Büyük Nutuk » Bölüm: 15.1
BARIŞ KONFERANSI’NA GÖNDERDİĞİMİZ DELEGELER
Refet Paşa’ya görev verilmesi, daha sonra Ankara’dan Bursa’ya gidişim sırasında oldu. Efendiler. İzmir’den Ankara’ya dönüşümde, başlıca Mudanya Konferansı görüşmeleriyle uğraşıldı. Bir yandan da Bakanlar Kurulu’nda, Meclis’te ve komisyonlarda Barış Konferansı’na gönderilebilecek delegeler hey’eti söz konusu oluyordu. Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Sağlık Bakanı bulunan Rıza Nur Bey, gidecek delegeler hey’etinin tabiî üyeleri gibi görülüyordu. Ben, bu konuda daha kesin bir görüş ve kararımı tespit etmemiştim. Ancak, Rauf Bey’in başkanlığı altındaki bir hey’etin bizim için hayatî önemi olan bir konuda başarı kazanabileceğinden emin olamıyordum.
Rauf Bey’in de kendisini zayıf görmekte olduğunu hissediyordum. Müşavir olarak İsmet Paşa’nın yanına verilmesini teklif etti. Bu teklifle ilgili görüşümü belirtirken, «İsmet Paşa’dan müşavir olarak elde edilecek yarar sınırlıdır.
İsmet Paşa başkan olursa kendisinden azamî ölçüde yararlanılabileceğine ben de inanıyorum» dedim. Bu nokta üzerinde uzun boylu görüşülmedi. Ondan sonra Rauf Bey, delegeler hey’etine kimlerin gireceği konusundaki türlü çalışmalarına devam ettiler. Ben buna önem verir görünmedim. Mudanya Konferansı sona ermişti.
İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Bursa’da bulunuyorlardı. Kendileriyle görüşmek üzere Bursa’ya gittim.
İSMET PAŞA’NIN DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI’NA VE DELEGELER HEY’ETİ BAŞKANLIĞINA SEÇİLMESİ
Bursa’ya giderken yanımda Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa vardı. Doğuda aleyhindeki çeşitli tepki ve gösteriler dolayısıyla görev yapma imkânını bulamadığından Ankara’ya gelmeye mecbur olan Kâzım Karabekir Paşa ile İstanbul’da kendisine görev vermek üzere Refet Paşa’yı da birlikte götürdüm.
Bursa’da kaldığım günlerde, Refet Paşa’yı, bilindiği gibi İstanbul’a gönderdim. İsmet Paşa’nın da, mevcut bunca bilgime rağmen, delegeler hey’etine başkanlık edip edemeyeceğini bir daha inceledim.
Mudanya Konferansı’nı nasıl idare ettiğini ayrıntılı olarak anlamaya çalıştım. İsmet Paşa’nın kendisine tasavvurlarımla ilgili hiçbir kelime söylemiyordum.
Sonunda kararımı olumlu olarak verdim. İsmet Paşa’nın Delegeler Hey’eti Başkanı olabilmesi için daha önce Dışişleri Bakanı olmasını uygun gördüm. Bunu sağlamak için doğrudan doğruya Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’e özel ve gizli olarak yazdığım bir şifreli telgrafta, kendisinin Dışişleri Bakanlığı’ndan çekilmesini ve yerine İsmet Paşa’nın seçilmesini, bizzat yardımcı olmasını rica ettim.
Ankara’dan hareket etmeden önce, Yusuf Kemal Bey, bana, Delegeler Hey’eti Başkanlığını en iyi İsmet Paşa’nın yapabileceğini söylemişti. Yusuf Kemal Bey’den, kendisine bildirdiğim ricamı yerinde bularak gereğini yerine getirmeye çalıştığını bildiren bir cevap aldım.
LOZAN (LAUSANNE) BARIŞ KONFERANSI’NA DAVET
İşte ondan sonra idi ki, İsmet Paşa’ya, bir oldubitti şeklinde Dışişleri Bakanı olacağını ve ondan sonra da Barış Konferansı’na Delegeler Hey’eti Başkanı olarak gideceğini söyledim.
Paşa, birdenbire şaşırdı. Asker olduğunu söyleyerek özür diledi. En sonunda teklifimi emir sayarak boyun eğdi. Tekrar Ankara’ya döndüm. Bu sırada, İtilâf Devletleri tarafından, 28 Ekim 1922′de Lozan’da toplanacak olan Barış Konferansı’na davet edildik. İtilâf Devletleri, hâlâ İstanbul’da bir hükûmet tanımak istiyor ve onu da bizimle birlikte konferansa davet ediyordu.
Bu birlikte davet edilme durumu, şahsî saltanatın kaldırılması işini kesin olarak sonuçlandırdı. Gerçekten de 1 Kasım 1922 tarihli kanun gereğince, hilâfet ile saltanat biri birinden ayrıldı.
İki buçuk yılı aşan bir zamandan beri fiilen hükmünü yürüten millî saltanatın varlığı kabul edildi. Hilâfet, açıklık kazanmış bir hakka sahip olmaksızın bir süre daha bırakıldı.
Efendiler, bu konuda zabıtlara geçmiş yeterince bilgi vardır. Konunun özel yönleri ile ilgili noktalar, belki yüce hey’etinızi ilgilendirir düşüncesiyle, bazı bilgiler sunacağım:
Bilindiği gibi, «saltanat» ve «hilâfet» makamları ayrı ayrı ve birleşmiş olarak önemli meselelerden sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan bir hatıramı anlatayım: 1 Kasım 1922 tarihinden önce, muhalifler, Meclis çevresinde benim saltanatı kaldıracağım yolunda telâşlı ve heyecanlı propaganda yapıyorlardı.
Rauf Bey, bir gün Meclis’teki odama gelerek benimle bazı önemli konuları görüşmek istediğini ve akşam Keçiören’de Refet Paşa’nın evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey’in teklifini kabul ettim.
Fuat Paşa’nın da orada bulunmasına izin vermemi istedi. Onu da uygun gördüm. Refet Paşa’nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey’den dinlediklerimin özeti şuydu: Meclis, Saltanat makamının belki de Hilâfet’in ortadan kaldırılması görüşünün benimsenmiş olduğu endişesiyle üzgündür. Sizden ve sizin ileride benimseyeceğiniz tutumdan şüphe etmektedir.
Bu bakımdan Meclis’e ve dolayısıyla millet kamuoyuna güven vermeniz gerektiğine inanıyorum.
RAUF BEY’İN SALTANAT VE HİLÂFET KONUSUNDAKİ DÜŞÜNCESİ
Rauf Bey’den saltanat ve hilâfet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: Ben, dedi, saltanat ve hilâfet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım.
Çünkü benim babam, Padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam.
Padişah’a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da saltanat ve hilâfet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felâkete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz.
Rauf Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’nın görüşünü sordum. Refet Paşa’dan aldığım cevap şuydu: «Rauf Bey’in düşünce ve görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten de bizde padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz.»
Ondan sonra, Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa, Moskova’dan yeni döndüğünden, durumu, halkın duygu ve düşüncelerini daha yeterince incelemeye vakit bulamadığından söz ederek, görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi ve özür diledi.
Ben, karşımdakilere kısaca şu cevabı verdim: «Üzerinde durduğunuz konu bugünün işi değildir. Meclis’te bazılarının telâş ve heyecana kapılmalarına da gerek yoktur. .
Rauf Bey, bu cevabımdan memnun göründü. Fakat şu veya bu şekilde bu konu etrafındaki görüşmelere yine devam edildi. Akşam üzeri başlayan konuşmalarımız, bütün gece, sabaha kadar uzadı. Rauf Bey’in bir şeyi sağlama bağlamak istediğini hissettim. Benim hilâfet ve saltanat ve ileride şahsen alabileceğim durumla ilgili olarak kendilerine söylediğim ve inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden bizzat Meclis’e karşı söyletmek…
Kendilerine söylediğim sözleri olduğu gibi Meclis’e karşı söylemekte de bir sakınca görmediğimi bildirdim. Üstelik bu sözleri kurşun kalemle bir kâğıt parçasına yazarak ertesi gün bir sırasını düşürüp Meclis’te söyleyeceğime söz verdim. Verdiğim bu sözü yerine de getirdim. Benim bu konuşmam muhaliflerce, Rauf Bey’in başarısı olarak sayılmış ve kendisi takdir edilmiş…
MECLİS’TE SALTANATIN KALDIRILMASI GÖRÜŞÜLÜRKEN RAUF BEY’E VERDİĞİM ROL
Efendiler, belki birtakım kimselere göre, Rauf Bey, üzerine aldığı görevi yerine getirmişti. Ben de açıkladığım üzere, genel ve tarihî görevimin o güne ait safhasını tamamlamıştım.
Ancak, genel görevimin emrettiği asıl noktayı hedefe ulaştırmak ve uygulamaya geçmek gerektiği zaman da asla kararsızlığa düşmedim. Tevfik Paşa’nın telgrafları dolayısıyla saltanatı hilâfetten ayırmaya ve önce saltanatı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, derhal Rauf Bey’i, Meclis’teki odama çağırmak oldu.
Rauf Bey’in, Refet Paşa’nın evinde sabahlara kadar dinlediğim düşünce ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi davranarak, ayakta, kendisinden şu istekte bulundum: «Hilâfet ve saltanatı biribirinden ayırarak saltanatı kaldıracağız! Bunun doğru olduğu konusunda kürsüden bir konuşma yapacaksınız!» Rauf Bey ile bundan başka bir tek kelime konuşmadık.
Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, aynı maksatla çağırmış olduğum Kâzım Karabekir Paşa geldi. Ondan da aynı şekilde konuşmasını rica ettim.
Efendiler, o tarihe ait Meclis tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf Bey, kürsüden bir iki defa görüştü ve hattâ saltanatın kaldırıldığı günün bayram olarak kabul edilmesi teklifini de ortaya attı.
Burada bir nokta, kafalarda düğüm olarak kalabilir. Bana, Padişah’a bağlılığı borç bildiğinden, saltanat makamı yerine başka nitelikte bir makamın getirilmesine çalışmanın felâkete ve büyük acılara yol açacağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten sonra ve hele kararımın desteklenmesi ve saltanatın kaldırılması için Meclis’te bir konuşma yapmasını teklif etmem karşısında, ne düşündüğünü bile söylemeden boyun eğmiştir.
Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey eski inanç ve görüşlerini değiştirmiş miydi? Yoksa bu görüşlerinde esasen samimî değil miydi? Bu iki noktayı biri birinden ayırmak ve biri üzerinde kesin bir yargıya varmak güçtür.
Efendiler, böyle şüpheli bir yargıda bulunmaya girişmektense, durumun daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracak bazı safhaları, işlemleri ve tartışmaları yüksek hey’etinize hatırlatmayı tercih ederim.
LOZAN BARIŞ KONFERANSI’NA TEVFİK PAŞA VE ARKADAŞLARI DA KATILMAK İSTİYORDU
Daha önce bilginize sunmuştum ki, saltanatın kaldırılması, Lozan Konferansı’na İstanbul’dan da bir delegeler hey’etinin davet edilmesi ve İstanbul’un, yani Vahdettin, Tevfik Paşa ve arkadaşlarının da böyle bir daveti, Türk milletinin büyük emeklerle, fedakârlıklarla elde ettiği kazançları küçültmek, belki de anlamsız kılmak pahasına da olsa, kabul etmelerinden ileri gelmişti.
Tevfik Paşa, önce bana bir telgraf çekti. 17 Ekim 1922 tarihli bu telgrafta, Tevfik Paşa, kazanılan zaferin, bundan böyle İstanbul ile Ankara arasında anlaşmazlık ve ikiliği kaldırmış ve milli birliğimizi sağlamış olduğunu yazıyordu.
Yani Tevfik Paşa demek istiyordu ki: «memlekette düşman kalmadı; o halde, padişah yerinde, hükûmet onun yanında; millete düşenin de bu makamların vereceği emirlere uymaktır.
Böyle olunca da, elbette birliğe engel bir şey kalmamış olur.» Yalnız, Tevfik Paşa, Ankara’dan biraz daha yardım istemek akıllılığını gösteriyordu. O da, Barış Konferansı’na İstanbul ile Ankara’nın birlikte davet edilmiş olması dolayısıyla, daha önce benden çok gizli talimat almış bir kimsenin elden gelen sür’atle İstanbul’a gönderilmesini sağlamaktı (Belge: 260).
Tevfik Paşa’ya verilmek üzere, İstanbul’da Hamit Bey’e çektiğim telgrafla: «Tevfik Paşa ve arkadaşlarının devletin siyasetini bulandırmaktan vazgeçmemelerinin ne büyük bir sorumluluk doğuracağının aşikâr bulunduğunu» bildirdim (Belge: 261).
Ne yazık ki, Hamit Bey, bu telgrafın aynen Tevfik Paşa’ya bildirilmesi gerektiğinde kararsızlığa düşmüş, bunu kendisine gönderilen talimat sanmış; bununla birlikte bu telgrafımda yazılanlar çerçevesinde, Tevfik Paşa’ya üç gün içinde beş defa tebligatta bulunmuş; hattâ Tevfik Paşa ve çalışma arkadaşlarının konferansa delege göndermeleri için gazetelere, ajanslara, verilmesi gereken demecin esaslarını bildiren bir müsveddeyi bile kendilerine göndermiş (Belge: 262).
ÇIKARLARINI KİRLİ BİR TAHTIN ÇÜRÜMÜŞ ÇÖKMÜŞ AYAKLARINA SARILMAKTA BULANLAR
Bütün çıkarlarını yalnız kirli bir tahtın çürümüş çökmüş ayaklarına sarılmakta gören, Tevfik Paşa ve benzeri paşalardan kurulu Vahdettin Hükûmeti’nin, gizli maksatlarını ne olursa olsun kabul ettirmekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa, bana çektiği telgrafa verilen cevaptan haberi olmadığını bildirdikten sonra, doğrudan doğruya 29 Ekim 1922 tarihli telgrafıyla ve Sadrazam ünvanıyla Meclis Başkanlığı’na başvurdu (Belge: 263).
Bu telgrafta yazılanlar, Osmanlı devrinin Tevfik Paşa’larına yaraşır bir biçimdeydi.
Tevfik Paşa ve arkadaşları, bu telgraflarında, kazanılan başarının elde edilmesine hizmet ettiklerinden bahsedecek kadar cesaret gösterebilmişlerdir.
Efendiler, gayri meşru olarak, Osmanlı Devlet’inin Hükûmeti adını taşımak gafletinde bulunan Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa ve benzerlerinden kurulu son Osmanlı Hükûmeti üzerinde daha fazla durmanın bir yararı yoktur. Sözü Meclis görüşmelerine getireceğim.
Üzerinde durduğumuz konu dolayısıyla, Meclis’te 30 Ekim 1922 günü görüşmeler başladı. Birçok konuşmacı birçok şeyler söyledi. İstanbul’daki Osmanlı Hükûmet’lerini ele aldılar. Ferit Paşa devresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin açıldığını ve bu perdeyi açanların idrakten yoksun, vicdandan yoksun birtakım insanlar olduğunu belirterek, bu adamlara gereken kanunî işlemin yapılmasını istediler.
«Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu kadar ahmakça tekliflerde bulunan kimseler -… – gerçekten Bâbıâli’nin tarihi kimliğine imzasını koyan ve her şeyden çok oraya bağlı olan şahıslardır…» dediler.
İstanbul’da hükûmet adını ve kimliğini takınan adamların; Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre cezalandırılmalarını isteyen önergeler okundu.
Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmış olduğunu, yeni bir Türkiye Devleti’nin doğduğunu, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince hâkimiyet haklarının millete ait bulunduğunu ifade eden bir önerge hazırlandı. Sekseni aşkın arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim de imzam vardır.
Bu önerge okunduktan sonra, ciddî olarak muhalif duruma geçenlerin başında iki kişi vardı. Bunlardan biri Mersin Milletvekili bulunan Salâhattin Bey’dir. İkincisi, İzmir’de asılan Ziya Hurşit’tir. Bunlar Saltanat’ın kaldırılmaması görüşünde olduklarını açıkça belirttiler.
Efendiler, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. O gün Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı Saltanatı’nın kaldırılmasının zarurî olduğunu anlattım. 1 Kasım 1922 günü yapılan Meclis toplantısında, aynı konu uzun tartışmalara uğradı.
Meclis’te de geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum (Belge: 264). İslâm ve Türk tarihinden örnekler vererek hilâfet ve saltanatın ayrılabileceğini, millî hâkimiyet ve saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihî olaylara dayanarak açıkladım. Hülâgû’nun Halife Mu’tasım’ı idam ettirerek yer yüzünde hilâfete fiilen son verdiğini ve 1517′de Mısır’ı alan Yavuz, ünvanı halife olan bir mülteciye önem vermeseydi, hilâfet ünvanının günümüze kadar miras kalmış bulunamayacağını anlattım.
Bundan sonra bu konu ile ilgili önergeler üç komisyona, Teşkilât-ı Esasiye, Şer’iye ve Adliye Komisyonları’na gönderildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelip, konuyu bizim güttüğümüz maksada uygun bir çözüme bağlaması elbette güçtü. Durumu yakından ve bizzat takip etmek gerekti.
KARMA KOMİSYONA ANLATTIĞIM GERÇEK
Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığına Hoca Müfit Efendi’yi seçti. Konuyu görüşmeye başladılar. Şer’iye Komisyonu’nda bulunan hoca efendiler, hilâfetin saltanattan ayrılamayacağını, bilinen safsatalara dayanarak iddia ettiler. Bu iddiaların yersizliğini ortaya koyup çürütmek için serbestçe konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler.
Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu şekildeki görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. Sonunda, karma komisyon başkanından söz istedim.
Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuşmayı yaptım: «Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir.
Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hakîmiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir.
Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir.
İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur. Bu konuda «ilmî açıklamalarda bulunayım» dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, «Affedersiniz efendim, dedi, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık» dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı.
OSMANLI SALTANATI’NIN YIKILIŞ VE GÖÇÜŞ MERASİMİNİN SON SAFHASI
Sür’atle kanun tasarısı hazırlandı. O gün Meclis’in ikinci oturumunda okundu.
Ad okunarak oya konması teklifine karşı, kürsüye çıktım. Dedim ki, «Buna gerek yoktur. Memleket ve milletin istiklâlini ebedî olarak koruyacak ilkeleri, yüce Meclis’in oy birliği ile kabul edeceğini sanırım.» «Oya» sesleri yükseldi. Sonunda, başkan oya sundu ve «oy birliği ile ka’bul edilmiştir» dedi.
Yalnız olumsuzluk bildiren bir ses işitildi: «Ben muhalifim!» Bu ses «söz yok» sesleriyle boğuldu. İşte Efendiler, Osmanlı Saltanatı’nın yıkılış ve göçüş merasiminin son safhası böyle geçmiştir.