Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Büyük Nutuk » Bölüm: 12.3

0 13.895

LONDRA KONFERANSI’NDAN DÖNEN DIŞİŞLERİ BAKANI BEKİR SAMİ BEY’İN İMZALADIĞI SÖZLEŞMELER

Saygıdeğer Efendiler, İkinci İnönü zaferinden sonra, Londra’ya gitmiş olan delegeler hey’etimiz geri döndü. Konferansın olumlu bir sonuca varmamış olduğunu biliyorsunuz.

Fakat delegeler hey’eti Başkanı ve Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendiliğinden İngiltere, Fransa ve İtalya diplomatlarıyla temas ve görüşmelerde bulunarak, herbiriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu. Bekir Sami Bey’in İngiltere ile imzaladığı bir sözleşme gereğince, elimizde bulunan bütün İngiliz esirlerini geri verecektik.

Buna karşılık, İngilizler de bize, kendi ellerinde bulunan esirlerimizi iade edeceklerdi. Yalnız, Türk esirleri arasında Ermenilere ve İngiliz esirlerine zulüm veya kötülük yapmış olduğu iddia edilenler serbest bırakılmayacaktı.

Hükûmetimiz, elbette böyle bir sözleşmeyi kabul edip onaylayamazdı. Çünkü böyle bir sözleşmeyi onaylamak demek, Türk uyruklu olanların, Türkiye içindeki hareketleri üzerinde, yabancı bir hükûmetin bir çeşit yargı hakkını onaylamak olurdu.

Bu sözleşmeyi kabul etmemekle birlikte, İngilizler bazı Türk esirlerini serbest bıraktıklarından, biz de karşılık olarak elimizde bulunan İngiliz esirlerinden bir kısmını serbest bıraktık.

Daha sonra, 23 Ekim 1921 tarihinde, Kızılay İkinci Başkanı (Hilâl-i Ahmer İkinci Reisi) Hamit Bey’le İstanbul’daki İngiliz komiseri arasında yapılan anlaşma üzerine, Malta’da bulunan bütün Türk tutukluları ile elimizde bulunan bütün İngiliz tutuklularının karşılıklı olarak serbest bırakılması kararlaştırılmış ve bu karar uygulanmıştır.

Efendiler, Bekir Sami Bey, resmî görüşmeler ve konuşmalar dışında, sırf şahsî olarak da Lloyd George ile bir görüşme yapmış… Aralarında söylenen sözler steno ile yazılmış… Bu zabıt imza da edilmiş… Fakat, ben Bekir Sami Bey’in elinde bulunan nüsha hakkında bana bilgi verildiğini hatırlamıyorum.

Son zamanlarda Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla Bekir Sami Bey’den bu nüshayı istettim ise de, Bakanlığa gönderdiği bir mektupta, o zaman bu nüsha tercümelerinin bana gösterildiğini, gerek aslının gerek tercümelerinin, Dışişleri Bakanlığı’ndan ayrılırken ilgili dosyada bırakıldığını bildirmiştir.

Dosyalarda bu belge bulunamamıştır. Dışişleri Bakanlığı’nda da hiç kimsenin bu belge metni hakkında bilgisi yoktur. Ben de, arz ettiğim gibi, hiçbir vakit haberdar edildiğimi hatırlamıyorum.

Efendiler, Bekir Sami Bey ile Fransız Başbakanı Mösyö Briand arasında da, 11 Mart 1921 tarihli bir sözleşme imza edilmiştir.

Bu sözleşmeye göre, Fransa ile Millî Hükûmet arasındaki düşmanlığa son verilecek. Fransızlar, silâhlı çetelere, biz de mücahitlerimize silâhlarını bıraktıracağız… Zabıta kuvvetlerimize Fransız subayları alınacak… Fransızlar tarafından kurulacak zabıta kuvvetleri olduğu gibi kalacak… Fransa’nın boşaltacağı yerlerle, Elâzığ, Diyarbakır ve Sivas illerinin ekonomik gelişmesi için yapılacak teşebbüslerde üstünlük hakkı ve Ergani madenlerini işletme imtiyazı da Fransızlara verilecek… v.b.

Hükûmetimizce, bu sözleşmenin de kabul edilmemesinin sebeplerini sıralamaya gerek yoktur sanırım.

Bekir Sami Bey, İtalya Dışişleri Bakanı bulunan Kont Sforza ile de 12 Mart 1921′de bir sözleşme imzalamış… Bu sözleşme gereğince, İtalya’nın konferans sırasında, İzmir ve Trakya’nın bize verilmesi konusundaki isteklerimizi desteklemesine karşılık, biz de İtalyan Devleti’ne Antalya, Burdur, Muğla, Isparta sancaklarıyla Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya sancaklarını sonradan tayin edilecek kısımlarında ekonomik teşebbüsler için üstünlük hakkı tanıyacaktık.

Bundan başka, bu bölgelerde, Türk hükûmeti veya Türk sermayesi tarafından yapılamayacak olan ekonomik işlerin İtalyan sermayesine verilmesi ve Ereğli madenlerinin bir İtalyan-Türk şirketine devri kabul edilmekte idi.

Elbette bu sözleşme de, hükûmetimizce redden başka bir işlem göremezdi.

Efendiler, İtilâf Devletleri’nin, Londra’ya barış yapmak için gönderdiğimiz Delegeler Hey’etimiz Başkanı Bekir Sami Bey’e imza ettirdikleri sözleşmelerdeki maddelerin, Sévres projesinden sonra aralarında imzaladıkları Üçlü Anlaşma (Accord tripartite) adı verilen ve Anadolu’yu nüfuz bölgelerine ayıran bir anlaşmayı millî hükûmetimize başka adlar altında kabul ettirme maksadına dayandığı açıktır. İtilâf Devletleri’nin politikacıları, bu maksatlarını, Bekir Sami Bey’e kabul ettirmeyi de başarmışlardır.

Bekir Sami Bey’i, Londra’da konferans görüşmelerinden çok, teker teker yapılan konuşmalarla oyalamaya çalıştıkları anlaşılıyor. Millî Hükûmet’in bağlı bulunduğu prensiplerle bu prensiplere bağlı bir Dışişleri Bakanı’nın tuttuğu yol arasındaki uyuşmazlığı açıklamak maalesef mümkün değildir.

Bekir Sami Bey, bu anlaşmalarla Ankara’ya döndüğü zaman, tutumunun fevkalâde dikkatimi çekmiş ve hayretimi uyandırmış olduğunu itiraf etmeliyim. Bekir Sami Bey, imzalamış olduğu sözleşmelerdeki şartların, memleketin yüksek menfaatlerine uygun olduğu kanaatını belirtiyor; bu kanaatını Meclis’te bile savunup ispat edebileceğini iddia ediyordu. Kanaatında isabet, iddiasında mantık olmadığına şüphe yoktu.

Görüşlerinin Meclis’te benimsenemeyeceği bir yana, Dışişleri Bakanlığı’ndan düşürüleceği de muhakkaktı. Fakat Meclis’i, siyasî meselelerin görüşme ve tartışmalarına boğmayı o günlerin şartlarına uygun görmediğimden, Bekir Sami Bey’e görüşlerindeki isabetsizliği bizzat açıklayarak Dışişleri Bakanlığı’ndan çekilmesini teklif ettim. Bekir Sami Bey bu teklifimi kabul ederek istifasını verdi.

Ancak, Bekir Sami Bey, Delegeler Hey’eti Başkanlığı göreviyle, Avrupa’daki gezisi sırasında yaptığı çeşitli temasların kendisinde bıraktığı intihalara dayanarak, İtilâf Devletleri’yle kendi prensiplerimize uygun olarak anlaşma imkânı bulunduğu görüşünde direniyordu. Kendisinin bu anlaşmaları gerçekleştirme yolunda yardımcı olabileceğini ileri sürüyordu. Bunun üzerine kendisine şu özel mektubu yazdım:

19.5.1921

Amasya Milletvekili Bekir Sami Beyefendi’ye

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin şimdiye kadar çeşitli vesile ve vasıtalarla bütün dünyaya ilân edilmiş olan prensipleri yüksek malûmunuz olup, bu prensiplerin ana çizgileri şu kısa cümle ile ifade edilebilir: «Bilinen millî sınırlarımız içinde memleketimizin bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını tam olarak sağlamak.» Delegeler Hey’eti Başkanlığı göreviyle yaptığınız son gezi ve temaslarınızın sizde bıraktığı etki ve intihalara göre, İtilâf Hükûmetleri’nin ortaya koyduğumuz prensipleri bozmadan memleketimizle anlaşmaya eğilimli oldukları görüşünde bulunduğunuz anlaşılıyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, İtilâf Devletleri’nin bu eğilimlerini doğrulayacak ciddi ve samimi belirti ve sonuçları henüz görememektedir. Bu konudaki tahminlerinizin doğru çıkmasına imkân verecek bir ortam bulabildiğiniz takdirde, bu sonucun Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti tarafından memnuniyetle kabul edilebileceğine inanmanızı isterim, efendim.

Mustafa Kemal

Bekir Sami Bey, bundan sonra tekrar Avrupa’ya gitti. Bu gidişinin de bir yararı olmadı. Yalnız, Ankara’da Mösyö Franklin Bouillon ile yapılan görüşmelerin Bekir Sami Bey’in Paris’teki bazı teşebbüsleri yüzünden güçlüğe uğradığının anlaşılması üzerine, hükûmetçe, Bekir Sami Bey’in resmî bir görevi olmadığının, duyurulması zarurî görülmüştür.

Bekir Sami Bey, ikinci defa Avrupa’da bulunduğu sırada, bana bazı hususları bildirdiği gibi, dönüşünde de bir rapor vermişti. Gerek bildirmiş olduğu hususlarda gerek raporunda yer alan bazı düşünceler, ne yazık ki, Bekir Sami Bey ‘in, Türk milletinin gerçekleştirmeye çalıştığımız amaç ve ülküsünü tam olarak kavramış ve o çerçeve içinde hareket etmekte olduğundan şüphe ettirmeyecek ve tereddüde düşürmeyecek nitelikte değildi.

Bekir Sami Bey, Avrupa temaslarının, üzerinde bıraktığı etki ve intihalara göre görüş ileri sürüyordu.

12 Ağustos 1921 tarihli bir şifreli telgrafında, bizim politikamızı eleştirdikten sonra diyordu ki: «Daha fırsat elde iken, akıllıca bir siyaset takip etmek, memleketi sürüklendiği büyük çıkmazdan kurtarabilir.

Olaylar bir bütün olarak incelenerek memleketi selâmete çıkaracak bir tutumu benimsemek şarttır. Aksi takdirde, tarih ve millet karşısında hiçbirimiz sorumluluktan kurtulamayız.

Milletin mutluluğu ve Müslümanlığın selâmeti adına isabetli bir tutumun benimsenmesini ve bir an önce bildirilmesini rica ederim.»

BEKİR SAMİ BEY NE OLURSA OLSUN BARIŞ YAPMAK İSTİYORDU

Bekir Sami Bey, her ne pahasına olursa olsun barış yapma taraflısıydı. Bu görüşünü 24 Aralık 1921 günlü raporunda şöyle açıklıyordu:

«… Savaşın sürüp gitmesinin, bu memleketi ve bu milletin varlığını tehlikeye koyacak kadar yıkıp yok edeceğini ve katlanılan bütün fedakârlıkların boşa gitmiş olacağını kesinlikle düşünmekteyim.

Savaşın devam ettirilmesinin dış ve iç düşmanlarımızın ekmeğine yağ süreceğine, korktuğumuz belâ ve felâketleri memleketin başına kendiliğinden çekeceğine bütün varlığımla inanıyorum. Zâtıdevletlerinin üzerine düşen görev, dünyada hemen hiçbir siyaset adamının omuzlarına yüklenmeyen en ağır bir yüktür.

Tarihte, beş altı asırda değil, belki on on beş asırda bir kimseye ancak kısmet olabilen bir görevi üstlenmiş bulunuyorsunuz.

Her türlü aşırılıktan sakınarak, bugünün yararları uğruna geleceğin gerçek yararlarını feda etmeyerek, Türklük ile beraber bütün İslâm dünyasının geleceğini güven altına almak için, pek yakın bir zamanda fazlasıyla gerçekleştirilebilecek millî ve islimi gayeyi kurtarmak ve güçlendirmek için, hattâ geçici olarak fedakârlığa bile katlanmak sayesinde, zâtıdevletlerinin dünya tarihinde ölümsüz bir ad kazanması ve Müslümanlık binasına yeni bir şekil veren şahsiyet olması mümkündür.

Aksi halde, Türk milletinin ve bütün Müslümanlık dünyasının esaret ve aşağılığa mahkûm olacağı bendenizce şüphesizdir.

Adınızı kıyamet gününe kadar bütün Müslüman nesiller için kâinatın öğüncü olan Yüce Peygamber Efendimiz’den (Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz’den) sonra en kutsal bir ad ve yadigâr olmak üzere arkanızda bırakmak şerefini ve fırsatını kaybetmemenizi, vatanseverlik ve Müslümanlık gereği olarak arz etmeyi bir kutsal görev sayarım, Efendim Hazretleri.»

Bekir Sami Bey, bütün bu düşüncelerle, özet olarak, esaretten ve aşağılıktan kurtulmak için, kendisinin Londra’da yaptığı sözleşmeler çerçevesinde Millî Mücadele’ye son vermeyi teklif ediyordu.

Efendiler, Bekir Sami Bey’in bu düşünceleri bende olumlu bir etki yaratmamıştı. İleri sürdüğü düşünceler ve bunların dayandığı mantık, kendisiyle görüşme ve tartışmanın bile gereksiz ve yararsız olduğu kanaatini uyandırmıştı.

MECLİSTE BELİRMEYE BAŞLAYAN SİYASÎ GRUPLAR

Efendiler, yüce hey’etinizi biraz da Büyük Millet Meclisi içinde kendini gösteren durumlarla temasa getirmek istiyorum. Biliyorsunuz ki, Büyük Millet Meclisi’ne milletçe üye seçilirken, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin yönetim kurulları da ikinci seçmenler arasında bulundular. Buna göre, denilebilirdi ki, Büyük Millet Meclisi, bütünüyle, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin siyasî bir grubu niteliğinde idi. Gerçekten de, başlangıçta bu yolda hareket edilmişti. Cemiyet’in temel ilkeleri, Meclis Genel Kurulu’nun da temel ilkeleri durumundaydı. Biliyorsunuz ki, Erzurum ve Sivas Kongresi’nde tespit edilen ilkeler, İstanbul’daki son Meclis-i Meb’usan’ca da kabul edilip desteklenerek, Misak-ı Milli adı altında özetlenmişti. Bu ilkeler, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından da kabul edilerek, o çerçeve içinde memleketin bütünlüğünü ve milletin istiklâlini sağlayacak barış ve güvenliğin elde edilmesine çalışılıyordu. Fakat zaman geçtikçe, Meclis’te ortaklaşa bir çalışmanın sağlanıp düzenlenmesinde güçlükler belirmeye başladı. En basit konularda oylar dağılıyor.

Meclis’ten iş çıkamıyordu. Bazı kimseler, bu duruma bir çare olmak üzere 1920 yılının ortalarında birtakım gruplar meydana getirme teşebbüsüne geçtiler. Bütün bu teşebbüsler, Meclis görüşmelerinin düzenli olarak yürütülmesini sağlama ve görüşülen konular üzerinde oyları dağıtmadan olumlu iş çıkarma gayesini güdüyordu.

Yeri geldiğinde arz etmiştim ki, ilk Anayasa’mıza kaynaklık eden 13 Eylül 1920 tarihli bir programı Meclis’e sunmuştum. Bu programın Meclis’te 18 Eylül’de okunan kısmından başka, buna da esas olmak üzere, Büyük Millet Meclisi’nin temel niteliğini ve yönetim usulü ile ilgili görüşleri tespit eden ve Meclis’in açılışından sonra okunup kabul edilen önergemi de bu kısımla birlikte «halkçılık programı» adı altında bastırmış ve yayınlatmıştım.

Arz ettiğim gruplar, benim bu programımdan ilham alarak, birtakım ünvanlar takınmaya ve programlar tespit etmeye başladılar. Bir fikir vermiş olmak için bu gruplardan bellibaşlılarının adlarını sayayım:

a) Tesanüt Grubu (Dayanışma Grubu)

b) İstiklâl Grubu

c) Müdafaa-i Hukuk Zümresi (Hakları Savunma Grubu)

d) Halk Zümresi (Halk Grubu)

e) Islahat Grubu (Reform Grubu)

Bu gruplardan başka, isimsiz olarak özel maksatlı bazı küçük grupların da faaliyet halinde oldukları anlaşılıyordu.

Efendiler, bu isimlerini saydığım gruplardan her biri, Meclis görüşmelerinde disiplini sağlamak ve oyları birleştirmek maksadıyla kurulmuş oldukları halde, varlıkları aksine gösteriyordu.

Gerçekten de, sayıları çok, üyeleri sınırlı olan bu gruplar biribirleriyle yarışmaya kalkışmışlar ve biribirlerini dinlememek yüzünden Meclis’te neredeyse bir kargaşa doğurmaya başlamışlardı. Hele Teşkilât-ı Esasiye Kanunu Meclis’ten çıktıktan sonra, yani Ocak 1921 sonlarında, Meclis üyelerinin ve ortaya çıkan grupların, genellikle her konuda toplantıya katılmalarını ve birlikte çalışmalarını sağlamanın, bir kat daha güçleşmeye başladığı görülüyordu.

Çünkü, Misak-ı Millî’nin tespit ettiği ilkelerde, kayıtsız şartsız düşünce ve gaye birliği yer aldığı halde, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ortaya koyduğu görüşlerde tam bir birlik sağlanmış görünmüyordu.

Mevcut gruptan birleştirmek veyahut mevcut gruplardan birini destekleyerek iş görmek için, dolaylı olarak çok çalıştım.

Ancak, bu yolla elde edilen sonuçların uzun ömürlü olamadıkları görüldü. İşe doğrudan doğruya benim el atmam zarurî olmaya başladı. Nihayet, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurulmasına karar verdim. Bu grup için yaptığım programın başına bir ana madde koydum.

Bu maddenin özü iki noktadan ibaretti. Birinci nokta şuydu: Grup, Misak-ı Millî ilkeleri çerçevesinde memleketin bütünlüğünü ve milletin istiklâlini sağlayacak barış ve güvenliğin elde edilmesi için, milletin bütün maddî ve manevî kuvvetlerini gereken hedeflere yönelterek kullanacak, memleketin resmî ve özel bütün kuruluş ve tesislerinin bu ana gayeye hizmet etmelerine çalışacaktır.

ANADOLU VE RUMELİ MÜDAFAA-İ HUKUK GRUBU’NUN KURULMASI

İkinci nokta: Grup, devlet ve milletin teşkilâtını, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun koyduğu ilkeler çerçevesinde, sırasıyla şimdiden tespite ve hazırlamaya çalışacaktır.

Efendiler, bütün grupları ve Meclis üyelerinin çoğunu davet ederek, bu iki esas üzerinde birleşmelerini sağladım. İşaret ettiğim bu ana madde ve bundan sonra Grup’un içtüzüğü ile ilgili olan maddeler, 10 Mayıs 1921 günü yapılan toplantıda kabul edildi. Grup Genel Kurulu’nca seçildiğim için, grubun başkanlığını da üzerime almıştım.

Efendiler, memleket içinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti var olduğu gibi, onun, aynı ad altında Meclis’te de bir siyasî grubu kurulmuş oldu.

İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan’ın yapmaktan çekindiği iş, ancak onların dağılmasından 14 ay sonra Ankara’da yapılmış oldu. Bu grup, Birinci Büyük Millet Meclisi’nin devam ettiği sürece, hükûmetin görev yapmasına yardımcı olabilmiştir.

Fakat, grup tüzüğündeki ana maddenin ifade ettiği ikinci noktayı manidar bulanlar oldu. Bu gibiler duygularını açıklamamakla birlikte, bu noktada toplanan anlam ve gayenin gerçekleşmemesi için derhal faaliyete geçmekte gecikmediler.

Olumsuz faaliyet diye vasıflandırabileceğimiz bu türlü teşebbüsler, iki şekilde ortaya çıkmaktaydı.

Birincisi, Grup’un içinde düşünceleri karıştırma ve görüşülecek konularda aleyhte bir durum yaratma şeklinde oluyordu.

HOCA RAİF EFENDİ «MUHAFAZA-İ MUKADDESAT CEMİYETİ» KURUYOR

İkincisi, memleket içinde ve yine teşkilâtımız içindeydi. Bu noktayı açıklayan en belirgin örnek, Erzurum milletvekili Hoca Raif Efendi’nin ve bazı arkadaşlarının, grubun kurulmasından önce ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun çıkmasından hemen sonra giriştikleri teşebbüstür. Arzu ederseniz bu konuda biraz bilgi vereyim:

Hoca Raif Efendi ve arkadaşları, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Merkez Hey’eti’nin adını değiştirdiler.

Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti dediler. Mevcut cemiyet ilkelerinin başına da, Hilâfet ve Saltanat makamının ve devlet şeklinin olduğu gibi bırakılmasını sağlayıcı birtakım eklemeler yapmışlar ve bu teşebbüslerini öteki illere, özellikle doğu illerine de birtakım bildiriler göndererek yaymaya kalkışmışlardı.

Ben bu durumu öğrenir öğrenmez, Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’nın dikkatini çektim. Hoca Raif Efendi’yi ve arkadaşlarını uyararak bu türlü teşebbüslerden vazgeçirmesini rica ettim.

Sarıkamış’ta bulunan Kâzım Karabekir Paşa ile Erzurum’da bulunan Hoca Raif Efendi arasında bazı yazışmalar olduktan sonra Raif Hoca, bizzat Paşa’nın karargâhına gitmiş, orada «Muhafaza-i Mukaddesat» adının kullanılmasındaki sebepleri açıklarken demiş ki: «Maksat halifelik ve padişahlık haklarını korumak, memleketin ve İslâm dünyasının bugünkü ve gelecekteki hayatı için büyük uyuşmazlık ve sakıncalar doğuracak olan Cumhuriyet idaresinden kesinlikle sakınmaktır.» Hoca, «Büyük Millet Meclisi’nde kurulan Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun hilâfet ve saltanat idaresini cumhuriyete dönüştürme maksadı güttüğü hissedilmektedir» görüşünde bulunduktan sonra, bu gibi teşebbüsleri tanımakta mazur olduklarını bildirmiş.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.