Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Büyük Nutuk » Bölüm: 13.2

0 13.859

BÜTÜN TÜRK MİLLETİNİ CEPHEDE BULUNAN ORDU KADAR, DUYGU, DÜŞÜNCE VE HAREKET BAKIMINDAN SAVAŞLA İLGİLENDİRMELİYDİM

Bildiğiniz gibi savaş ve muharebe demek; iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla, bütün maddî ve manevî kuvvetleriyle, biribiriyle karşı karşıya gelmesi ve biribiriyle vuruşması demektir.

Bunun içindir ki, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silâhla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti.

Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.

Gelecekteki harplerin tek başarı şartı da en çok bu arz ettiğim noktaya bağlı olacaktır. Avrupa’nın askerlik bakımından ileri durumda olan büyük milletleri, daha şimdiden bu tutumu kanun haline getirmeye başlamışlardır.

Biz, Başkomutan olduğumuz zaman, Meclis’ten bir vatanı savunma kanunu istemedik. Fakat, Meclis’ten aldığımız yetkiye dayanarak bu amacı kanun niteliğindeki belirli emirlerle sağlamaya çalıştık. Millet, bundan sonra, bugüne kadar olan tecrübeleri de dikkatle gözden geçirerek aziz vatana taarruzu imkânsız kılan sebep ve şartları daha açık ve daha kesin olarak tespit eder.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NCE BANA «MAREŞAL RÜTBESİYLE» «GAZİ» ÜNVANININ VERİLMESİ

Efendiler, diğer bir görevim de, ordu içinde, muha­rebe safları arasında bizzat muharebeye katılmak ve savaşı bizzat yönetmekti. Bunu da gücümün yet­tiği ölçüde, hattâ bir kaza sonucu sol kaburga ke­miklerimden birinin kırılmış olmasına rağmen, bütün varlığımla en iyi şekilde yapmaya çalıştığımı sanırım. Sakarya Muharebesi’nin sonuna kadar askerî bir rütbem yoktu.

Ondan sonra, Büyük Millet Meclisi’nce bana «Mareşal» rütbesiyle «Gazi» ünvanı verildi. Osmanlı Devleti’nin rütbesinin, yine o devlet tarafından geri alınmış ol­duğunu biliyorsunuz.

FRANSIZ HÜKÛMETİ İLE YAPILAN GÖRÜŞMELER VE ANKARA ANLAŞMASI

Efendiler, Sakarya Zaferinden sonra, Batı ile yaptığımız olumlu ve verimli temas ve görüşmeler Ankara Anlaşması (Ankara İtilâfnâmesi) ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşma Ankara’da, 20 Ekim 1921′de imza edilmiştir. Bu konuda özet halinde bir bilgi vermek için, kısa bir açıklamada bulunayım:

Bekir Sami Bey’in başkanlığındaki delegeler hey’etinin gittiği Londra Konferansı’ndan sonra, bildiğiniz üzere, İkinci İnönü Zaferiyle sonuçlanan Yunan taarruzu geri püskürtülmüştü. Bir zaman için, askerî durum sakinleşti. Rusya ile, Moskova Anlaşması imzalanmış ve doğudaki durumumuz açıklık kazanmıştı. İtilâf Devletleri’nden de millî ilkelerimize saygılı olabileceklerle anlaşmanın yararlı olacağı düşünülmekteydi. Adana, Antep ve dolaylarını yabancı işgalinden kurtarmak, bizce önemli görülmekteydi.

Çeşitli sebeplerle, Suriye’den başka, bu adı geçen illeri işgalleri altında bulunduran Fransızların da, bizimle anlaşma eğiliminde oldukları anlaşılıyordu. Gerçi, Bekir Sami Bey’in, Mösyö Briand (Briyan)’la yaptığı fakat millî olmayan anlaşma reddedilmiş idiyse de, ne Fransızlar ne de biz çarpışmaları sürdürmeye istekli değildik.

Bu yüzden her iki taraf biribiriyle görüşme yollarını aramaya başladı. Fransız Hükûmeti, eski bakanlardan Mösyö Franklin Bouillon (Franklen Buyon)’u önce gayri resmî olarak Ankara’ya göndermişti. 9 Haziran 1921 tarihinde Ankara’ya gelen Mösyö Franklin Bouillon ile Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Fevzi Paşa Hazretleri’nin de katılmasıyla, bizzat iki hafta süren görüşmeler yaptım.

Biribirimizi tanımakla geçen özel bir buluşmadan sonra, 13 Haziran 1921 Pazartesi günü, Ankara istasyonundaki bana ait dairede yaptığımız ilk toplantıda görüşmelerimizin hareket noktasını belirtmek gerektiğinden söz ederek konuşmaya başladık. Ben, bizim için hareket noktasının Misak-ı Millî’de tespit edilen ilkeler olduğunu ortaya attım.

Mösyö Franklin Bouillon, ilkeler üzerindeki tartışmanın güçlüklerini ileri sürerek, Sévres Antlaşması’nın bir oldubitti olarak ortada bulunduğunu söyledikten sonra, Londra’da Bekir Sami Bey’le Mösyö Briand’ın yaptıkları anlaşmayı temel almanın ve bu anlaşmanın Misak-ı Millî’ye aykırı olan noktaları üzerinde tartışmanın yerinde olacağı görüşünü savundu.

Bu teklifinde haklı olduğunu göstermek için, Londra’ya giden delegelerimizin Misak-ı Millî’den söz etmediklerini, Misak-ı Millî’nin ve Millî Mücadele’nin, değil Avrupa’da, daha İstanbul’da bile değeri anlaşılamamış olduğunu söyledi.

Ben verdiğim cevaplarda dedim ki: «Eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir Türk Devleti doğmuştur. Bunu tanımak gerekir. Bu yeni Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır. Sévres Antlaşması Türk milleti için öylesine uğursuz bir idam kararnâmesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasını dileriz.

Bu konuşmamız sırasında bile Sévres Antlaşmasını ağzıma almak istemem. Sévres Antlaşması’nı kafasından çıkarmayan milletlerle güven temeline dayanan ilişkilere girişemeyiz.

Bize göre böyle bir antlaşma yoktur. Londra’ya giden delege hey’etimizin başkanı eğer bundan bahsetmemişse, verdiğimiz talimat ve yetki çerçevesinde hareket etmemiş demektir. Yanlış iş görmüştür. Bu yanlışlık yüzünden Avrupa ve özellikle Fransız kamuoyunda ters etkiler doğduğu görülüyor.

Bekir Sami Bey’in gittiği yoldan hareket edersek, biz de aynı yanlışlığı yapmış oluruz. Avrupa’nın Misak-ı Millî’den haberdar olmamasına imkân yoktur. Avrupa Misak-ı Millî deyimini öğrenmemiş olabilir. Fakat, yıllardan beri kan döktüğümüzü gören Avrupa ve bütün dünya, şu kanlı mücadelelerin neden ileri geldiğini elbette düşünmektedir.

İstanbul’un Misak-ı Millî’den ve Millî Mücadele’den haberi olmadığı yolundaki sözler doğru değildir. İstanbul halkı, bütün Türk milleti gibi, Millî Mücadele’yi bilmektedir ve ondan yanadır. Bu mücadeleyi bilmezlikten gelen ve ona karşı görünen kimselerle bunların yardakçıları azdır ve milletçe de tanınmaktadır.»

Franklin Bouillon, Bekir Sami Bey’in kendisine verilen talimat ve yetki dışına çıkarak hareket etmiş olduğu yolundaki sözlerim üzerine dediler ki, «bunu açıklayabilir miyim?» Sözlerimi istediği yerlere bildirip anlatabileceğini söyledim.

Mösyö Franklin Bouillon, Bekir Sami Bey’le yapılan anlaşmadan ayrılmamak için mazeret ileri sürerken, Bekir Sami Bey’in bir Misak-ı Millî olduğundan ve onun sınırları dışına çıkamayacağından söz etmediğini, eğer bundan söz etmiş olsaydı, o zaman ona göre görüşülüp gerektiği şekilde hareket edilebileceğini; ancak, şimdi durumun güçleştiğini tekrarladı.

Batıdaki kamuoyu, bu Türkler, delegeleri vasıtasıyla bunu niçin dile getirmemişler de şimdi yeni yeni meseleler çıkarıyorlar» diyeceklerdir.

Nihayet, uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, Mösyö Franklin Bouillon, Misak-ı Millî’yi okuyup anladıktan sonra yeniden görüşmek üzere, toplantının ertelenmesini teklif etti. Ondan sonra Misak-ı Millî’nin maddeleri baştan sona kadar birer birer okunarak görüşme ve tartışmaya devam edildi.

Üzerinde en çok durulan nokta, kapitülasyonların kaldırılması ve istiklâlimizin tam olarak sağlanmasını isteyen madde oldu. Mösyö Franklin Bouillon, bu meselelerin incelenmesi ve üzerinde durulması gerektiğini bildirdi. Ben bu noktaya cevap verdim. Söylediklerimin özeti şuydu: «Tam istiklâl, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin can damarıdır. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir.

Bu görevi yüklenirken, ne ölçüde başarılabileceği üzerinde hiç şüphe yok ki çok düşündük. Fakat sonunda vardığımız kanaat ve inanç, bunda başarılı olabileceğimizdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlışlıklar yüzünden, milletimiz sözde var sanılan istiklâline gerçekte sahip değildi. Şimdiye kadar Türkiye’yi medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu yanlışlıktan ve bu yanlışlığa boyun eğmekten ileri gelmektedir.

Bu yanlışlığa boyun eğmenin sonucu, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetini ve bütün yaşama kabiliyetini kaybetmesine ve ondan yoksun kalmasına yol açabilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir yanlışlığa boyun eğme yüzünden bu vasıflardan yoksun kalmaya katlanamayız.

Aydın olsun cahil olsun, istisnasız milletimizin bütün fertleri, belki işin içindeki güçlüğü iyice kavramamış olsalar bile, bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, istiklâlimizin tam olarak kazanılması ve devam ettirilmesidir.

Tam istiklâl demek, elbette, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel v.b. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün istiklâlinden yoksun kalması demektir.

Biz, bunu elde etmeden barış ve huzura kavuşacağımız inancında değiliz. Şekil ve usullere uyarak barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz. Ancak, istiklâlimizi tam olarak sağlamayacak olan bu gibi barışlar, uyuşma ve anlaşmalarla, milletimiz hiçbir vakit varlığına ve huzura kavuşamayacaktır. Belki de silâhlı mücadelesini bırakarak, yıkıma sürüklenmeye razı olacaktır.

Eğer milletimiz buna razı olsaydı, bunu kabul edebilecek yaratılışta bulunsaydı, iki yıldan beri mücadele etmeye hiç de gerek kalmazdı. Daha ateşkes anlaşmasının ertesinde harekete geçmemek olabilirdi.

Mösyö Franklin Bouillon, bu sözlerim karşısında, ciddî ve samimî olarak bazı görüşler ileri sürdü ve en sonunda da bunun zaman meselesi olduğu görüşünü belirtti.

Efendiler, Mösyö Franklin Bouillon ile önemli ve ikinci derecede kalan sorunlar üzerinde günlerce ve günlerce görüştük. Sonuç olarak biribirimizi, düşüncelerimizle, duygularımızla ve tutumlarımızla anlayabildik sanırım. Fakat Fransız Hükûmetiyle Türk Millî Hükûmeti arasında, kesin anlaşma noktalarının tespit edilebilmesi için biraz daha zaman geçmesi zarurî oldu. Ne bekleniyordu? Belki de, Türk millî varlığının Birinci ve İkinci İnönü Muharebesi’nden sonra daha büyücek bir eserle ispatlanmış olması!.. Gerçekten de, Mösyö Franklin Bouillon’un kesin karara vararak imza ettiği Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Meydan Muhaberesi’nden otuz yedi gün sonra, arz etmiş olduğum gibi, 20 Ekim 1921′de doğmuş olan bir belgedir.

Bu anlaşma ile, siyasî, iktisadî, askerî v.b. hiçbir alanda bağımsızlığımızdan hiçbir şey feda etmeksizin, vatan topraklarımızın değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu anlaşma ile millî davamız ilk defa olarak Batı devletlerinden biri tarafından onaylanmış ve açıklanmış oldu.

Mösyö Franklin Bouillon, bundan sonra da birkaç kere Türkiye’ye gelmiş, Ankara’da ilk günlerde aramızda kurulan dostluk duygularını belirtme yolları aramıştır.

PONTUS MESELESİ

Saygıdeğer Efendiler, genel konuşmamın başında bir Pontus meselesinden söz etmiştim. Bu mesele belgeleriyle herkesçe bilinmektedir. Ancak, bizi de çok uğraştırdığından, burada, onunla ilgili bazı noktalara dokunacağım.

1840 yılından beri; yani üç çeyrek yüzyıldan beri, Anadolu’nun Rize’den İstanbul Boğazı’na kadar uzanan Karadeniz bölgesinde, eski Yunanlılığın diriltilmesi için çalışan bir Rum topluluğu vardı.

Amerikalı Rum göçmenlerden Rahip Klematios adında biri, ilk Pontus toplantı yerini şimdi halkın «Manastır» dediği bir tepede İnebolu’da kurmuştu. Bu teşkilâta bağlı olanlar, zaman zaman biribirinden ayrı eşkıya çeteleri kurarak faaliyet gösteriyorlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında da, dışarıdan gönderilip dağıtılan silâh, cephâne, bomba ve makineli tüfeklerle, Samsun, Çarşamba, Bafra ve Erbaa Rum köyleri sanki bir silâh deposu durumuna gelmişti.

Ateşkes Anlaşmasından sonra, bütün Rumlar Yunanlılık millî davası ile her tarafta şımardığı gibi, Ethniki Hetairia (Etniki Eterya) Cemiyeti’nin propagandacıları ile Merzifon’daki Amerikan kuruluşlarının manevî destekleri ile eğitilip yetiştirilen, maddî bakımdan da yabancı hükûmetlerin silâhlarıyla güçlendirilip cesaret verilen bu bölgedeki Rumlar da, bağımsız bir Pontus hükûmeti kurma emeline düştü.

Bu maksatla genel bir ayaklanma hazırladılar. Dağlara çekildiler; Amasya, Samsun ve dolayları Rum Metropolit’i Yermanos’un idaresinde düzenli bir programla çalışmaya başladılar. Bir yandan da, Samsun’daki Rum komitecilerinin başkanı olan Reji Fabrikası (Yabancı Tekel İdaresi fabrikası) Müdürü Tokomanidis, İç Anadolu ile haberleşme sağlamaya çalışıyordu.

Bazı yabancı hükûmetler, Pontus hükûmetinin kurulması için yardımcı olacaklarına söz verdiler. Samsun ve dolaylarındaki Rum nüfusunu arttırmak için de, Rusya’-daki Rum ve Ermenileri Batum’da topladılar. Onları, Türk Kafkas ordularından alınıp Batum’da depo edilen silâhlarla donatarak, sahillerimize çıkarmaya başladılar.

Çetecilik etmek üzere, sahillerimize çıkarılabilecek birkaç bin Rum’u Sohum’da Haralambos adında bir adamın başına topladılar. Batum’da toplananların da Haralambos’un etrafında toplananlara katılmaları sağlanıyordu.

Bunlar, memleketimiz içinde, Samsun’daki bazı yabancı devlet temsilcileri tarafından korunuyor ve silâhlandırılıyordu. Kıyılarımıza çıkan bu çeteler, «göçmenleri besleme» maskesi altında, yabancı hükûmetler tarafından yedirilip giydiriliyordu. Yabancıların Kızılhaç hey’etleri arasında gelen subayların da örgüt kurmak, çetelerin askerî öğretim ve eğitimi ile uğraşmak ve gelecekteki Pontus hükûmetinin temelini atmakla görevlendirildikleri anlaşılıyordu.

4 Mart 1919 tarihinde, İstanbul’da «Pontus» adıyla yayınlanmaya başlayan bir gazetenin başmakalesinde «Trabzon ilinde Rum cumhuriyetinin kurulmasına çalışmak maksadıyla yayınlandığı» ilân edilmişti.

Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanma gününe rastlayan 7 Nisan 1919 günü, her yerde ve özellikle Samsun’da gösteriler yapıldı. Yermanos’un küstahça davranışları Rumların düşünce ve emellerini açığa vurdu. Bafra ve Çarşamba dolaylarındaki yerli Rumlar, sık sık kiliselerde toplanıyor, örgütlenmelerini ve donatımlarını artırıyorlardı.

23 Ekim 1919 tarihinde, Doğu Trakya ve Pontus için merkez olarak İstanbul kabul edilmişti. Venizelos, İstanbul’un merkez olarak kabul edilme konusunun daha sonraki bir tarihe ertelenerek, bunun yerine Pontus hükûmeti kurulması düşüncesini ortaya atmış ve İstanbul Patrikhanesi’ne buna göre talimat vermişti. Aynı zamanda, İstanbul’da gizli bir Yunan polis teşkilâtı kurmakla görevlendirilen Albay Alexandros Zimbrakakis tarafından Pontus jandarma teşkilâtını düzene sokmak üzere Eiffel (Eyfel) adlı Yunan torpidosuyla, bir subaylar hey’eti de gönderilmişti.

Türkiye’de bu türlü işler olurken Batum’da da 18 Aralık 1919′da Pontus Rum Hükûmeti adıyla bir hükûmet kurulmuş ve teşkilâtlanmaya başlamıştı. 19 Temmuz 1920′de de Batum’da, Karadeniz, Kafkas ve Güney Rusya Rumları tarafından Pontus meselesi ile ilgili bir kongre toplandı.

Bu kongrenin raporu üyelerden biri vasıtasıyla İstanbul’da Rum Patrikliği’ne gönderildi. Pontusçular 1920 yılının sonlarına doğru çalışmalarını büsbütün artırarak iyiden iyiye ortaya çıktılar. Bizi, ciddî tedbir almaya mecbur ettiler.

Dağlarda kurulan Pontus teşkilâtı şöyleydi:

a) Birtakım çetebaşlarının emrinde silâhlı ve savaşçı kuvvetler,

b) Bunların beslenmesine hizmet eden üretici Pontus halkı,

c) Yönetim ve güvenlik kuvvetleri ile şehirlerden ve köylerden yiyecek sağlamakla görevli ulaştırma kolları.

Çetelerin çalışma bölgeleri biribirinden ayrılmıştı. Pontus eşkıyasının kuvveti başlangıçta 6.000 – 7.000 silâhlı idi. Daha sonra her taraftan katılanlarla 25.000′e yaklaştı. Bu kuvvet yeterli küçük birliklere ayrılarak; çeşitli yerlerde barınıyordu. Pontus çetelerinin bütün işleri, İslâm köylerini yakmak, Müslüman halka karşı akıl ve hayale sığmaz zulümler yapmak, cinayetler işlemek gibi kan içici bir sürünün yaptıklarından başka bir şey değildi.

Biz, Anadolu’ya çıkar çıkmaz, Türk halkını dikkat ve uyanıklığa davet ettik. Doğabilecek tehlikelere karşı tedbirler almaya başladık.

Merkezi Sivas’ta bulunan 3′üncü Kolordu, yalnız, çeşitli bölgelerde gözüken çeteleri takip ve ortadan kaldırmakla uğraştı. Trabzon bölgesinde dolaşan Köroğlu adındaki Rum çetesiyle, Eftalidi çetesi ve öteki çeteler, merkezi Erzurum’da bulunan 15′inci Kolordu tarafından takip edilerek ortadan kaldırılıyordu. Bir taraftan da Pontus eşkıyasının dönüp dolaştığı yerlerde, halk silâhlandırılarak millî teşkilât kuruldu.

ANADOLU ORTASINDA YENİDEN ÇIKAN BİRTAKIM İÇ İSYANLAR

Efendiler, Sivas’ın kuzeyinde ve Yozgat’ta çıkan ve sizlerce de bilinen iç isyan olaylarından başka, 1920 yılı sonlarında, yeniden Anadolu’nun ortasında, Zile taraflarında, Küçük Ağa, Deli Hacı Aynacıoğulları, Erbaa yakınlarında Kara Nâzım, Çopur Yusuf; başka yerlerde Deli Hasan, Küçük Hasan gibi birtakım serserilerle Yozgat Çayözü Çerkezlerinden kurulu çeteler; 1921 yılı başlarında da Koçkiri aşiretinin beylerinden Haydar Bey; İstanbul’da Seyit Abdülkadir’den aldığı talimat üzerine Alişan ve akrabasından Naki, Alişir ve daha başkaları ile birlikte isyan hareketlerine başladılar. Birçok kuvvetimiz bir taraftan Pontusçuları diğer taraftan da bu âsîleri izleyip ortadan kaldırmakla uğraşıyorlardı.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.