I. Bulgaristan’da Osmanlı Hâkimiyeti
Ondördüncü yüzyılın ortalarından itibaren Süleyman Paşa komutasında Rumeli’ye geçen Türkler, bu sayede Balkanlar’ı da fethe başlamışlardır. Nitekim bu fetihler neticesinde, Osmanlı Devleti Bulgaristan’a 1389 yılında hakim olmuştur.[1] Türklerle aynı kökten olan[2] ve 8. yüzyıldan sonra Slav kültürünü kabul eden, diğer bir tabirle Slavlaşan Bulgarlar arasında Osmanlı hakimiyeti, diğer Balkanlı milletlerde olduğu gibi, kolaylıkla benimsendi. Osmanlı Devleti, hakimiyeti altına aldığı diğer bütün milletlerde olduğu gibi, Bulgarlar halkının da din, dil ve eğitim hürriyetine dokunmadı. Balkanların fethiyle, Osmanlı Devleti’nin fetih politikası gereği, fethedilen yerlere Anadolu’dan Müslüman-Türk nüfus iskân ve aynı zamanda çeşitli imar faaliyetlerinde bulunularak, buraların Türkleşmesi ve mamur edilmesi hedeflenmiştir.[3] Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki Tuna ve Edirne vilâyetleri üzerinde kurulu olan Bulgaristan, aynı zamanda merkeze yakınlığı ve sefer yolu güzergâhında olması münasebetiyle ve Osmanlı Devleti’nin Bulgar tüccarlarına geniş imtiyazlar tanıması sonucunda, ticarî bakımdan oldukça gelişme göstermiştir. Bu şekilde, 19. yüzyıla kadar, yaklaşık 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde yaşayan Bulgarlar, barış içerisinde ve benliklerinden hiç bir şey kaybetmeden varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Bulgarlar arasında Osmanlı Devleti’nden ayrılma düşüncesi ve ilk Bulgar millî hareketinin edebî alanda 1835 yıllarından itibaren çıktığı görülmektedir. Bu hareket zamanla ve Rus Panslavistlerince[4] de desteklenince kuvvet kazanmaya başlamıştır. Nitekim 19. yüzyılın ortalarından itibaren Bulgarlar arasında gelişen milliyetçilik akımından Rusya kendi Balkan politikası için de yararlanma yolunu tuttu. Bu arada Ruslar, Bulgarlar arasındaki eğitim ve kültür faaliyetlerini örgütlemeye çalıştılar ve Bulgar kilisesini de Rum etkisinden kurtararak, bağımsız hale getirmek istediler. Bunun sonucunda da, 1860 yılında Bâb-ı Âli’ye başvurarak, bundan böyle Fener Patriğini başkan olarak tanımayacaklarını bildirdiler.[5] Bulgar kilisesinin 1870 yılında kurulmasından sonra ayrılıkçı Panslavist hareketler iyice arttı. Nitekim, Bulgarlar, kiliselerinin bağımsızlığını bu şekilde sağladıktan sonra, bu defa siyasî bağımsızlık için çalışmaya başlamışlardır.
Bu gelişmeler ışığında 1867’de bu amaçla bir ayaklanma çıkmış, ancak bu Osmanlı Devleti’nce bastırılmıştır. 1876’da ise birincisinden daha büyük ve plânlı bir ayaklanma daha hazırlanmışsa da, Osmanlı Devleti’nin yerinde aldığı tedbirler sonucunda bu ayaklanma da sonuçsuz kalmıştır.[6] Ancak bilindiği gibi, tarihimize “Doksanüç Harbi” diye geçen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması’yla, Rus nüfûzu altında ve Osmanlı Devleti’ne sadece vergi vermekle yükümlü, büyük bir muhtar Bulgaristan Prensliği’nin kurulması kararlaştırılmıştır. Ancak bu anlaşma, şartlarını kendi çıkarları açısından olumsuz bulan büyük devletlerin müdahalesi sonucunda, Rusya’nın da geri adım atmasıyla yenilenmiş ve Berlin Antlaşması imzalanmıştır.[7] Berlin Antlaşması’yla, Bulgaristan Prensliği’nin sınırları da daraltılmış ve Tuna vilâyetinin Sofya, Vidin, Varna, Tırnova ve Rusçuk sancaklarından müteşekkil ve yaklaşık 63.000 kilometrekare büyüklüğünde muhtar bir Bulgaristan Prensliği kurulmuştur. Daha sonra, aynı antlaşma ile Edirne’nin Filibe ve İslimiye sancakları üzerinde oluşturulmuş olan Şarkî Rumeli vilâyetinin de 1885’te Bulgaristan Prensliği tarafından ilhak edilmesiyle,[8] Bulgaristan topraklarını 96.000 kilometrekareye çıkarmıştır.[9]
İkinci Meşrutiyet’in ilân edilmesini fırsat bilen ve Osmanlı Devleti’nin de dahilinde meydana gelen karışıklıklardan faydalanan Bulgaristan, Avrupa devletlerinden gördüğü destekle de, 6Ekim 1908’de bağımsızlığını ilân etmiştir. Zaten son yıllarda Avrupalı büyük devletlerce tam bağımsız bir devlet olarak görülen Bulgaristan Prensliği’nin Osmanlı Devleti ile olan tek bağı, verdiği vergilerdi. Böylece Bulgaristan kendisine, Osmanlı Devleti’ne tam manasıyla tâbi olduğu günleri hatırlatan bu bağdan, bağımsızlığını ilân etmekle kurtulmuş oluyordu.[10]
1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nden itibaren, Bulgaristan’daki Müslüman-Türk topluma karşı, sistemli bir yoketme ve mezâlim siyaseti takip edilmiştir. Nitekim bu yüzyılın sonlarında, özellikle Rusya’nın teşviki ve Batılı devletlerin de kayıtsızlığıyla, pekçok bölgede çoğunluğu teşkil eden Türkler, gördükleri zulüm yüzünden kimileri öldürülmüş, kimileri ise yerlerini-yurtlarını terketmek zorunda kalmışlardır. Nitekim 20. yüzyıla gelindiğinde de Türklere karşı uygulanan soykırım devam etmiştir. Bu durum, tarihte Türklere karşı yapılan soykırımın bir aynası olup, bunun medenî Avrupa’ya eski Bulgar yönetimince aynen yansıtılması açısından önemlidir. Ancak Türklere karşı uygulanan mezâlime geçmeden, tarihî perspektifler içerisinde Bulgaristan nüfusuna bir göz atmayı uygun görüyoruz.
II. Tarihî Seyri İçerisinde Bulgaristan’ın Nüfus Yapısı
14. yüzyıldan itibaren, Rumeli’nin fethine paralel olarak, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden Türkler Rumeli’ye göç etmiş ve devletin iskân politikası çerçevesinde buralara yerleştirilmişlerdir. Fetihlerin ilerlemesiyle buralara yerleşen ve vatan edinen Türklerin sayısı da haliyle artmıştır. Bunun sonucu olarak 15. ve 16. yüzyıllarda Rumeli’nin nüfus yoğunluğu artmış ve eskisine nazaran daha mamur bir hale gelmiştir. Nitekim Türkler sosyal sahada da Rumeli’yi Türkleştirmişler, yeni müesseseler ve sayısız kültür eserleriyle donatmışlardır.[11]
18. ve 19. yüzyıllarda, Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde, yapılan savaşların mağlubiyetlerle neticelenmesi ve kaybedilen topraklarda yaşayan Müslüman-Türk nüfusun, daha güvenli gördükleri Rumeli ve Anadolu’ya göç etmeleri sonucu söz konusu bölgelerin de Müslüman- Türk nüfusunun daha da yoğunlaşmasına neden olmuştur. Nitekim Doksanüç Harbi’nin hemen arefesinde, 6 Ekim 1876 tarihli bir raporda, yalnız Tuna vilâyetinde 1.233.500 gayr-i müslim (1.130.000’i Bulgar) ve 1120.000 Müslüman nüfus bulunduğu belirtilmektedir. Buna göre, o tarihlerde Rusların Bulgaristan ismini verdikleri Tuna vilayetinde Bulgar nüfus genel nüfusun anca yarısı kadardı.[12] Yine 1878 yılı içerisinde yapılan bir araştırma ve resmî rapora göre, Tuna vilayeti (Ruscuk, Vidin, Tırnova, Tulça, Varna, Sofya sancakları) ile Edirne vilayetinden İslimye ve Filibe sancaklarında 1.509.595 Bulgara karşı, 1.800.954 Müslüman-Türk nüfus bulunmaktaydı. Buna göre Müslüman Türkler nüfusun %57’sini, Bulgarlar ise %43’ünü teşkil etmekteydi.[13] Ancak 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sırasında, Türklerin maruz kaldığı katliamlardan dolayı yüzbinlerle ifade edilen kısmının ölmesi veya göçe zorlanması sonucu, Bulgaristan’daki nüfus oranı Türklerin aleyhine bozmuştur.[14] Buna rağmen Ocak 1881’de yapılan ilk Bulgar nüfus sayımı, bölgedeki, özellikle Rus ve Bulgar çetelerinin katliam yapmadıkları, bazı ilçelerde Türklerin hâlâ üçte iki çoğunlukta olduğunu göstermektedir.[15]
Bulgaristan’ın resmî açıklamalarına göre, 1910 ile 1946 yılları arasındaki nüfus sayımlarında Müslüman-Türk nüfus sürekli bir artış göstermiştir. Buna göre 1910 yılında 602.078 olan Müslüman- Türk nüfus, 1946’da 938.418 olarak verilmekte ve Türk nüfusun genel nüfusa oranı ortalama %14 seviyesinde gösterilmektedir.[16]
1946 sayımından sonra ise, nüfusun dinlere göre tasnifine son verilmiş ve 1956 sayımında nüfusun milliyet durumuna göre ayrılmasına karar verilmiştir. Ancak bu kararın ardından Bulgar resmî sayımları Türk nüfusu açısından gerçekleri yansıtmaktan devamlı uzak kalmıştır. Zira 1956 sayımında 7.614.372 olan toplam Bulgar nüfusun 656.688’inin Türk olduğu belirtilmektedir. O dönemlerde Bulgarların nüfus artış oranları binde 10-15’ler olduğu, Türklerin nüfus artış oranlarının ise binde yirmilerin üzerinde olduğu göz önüne alınırsa, Türk nüfusun azalması yerine, yıllar geçtikçe artması gerekmektedir. Bu da göstermektedir ki, Bulgaristan bu yeni uygulamayla, istatistikî rakamları keyfî şekilde değiştirmektedirler.
Günümüzde Bulgaristan’da yaşayan Müslüman-Türk nüfusun 2 milyondan fazla ve bunun da genel nüfusa oranı %25 seviyesinde olduğu tahmin edilmektedir.[17] Nitekim bugün, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin kurmuş olduğu “Haklar ve Özgürlükler” isimli bir partinin 20’nin üzerinde çıkardığı milletvekili sayısıyla hükümet ortağı olması, Bulgaristan’daki Türk nüfusunu tespit açılarından önemlidir.
III. Bulgar Mezâlimi
A. 93 Harbi Sırasında ve Sonrasında Bulgar Mezâlimi
Yukarıda ayrıntılı verdiğimiz Bulgaristan’ın nüfus yapısına baktığımızda, Bulgarlar kadar, Bulgar olmayanların da yaşadığı topraklar üzerinde bir “Bulgar Millî Devleti” kurabilmek için, Bulgar olmayan unsurların eritilmesi yoluna gidilmesi gerekmekteydi. Her ne kadar bu politika ile Bulgar olmayan Hıristiyan unsurların uzun vadede Bulgarlaşması sağlanabilir gibi gözüküyorsa da, Müslüman unsurun eriyip kaynaşması beklenemezdi ve beklenilmedi. Nitekim ilk olarak bunu Rusya anladığı için, işgal ettiği yerlerde yaşayan Müslüman-Türkleri göç etmeye zorlamıştır. Nitekim aynı politikayı Bulgaristan’ın kurulması aşamasında Rusya, Bulgaristan için de uygulamayı uygun görmüş, bunun neticesinde, kurulması plânlanan yeni Bulgar Devleti’nin millî bir vasıf taşıyabilmesi için Bulgar olmayan nüfusu ve özellikle de Türk unsurunun “yok edilmesi”, “def etmesi” yoluna gidilmiştir. Kısacası bu politikaya göre, Bulgarların mutlak çoğunluk hale gelebilmesi için, Türklerin “kırılması” yani günümüzdeki kullanımıyla soykırım gerekmekteydi.
Doksanüç Harbi’yle birlikte Tuna ve Edirne vilâyetlerinden Türkleri “def etme” ve “yok etme” politikası, ilk olarak Türklerin silahsızlandırılması ve ikinci safha olarak da Bulgarların silahlandırılması şeklinde tatbik edilmeye başlanılmıştır.[18] Nitekim bu şekilde silahlanan Bulgarlar, Türk askeriyle savaşmak yerine, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu Müslüman ve Yahudileri “vahşiyane” bir şekilde katletmeye başlamışlardır.[19] Bu arada, Ruslar da boş durmamışlar, söz konusu mezâlimler karşısında Avrupa’yı yanıltmak ve onların muhtemel bir müdahalesine engel olmak gayesiyle Rumen gazetecilere, Türk askerlerinin de Hıristiyanlara karşı mezâlimde bulunduklarını gösteren yayınlar yapmalarını emretmişlerdir. Sonuçta Bulgarların Müslüman halka yönelik zulüm ve vahşeti Rus generallerinin beklentilerinin bile kat kat üstünde olmuştur.[20]
Bulgar köylülerinin Türklere karşı istenilen seviyede bir tenkil hareketine geçilmesinin teşviki için, Bulgar köylülerine Müslüman-Türk unsurun sahip olduğu topraklar, evler ve mallar vaad edilmiştir.[21] Nitekim bunun semeresi çok kısa zamanda görülmüş ve bu şekilde yüzbinlerce Bulgar kitlesi, sistemli şekilde Türk evlerine yerleştirilmişlerdir.[22]
Bu sırada, gerek Rusların, gerek Bulgarların Müslüman-Türk halkın dinî inançlarına da saygı göstermedikleri hakkında pekçok belge mevcuttur. Nitekim Osmanlı Devleti tarafından gayr-i müslim topluluklara tanınan din hürriyeti, yabancı devlet ve topluluklar tarafından, ülkelerindeki Müslümanlara tanınmamıştır. 93 Harbi sırasında Rus ve Bulgarların halkın dinî inançlarına saldırıları arasında, camilerin ve türbelerin talan edilmesi, Kur’an-ı Kerîmlerin yırtılması, camilerin bazılarının kiliseye, bazılarının ahıra tahvîli,[23] Müslümanların Bulgarlar gibi giyinmeye zorlanmaları, isimlerinin değiştirilmesi sayılabilir. Bütün bunların yanında Müslümanlar zorla kiliselere götürülerek, tenassura mecbur edilmişlerdir. Müslüman-Türk genç kız ve kadınları da Rus ve Bulgar askerlerince tecâvüze uğradıktan başka, bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da genelevlerine gönderilmişlerdir.[24]
Rus ve Bulgarlar tarafından Rumeli’nin işgali sırasında işlenen cinayet ve yapılan tahribatlar hakkında Tırnova mutasarrıfının Osmanlı Hükümetine gönderdiği raporda, savaşın devam ettiği yıllarda, sadece Tırnova civarındaki köylerde 4770 Türk katledilmiş, 2120 Türk evi ise yakılmış olduğu belirtilmektedir. Daily Telegraph gazetesi özel muhabirine M. Drew’e gönderilen bir telgraf da, Türklere karşı yapılan insanlık dışı mezâlimin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Buna göre; “Yeni Zağra istasyonu civarında 3000 kadar ceset gördük, hepsi Türktü. Köpeklerin ve domuzların bozulmuş cesetleri kemirmeleri…korkunç bir manzaraydı…” denmekteydi. Filibe Valisi de, Bulgarların Serhadli ve civar köylerinde kadın, erkek, çocuk bütün Müslümanların camiye kapatıldığını ve hepsinin boğazları kesilmek suretiyle katledildiğini bildirmektedir.[25] Edirne civarındaki Çürük köyünden Koşukavak’a kadar olan bütün Müslüman ve Rum köyleri Bulgarlar tarafından tamamen tahrip edilmiş ve ahalinin, özellikle de Müslümanların büyük çoğunluğu vahşiyane bir şekilde katledilmişlerdir.[26]
15 Ocak 1878’de Filibe’yi işgal eden Ruslar ve Bulgarlar şehri tamamen yağma etmiş, kadınlara tecavüz edip birçok kişiyi de katletmişlerdir.[27] Bu arada Bulgarlar esir ettikleri Türk askerleri de, burunlarını, kollarını, kulaklarını kesmek gibi akıl almaz işkencelerle öldürmüşlerdir.[28]
Bütün bu mezâlime karşı, Türk halkı tarafından olası bir misillemeye engel olunmak için, Osmanlı hükümeti gerekli tedbirleri almışsa da, Bulgar fanatizmine engel olunamamış ve Bulgarlar tarafından “engizisyon zulmü”nü aratmayan Türkleri yok etme faaliyeti bütün hızıyla devam etmiştir.[29]
Doksanüç Harbi sırasında Türklere karşı uygulanan mezâlimin, ciltler dolusu kitap oluşturacağı düşünülürse, bütün belgelerin burada verilme imkânı olmadığı anlaşılır. Biz burada, örnek teşkil etmesi bakımından, sadece birkaç belge sunabildik.[30] Ancak bu savaş sırasında Tuna ve Edirne vilayetlerinde meskun Türklerin 500 bini ya katledilmiş ya da açlıktan ve hastalıktan ölmüştür. Katliamdan ve hastalıklardan kurtulabilen bir milyonu aşkın Müslüman Türk ahali de canlarını kurtarabilmek maksadıyla göç etmek zorunda kalmıştır.[31]
1879-1890 yılları arasında Şarkî Rumeli olayları esnasında da Bulgarlar, bölgedeki Türk halkını yok etme politikasını yine sistemli bir şekilde sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu yıllarda da mahallî idareler, müslümanlara karşı bu gibi saldırıları önlemek yerine tedbir dahi almamışlar, nitekim bu durumdan yararlanan silahlı Bulgarlar, “yakında hepiniz yok edileceksiniz… bütün gayr-i menkulleriniz yağma edilecek” şeklinde Müslümanları sürekli tehdit etmişlerdir. Bu şekilde Müslüman-Türk unsur, vilayetin hemen hemen bütün bölgelerinde, her an Bulgarların zulüm ve baskı ve tecavüzleri ile karşı karşıya kalmışlardır.[32]
B. Balkan Savaşı Sırasında Bulgar Mezâlimi
Bilindiği üzere, iki safhada cereyan eden Balkan savaşları Balkan ittifakının ardından, 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmesiyle başlamıştır. Hemen ardından da Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan da Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmişlerdir. Ancak bu savaşta Osmanlı Devleti ordusu, çeşitli sebeplerden dolayı, çok kısa zamanda mağlubiyetlere uğramış ve Çatalca hattına kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde tamamlanan birinci safhadan sonra, Balkan savaşının ikinci safhası başlamış ve İkinci Balkan Savaşı sırasında Osmanlı ordusu ileri harekâtla, işgal altında olan Edirne, Dimetoka, Kırklareli gibi şehirleri kurtarmış, böylece Osmanlı sınırı Meriç’e dayanmıştır.
Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi durum ve mağlubiyetinden istifade eden Balkan devletleri, işgal bölgelerinde kalan Türklere karşı akla hayale gelmeyecek, insanlıkla bağdaşmayacak mezâlimde bulundukları belgelerle sabittir. Nitekim Balkan Savaşı’nın patlak vermesiyle Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar ve Karadağlıların Makedonya ve Rumeli’nin Müslüman-Türk halkını yoketme veya kovma nedeniyle yaptıkları zulümler neticesinde, Doksanüç muhaceretinde olduğu gibi, yine yüzbinlerle ifade edilen Türk kitlesinin göç ederek, İstanbul’a ve Anadolu’ya gelmesine yol açmıştır.[33]
Bu savaş sırasında Türklere yapılan mezâlim, uygulanış biçimi açısından 93 Harbi sırasında yapılanların bir devamı, sanki yarım kalmış bir işin tamamlanması mahiyetindedir. Balkan Savaşı sırasında Müslüman-Türk unsura yapılan mezâlim daha öncekilerden çok daha ağırdır. Öyle ki, Balkan devletlerinin Nevrekop, Menlik ve Petriç’te yaptıkları mezâlimin, “engizisyon mezâlimine rahmet okutacak derecede” olduğu, Osmanlı hükümetince büyük devletlere vesikalarıyla sunulmuştur.[34]
Balkan devletlerinin askerlerinin yanında komitacılarca yapılan zulümler de akıl almaz boyutlardadır. Bilhassa bu devletlerden Bulgaristan’ın ve dolayısıyla Bulgar komitacılarının Müslüman-Türklere karşı yaptıkları mezâlim, asırlarca bir milletin alnından silinmeyecek bir leke bırakacak mahiyettedir. Bu cümleden olarak, savaş sırasında Bulgarların Davud, Topuklu ve Maden köylerini tahrip ettikleri sırada, yalnız kadın ve ihtiyarları değil, beşikteki çocukları bile parçaladıkları, Radovişte’de ise, bütün erkeklerin katledildiği bildirilmektedir.[35]
Maraş köyüne yakın tren güzergâhında ise başı parça parça edilmiş, arkasından süngü ile kesilmiş, yüzü parçalanmış Türk naaşlarına rastlanılmıştır.[36] Bulgar komitacıları Drama’da da tam bir vahşet sergilemişler, 400 hanelik Roksar köyünde Şaban Ağa isminde birinin parasını gasbettikten başka, kendisinin önce gözlerini, sonra burun ve kulaklarını, daha sonra ise kol ve bacaklarını keserek vücudunu sokak ortasına atmışlardır. Yine aynı köyde Ma’arif memurlarından genç bir mu’allimin de göz ve kulaklarını keserek katletmişler, adı geçen köyde sadece 40 kişi bırakıp geri kalanları son derece zâlimâne ve gaddarâne bir suretle öldürmüşlerdir.[37]
Bir Rus gazetesinin verdiği bilgiye göre, daha savaşın başlangıcında Bulgar komitacıları ve ahalisi, Debernecik köyünde 39 erkek ve kadını bir caminin içinde diri diri yakmışlar, Karaşova köyünde ise bütün Türkleri boğazlamışlardır.[38]
Bulgar komitacıları göç eden kafilelere de sürekli saldırmışlar, böylece binlerce masum insanın kanına girmişlerdir. İskeçe’de Bulgarlar ele geçirdikleri kişileri parça parça etmişler, Komanova ve Üsküp arasında ise yaklaşık olarak 3000 kişiyi katletmişlerdir. Siroz’da ise, nefs-i müdafaa eden Türkler iki askeri öldürdükleri gerekçesiyle, Bulgar subayı saatine bakarak; “şimdi saat yarım, yarın aynı saate kadar Türklere istediğinizi yapabilirsiniz” demesi üzerine katliama başlanılmış ve gün boyunca 1200 ile 1900 arasında masum Türk halkı öldürülmüştür. Siroz sancağındaki 134.000 Müslüman nüfusun 20.000 kadarı bu şekilde Balkan müttefiklerince katledilmiştir.[39] Öte yandan savaş sırasında ele geçirilen Bulgar esirlerinin bir çoğunun ceplerinde küpe ve yüzüklerle süslü kadın kulak ve parmaklarının bulunması,[40] Bulgar insanlığını medenî dünyaya göstermesi açısından önemlidir.
25 köyden mürekkep ve 12.000 civarındaki ahalisinin hemen hemen tamamı Müslüman-Türk olan Kirmi nahiyesinde de Bulgarlar evleri yaktıktan başka ahaliye zulme başlamışlar, kaçabilenler kaçmış, kaçamayanların çoğu ise Bulgarlarca öldürülmüşlerdir.[41] Yine 15 köyden mürekkep Çakal nahiyesinde de eşyalar yağma edilmiş, ahalisi Gümülcine’ye hicret etmiştir. Ancak yerlerine tekrar dönmeleri sağlanmışsa da, hocaları, imamları, muhtarları, ileri gelenleri katledildikten sonra, kalanlar zorla tenassur ettirilmişlerdir.[42] Tutrakan kasabasından alınan bir bilgide ise, Tutrakan’da bütün Müslüman-Türklerin Bulgarların ellerinden şehit olacağı günü bekledikleri ve hergün birkaç kurban verdikleri yolundadır. Ayrıca Tutrakan’a bağlı Maksutlar köyünde Bulgarlar tarafından yağma edilmedik ev, ırzına geçilmedik genç kız kalmadığı da bildirilmektedir.[43]
Bulgarlar, savaş sırasında ellerine geçirdikleri Osmanlı esirlerine de masum halka revâ gördüklerinden farklı davranmamışlardır. Nitekim Eski Zağra’da ele geçirdikleri 3000 Osmanlı esirini gaddarâne bir şekilde katletmeleri üzerine halk heyecana kapılmıştır.[44]
Balkan Savaşı sırasında da Müslüman-Türklere dinî baskı uygulanması yoluna gidilmiş, bunun sonucunda Türklere ait camiler, mescitler kapatılmış, bazı camiler kiliseye çevrilmiştir.[45] Nitekim Selânik’te bulunan Ayasofya Camii’ni kiliseye çevirmeleri sırasında kendilerine karşı geldikleri bahanesiyle, katliama da başlanmış ve bunun sonucunda 500 kişi Bulgar askerlerinin açtığı ateş sonucu öldürülmüştür.[46] Varna’da Bulgarların müezzinleri minareye çıkarmamaları yüzünden, ezan okumak mümkün olmamıştır.[47] Bunun yanında pekçok köy ve kasabada ahaliye zorla din değiştirilmeye çalışılmıştır. Bulgarlarca yapılan dinî baskılar isim değiştirme şeklinde de olup, kendilerine verilen Hıristiyan isimlerini söylemeyen Türklere para ve idam cezası uygulanmaya başlanılmıştır.[48]
Balkan Savaşı sırasında Türklere karşı uygulanan baskı ve zulümlerde ekonomik çıkarlar da yatmaktadır. Nitekim Bulgaristan’daki Müslüman halk bu gaye ile de göçe mecbur edilmiş, bu sayede buralarda Türklerin sayısı gittikçe azalmıştır. Sınıra yakın yolları keşfe memur Yüzbaşı Cemil Efendi’nin bu konuda verdiği bilgi dikkate şayandır. Cemil Efendi, 2 Ağustos 1913 tarihli raporunda; “Bulgarların bu civarları istilâsından 15-20 gün sonra Türk köylerinde mezâlimin başladığı ve Bulgar hükümetinin Hıristiyanları, Müslümanları katletmek, kalanlarını hicrete mecbur etmek suretiyle, arazi ve mallarının kendilerine kalacağını bildirmesi pekçok masum insanın öldürülmesine sebep olmuştur” denilmektedir. Gerçekten de Bulgaristan hükümeti Batı Trakya’daki Müslüman ve Rum ahalinin içine 120.000 Bulgar göçmeni yerleştirmiştir.[49]
Görüldüğü üzere bu savaşta da, Bulgarların Türklere karşı uyguladıkları mezâlim zâhirî olarak, tıpkı 35 sene öncesi gibi, zulümler, dinî baskılar ve ekonomik sebeplere dayandırılmış, gerçekte ise “tek millet” yaratmaya çalışmak olmuştur. Böylece Balkan müttefikleri, dört-beş asırdan beri mesut bir hayat sürmek müsaade ve imkânı veren Türklere karşı belki de minnetlerini bu şekilde göstermek istemişlerdir.
Balkan Savaşı sırasında müttefiklerce, yarım milyon civarında Müslüman-Türk katledilmiş,[50] bir o kadarı da daha güvenli gördükleri yerlere göç etmişlerdir.[51] Ayrıca yine söz konusu savaş sırasında Türklerin yanı sıra, pek çok Müslüman olmayan unsur da mezâlimden kurtulmak için göç etmek zorunda kalmıştır.[52]
C. Balkan Savaşı’ndan Günümüze Bulgar Mezâlimi
Balkan Savaşı’ndan itibaren, geçmişteki hatalarını tekrarlayan Bulgar yönetimi, 9 Eylül 1944 tarihinde, komünist rejimin kurulmasından sonra da, Türklere karşı aynı tutumunu devam ettirmiştir.
Komünist rejim, önceki dönemlerde takip edilen siyaseti genelde tenkit etmesine rağmen, Büyük Bulgaristan hayalini sürdürmekten de imtinâ etmemiştir. Bu tarihten itibaren de Bulgaristan hükûmeti “Büyük Bulgaristan” hayalini gerçekleştirebilmek için öncelikle suni bir “Komünist-Bulgar-Slav Toplumu” yaratma hedefini gütmüşlerdir. Bu yüzden “Tek Millet (Edina Natsiya)” teorisini ortaya atmışlar ve ülkelerinde azınlık olarak yaşayan başta Türkler olmak üzere, Makedonlara, Romenlere, Sırplara ve Arnavudlara karşı “Kaynaşma” tezi altında isim, din ve dillerini zorla değiştirme yoluna giderek, tek bir Bulgar toplumu yaratmaya çalışmışlardır.[53] Nitekim bu düşüncenin neticesinde, 1945 yılından sonra, bunu uygulama safhasına geçildi ve özellikle Müslüman-Türklere karşı insanlık dışı ve hukuka aykırı soykırım bir kez daha tekerrür ettirildi.[54]
1956 yılında Todor Jivkov’un iş başına getirilmesinden sonra, Bulgaristan’ın Türklere karşı yürüttüğü politika, aleyte olarak, daha da değişmiştir. Nitekim Jivkov döneminde, Bulgar anayasalarıyla milletlerarası ve ikili antlaşmalarla tanınan haklar önce kısıtlanmış, sonra ise tamamen kaldırılmıştır. Bu kısıtlama özellikle eğitimde de görülmüş, ilk olarak 1959’da Türk azınlık okulları tamamen kapatılmış ve Türkçe seçmeli ders olarak haftada 2 saate indirilmiştir. 1974 yılında ise bu uygulamaya da son verilmiştir.[55]
1968-1972 yılları arasında, Bulgarlar, Bulgarlaştırılmayı kabul etmeyen çok sayıda Türkü katletmekten geri durmamışlardır. 14 Mart 1972 tarihinde en şiddetli boyutlara ulaşan bu hareket, aynı yılın sonlarına kadar devam etmiştir.[56] Uygulamanın tatbikatında, isim ve dinlerini değiştirmedikleri için Rodoplar, Deliorman ve Dobruca’da kadın, çocuk, erkek ayırmaksızın çok sayıda Türk hunharca öldürülmüştür. 1970 yılında yapılan katliamlarda 17.000 Türk vahşice öldürülmüştür. Ayrıca sadece Meriç Barajı’nda 1000 kişinin cesedi toplu olarak bulunmuştur.[57] 14-18 Mart 1972 günleri arasında Rodoplarda meydana gelen toplu işkence, öldürme ve tecavüz olaylarından dolayı ormana sığınmak zorunda kalan Türklerin ısrarlı takibi sonuç vermeyince, Bulgar gizli servis yetkililerinin emriyle, 18-20 Haziran günü Türklerin sığındığı ormanlara uçaklarla zehirli gaz püskürtülmüş, bunun sonucunda da 8-10 bin civarında Türk ölmüştür.[58]
Ancak Bulgaristan’ın bu hunharca cinayetlerini Libya’nın protesto etmesi ve Yugoslav televizyonu dünya kamuoyuna duyurmasına rağmen, Türkiye’nin 1970 olaylarına sessiz kaldığı görülmektedir. Nitekim Türkiye’nin sessizliği Bulgaristan yöneticilerine kuvvet vermiş olacak ki, baskı daha da artmıştır.[59] Sonuçta Bulgaristan’da yaşayan Türk topluluğu 1972 yılında toplu sürgün, katliam, işkence gibi 20. yüzyıl insanlık dünyasının utanacağı her türlü uygulamalara maruz kalmıştır. Bu son Bulgarlaştırma kampanyasında da 15-20 bin civarında Türk katledilmiş, 558.325 Müslüman- Türkün ismi değiştirilmiş, isimlerini değiştirmekte direnenlerden 48.073 kişi işten atılmış, çok sayıda öğrencinin Bulgar adını almadığı için okullardaki kaydı silinmiştir, pekçok kişinin de diploması, nüfus cüzdanı, ehliyeti iptal edilmiştir.[60]
Bulgaristan bütün gayretlerine rağmen sürdürdüğü Türkleri Bulgarlaştırma siyasetinde arzuladığı sonucu elde edememiştir. Bu yüzden 1984-85 yıllarında, Bulgaristan’da Türklere karşı sürdürülen baskılar bütün ülke çapında tekrar şiddetlenmiş ve bir milleti yok etme hareketine dönüşmüştür. Bulgar yöneticileri, Türklere karşı geçmişte uyguladıkları baskı ve zulmü aynen devam ettirmenin yanında, geçmişte elde ettikleri tecrübelerden de faydalanarak, yaptıklarını belgeleyecek bir iz, bir delil bırakmamak için aşırı gayret göstermişlerdir. Fakat burada şunu tekrar dile getirmeliyiz ki, bu durum ne dünya, ne de Türk kamuoyunda yeterince duyulamamış veya duyarsız kalınmıştır.
İşte bu ilgisizlikten de cesaret alan Bulgarlar 1984 yılının Şubat ayından itibaren tekrar Bulgarlaştırma kampanyasına başlamışlardır. Kasım ayında şiddete başvurularak hız kazanan bu hareket neticesinde Güney ve Güneydoğu Bulgaristan’da 1 milyondan fazla Türkün ismi zorla değiştirilmiştir.[61]
Gelişmeler üzerine, 1985 yılı Ocak ayı başlarında dönemin Cumhurbaşkanı, Bulgar Devlet Başkanı Todor Jivkov’a yazılı bir mesaj göndererek, Türklere Bulgar adları verilmesi hareketinden vazgeçilmesini dostça rica etti. Ancak bu mesaja Jivkov diğer Türk bölgelerine de silahlı saldırı emriyle cevap vermiş ve bu şekilde binlerce Müslüman-Türk katledilmiştir. Türk kasaba ve köy sakinlerinin Bulgarlaştırılıp, yok edilmeleri harekâtı 1985 yılı Şubat ayında tamamlanmıştır,[62] işkence, zulüm, zehirli gaz gibi kanlı hadiseler neticesinde yaklaşık birbuçuk milyon Türkün Bulgarlaştırılması tamamlanmıştır.[63]
Bulgar hükümeti 1989 yılında da benzeri vahşetlere devam etmiştir.[64] Bu dönemde Türkler, kendilerine yapılan zulmü dile getirmek amacıyla, çeşitli bölgelerde sessiz yürüyüşler yapmışlar, insanca yaşama hakkı talep etmişlerdir. Ancak bu haklı ve yasal hareketleri bile Bulgar hükümetini tedirgin etmiş ve bunun sonucunda Türkler dövülmüş, işkencelere tâbi tutulmuş ve öldürülmüşlerdir.
20-21 Mayıs günlerinde artan baskılar neticesinde Türkler dört ayrı kasaba ve köyde toplam 35 kişilik bir kınama yürüyüşü gerçekleştirmişlerdir.[65] Bu yürüyüş sırasında da Bulgar askerleri, yine kadın, çocuk demeden, göstericilerin üzerine ateş açmışlar ve çok sayıda Türkün ölmesine neden olmuşlardır. Bu olayın ardından Bulgaristan Devlet Başkanı Jivkov televizyonda; “Türkiye’yi Bulgaristan’da yaşayan ve Türkiye’ye göçmek isteyen bütün Müslümanlara sınırlarını açmaya davet ediyorum.” şeklinde yaptığı konuşmadan sonra, devletlerarası hukuka aykırı olarak, Bulgaristan’da yaşayan binlerce Türkün mal varlıklarına el konularak, sınır dışı edilmeye başlanmıştır. Öyle ki, 21 Ağustos 1989 tarihine kadar sınırdışı edilen Türklerin sayısı 310 bine ulaşmıştır.
Sonuç
Türklerin önce Anadolu’ya, daha sonra ise Balkanlar ve Avrupa içlerine kadar ilerleyip, buraları yurt edinmesiyle başlayan “Şark Meselesi”, Avrupa devletleri açısından, önce Türklere karşı Avrupa topraklarını nasıl koruyabilmek, 1683 Viyana bozgunundan sonra ise, Türkleri Avrupa topraklarından nasıl atabilmek üzerinde şekillenmiştir.
Bu mesele ışığı altında, 18. ve özellikle de 19. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin uğradığı mağlubiyetler karşısında, Balkanlar’daki Osmanlı toprakları işgal edilmiş ve buralarda yaşayan çok sayıda Müslüman-Türk, başka devlet veya milletlerin esâreti altına girmiştir. Nitekim bu kanlı savaşlarda, Rus ve Bulgar mezâlimi çok ağır boyutlara ulaşmıştır. Özellikle 93 Muharebesi’nin ilk günlerinden başlayan ve Balkan savaşlarında da, daha öncekilere rahmet okutacak seviyeye ulaşan, Türk halk kitlelerine karşı girişilen acımasız katliâm, gayr-i insanî mezâlim haline dönüşmüştür.
Bulgaristan’ın kurulduğu ilk günlerden itibaren, Bulgaristan tabir edilen bölgede, homojen bir vatan yaratmak hususunda her türlü vasıtaya başvurmuş olduğunu görmekteyiz. Bunun için de topraklarında yaşayan Türkleri kovmak, soykırıma tâbi tutmak, sindirmek, kültürünü yok etmek ve bu sayede Bulgarlaştırmak gibi uygulamaları devlet siyaseti haline getirmiştir. Bu siyaset de bazen son derece şiddetli baskılarla, bazen de biraz daha yumuşatılmış bir şekilde, ama bir süreklilik arz ederek, 20. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Böyle bir siyasetin takip edilmesinde başta Rusya olmak üzere, diğer bazı Avrupalı devletlerin de rolü olduğu unutulmamalıdır. Geçmişte Bulgar hükümeti tarafından Türklere karşı yapılan insanlık dışı ve hukuka aykırı faaliyetlere seyirci kalan ülkeler, gelecekte de kendilerine karşı aynı tutumda bulunabilecek, Bulgaristan benzeri başka bir ülkenin çıkabileceği gerçeğini gözden uzak tutmamalıdırlar.
Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 308-315