Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Büyük Nutuk » Bölüm: 12.4

0 13.976

KÂZIM KARABEKİR PAŞA, DEVLET ŞEKLİNDE TARİHİ DEĞİŞİKLİKLER YAPILACAĞI ZAMAN ASKERÎ VE SİVİL DEVLET ADAMLARININ GEREĞİ GİBİ GÖRÜŞLERİ ALINMALIDIR DİYOR

Kâzım Karabekir Paşa’nın bu bilgileri veren 11 Temmuz 1921 tarihli şifreli telgrafında, kendisi de ileri sürdüğü görüşler arasında diyordu ki. «Hükûmet şekli ile ilgili esasları, Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun tespit etmiş olduğu görülüyor. Halbuki bendeniz, bu kanun hükümlerinin olsa olsa bir parti programı halinde kalmasını, uygulamada ortaya çıkacağını tahmin ettiğim güçlüklere karşı daha yararlı buluyorum.

Bu görüşümü, bölgenin çok yakından tanıyabildiğim duygu ve düşüncelerine göre kısaca açıklamak isterim. Meclis’te Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu desteklemek üzere kurulan gruba girmiş olanların çoğu, yeni bir rejim değişikliğinde memleket mukadderatında söz sahibi olmak hevesinde görünenlerdir.

Halk arasında, ancak küçük bir grup yeni nitelikte teşkilât fikirlerini benimser. Milletvekillerinin Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na taraftarlıkları ancak şahsî görüşlerinden gelebilir. Devlet şeklinin bu büyük ve tarihî değişiklik teşebbüslerinde, memleketin geleceğinden hep birlikte sorumlu olan askerî ve sivil devlet adamlarıyla, Müdafaa-i Hukuk merkezlerinden gereği gibi görüş alınması ve durumun olağanüstü bir Meclis’te incelendikten sonra karara bağlanması gerekir, düşüncesindeyim.»

Efendiler, kesin zaferden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet’i ilân ettiği zaman bile, Kâzım Karabekir Paşa, İstanbul gazetelerine verdiği demeçte, öteden beri süregelen duygularını ve şikâyetlerini «Cumhuriyet ilânını bize sormadılar» şeklinde özetlemekteydi.

Kâzım Karabekir Paşa, bu görüşleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millet tarafından olağanüstü yetkiler verilerek gönderilmiş üyelerden kurulu olağanüstü bir meclis olduğunu unutmuş gibi görünüyor. Böyle bir meclisin koyduğu kanuna hem de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na karşı bulunduğunu îmâ ediyor. Daha garibi devlet teşkilâtının değişmesinde etkili olacak kararlar alabilmek için, askerî ve sivil devlet adamlarının ve Müdafaa-i Hukuk merkezlerinin görüşlerinin alınması gerektiği inancında bulunduğunu söylüyor.

Kâzım Karabekir Paşa, benim Müdafa-i Hukuk grubuyla olan ilgime de karşı çıkarak: «bendeniz zâtıdevletlerinin bu gibi siyasî partilere girmemesini özellikle uygun bulmaktayım» dedikten sonra, benim tarafsız olarak kalmamı tavsiye ediyor.

Kâzım Karabekir Paşa’nın bu telgrafına, 20 Temmuz 1921′de cevap verdim.

Biraz uzunca olan bu cevabın bazı hususları aydınlatmaya yarayacak olan noktalarım belirtmekte yetineceğim. Cevabımda demiştim ki: «Müdafaa-i Hukuk Grubu, memleketin istiklâlini tam olarak sağlamak gibi kısa ve kesin bir maksatla kurulmuştur. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun uygulanma durumu da gayesi içindedir.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, bütün idare sistemini ve Türkiye Hükûmeti’nin hukukî durumunu gösteren ayrıntılı ve tam bir kanun olmayıp, memleketin mülkî ve idarî teşkilâtında zamanın şartlarının gerektirdiği halkçılık ilkesini ifade eden bir kanundan ibarettir. Bu kanunda cumhuriyeti ifade eden bir şey yoktur. Raif Efendi’nin, saltanat şeklinin cumhuriyetçiliğe dönüştürülmek istendiği yolundaki düşüncesi, kuruntudur.»

«Meclis’teki Grup merkezinde kendilerine önemli işler verilen kimseler arasında, kişilikleri ve geçmişteki davranışlarıyla, eleştirilebileceklerin bulunduğu yolundaki iddia ise, daha açık bir ifade ile, doğrulanmaya muhtaç bir durumdadır.

Her işi, bütün idarî kabiliyetleri ve şahsî faziletleri ile mükemmel yetişmiş adamlara vermek, pek değerli ve tatlı bir dilek olmakla birlikte, kendi toplumumuz için değil, dünyanın en ileri gitmiş milletleri için bile, her çevre, her bölge ve her meslek sahibi tarafından saygıya değer görülecek bu kadar çok adam bulmak imkânsızdır.

Hayalî ve gerçek dışı düşünce ve iddialarla, memleketin kendisine dayanabileceği tek kuvveti ve teşkilâtı yıpratacak engellemelere başvurmak, eğer cahilce bir çılgınlık değilse, herhalde bir hainlik olarak kabul edilmelidir. Zâtıdevletlerince de bilinir ki, ilerleme yolunda girişilecek her önemli teşebbüsün, kendine göre önemli sakıncaları vardır. Bu sakıncaların en alt düzeye indirilebilmesi için alınacak tedbir ve yapılacak girişimlerde kusur etmemek gerekir.»

Bundan sonra Efendiler, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, sivil ve askerî devlet adamlarıyla Müdafaa-i Hukuk merkezlerinin düşüncelerini almak konusundaki görüşümü de şöyle açıkladım: «Zâtıdevletlerince de bilindiği üzere, bir hükûmet şeklinde yaşıyoruz ve onun bütün şartlarına uymak zorundayız.

Kanunun, Meclis komisyonlarından sonra, Genel Kurul’daki tartışmalarıyla ortaya çıkacak şekli üzerinde, uzaktan alınacak düşüncelerle etki yapılamayacağı elbette kabul buyurulur.»

Kâzım Karabekir Paşa, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yapılmasında niçin acele edildiğinin, bunun uygulanmasından doğacak güçlüklerin, nasıl giderileceğinin, hilâfet ve saltanat konusundaki görüşümüzün ne olduğunun açıklanmasını da istemişti.

Bu noktalarla ilgili cevaplarımda demiştim ki: «Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yapılmasında acelecilik sayılan tutumun sebebi, bütün dünyada ve memleketimizde belirmiş olan halkçılık akımını, sağlam bir şekilde tespit ederek, bu konuda başka türlü katışmalara (İhtilâta) yer vermemek; aynı zamanda yüzyıllardan beri yetersiz kimseler elinde boyuna kötüye kullanılan millet haklarını korumak için, bu hakların asıl sahibi olan millete de söz hakkı tanımak ve bu yüksek düşüncenin gelişmesi için bugünkü olağanüstü şartlardan yararlanmaktır.

Kanunun ne dereceye kadar uygulanabileceğini ölçmek için de, bu işle uğraşmaya fırsat bulacakların azim ve irade yeteneğini hesaba katmak gerekir.

Ortada hilâfet ve saltanat meselesi diye başlıbaşına bir mesele yoktur. Söz konusu olan Padişah’ın haklarıdır Onun belirlenmesi ve sınırlandırılması için son birkaç yüzyılın tecrübeleri ve devlet kavramındaki millet haklarının gerçek anlamı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu konuda şimdilik tespit edilmiş kesin bir kuralımız yoktur.»

Kâzım Karabekir Paşa’nın, grup başkanı olmayıp tarafsız kalmaklığım konusundaki teklifine verdiğim cevapta da, şu düşünceleri ileri sürmüştüm: «İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan gibi bir meclisin başkanı değilim. Böyle bile olsa bir partiye bağlı olmak tabiîdir. Halbuki, Büyük Millet Meclisi’nin yürütme yetkisi de bulunduğundan, bir bakıma, hükûmet niteliğindeki bir meclisin başkanı bulunmaktayım. Yürütme yetkisi de bulunan bir başkan için, çoğunluk partisinden olmak pek gereklidir.

Buna göre, geniş bir programla ortaya atılmış siyasî bir partinin başkanı da olabilirim. Bütün kimliğimle karışmış bulunduğum

Cemiyet’ten (Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden) ayrılmaklığım mümkün olmadığı gibi, o cemiyetten doğmuş olan grup içinde bulunmaklığım da zarurîdir.

Aslında grup, hemen hemen Meclis Genel Kurulu’na yakın büyük bir çoğunluğu içine almaktadır. Dışarıda kalanlar, Erzurum milletvekillerinden Celâlettin Arif Bey ve Hüseyin Avni Efendi ile birkaç benzeri davranışlarında serbest kalmak isteyen birkaç kişiden ibarettir…»

İZZET VE SALİH PAŞA’LARIN İSTANBUL’DA SİYASÎ GÖREV ALMAYACAKLARINA SÖZ VERMELERİ ÜZERİNE, İSTANBUL’A DÖNMELERİNE İZİN VERİLDİ

Efendiler, Ankara’da bulunan İzzet ve Salih Paşa’lar bir türlü Ankara’ya ısınamadılar. İstanbul’da ailelerinin yanına gitmelerine izin vermemiz için doğrudan doğruya veya dolaylı yoldan boyuna rica ediyorlar ve İstanbul’a dönüşlerinde, siyasî hiçbir görev almayacaklarına söz veriyorlardı.

1921 yılının Mart ayı başlarında, İsmet Paşa’nın bazı işler için Ankara’ya gelmiş bulunduğu bir sırada, Paşa’lar ricalarını yenilediler. Bir gün, İsmet Paşa’nın da katıldığı Bakanlar Kurulu, toplantı halindeyken, Ahmet İzzet Paşa daireye gelerek haber göndermiş ve İsmet Paşa kendisiyle görüşmüştür.

İzzet Paşa, bizim teklifimiz üzerine, İstanbul’da görev almayacağına, uzun uzadıya açıklamalarla söz vererek İstanbul’da ailesinin yanına gönderilmesi için izin rica etmiş; Salih Paşa’nın da aynı şekilde söz vererek serbest bırakılması ricasında bulunduğunu eklemiş.

İsmet Paşa, bu açıklamayı ve bu ricayı Bakanlar Kurulu’na getirdi. Zaten varlıklarının millî işlerimizde yararlı olmadığı, aksine Ankara’da bir yük bir ağırlık olarak bulundukları, üstelik bazı olumsuz akımlara da sebep oldukları anlaşılmış bulunduğundan, Bakanlar Kurulu, bu paşaların İstanbul’a dönmelerinde bir sakınca görmedi. Fakat, ben, Ahmet İzzet Paşa ve arkadaşının verdikleri sözde ciddiyet ve samimiyet olmadığını, İstanbul’a döndükten sonra, mutlaka İstanbul Hükûmeti’nde görev alarak bizi tedirgin etmekte devam edecekleri kanaatinde olduğumu söyledim.

«Namusları üzerine söz veriyorlar» dendi. Bu sözlerini yazılı ve imzalı olarak verirlerse müsaade edilebileceğini söyledim. İsmet Paşa, bu teklifimi yanımızdaki odada bekleyen İzzet Paşa’ya bildirdi. İzzet Paşa, derhal bir kâğıt kalem alarak kabineden çekileceklerini, bir taahhütnâme olarak yazmış ve imzalamış; eğer yanılmıyorsam Salih Paşa’ya da imzalatmıştır.

Ben, bu kısa taahhütnâmeyi yeterli görmedim. Paşa’nın sözle anlattığı anlam ve genişlikte değildi. Hemen, bunun bir aldatmaca olduğuna arkadaşların dikkatini çekerek, «İsmet Paşa’ya ağızdan anlattıklarını yazarak imza etsin» dedim. İzzet Paşa’nın ağızdan bu kadar açıklama yapıp söz verdikten sonra, başka maksatla bir taahhüt yazmış olacağı tahmin edilmedi ve bu kısa taahhüdün yeterli görülmesi istendi. İşte İzzet ve Salih Paşa’lar böyle aldatmaca bir belge ile İstanbul’a gitmenin yolunu bulmuşlardır.

İZZET VE SALİH PAŞALAR SÖZLERİNDE DURMADILAR

Gerçekten de, İzzet ve Salih Paşa’lar İstanbul’a varır varmaz istifa ettiler. Fakat, pek kısa bir süre sonra, aynı kabinede diğer nâzırlıklara getirildiler ve bunu bize telgrafla bildirdiler. İstanbul Hükûmeti’nin Hariciye Nâzırlığı’nı üzerine almış olan İzzet Paşa, millet ve memlekete yönelmiş büyük bir kötülüğün önüne geçmek için, hükûmete geldiğini söyleyerek, bize de birtakım öğütler veriyordu. İzzet Paşa’ya şu cevabı verdim:

İstanbul’da Ahmet İzzet Paşa Hazretleri’ne

Telgrafınızı Zonguldak İstihbarat Müdürü (Haber alma Müdürü) vasıtasıyla aldım. Durumunuzu, Salih Paşa Hazretleri’yle birlikte vermiş olduğunuz söze aykırı gördüm. Yalnız bir nokta, bende lehinizde bir kararsızlık uyandırdı. O da, Hükûmet’te bir görev almakta, gerçekten millet ve memlekete yönelmiş büyük bir kötülüğün önüne geçmiş olmanız ihtimalidir.

Çünkü Ankara’ya teşrifinizden önce, iyi niyetli ve memlekete yararlı olabileceğiniz ümidiyle görev almış olduğunuzu açıklamak üzere ileri sürdüğünüz sebeplerin ne kadar zayıf olduğunu ilk görüşmemizde anlamış ve itiraf buyurmuştunuz. Telgrafınızda bildirdiğiniz hususlar, size bu yeni durumu benimseten sebepleri yeterli bir açıklıkla göstermiyor.

Tavsiye buyurduğunuz hususlardan, millet ve memleket çıkarlarına, yaptığımız antlaşmalara, kısacası Misak-ı Millî’mize uygun olanları, esasen dikkate alınmakta ve gereğinin yapılmasına çalışılmaktadır. Bu bakımdan, genel duruma ve sizlere telkin edilmiş düşüncelere bakarak, daha önce olduğu gibi, bu defa da aldatılmış olmanızdan korkuyorum. Bu tahmin ve muhakememizin yanlışlığını ortaya koyacak açıklamalarınızı öğrenir ve olayların buna uygun olumlu gelişmesine şahit olursak mutlu olacağımızı bilginize sunarım, efendim.

Mustafa Kemal

İzzet Paşa, bu telgrafımıza 6 Temmuz tarihli bir şifreli telgrafla şu karşılığı verdi:

Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne

Salih Paşa ile birlikte verdiğimiz söz, İstanbul’a dönünce görevimizden çekilmekti. Onu da yerine getirdik. Ömür boyunca devlet hizmeti kabul etmemek ve hele İtilâf Devletleri’nin Yunanistan’a fiilî yardımları, İstanbul’un üs olarak Yunanlılara bırakılması ihtimalinin belirdiği bir kara günde, teklif edilen fedakârlıktan kaçınmak, bizim elimizden gelmeli ve sizce de uygun görülmeli midir, bilmem?…

Bilecik ve Ankara’da, tanımadığım kimselerin yanında yapılan konuşmaları uzatmakta sakınca gördüğümden, çekinerek razı olur gibi görünmüştüm. Hattâ dönüşümüzde verdiğim demeçte, olup bitenlerin bütün sorumluluğunu tamamen üstümüze almak gibi bir medenî cesaret de göstermiştim. İlk konuşmalarda hazır bulunan kimselerden birinin, sonradan belli olan durumu, çekinmekte haklı olduğumu da ispat etmiştir. Fakat hiçbir zaman, hiçbir kimse tarafından aldatıldığımı itiraf etmedim.

Beni yanınıza kadar getiren uzlaşma düşüncesinden vazgeçmedim. Kabinede yapılan görüşmeler ve kendilerine verdiğim rapor bunu ispat eder. İddia buyurduğunuz gibi gaflet içinde bulunduğumu itiraf şöyle dursun, şimdiki gibi, siyasî olayları kılı kırk yararcasına değerlendirmiş olduğumu görmekle, kendime, düşünce ve görüşlerime güvenim artmıştır. Şu günlerde görev almaklığımızın yararlı olup olmadığını söylemek bana düşmez.

Yalnız, bu konuda oraca düşünülen sakınca açıklanırsa minnettar olurum. Buradaki hükûmetin hukukî durumu ve ilgili devletler elçilerinin burada bulunmaları dolayısıyla, bu hükûmetin mevkiinin hiçe indirilmesi ne mümkündür ne de doğrudur. Ancak, şurası da bilinmelidir ki, şimdiki kabinenin büyük bir çoğunluğu bugünle ve gelecekle ilgili hiçbir şahsî emel peşinde değildir; bütün niyet ve düşünceleri vatanın selâmeti içindir.

Bundan dolayı, akla yatkın ve uygun bir şekilde Ankara Hükûmeti ile iş ve görüş birliği yapmayı pek samimî olarak istemektedir. Eğer bu samimiyet sizlerce de iyi karşılanırsa değerli hizmet ve yardımlarda bulunabilir. Bu düşünce kabul görmediği takdirde, anlayışsızlıktan doğabilecek kusur ve yanlışların manevî sorumluluğundan kendisini kurtulmuş saydığını arz ederim, efendim.

Ahmet İzzet

Bu telgrafın altına kurşun kalemle şu satırları yazmıştım:

Uygun bir zamanda gerekli işlem yapılmak üzere ilgili belgeler arasında saklanması Bakanlar Kurulu kararı gereğindendir.

Mustafa Kemal

AHMET İZZET PAŞA TÜRK MİLLETİNE HİZMET ETMEYİ, VAHDETTİN’İN HİZMETİNDE OLMAYA TERCİH EDEMEDİ

Efendiler, Ahmet İzzet Paşa, ekmeği ve nimeti ile yetiştiği Türk milletinin içinde kalarak, ona en acı ve kara günlerinde hizmet etmeyi, Vahdettin’in hizmetinde olmaya tercih edememişti. Dürrîzade Esseyit Abdullah’ın fetvasına bağlı kalıp, sultanın emri dışına çıkmakla suçlanmaktan ve şeriatın hışmına uğramaktan çekindi. Ahmet İzzet Paşa’nın daha başka marifetleri de olmuştur. Onları da bildireyim:

Savaş bütün hızıyla devam ederken ve milletin maddî ve manevî kuvvetlerini düşman karşısına toplamaya çalıştığımız günlerde, Türk milletinin büyük kuvvetleri ellerine verilmiş olan kimselere de, yazdığı özel mektuplarla ümitsizlik ve bezginlik verecek karamsarlıklarını aşılamakta devam ediyordu.

Benim, «düşman ordusunu mutlaka yeneceğiz, vatanı mutlaka kurtaracağız» sözlerimle alay ederek, İkinci İnönü’nden sonra yeniden doğuya Sakarya’ya doğru yürümekte olan Yunan ordusunun hareketini bir gözdağı gibi kullanarak akıl ve anlayış dersi vermekten geri kalmıyordu.

Efendiler, ne gariptir ki, kendisini dev aynasında gören bu kafanın, tuttuğum yolun felâket doğuracağını bildiren bir mektubu, Sakarya’da düşmana karşı taarruz ederek onu geri çekilmeye mecbur ettiğimiz gün, görev icabı bana gösterilmişti. Bu mektup bizi şaşkınlık içinde bırakmıştı.

Ahmet İzzet Paşa, Yunan ordusunun Sakarya’dan ve en sonunda İzmir Körfezi’nden çekildiğini gördükten ve Lozan Barış Antlaşması metnini okuduktan sonra, acaba bana yazdığı 6 Temmuz 1921 tarihli telgrafındaki şu cümleyi:

«İddia buyurduğunuz gibi gaflet içinde bulunduğumu itiraf şöyle dursun, şimdiki gibi siyasî olayları kılı kırk yararcasına değerlendirmiş olduğumu görmekle kendime, düşünce ve görüşlerime güvenim artmıştır» cümlesini yeniden mırıldanmış mıdır?

Ben, buna da ihtimal veririm!

Efendiler, İzzet ve Salih Paşa’lar aylarca Ankara’da oturdular. Millî ilkelerimizi kabul etmek şartıyla, kendilerine millî hizmet ve görev vermeye hazırdık. Yanaşmadılar. Bir defa olsun Millet Meclisi’nin kapısından içeri ayak atmadılar. Fakat herhalde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlardan haberdar idiler.

Bu kanunların hükümlerini, Millet Meclisi’nin ve Hükûmeti’nin İstanbul’a karşı belirmiş olan tutumunu pekâlâ biliyorlardı. Bu kanunlara ve bilinen duruma rağmen, İstanbul’da yeniden işbaşına geçip millî varlığın ve Millî Mücadele’nin değerini ve etkisini yok etmeye, düşmanların elinde oyuncak olan Vahdettin’in hâkimiyetini sağlamaya bütün varlıklarıyla çalışmalarına verilecek gerçek anlamın ne olduğunu ben söylemeyeceğim! Onu Türk milletine ve Türk milletinin bugünkü ve yarınki kuşaklarına bırakırım.

AZİZ MİLLETİME TAVSİYEM

Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.