MERKEZ ORDUSU’NUN KURULMASI VE NURETTİN PAŞA’NIN KOMUTANLIĞA GETİRİLMESİ
Efendiler, hatırlarsınız ki, Nurettin Paşa, Yunan ordusunun ilk defa taarruz eder gibi görünmesi karşısında, birtakım boş ve mantıksız düşünceler ileri sürdüğü için, kendisine görev verilmemiş olduğundan, bir mektupla, bizimle çalışamayacağını bildirerek ve izin alarak Taşköprü’ye gitmişti.
O tarihten beş ay sonra, bazı kimseler, Nurettin Paşa adına gerek Fevzi Paşa Hazretleri’ne gerek bana, kendisine bir görev verilirse, bunu ciddiyet ve samimiyetle yapacağını söyleyerek aracılık ettiler.
Biz de Anadolu’nun orta kesiminde güvenliği sağlamakla görevli bulunan kuvvetlerimizi büyücek bir komuta altında birleştirmekte yarar gördüğümüzden, 9 Aralık 1920′de, Sivas’taki 3′üncü Kolordu’yu kaldırarak, onun görevini yeni kurduğumuz Merkez Ordusu’na verdik. Bu ordunun komutanlığına da Nurettin Paşa’yı getirdik.
Nurettin Paşa, merkez bölgesinde bir yıla yakın görev yaptı. Fakat milletvekillerinin, kendi yetkisi dışına taşarak bazı yurttaşların haklarına el uzattığı yolundaki şikâyetleri ve İçişleri Bakanlığı’na soru önergeleri vermeleri, Bakanlığın da şikâyetleri haklı bulması üzerine, Meclis’in isteği ile Kasım 1921 başlarında görevden alındı.
Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına karar verdi. Bu durum benimle Bakanlar Kurulu arasında da bir anlaşmazlığın çıkmasına yol açtı. Ben, Nurettin Paşa için uygulanması istenen işleme katılmadım. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle Bakanlar Kurulu arasında doğan anlaşmazlık Meclis’çe çözüldü. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum. Kendisi için ağır bir işlem uygulanmasını önledim.
Nurettin Paşa’yı bundan sekiz ay kadar sonra, 1′ inci Ordu Komutanlığı’nda göreceğiz.
VII
Saygıdeğer Efendiler, Sakarya Muharebesi’nden sonra, Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı, görevini Ankara’da yürütüyordu. Ben, aynı zamanda öteki vazifelerimle de uğraşıyordum.
Üç dört ay geçmemişti ki, Meclis’te Sakarya zaferini unutanlar, muhalefette ileri gitmek isteyenler, kendilerini göstermeye başladılar. Sakarya Muharebesi’nden önce başlayıp biribiri ardınca gelmiş olan Malta tutuklularından bazılarının bu muhalif akımlarda kışkırtıcılık ettiği anlaşılmıştı. Bu noktayı müsaadenizle biraz açıklayayım:
Rauf Bey, 15 Kasım 192l’de Ankara’ya gelmişti. Rauf Bey’i, 17 Kasım 1921′de, boşalan Bayındırlık Bakanlığı’na seçtirdik.
Rauf Bey’den sonra Ankara’ya gelen Kara Vasıf Bey’i de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Yönetim Kurulu (Hey’et-i İdare) üyeliğine seçtirdim.
Bu iki zatın birinden hükûmette diğerinden grupta yararlanmayı düşünmüştüm. Çok geçmedi, bir gün Rauf Bey’in Bakanlar Kurulu’nda bir konunun açıklanmasını istediği haber verildi. Aynı günde, Kara Vasıf Bey’in de grup hey’etinde aynı konuyu öğrenmek istediği bildirildi. Bu iki zatın aralarında önceden kararlaştırdıkları anlaşılan konu şuydu: «Güdülen askerî politika nedir?» Bu sorudan nasıl bir anlam çıkarılabilirdi? Neyi anlamak istiyorlardı? Bizim yürütmekte olduğumuz siyasî ve askerî politika belli olmuştu.
İstiklâlimiz tam olarak sağlanıncaya kadar, düşmanlarla vuruşmak ve onları yeneceğimize olan kesin bir inançla savaşa devam etmek… İşte ortaya atılan soru ile demek isteniliyordu ki, ne olursa olsun muharebeye devam etmekle sonuç almak mümkün müdür? Mümkün olmadığı ihtimalini hesaba katarak daha şimdiden daha başka tedbir ve çarelere – anlatmak istediklerine göre siyasî çarelerdir – başvurarak içinde bulunduğumuz tehlikeli duruma son vermek yerinde olmaz mı?
Elbette, ne Bakanlar Kurulu’nda ne de Grup Yönetim Kurulu’nda böyle bir konunun görüşme ve tartışma konusu edilmesine müsaade etmedim. Bunun üzerine Rauf Bey Bakanlıktan, Kara Vasıf Bey de Grup Yönetim Kurulu’ndan çekildiler.
13 Ocak 1921 tarihinde Meclis’te Rauf Bey’in istifası okunurken, aynı tarihli bir istifa yazısı daha okunmuştu. Bu istifa yazısı, Millî Savunma Bakanı olan Refet Paşa’nındı.
Efendiler, Refet Paşa’nın istifa sebebini birkaç kelime ile açıklayayım: 4 Ocak 1922 günü, Meclis’in bu gizli oturumunda şöyle bir konunun tartışması yapılmıştı. Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı Ankara’da oturuyormuş.
Cepheden uzak bulunuyormuş. Bundan şu sonuç çıkarılmış ki, benim hem Başkomutan hem de Meclis Başkanı olmam sakıncalı imiş. Ordu işleri iyi gitmiyormuş. Meclis bir savaş komisyonu kurarak, ordunun durumunu incelemeliymiş.
Genelkurmay Başkanı, aynı zamanda Bakanlar Kurulu Başkanı olduğundan, Genelkurmay işleri de iyi gitmiyormuş. Fevzi Paşa Hazretleri yalnız Bakanlar Kurulu Başkanlığı’nda kalsın, Genelkurmay Başkanlığı ile Millî Savunma Bakanlığı birleştirilsinmiş.
Millî Savunma Bakanı olan Refet Paşa, bu tezi kürsüden bizzat savunuyordu. Bu görüşlere şu yolda cevap verdim:
BENİM ŞAHSEN ANKARA’DAN UZAKLAŞMAM İSTENİYORDU
Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı pek yerinde olarak Ankara’yı karargâh edinmiştir. Görevini en iyi bir şekilde buradan yürütmektedir. Gerektiğinde ne vakit nereye gideceğine kendisi karar verir.
Cephe ile bizzat uğraşan cephe komutanı vardır. Gereksiz yere, benim şahsen Ankara’dan uzaklaşmamı istemenin anlamı yoktur. Genelkurmay Başkanlığı ile Millî Savunma Bakanlığı, Başkomutanın emri altında, Başkomutanlık Karargâhı’nı oluşturur. Ayrı ayrı değildir.
Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa Hazretleri’nin, Ankara’da bulundukça Bakanlar Kurulu Başkanlığını da yapması, bugün için bir zarurettir. Çünkü, onun yokluğunda, Refet Paşa ona vekâleten, Bakanlar Kurulu Başkanlığı görevini de yapmıştı. Başaramamıştı. Bakanlar Kurulu’nda karışıklık başladı. Bakanlar toplanmaz oldular.
Fevzi Paşa Hazretleri’nin dönüşü, bakanların şikâyeti üzerine oldu. Ordu ile ilgili olarak yaptığımız işlerin denetlenmesi için, Meclis’in bir komisyon kurmasını sakıncalı görmem. Ancak bu komisyon benim başkanlığım altında olur.
Gerçekten, bu komisyon, dediğim şekilde kuruldu.
Eski Harbiye Nâzırı Cemal Paşa da komisyona üye olarak seçildi. Öteki hususlarda Refet Paşa ve diğerlerinin görüşleri benimsenmişti. İşte bundan dolayı istifaya hazırlanan Refet Paşa istifasını Rauf Bey’in istifasıyla aynı günde vermiş oluyor.
Efendiler, yeri düşünce bilginize sunmuştum ki, Meclis’te kurduğumuz Müdafaa-i Hukuk Grubu, Meclis görüşmelerinin iyi gitmesini ve Bakanlar Kurulu çalışmalarının aksamadan yol almasını sağlama bakımından sonuna kadar yardımcı oldu.
Fakat bir taraftan da muhalif duygu ve düşüncede olanlar, her gün biraz daha taraftar buldukça, Grup’un çalışmasını güçleştirmeye başladılar. Muhalefet düşüncesinin ana kaynağı, Müdafaa-i Hukuk Grubu tüzüğünün temel maddesindeki ikinci noktaydı. Yani hükûmet kuruluşunun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na uygun olarak yapılması meselesi…
Programın ilk maddesinin son fıkrası, duygu ve düşüncelerde tam bir uyuşma sağlanmasına sürekli bir engel olarak kaldı. Bu sebeple grup içinde de görüş ayrılıkları ve disiplinsizlik başgösterdi. Birtakım kimseler gruptan ayrıldı. Ayrılanlar dışarıdakilerle birleşerek grubu yıkmaya çok çalıştılar. Alınan tedbirler buna engel oldu.
Sonunda İkinci Grup adıyla yeni bir grup oluştu. Bu grubu oluşturanlar, memleketteki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden ayrılmadıklarını, onun kongrelerde tespit edilen gayelerinin takipçisi bulunduklarını iddia ediyorlardı. İkinci Gruba önayak olanlar görünüşte Salâhattin ve Hüseyin Avni Bey’lerdi. Birinci derecede faaliyet gösteren ve kışkırtanların ise Rauf ve Kara Vasıf Bey’ler olduğu anlaşılıyordu.
Bu grubun faal ve inatçı üyelerinden olan Samsun milletvekili Emin Bey, son zamanlarda bir vesileyle Ankara’ya gelmişti.
Bütün gerçekleri anlamıştı; kışkırtıcı ve bozguncuları lânetliyordu. Bu zat bana şunu anlattı: Rauf Bey, İkinci Grubu kışkırtıyor ve aşırı davranışlara sürüklüyormuş… Emin Bey, Rauf Bey’e demiş ki: «Bizi sürüklediğiniz bu iş darağacına kadar gider… O zaman bizimle beraber bulunacak mısınız?» Rauf Bey, şu cevabı vermiş: «Beraber bulunmazsam, alçağım!»
Efendiler, bildiğiniz üzere, o zaman yürürlükte olan kanuna göre, Bakanlıklar için, ben Meclis’e aday gösterirdim.
Milletvekilleri gösterdiğim adaya olumlu veya olumsuz oy verirler yahut da çekimser kalırlardı. İkinci Grup, benim adaylarımı dikkate almadan, kendi grupları adına ortaya attıkları adaylara, kanuna aykırı olarak oy vermek suretiyle, hükûmetin kurulmasını engellemeye başladılar.
Efendiler, Meclis’te ordu aleyhine de bir hareket yaratılmıştı. Diyorlardı ki, Sakarya Muharebesi’nden sonra aylar geçtiği halde, ordu niçin taarruza geçmiyor? Mutlaka taarruz etmelidir.
Hiç olmazsa sınırlı, belirli bir cephede taarruz yapılmalıdır ki, ordumuzun taarruz kabiliyeti olup olmadığı anlaşılsın! Bu harekete karşı direndik. Maksadımız, bütün hazırlıklarımızı tamamlayarak genel ve kesin sonuca götürücü bir taarruz yapmak olduğu için, sınırlı bir cephede taarruz görüşünü benimseyemezdik; bunda bir yarar yoktu.
Muhaliflerde uyanan kanaat, ordumuzun taarruz gücünü kazanamayacağı noktasında toplandı. Bunun üzerine, ordunun taarruza geçirilmesi yolundaki hücumlarını durdurdular. Hücum sistemini değiştirerek başka bir görüş ortaya attılar. Bu defa dediler ki, bizim asıl düşmanımız Yunanlılar, Yunan ordusu değildir.
Zaten Yunan ordusunu tamamen yenmiş olsak da iş bununla bitmez. İtilâf Devletleri’ni, özellikle İngilizleri savaşla yenmek gerekir. Bunun için Yunan ordusuna karşı bir perde hattı bırakmak, asıl orduyu Irak’ın kuzey sınırına yığıp, İngilizlere taarruz etmek gerekir. Davamızın savaşla halledilmesi görüşü benimseniyorsa yapılacak iş budur.
ORDU SAFLARINA KADAR YAYILAN BOZGUNCULUK TELKİNLERİ
Efendiler, bu kadar anlamsız ve mantıksız olan düşüncelere iltifat etmedik. Bunun üzerine muhaliflerin elebaşıları yeni bir propaganda çıkardılar: Nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Meçhullere?.. Koskoca bir millet, belirsiz, karanlık hedeflere akılsızca sürüklenir mi? Bu propaganda, Meclis binasından, Ankara çevrelerinden ordu saflarına kadar yaydırıldı. Orduya her vasıta ile bu bozguncu telkinler yapılmaya çalışılıyordu.
Rauf Bey, sık sık gizlice diyordu ki: «Hiç olmazsa gerçek durumu bana söyle, ordu ne durumdadır? Gerçekten taarruz edemeyecek mi?
4 Mart 1922 günü akşamı, cepheyi teftiş etmek üzere, Ankara’dan ayrılmaya karar vermiştim. Dolayısıyla, o gün Meclis’teki gizli oturumda, bazı açıklamalarda ve ricalarda bulundum. Kendilerine anlattım ki, Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, düşman ordusunu Eskişehir – Seyitgazi – Afyonkarahisar kesimine kadar kovalayan kuvvetlerimiz, bütün ordu olmayıp yalnız süvarilerimiz ve süvari birliklerimize destek olmak üzere ileri sürülen bazı tümenlerimizdi.
Ordumuzun kararı taarruzdur. Ama bu taarruzu erteliyoruz. Sebebi, hazırlığımızı iyice tamamlamak için biraz daha zaman gerekmektedir. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür.
Bekleyişimizi, taarruz kararından vazgeçtiğimiz veya bunu başarmaktan ümidimizi kestiğimiz şeklinde anlamak ve yorumlamak yersizdir.
Bundan sonra şu görüşleri dile getirdim: Osmanlılar, yapacakları askerî harekâtın genişliği ölçüsünde hazırlıklı ve tedbirli davranmadıkları ve daha çok duygu ve hırslarının etkisi altında hareket ettikleri için, Viyana’ya kadar gittikleri halde, geri çekilmeye mecbur olmuşlardır. Ondan sonra Budapeşte’de de duramadılar, geri çekildiler.
Belgrat’ta da yenilerek geri çekilmeye mecbur edildiler. Balkanları terk ettiler. Rumeli’den çıkarıldılar. Bize, içinde daha düşman bulunan bu vatanı miras bıraktılar. Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun, hırslarımızı, hislerimizi bir yana bırakarak ihtiyatlı olalım. Kurtuluş için… istiklâl için, eninde sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!
Sinir gevşetici sözlere, telkinlere önem verilmemeli ve güvenilmemelidir. Osmanlı yönetim ve siyasetinin yarattığı bu türlü zihniyetler reddedilmelidir. «Ordu ile, savaşla, inatla bu işin içinden çıkılmaz» şeklindeki dış kaynaklı öğütlere uymakla, bir vatan, bir millet istiklâli kurtulamaz. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.
Bunun aksini düşünerek hareket edeceklerin çok acı sonuçlarla karşılaşacaklarına şüphe yoktur. Türkiye işte bu yoldaki yanlış düşüncelere… yanlış zihniyetlere sahip olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddî alanda olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki, çöküş ahlâkî ve manevî değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe yok ki, bu büyük memleketi bu koca milleti dağılıp yok olmanın uçurumuna sürükleyen başlıca sebep bu olmuştur.
Efendiler, bilirsiniz ki, Meclis’te bu anlattığım dönemde en çok olumsuz ve karamsar rol oynayanlar, vaktiyle, Türk milletinin kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceği görüşünü ileri sürmüş olan kimselerdi. Şunun bunun mandasını istemekte direnenlerdi. Onun için görüşlerime şunları da ekledim ve dedim ki: «Efendiler, maddî ve özellikle manevî çöküş korku ile… güçsüzlükle başlar.
Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşısında, milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar.
Güçsüzlük ve kararsızlıkta o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi kendilerine hakaret ederler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz, kayıtsız ve şartsız olarak varlığımızı bir yabancıya teslim edelim. Balkan Savaşı’ndan sonra milletin ve özellikle ordunun başında bulunanlar da başka türlü, fakat yine aynı zihniyeti benimsemişlerdi.
Türkiye’yi, böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtarmak lâzımdır. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır. Ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını yepyeni bir imanla donatmak… Bütün millete taptaze bir manevî güç vermek.
YETERİNCE HAZIRLANMIŞ OLMASI GEREKEN ÜÇ VASITA, İÇ VE DIŞ CEPHELERİMİZ
Şimdi Efendiler, düşmana taarruz için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan önce, hazırlamak ve tamamlamak zorunda bulunduğumuz savaş vasıtalarının ne olduğunu arz edeyim: Tam üç vasıtanın hazırlığının yeterli olduğunu görmek gereğini duyuyorum. Birincisi, en önemlisi ve asıl olanı doğrudan doğruya milletin kendisidir.
Milletin varlığı ve istiklâli için gönlünde, vicdanında belirmiş, gelişmiş olan istek ve emellerin sağlamlığıdır. Millet, içindeki bu isteği ne kadar güçlü bir şekilde ortaya koyarsa, bu istek ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok azim ve iman gösterirse, düşmanlara karşı başarı sağlamak için o kadar güçlü bir vasıtaya sahip olduğumuza inanırım.
İkinci vasıta, milleti temsil eden Meclis’in millî isteği ortaya koymakta ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği kararlılık ve yiğitliktir. Meclis, millî isteği ne kadar büyük bir dayanışma ve birlik içinde aksettirebilirse, düşmana karşı o kadar güçlü bir üstünlük vasıtasına sahip oluruz:
Üçüncü vasıta, milletin silâhlı evlâtlarından ibaret olup düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdur.
Efendiler, dedim, bu üç vasıta veya gücün düşmana karşı oluşturduğu cepheler iki şekilde düşünülebilir. Kolay anlaşılması için şöyle diyeyim: İç ve görünürdeki cephe… Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği bir cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir.
Fakat bu durum hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır.
Gerçekten, «kaleyi içinden almak» dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.
Meclis’in zihniyeti, çalışmaları ve durumu düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına imkân ve ihtimal yoktur. Meclis’te bir veya birkaç üyenin karamsarlık telkin eden sözlerinden bile aleyhimizde yararlanma çareleri aranmakta olduğuna şüphe edilmemelidir. Dışişleri Bakanlığı’nın dosyaları bununla ilgili belgelerle doludur.
Kesinlikle arz ederim ki, istemeyerek de olsa, düşmanlara ümit verecek en ufak belirtilerden kaçınılmadıkça, millî dâvânın sonuçlanması gecikir.»
Efendiler, bu sözlerden sonra, cephede bulunacağım sıralarda, ordunun duygu ve düşünceleri üzerinde ümitsizlik yaratacak açık tartışmalardan vazgeçilmesini Meclis’ten özellikle rica ettim. Bu konuşmamdan sonra, muhaliflerin de sözlerini dinledim.
Muhaliflerden biri, düşünce ve ricalarımı, emir veriyorum şeklinde yorumladı. Diğer biri, Meclis’in duygularındaki temizlikten şüphe ettiğimi ileri sürdü. Bir başkası uygulama imkânı olmayan bir şey yapılamaz; orduyu bozguna uğratırsın efendim, dedi.
DOĞU CEPHESİ KOMUTANININ BİR GÖRÜŞÜ
Saygıdeğer Efendiler, yüce hey’etinîzi muhaliflerin sözleriyle işgal etmek istemem. Çünkü, bu sözler birkaç kişinin şaşkın ve cahil kafalarının akislerinden başka bir şey değildi. Genel Kurul, sunduğum görüşleri anlayışla karşılamıştı. Yalnız, Doğu Cephesi Komutanı’nın bir görüşüne, beş on günden beri veremediğim cevabı, cepheye gitmeden önce, o gün yani 4 Mart 1922′de yazmıştım. Onu bilginize sunacağım. Cevabın anlaşılması için, müsaade buyurursanız, önce gelen görüşü okuyalım:
Kişiye özel
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne
Yönetim işlerimizin yürütülmesi ile ilgili tartışmalar bize daha yeni ulaşmaktadır. Barışın sağlanmasından sonraki seçimlerde birçok değerli kimselerin yerine birtakım muhafazakârların toplanmasına karşı şimdiden alınacak tedbiri pek önemli sayarım. Millî Meclis, değerli şahsiyetlerden kurulmazsa, iki büyük sakınca memleketi bugünkü perişanlığından kurtaramayacaktır.
Birincisi, düşüncede yenilikler olmayacak. İkincisi, en önemli tasarılar herhangi bir duyguya kapılarak tartışmaya dahi lüzum görülmeden reddediverilecektir. Böyle bir meclise karşı, üyelerini büyük uzmanların oluşturduğu ikinci bir meclisin bulunmasını yararlı görüyorum. Bu ikinci meclis, Millî Meclis’e yön vereceği ve onu ileriye götüreceği gibi, memleketin varlığı ile ilgili kararlar, Millet Meclisi’nde heyecanla red veya kabul edilse bile, bu meclisin uyarması ve yol göstermesiyle kararın değiştirilmesi ve zararın önlenmesi mümkün olur.
Bu meclise «Âyan» diyerek eski devrin köhne hayatını hatırlamamak için «Büyük Uzmanlar Meclisi» denebilir veya daha uygun bir ad verilebilir. Üyelerini birtakım kayıt ve şartlar altında, tıpkı milletvekilleri seçiminde olduğu gibi millet seçebilir. Bu üyeler için, herhangi bir mesleğin en yüksek öğrenimini görmek, Türkiye Hükûmeti’nin bakanlığını, valiliğini veya ordu komutanlığını yapmış olmak gibi önemli şartlar ayrıntılı olarak tespit edilebilir.
Konunun ayrıntıları, mevcut hükûmet şekillerinin de incelenmesiyle her türlü sakıncadan uzak olarak ortaya konabilir. «Büyük Uzmanlar Meclisi» kabul edilirse, her bakanlığın şûrâsı da bunlar arasından seçilir. Örnek olarak, Askerî Şûra, Bayındırlık Şûrası v.b. gibi. İki meclisin onayından geçerek bir süre için uygulanması kabul edilecek olan herhangi bir programa sonuna kadar bağlı kalmak ve bunun yürütülmesinde, güdülen hedef ve gayeden ayrılmamak için, bu şûraların varlığım pek gerekli sayıyorum. Aksi halde, bakanlıklarda şahıslar değiştikçe, program ve bunu yürütecek kimseler de azçok değişmekten kurtulamayacaktır. Bundan başka, kabul edilen herhangi bir şey, uzmanlarınca kabul edilmezse tenkide yol açar. Millet buna gerektiği gibi sarılmalıdır.
Millet Meclisi’nin, millet adına bir şeyi red veya kabul ve kontrol hakkıdır. Fakat, bu başka, uzmanlaşmış kişilerin yapacağı ve bundan sonra kabul edilecek şey de başka olur. Olağan şartlara dönülmesinden sonraki durumlarla ilgili endişe ve görüşlerimi arz ediyorum. Yüksek düşüncelerinizin bildirilmesini istirham ederim.
18/19.2.1922, sayısızdır.
Kâzım Karabekir
Doğu Cephesi Komutanı
Özel 4.3.1922
Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa Hazretleri’ne
İlgi: 18/19.2.1922 tarihli sayısız şifre.
Memleketin genel idaresini eline almış tek yüce kuvvet olan Büyük Millet Meclisi’nin alacağı kararların, uzmanlardan kurulu başka bir meclis tarafından incelenmemesinden doğacak sakıncalarla ilgili yüksek görüşünüz aslında pek yerindedir.
Ancak, adı ve ünvanı «Âyan» olmasa bile, milletin bütün hak ve yetkilerini kullanmak üzere seçilmiş ve seçilecek olan Büyük Millet Meclisi’nin temel kararlarını diğer bir meclisin kararlarıyla bağlamak, genel yönetimde takip ettiğimiz ilkelerin ruhuyla bağdaşamayacaktır.
Yüksek düşüncelerinize göre, bu Uzmanlar Meclisi de milletvekilleri gibi milletçe seçilirse, o zaman, aynı kaynaktan aynı yetkiyi almış, iki büyük kuvvet, milletin genel yönetiminde söz sahibi olacak demektir. Bu da hukuk bakımından olduğu kadar uygulama bakımından da karışıklığa yol açan bir ikilik yaratacaktır. Böyle bir durumun doğuracağı dengesizliği gidermek için de milletin hayat ve hakları üzerinde etkili üçüncü bir kuvvetin varlığını kabul etmek gerekecektir.
Benim düşünceme göre, aklınıza gelen sakıncaları giderecek tek çıkar yol, Millet Meclisi üyelerinin değerli ve uzman kişilerden seçilmesini sağlamak; Meclis’in iç teşkilâtında, komisyonların kurulmasında, Bakanlar Kurulu’nun seçilmesinde ilim ve ihtisasa son derece önem vermek hususlarından ibarettir.
Geçirdiğimiz çok acı tecrübelerin sonuçlarından doğmuş bulunan ve milletlerin idaresinde en doğru bir yol, temel haklar bakımından da en beğenilen bir şekil demek olan şimdiki idaremizin daha da güçlendirilmesi ve seçim işlerinde uyanık davranılması sayesinde bugün için de gelecekteki gelişmeler için de başarılı bir idare makinesi kurulmuş olacağını bilgilerinize sunarım.
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı
Mustafa Kemal