilât aleyhinde bulunanları baskı altında tutma ve cezalandırma yoluna gidemez.» Telgrafın sonunda da şu tehdit vardı: «Şimdiki durum bir sürecik daha devam edecek olursa kabine kesinlikle çekilecektir» (Belge: 191).
Saygıdeğer Efendiler, bu maddelerin ifade ettikleri anlamlar, aslında bütün gerçekleri ortaya koymuş bulunuyordu. Kabine, millî teşkilât aleyhinde bulunanların memleket ve millete düşman olduklarını kabul etmiyordu. Millî teşkilât ile düşmanın ihanet teşkilâtını; Ali Kemal ile ve Sait Molla ile bizi bir tutuyordu. Adapazarı, Karacabey, Bozkır, Anzavur olaylarını suç olarak saymıyordu.
Cemal Paşa’ya verdiğimiz karşılıkta, bu noktaları açıkladıktan sonra, hükûmetin duygu ve eğilimini açık olarak söyletmek maksadıyla şu cümleyi de ekledik: «Bildirdiklerinizden anladığımıza göre, İstanbul Hükûmeti, millî teşkilâtın varlığını belki de gereksiz görüyor.
Gerçekten durum bu merkezde ve millî teşkilâta ihtiyaç olmaksızın memleketi kurtaracak bir güce sahip bulunuluyor ise, ona göre gerekenlerin yapılmak üzere açıkça bildirilmesini, aradaki her türlü yanlış anlamanın giderilmesi için arz ve istirham ederiz (Belge: 192).
Efendiler, Cemal Paşa’nın özel olarak Sivas’a gönderildiği 10 Kasım 1919 tarihli ve kendi el yazısıyla olan bir mektubunu da 18 gün sonra -yani 28 Kasım 1919 tarihinde- almıştım. Cemal Paşa bu mektubunda, yapılan yazışmalarda söz konusu olan sorunları madde madde özetliyor ve her biri hakkında açıklamalar yapıyordu.
Hele, Meclis-i Meb’usan’ın İstanbul’dan başka bir yerde toplanmasından söz ederken «bu konuda Padişah’ın rıza göstermeyeceği iyice anlaşılmıştır.
İşgal kuvvetlerinin Meclis-i Meb’usan’a saldırmalarının, belki Osmanlı Devleti için iyi sonuçlar verebileceğini, Amerikalılar hissettirdiler ve hattâ açıkça da belirttiler» diyordu.
Cemal Paşa, «Kuva-yı Milliye ruhu taşımayan memurların kodamanları, işgal ordularına âdeta sırtlarını dayamış durumdadırlar» şeklinde, sanki bilinmeyen bir bilgi verdikten ve bu bilgiyi, «eski kabine üyelerinin çoğu sırtını dayamıştır» bilgisi ile tamamladıktan sonra, «söz gelişi, Polis Müdürü’nün değiştirilmesinde bu durum bütün açıklığı ile ortaya çıktı» diye bir de örnek veriyor.
Cemal Paşa, kabine birçok işler yapmayı düşünmüş ise de «Köklü bir teşebbüs için dayandığı kuvvetin ciddiyetine hâlâ inanamadı» cümlesi ile bizi suçladıktan sonra, kanaatını şöyle dile getiriyordu: «Dahiliye Nâzırı bu kuvvete -yani Kuva-yı Milliye’ye- ihtiyaç gösterenlerin başındadır, desem abartılmış olmaz.»
Cemal Paşa’nın, mektubuna imza koyduktan sonra, yine kendi imzası ile eklediği bir özette şu cümle yer alıyordu: «Muhalifler ve yabancılar Meclis’in açılmasına engel olmaya karar vermişlerdir. Hey’et-i Temsiliye de bu engellemeye toplanma yeri çekişmesiyle devam ederse işimiz Allah’a kalıyor demektir» (Belge: 193).
Efendiler, bu mektupta yazılanlarda ve bundan önce gelen yazılarla bundan sonra devam edecek olan düşüncelerde hâkim olan mantık, yorumlama ve görüş sağlamlığı hakkında söz söylemeyeceğim. Yalnız, bu mektuba 28 Kasım 1919 tarihinde verdiğimiz etraflı cevabın bir tek cümlesini olduğu gibi aktarmakla yetineceğim. O cümle şudur: «Saltanat Hükûmeti’nin köklü bir teşebbüs için dayandığı kuvvetin ciddiyetine güvenemediğini gösteren maddeleri gerçekçi bulmuyoruz.»
Efendiler, Dahiliye Nâzırı Damat Ferit Paşa, durup düşünmeden sürekli olarak millî birliği bozacak, milleti her gün biribiri ardınca yayılmakta olan saldırılar karşısında sessiz ve hareketsiz tutacak tedbirler almaktan geri kalmıyordu. Diğer Nezaretleri de aynı prensip doğrultusunda harekete teşvik ettiği görülüyordu.
Söz gelişi, Eskişehir’de Hamdi Efendi adında bir kadı vardı. Kuva-yı Milliye’nin aleyhinde olduğu için orada duramamış, bir daha dönmemek üzere İstanbul’a gitmiş ve bu Kadı Efendi yeni kabine tarafından tekrar Eskişehir’e gönderilmiş.
Durum açıklanarak adı geçen kadının değiştirilmesi gereği, Mutasarrıf tarafından Adliye Nezareti’ne yazılmış, cevap verilmemiş. Mutasarrıf ve Eskişehir Bölge Komutanı, bu durumu Hey’et-i Temsiliye’ye bildirmekle birlikte, «eğer Nezaret bu yazıyı dikkate almayacak olursa, bu Kadı’nın kovulması zaruridir.
Zâtıdevletlerinin görüş ve emirleri istirham olunur» deniliyordu. Biz de görüşümüzü bekleyenlere şu karşılığı vermek zorunda kaldık: «Millî dâvaya bağlı olacağına söz veren ve bu ilke çerçevesinde millî teşkilât’ın her türlü yardımını sağlamış olan Saltanat Hükûmeti’ne, adı geçen kadının değiştirilmesi kabul ettirilemezse, sonunda kovulmasının bir zaruret haline geleceği âşikârdır.» Şüphesiz, bu durumda bulunan İstanbul memurları az değildi.
Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’nın, buna benzer birtakım işlerden sözeden ve kabinenin görüşünü bildiren 24 Kasım 1919 tarihli bîr şifresinin ilk cümlesi şuydu:
«Devletin iç işleri ve siyasî politikası kesinlikle ortaklık kabul etmez» (Belge: 194). Bu telgrafa 27 Kasım 1919 tarihinde verdiğimiz ayrıntılı cevapta, biz de şöyle dedik: «Devletin iç işleri ve siyasî politikasının kesinlikle ortaklık kabul etmediği bir gerçek olmakla birlikte, benzeri görülmemiş olan bugünkü durum karşısında, vatan ve milletin geleceğini güvence altına alacak olan millî teşkilâtı, bilerek veya bilmeyerek zayıflatacak ve millî birliği bozacak hiçbir muameleye milletin razı olamayacağı da pek meşru ve tabiîdir.» Bu telgrafın son cümlesi şöyleydi: «Hey’etimiz, imzasını taşıyan taahhütlerine tamamıyla bağlıdır… Şu kadar ki, taahhütler karşılıklı olmak gerekir.
Oysa, hükûmet, Salih Paşa’nın imzasını taşıyan taahhütlerin ve notların daha hiçbirini yerine getirmemiş ve eğer varsa, engelleyici sebepler bile bildirilmemiştir (Belge: 195).
Efendiler, şimdi vereceğim kısa bilgiler ve bu bilgileri doğrulamak üzere göstereceğim belgeler, Ali Rıza Paşa Kabinesi’nin bizi suçlamakta ne kadar haksız ve hükûmet işlerinde, en hafif anlamıyla ne kadar kayıtsız olduğunu yüksek hey’etinizin gözleri önüne serecektir zannederim.
Efendiler, İstanbul’daki gizli dernekler ve bu derneklere öncülük eden ve Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’nın mektubunda da itiraf edildiği üzere, sırtlarını yabancılara dayamış olan birtakım şahıslar, bol para ve Ali Rıza Paşa Kabinesi’nin gösterdiği alabildiğine hoşgörme ve uyuşukluk sayesinde, memleketi baştan başa ateşe vermek için olanca güç ve gayretleriyle çalışıyorlardı.
Bu konudaki bilgiler ve elde edilen belgeler de, hükûmetin vukuf ve bilgileri dışında bırakılmış değildi. İstanbul’daki teşkilâtımız ve aldığımız tedbirler sayesinde elde edilmiş birkısım belgeler, olduğu gibi Cemal Paşa’nın ve Sadrazam Paşa’nın ellerine teslim edilmişti.
Bu belgeler, o tarihte yabancı temsilcilere de verilmiş ve bu yolla İtilâf Devletleri hükûmetlerinin çoğunca öğrenilmiş ve o tarihlerde özetleri bütün komutanlara ve öteki ilgililere duyurulmuş olduğuna göre, artık olayın tarihe karışmış olduğu bugünde, yüce hey’etinizce ve milletçe bilinmesinde bir sakınca görmüyorum.