Gelmiştik bir zamanlar
Sarı Saltık’la Asya’dan
Bir bir diyar-ı Rum’a
dağıldık Sakarya’dan
Yahya Kemal
Giriş
Hangi ırk ve coğrafyaya ait olursa olsun, İnsanoğlunun yeryüzündeki macerasında paralellikler olduğu gibi bağlı bulunduğu dinlerin kader çizgilerinde de benzerlikler vardır.
Herhangi bir kişi veya peygamber tarafından temelleri atılan dinin ilk problemi “muhalefet”tir. Çünkü her din yeni bir ses, yeni bir yorumdur. Toplum ise genellikle yeniliklere karşı çıkmaya yatkındır. Bu karşı çıkış çoğu zaman değişik sebeplerle yumuşar, gücünü kaybeder, yeni ses ve yorum kök salmaya başlar.
Yeni din mensuplarının çoğalmaya başlamasıyla “cemaat” fikri doğar, bu giderek ortak kurum fikrini besler, mabetler ortaya çıkar. Cemaati oluşturan ve mabedini kuran din mensuplarının ise yapacağı iş, “rehber”lerinin sözlerini duymak, anlamak ve yaşamaktır. Gönül merkezli bir hareket olan din, insanlar arasında kurduğu aşk ve muhabbete dayalı ilişki ile, ruh dünyasının hikmet ve bereket kapılarını herkese açar. Böylece davet ve irşad faaliyetleri başlar.
Rehber ve elçinin vefatından sonra ne olur? Bu sorunun cevabını bulmak için din ve uygarlık tarihine bakıldığında görülen durum şudur: Din mensupları ve yetkili kişiler ortaya çıkan dinî problemlere çözüm bulmada farklı yorumlar geliştirdikleri için değişik görüşler ortaya çıkmakta ve bu görüşlerin bir kısmı zamanla “bünye”leşerek mezhebe, tarikata dönüşmektedir. Şüphesiz bu yorumların temelinde “Mukaddes metin”lerin tefsir, te’vil, yorum ve yönlendirilmeleri, bir diğer ifade ile akıl-vahiy ilişkileri, akıl-gönül münasebetleri vardır.
Bütün dinler için yapılan bu tespitleri, İslam tarihinin ilk üç asrı büyüteç altına alınırsa aynen görmek mümkündür.
Hz. Peygamber’in sağlığında cemaatleşen, mabedini ve belli oranda organizasyonunu kuran Müslümanlar, onun vefatından sonra gövdesi Arabistan topraklarında olan “İslam ağacı”nın dalları Doğu’da Hindistan’a, Batı’da Berberistan’a doğru uzanmaya başladı. Doğu kolu, İndüs’e, Batı kolu Endülüs’e doğru yürüdü. Sözkonusu dönemde Hıristiyan ve Yahudilerin dışında Budist, Zerdüşt, Şamanist ve Paganist kültürlerle de yüzyüze gelen İslam toplumlarının belli oranda bu kültürlerden etkilendiğini de ifade etmek gerekir.
I. yüzyılda, “Hz. Peygamber’in yerine kim geçecek?” sorusu başta olmak üzere hayatın değişik alanları ile ilgili pek çok konu tartışma gündemine girdi. Yeni din, değişik ırk ve coğrafyalara mensup pek çok insanı cezbederken idarî mekanizmanın başına gelen ilk dört halifeden üçünü, tartışmalar neticesinde -ne acıdır ki-şehit verdi.
Bu yıllarda İslam dünyasında konuşulan, tartışılan meseleleri meşhur Cibril hadisesinden hareketle üç ana başlık altında toplamak mümkündür.
- Nasıl inanacağız: İman esasları olarak bilinen altı esas ile ilgili tartışmalar. Allah, melek, peygamber, kutsal kitap, kader ve öbür alem ile ilgili akla gelen yüzlerce meselenin tartışılması, zamanla “itikad/inanç” mezheplerinin oluşmasının ilk zemini oldu: Mutezilî, Eş’arî Matüridî, Şiî…
- Nasıl kulluk yapacağız: Namaz, oruç, hac, zekat gibi temel ibadet ve ritüeller, haram-helal, insanlararası ilişkiler gibi temel konularla ilgili tartışmalar da zamanla Amel/ibadet/hukuk mezhepleri olarak tarihte yerini aldı: Hanefî, Şafiî, Hanbelî…
- Davranışlarımızın temeli hangi psikolojiye dayanacak: Âhlak adını da alan bu anlayış, dinin hissi boyutu, gönül alanını ele aldı ve işledi. Daha sonraki yıllarda tasavvuf adını alan bu anlayışın ekollerine ise tarikat adı verilecektir. Kadirî, Rifaî, Bektaşî. Bilindiği gibi mezhep ve tarikat kelimeleri Arapça olup her ikisi de “yol” anlamına gelmektedirler.
İslamın mesajını insanlara iletenler aynı zamanda mensup oldukları mezhep ve tarikat anlayışını da onlara ulaştırmışlardır.
Tasavvuf
İlk yüzyıllarla birlikte ortaya çıkan, ülkeler fethetmek, devletler kurmak, ganimetler elde etmek, dünyalık kazanmak, zenginleşmek, saltanatı kuvvetlendirmek gibi gerçekler zaman zaman bazı Müslümanların gündemine şu soruyu taşımıştır: Bir yerde yanlış mı yapıyoruz? Esas işimizi unutup, başka şeylerle mi oyalanıyoruz? Özü, şekle kurban mı ediyoruz? Dünya bizi aldatıyor mu?
İslam dünyasında yetişen alimler, siyasî, ictimaî, iktisadî birçok konuyu tartışarak bu konulara açılım getirirken, zahid, sufî, derviş, veli gibi isimler alan bir grup Müslüman da şu konular üzerine eğilmiştir: Tevbe, zühd, sabır, şükür, zikir, tefekkür, ihlas, uzlet, muhabbet, teslimiyet, tevhid…
Nefs eğitimi/ruh terbiyesi adını da alan bu faaliyetin kökleri -diğer inanç ve ibadetler gibi- Kur’an- ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde idi. Sufiler bu esasları, kendi yorum ve tecrübeleriyle zenginleştirerek topluma sunuyorlardı. Dolayısıyla Kur’an ve Hadisten beslenen İslam kültürü iki ana damar yoluyla insanlığa nüfuz ediyordu: Mezhepler ve tarikatlar. Birincisi, zahirî dünyayı, ikincisi batınî alemi besliyordu. Temel espriyi kavrayabilenler için mezhep de tarikat da bir ayrılığı körüklemezken taassub damarı canlı olanların elinde bu “ayrılık”lar ölümlere dahi sebep olabiliyordu.
İnsanın farklı yorum yapma gücünü ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre mezhep ve tarikatları da yok etmek mümkün değildir. Bu gün yeryüzünde mezhep ve tarikatları olmayan bir din yoktur. Dolayısıyla yapılacak iş, bağnazlık değil, hoşgörüdür. İnsanları mezhep ve tarikatlarına göre değerlendirmemek, bu farklılıkları bir “zenginlik” olarak görmektir. Mezhepleri farklı olanların aynı tarikatın şemsiyesi altında bir araya gelmeleri, tarikatları değişik olanların aynı mezhebin çatısı altında birlikte olmalarının güzelliği görülmelidir. İşte Türk dünyasını yakından tanıyabilmek için bilinmesi gereken hususlardan biri de bu tasavvuf dünyasıdır.
Türkistan topraklarında XII. yüzyılda Ahmed Yesevî’nin temsil ettiği tasavvuf kültürü Ortadoğu ve Horasan bölgesinde işlenmiş, tartışılmış ve zenginleştirilmişti. XII. yüzyıldan önce bugün bilinen tarikatların hiçbiri oluşmamıştı. Ancak sufîler tasavvufî hayat ve düşünceyi belli bir seviyeye taşımışlardı. Özellikle bu hayatın temel terimleri üzerinde uzun uzun sohbet ve yorumlar yapılmış, belli şehir ve şahsiyetlerin etrafında ilk ekoller vücud bulmuştu.
Gazne doğumlu olan, Gazneliler döneminde yaşayan ve Keşfu’l-Mahcûb isimli tasavvuf klasiğinin yazarı olan Hucvirî (öl. Lahor, /1072) bu ilk oluşumları, kurucularını ve özellikle üzerinde durdukları tasavvuf terimlerini genişçe açıklamıştır. Daha sonraki yüzyıllarda Türk dünyasını da etkileyecek olan bu şahsiyetler, ekoller ve temel terimlerini şöyle sıralamak mümkündür:
Hâris Muhasibî Muhasibiye Rıza
Hamdun Kassar Kassariye Melâmet
Bayezid-i Bistamî Tayfuriye Sekr
Cüneyd-i Bağdadî Cüneydiye Sahv
Ebu Hüseyn Nurî Nuriye İsâr
Sehl-i Tüsterî Sehliye Nefs-Hevâ
Hakim Tirmizî Hakimiye Velâyet
Ebu Saîd Harraz Harraziye Fena-Bekâ
İbn Hafîf Hafifiye Gaybet-Huzur
Ebu Abbas Seyyarî Seyyariye Cem-Tefrika
Şeyh-i Türkistan: Ahmet Yesevî
Türk tasavvuf tarihinin temel kitaplarından biri olan Divân-ı Hikmet’te Ahmed Yesevî yukarıda belirtilen üç ana konuyu manzumelerle işlemiş ve İslamla yeni tanışan kardeşlerine sunmuştur. Yusuf-i Hemedanî’nin dört halifesinden biri olan Ahmed Yesevî ile Türk dünyasının kaderi arasında güçlü bir bağ olduğu bilinmektedir.
Hemedan, Bağdat, Merv, Herat gibi o yüzyılın önemli ilim ve irfan merkezlerinde talim ve terbiyesini tamamlayan Hemedanî (öl. Merv 1122) ile Semerkant uleması arasında sohbet halkasının varlığı bilinmektedir. Mürşidi ise Kuşeyrî ve Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın yanında yetişen Ebu Ali Farmedî’dir. (öl. Tus 1084)
Hemedanî, müridi Ahmed Yesevî gibi Anadolu’ya gelemedi. Fakat fikirleri, düşünceleri, menkıbeleri geldi. Molla Camî (öl. Herat 1492) onunla ilgili şu anekdotu naklediyor: “Şeyh Muhyiddin-i Arabî eserlerinin birinde şöyle diyor: 1205 yılında Şeyh Evhadüddin Hamid Kirmânî Konya’da evimde bulunduğu zaman bana şöyle demişti: Bizim diyarda Hoca Yusuf-ı Hemedanî isminde biri vardı, altmış yıldan fazla bir müddet şeyhlik ve irşad seccadesinde oturmuştu.”[1]
Ahmed Yesevî’yi yetiştiren muhiti besleyen pek çok sufiden bahsedilebilir. Bunların, özellikle eser kaleme alan ve daha çok Türkistan-Ortadoğu-Horasan bölgesinde yaşayan kişileri ve bazı eserlerinin adını vermek yararlı olacaktır. Bu eserler aynı zamanda tasavvufun kaynakları, bir başka ifadeyle klasikleridir.
- Hakim Tirmizî (öl. Tirmiz 898): Hatmu’l-evliya (Türkçe’ye henüz tercüme edilmedi)
- Ebu Nasr Serrac Tusî (öl. Tus 988): el-Luma’, (H. Kamil Yılmaz tarafından İslam Tasavvufu adıyla tercüme edildi. İstanbul 1996)
- Ebu Saîd Ebu’l-Hayr (öl. Horasan 1049): (Onunla ilgili menakıbname Esrârü’t-tevhid Süleyman Uludağ tarafından Türkçeye çevrildi. İstanbul 2002)
- Abdulkerim Kuşeyrî (öl. Nişabur 1072): Risale (S. Uludağ tarafından tercüme edildi. İstanbul 1978)
- Kelâbâzî (öl. Buhara 995): et-Taarruf (S. Uludağ tarafından tercüme edildi. İstanbul 1979)
- Hucvirî (öl. Lahor 1077): Keşfu’l-Mahcub (S. Uludağ tarafından tercüme edildi. İstanbul 1981)
- Gazalî Tusî (öl. Tus 1111): İhya (Türkçe tercümesi vardır)
- Abdullah Herevî (öl. Herat 1089): Menazilü’s-sairin (Türkçeye İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye’nin şerhi çevrilmiştir)
- Sülemi (öl. Nişabur 1021): Bazı risaleleri Süleyman Ateş tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Ahmed Yesevî’nin Türkçe manzumelerle Türkistan halkına aktardığı tasavvufi kültür kendisinden sonra bu topraklarda yetişen meslekdaşları tarafından geliştirilerek daha uzak diyarlara ulaştırılmıştır. Bu faaliyetin en meşhur isimleri şunlardır:
- Necmeddin Kübra (öl. Köhneügenç 1221)
- Ömer Halvetî (öl. Herat 1397)
- Hakim Ata (öl. Akkurgan 1186)
- Abdülhalik Gücdüvanî (öl. Buhara 1220)
- Molla Câmî (öl. Herat 1492)
- Sadeddin Kaşgarî (öl. Semerkant 1456)
- Ubeydullah Ahrar (öl. Semerkant 1490)
- Seyfeddin Baherzî (öl. Nişabur 1260)
- Bahauddin Nakşbend (öl. Buhara 1389)
- Zeynuddin Hafî (öl. Malin 1435)
- Yahya Şirvanî (öl. Bakü 1462)
- Muînuddin Çeştî (öl. Ecmir 1236)
Türkistan ile Anadolu’yu birbirine bağlayan birçok faaliyetten bahsedilebilir. Bunların en dikkat çekicilerinden biri de XIX. yüzyılda Tarsus’ta kurulan Türkistan zaviyeleridir. Bu kurumların vakfiyelerindeki esaslar Türk dünyasının tanışması ve buluşmasına hizmet etmiştir.[2]
XIII. yüzyılda Anadolu’ya doğudan gelen dervişlerden biri de Necmuddin Daye’dir. Neccmuddin Kübra’nın halifesi olan Daye meşhur Farsça eseri Mirsadu’l-ibad’ı bu topraklarda kaleme almıştır. Eser bir asır sonra Türkçe’ye çevirilecektir.
Gerek Moğol istilası gerekse başka sebeplerle Anadolu’nun, Doğudan gelen herkese kucağını açması şu Kırgız atasözünde de görülmektedir: “Bütün alem koçse Rumeliga pata (sığar) Rumeliga koçse nege pata” Bir başka şair de bu manzaraya farklı bir açıdan bakıyor:
Mülk-i Rum olmasa elbette nazargâh-ı Hüda
Evliya anda gelüp bulmazidi neşv ü nemâ
Selçukluların Batı’ya yönelmesiyle birlikte Türkistan topraklarında olgunlaşan tasavvuf kültürüne de yeni bir alan açılmış oldu. Moğol istilasının zorlaması da Doğu’dan Batı’ya olan bu göçün sebeplerinden biri olmalıdır.
Zamanla Anadolu ve Rumeli topraklarına ulaşan bu “yürüyüş”le birlikte seyyahlar da itibar kazanmış, Doğu’dan gelenlere özel muamele yapılmıştır. Bu gerçek Mesihî’nin şu beytinde ortaya çıkmaktadır:
Mesihî, gökten insen sana yer yok
Yürü var gel Arab’dan ya Acem’den[3]
Tokat’lı Lealî ise tahsilini o bölgede tamamlayıp geldikten sonra kendisini Acem olarak tanıtması, daha sonra durumunun anlaşılması üzerine yazdığı mısralar da aynı gerçekle ilgilidir:
Olmak istersen itibara mahal
Ya Arab’dan ya Acem’den gel
Gevhere kıymet olmaya kânda
Dürr bahasın bula mı ummanda
Söylenür nükte vü meseldür bu
K’ ola daim çerağ dibi karanu
Acem’ün her biri ki Rum’a gelür
Ya vezaret ya sancak umagelür[4]
Bosna’ya doğru yürümeden bir konuya daha işaret etmek gerekir. Bilindiği gibi İslam medeniyetinin iki temel kaynağı var: Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif. Allah’ın kelamı Kur’an-ı Kerim Mekke-Medine’de nazil olmuş, bu topraklarda yazılmış ve bir araya getirilmiştir. Peygamber kelamı olan Hadis-i Şerif kitaplarının en meşhur ve sıhhatlisi ise Buhara’da İmam Buharî (öl. 870) tarafından Sahihu’l-Buharî adıyla bir araya getirilmiştir. Onbeş asırdan beri bu iki kaynak bütün görüş ve yorumların, bütün mezhep ve tarikatların temel dayanağı olmuştur. Dolayısıyla Buhara, Bursa ve Bosna çizgisinde kurulup faaliyet gösteren üç temel kurumun; cami, medrese ve tekkenin iki “vazgeçilmez” kitabı da bunlardır.
Selçuklu’nun Konya’sı
Türkistan’dan sonra ikinci ana merkez, Konya ve çevresidir. Özellikle XIII. yüzyılda bu mekân dünyanın en cazip şehirlerinden biri olmuştur. Sözkonusu asırda Konya tasavvuf kültürü ve felsefesinin iki büyük ismini ağırlamıştır: İbn Arabî ve Mevlânâ. Birinci isim Endülüs-İspanya’dan ikinci isim Afganistan-Belh şehrinden gelmiştir. Bu iki şahsiyetin kaleme aldığı iki eser ise son 800 yılın belirleyici kaynağı olmuştur: Fusûs ve Mesnevî Endülüs’te doğan, ömrünün bir kısmını Konya’da geçiren, Sadreddin Konevî’yi (öl. 1274) yetiştiren ve Şam’da 1240 tarihinde vefat eden Muhyiddin İbn Arabî’nin tesirleri de Buhara ve Bosna’yı bir araya getirecektir.
Günümüz dünyasında da aktüalitesini koruyan Fusûsu’l-hikem adlı eserini Arapça, Farsça ve Türkçe olarak tercüme veya şerheden Türkistanlı, Anadolulu ve Balkanlı birçok alim ve arif vardır.
Konevî’den feyz alan Türkistan’lı Müeyyidüddin Cendî (öl.1300), Fergana’lı Sadeddin (öl. 1292), Hemedan’lı Fahreddin (öl. 1289), ilk Fusûs şarihleridir. Bu faaliyet Doğu dünyasında Kemalüddin Kaşanî (öl. 1329), Saiduddin İsfahanî (öl. 1334), Pir Ali-i Hindî (öl. 1431) ve Molla Cami (öl. 1492) ile devam etmiştir. Osmanlı topraklarında Davud-i Kayserî (öl. 1350) ile başlayan Fusûs üzerine Arapça çalışmalar, Bayezid-i Rumî (öl. 900), İdris-i Bitlisî (öl. 1515), İsmail-i Ankaravî (öl. 1632), Arapkirli Karabaş Veli (öl. 1685) ile devam ederken şair Nev’î (öl. 1598) ile ilk defa Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Balkanlarda Hacı Bayram-ı Velî’den feyz alan Gelibolu’lu Yazıcızade kardeşlerden sonra Sofya’lı Bali (öl. 1552) tarafından Arapça olarak şerhedilen Fusûsu’l-hikem Melamî-Ekberî bir çizgi izleyen Bosna’lı Abdullah’ın (öl. Konya 1644) Türkçe ve Arapça şerhi ile zirveye ulaşacaktır. XX. yüzyılda yapılan son şerh ise İstanbul’lu Ahmed Avni Konuk’a aittir.
Buhara’da Bahauddin Nakşbend’in yanında yetişen Muhammed Parsa’nın (öl. 1419) “Fusûs candır, Fütûhât kalb” cümlesini, Rusuhuddin Ankaravî Nakşu’l-fusûs’u ile Anadolu’da, Abdullah Bosnevî Tecelliyât’ı ile Balkanlarda tekrar edecektir. Hersek’li Arif Hikmet’in bu dünya ile olan ilişkisini ise dostu Mehmet Akif Ersoy açıklıyor:
Gâh ihya ederek Hazret-i Muhyiddin’i
Hep Fütuhat gelirdi o zaman telkini[5]
Bursa-İznik’te kurulan Osmanlı medresesinin müderrisi olan Davud-ı Kayserî tarafından Matlau hususi’l-kilem adıyla yapılan Fusûs şerhinin daha farklı bir fonksiyon üstlendiği de söylenmelidir: Bu eser bugün İran’ın Kum şehrindeki medreseler başta olmak üzere geleneksel eğitimin temel kitaplarından biridir. Bu anlamda Mesnevî gibi Şiî-Sünnî dünyanın ortak kitaplarından biri olarak değerlendirilebilir.
Bugünden düne doğru bakıldığında şu cümle rahatlıkla söylenebilir: XIII. yüzyılda Anadolu topraklarında pek çok dünya klasiği kaleme alınmıştır. Bu eserlerin birçoğu çeşitli dünya dillerine çevrilmiş ve çevrilmektedir. Söz konusu klasiklerin üç dili vardır: Arapça, Farsça, Türkçe. Biraz önce temas edilen Fusus Arapça’dır, Mesnevî Farsça’dır ve Yunus’un Divan’ı Türkçe’dir. Bu üç eser ve kardeşleri yaklaşık sekizyüz seneden beri sadece Türk dünyasını değil, bütün insanlık alemini aydınlatmaktadır. Evet! “bizim aydınlanma asrımız XIII. yüzyıldır” diyenler bir gerçeğe işaret etmektedirler.
Fusûs şarihleri gibi Mesnevî şarihleri de değişik ırk ve coğrafyalara mensuptur. Ancak Fusûs küçük bir kitap olduğu için şerhleri tamdır. Mesnevî yaklaşık 26000 beyt olduğu için bazı şerhleri tam değildir.
Doğu tefekkür ve felsefesinin zirve eserlerinden biri olan Mesnevî, Attar, Sadî geleneğini yaşatan ve geliştiren bir özelliğe sahiptir. O insanlara düşünmeyi, düşünerek kendini tanımayı, hikmeti kavrayabilmenin yollarını öğretmeyi hedeflemiştir. Neticede kendini tanıyan Rabbini tanıyacaktır. İşte sadece bir dörtlükte geniş bir tefekkür alanı:
Ben gören ve görmeyenim, uykudaki göz gibi
Zahir ve batınım, varım ve yokum gülsuyundaki koku gibi
Duruyor ve koşuyorum, üzengideki ayak gibi
Söyleyen ve susanım, kitaptaki yazı gibi
Mesnevî’yi Gelibolu’lu Mustafa Surûrî (öl. 1562) Farsça, Prizren’li Şem’î (öl. 1591) Türkçe şerhetmiştir. Ankara’lı İsmail Rusuhî Dede’nin (öl. 1631) Fatihu’l-ebyât’ı da yaygındır. Murad Buharî (öl. 1848) ve Selanik’li Kenan Rifaî de (öl. 1950) bu alana hizmet eden dervişlerdendir. Preveze doğumlu Abidin Paşa (öl. 1906) Mesnevî’nin I. Cildini altı cild halinde şerhetmiş ve yayınlamıştır. XX. yüzyıl şarihleri ise Tahiru’l-Mevlevî, Abdülbaki Gölpınarlı ve Şefik Can’dır. Türkistan’lı Molla Camii, Mevlânâ için “Peygamber değildir ama Kitab’ı vardır” derken Bosna’lı Fâzıl Paşa şöyle diyor:
Hazret-i Molla gibi varken ulu Sultanımız
Fâzıla, şâhân-ı gayre ihtiram etmek de güç.
Osmanlı’nın Bursa’sı
XV. yüzyılda Bursa’ya iki Buharalı derviş gelmiş ve tekke kurmuştur: Kübreviye tarikatına mensup Emir Sultan ile Nakşî-Melâmî bir çizgiyi temsil eden Ahmed İlahî. Emir Sultan şehrin doğusunda dergahını kurarken Ahmed İlahî Batıyı tercih etmiş ve bugün Çekirge semtinde Süleyman Çelebi’nin kabrinin bulunduğu yerde zaviyesini inşa etmiştir.
Emir Sultan’ın bize ulaşan eseri yoktur. Ancak Emir Sultan dergahı zaman içinde gelişerek, büyüyerek bir külliye haline gelmiş, camisi, türbesi, mezarlığı ve hamamıyla birlikte birçok ihtiyaca cevap vermiştir. Bu külliye asrımıza kadar ulaşmış, sahip olduğu vakıf imkanlarıyla birlikte bu şehrin merkez dergahı olmuştur. Bahar aylarında kutlanan Erguvan Bayramı da bu dergahın etrafında gelenekleşmiş dikkat çekici faaliyetlerden biridir. Bütün bu oluşumlarda onun seyyid olmasının da büyük payı vardır. Ravza-i Evliya’nın yazarına göre üç dilde eser veren Ahmed İlahî vahdet-i vucûd çizgisinde yürüyen dervişlerdendir.
Sadreddin Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb isimli eserini Şerh-i Miftâhu’l-Gayb adıyla Edremit’te bulunduğu sırada şerhetmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in emri ile yapılan bu şerhin yazılış tarihi 1475’dir.
Şebusterî’nin Gülşen-i Râz isimli eserini Şakâıku’l-Hakâyık adıyla şerheden İlahî’nin diğer eseri de Şerh-i Istılâhât-ı Miftâhu’l-Gayb adını taşımaktadır.
Divan ise XV. yüzyılın en güzel Türkçesiyle kaleme alınmıştır.[6]
İlahî mahlaslı bir başka sufî de Simavlı Abdullah’tır. Semerkant’ta Ubeydullah Ahrâr’ın yanında tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra memleketine dönen Abdullah İlahî, Nakşibendiyye’nin bu bölgedeki ilk temsilcilerinden biridir. Daha sonra Balkanlara Vardaryenicesi’ne geçerek dergâhını kurmuş Buhara bölgesinin rüzgarını Bosna’ya doğru taşımış ve orada vefat etmiştir (1491). Arapça, Farsça ve Türkçe’ye hakim olan İlahî’nin en dikkat çekici yönlerinden biri yaşadığı asırda idam edilen Balkanlı Şeyh Bedreddin’in meşhur Varidât isimli eserini Arapça Keşfu’l-Varidât adıyla geniş bir şekilde şerhederek onu savunmasıdır. Onun, Mesleku’t-Talibîn ve’l-Vasılîn ile Zâdü’l-Müştâkîn isimli eserleri Türkçe olup Osmanlı dönemi tasavvuf düşüncesini etkileyen eserlerdendir. Buharalı Emir Ahmed (öl. İstanbul 1516) onunla birlikte Simav’a gelmiş, daha sonra İstanbul’a giderek Nakşî dergahını kurmuştur. Emir Ahmed Buharî’nin en meşhur halifelerinden biri ise Lamiî Çelebi’dir. (öl. Bursa 1531) Abdullah İlahî’nin dostlarından olan Molla Camîi’nin meşhur eseri Nefehâtü’l-Üns’ü ilavelerle Farsça’dan Türkçe’ye çeviren de Lamiî’dir.[7]
Türkistan bölgesinde Zeynüddin Hafî’nin önderliğinde oluşan tasavvufî ekollerden biri de Zeyniyye’dir. Kudüslü Abdullatif Efendi, Hafî’nin yanında tasavvufî terbiyesini tamamladıktan sonra Konya üzerinden Bursa’ya gelmiş, bugün de Zeynîler mahallesi olarak bilinen yerde dergâhını kurmuş ve bu şehirde 1452 yılında vefat etmiştir.
Kudsî’nin Arapça olarak kaleme aldığı eserler tasavvuf ve İslam düşüncesinin değişik konularına ışık tutmaktadır. Sünnî çizgiyi korumada hassas olan Kudsî’nin yanında yetişenlerin en meşhuru ise Konyalı Şeyh Vefâ’dır. XV. yüzyıl İstanbul’unun -tabir caizse-entelektüellerini dergahında bir araya getirmeyi başaran Şeyh Vefâ’nın Astronomiye kadar uzanan geniş bir ilgi alanının olduğu bilinmektedir. Zeyniyye’de daha sonra Rumeli topraklarına uzanacak XVI. yüzyılda en parlak asrını yaşayacaktır.
Buhara atmosferinin Yesevî rüzgarlarını Anadolu ve Rumeli topraklarına taşıyan Tacikistanlı dervişin adı ise Hazinî’dir. Seyyid Mansur Kaşıktıraş’ın yanında yetişen Hazinî, II. Selim devrinde İstanbul’a gelmiş ve Cevâhiru’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr isimli Türkçe eserini III. Murad’a takdim etmiştir.
Namaz, oruç gibi ibadetlerin manevî boyutlarını açıklayan eserin büyük bölümü Yeseviyye’nin adab ve erkânına tahsis edilmiştir. Yer yer manzumelerle süslenen eserde Farsça metinler de vardır. Fuat Köprülü’nün 1919’da basılan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eserinde genişçe kullandığı bu önemli kaynak Cihan Okuyucu tarafından neşredilmiştir.[8]
Eserde yer alan Ahmed-i Yesevî ile ilgili bazı beyitler şöyle:
Hace Ahmed Şeyh-i Türkistan u Şam
Kutbu’l-Aktâb u tarîku arâ tamam
***
Ahmed-i sânidür ol sultan-ı Türk
Akıbet mahmud-ı serdâr-ı büzürk
***
Kutb-ı Arab, pîr-i Acem, şeyh-i Türk
Mürşid-i afâk u aciz ü büzürk
Yesevî kültürünün Anadolu ve Rumeli’deki uzantılarını bize aktaran bir başka kişi de Yesevî torunu olduğunu söyleyen Seyahatnâme sahibi Evliya Çelebi’dir.
Buhara, Bursa, Bosna üçgeninde örülen dinî, tasavvufî, hikemî, edebî dünyanın temel eserleri sıralanırken Sadî’nin (öl.1292) Bostan ve Gülistan’ı ile Hafız’ın Divan’ını unutmamak gerekir. Asırlardan beri insanlar bu eserleri okuyarak âhlak dünyalarını aydınlatmış, hayatı kavramış, fikrî ve felsefî yorumlarını geliştirmiştir.
Değişik dünya dillerine de tercüme edilen bu dünya klasiklerinin en büyük şarihi Bosnalı Sudî’dir (öl.1596). Sudî’nin Türkçe Bostan şerhi o derece tutulmuştur ki daha sonra yeniden Farsça’ya tercüme edilmiştir (Tebriz, 1352).
Hoca Mesut b. Ahmed tarafından XVI. yüzyılda manzum olarak Türkçe’ye çevrilen Bostan’ın en son tercümeleri Kilisli Rifat Bilge (İst. 1934) Hikmet İlaydın (Ankara 1947) ve Hakkı Eroğlu’na (Niğde 1945) aittir.
Gülistan’ı ise Seyf-i Serayî 1391 yılında Kıpçakçaya, Isbicabî 1398 de Çağataycaya çevirmiştir. Latince tercümesiyle birlikte Avrupa’nın doğu ucu Amsterdam’da 1651’de yayınlanan Gülistan’a birçok tercüme, şerh ve nazire (taklid) yapılmıştır.
Hafız’ın (öl.1390) Divan’ı Gelibolulu Sururî (öl.1562) ve Prizrenli Şem’î (öl.1598) tarafından şerhedilmiştir. Bosnalı Sudî ise, her ikisini de sert ve alaycı bir uslupla tenkid etmiştir. Konyalı Mehmet Vehbî’nin şerhi ise XIX. yüzyıl yadigârıdır.
Bursevî’nin Viyana Seferi
İbn Arabî Avrupa kıtasının doğu ucunda doğan velûd bir sufî olduğu gibi İsmail Hakkı Bursevî’de bu kıtanın batı ucunda (bugünkü Bulgaristan) doğan ve Osmanlı asırlarında en çok eser veren sufîlerden biridir. Üç dile de hakim olan ve Bursa’da 1725 yılında vefat ettiği için Bursevî diye tanınan bu dervişi bütün İslam dünyasına tanıtan kitabı Ruhu’l-Beyân isimli tasavvuf? tefsiridir.[9]
Divan’ının dışında yüzlerce şiirin sahibi olan Bursevî bir taraftan Mevlanâ’nın Farsça Mesnevî’sini şerhederken, diğer taraftan Türkistanlı Necmuddin-i Kübrâ’nın Arapça Usûlu’l-Aşere’sini şerhetmiştir.
O, Türkçe mensûr eserler kaleme alırken Şerh-i Ebyât-ı Yunus Emre, Şerh-i Ebyât-ı Hacı Bayram Veli gibi bazı Türkçe tasavvufî şiirleri de şerhetme ihtiyacını hissetmiştir. Benzer çalışmalarının en büyüğü ise Gelibolulu Yazıcızâde Mehmet Efendi’nin (öl.1451) meşhur Muhammediye isimli manzum eserini Ferâhu’r-Rûh adıyla nesir olarak şerhetmesidir.[10]
Onun en dikkat çekici şiirlerinden biri de -Yesevî dervişlerinin Batı’da ulaştığı son nokta-Viyana (Beç) önlerindeki Osmanlı ordusu için kaleme aldığı Münacaattır:
Hayli demdür şîşe-i ceşm-i cihân pür nem durur
Asker-i İslam’ı bir dem güldür Allah’um meded
Kalb-i mecrûh-ı guzata nusretün merhem durur
Cümlenün makûdu şimdi oldur Allah’um meded
On sekiz bin alemi var eyleyen sensin yine
Kimin ağyâr u kimin yâr eyleyen sensin yine
Narı İbrahim’e gülzâr eyleyen sensin yine
Güldür imanı vü küfri şoldur Allah’um meded
Garka-i hun-abe-i kahr u celal it kâfiri
İçmesün âb-ı zülal-i rahat-ı kalbi biri
Niçe bir itsün Muhammed ümmeti âh u gırı
Ortadan âsâr-ı zulmi kaldur Allah’um meded
Enfüs ü âfâkun ahvali perişandur bugün
Halk-ı alem âteş-i mihnetde biryândur bugün
Merd ü zen bî-tab olup derd ile giryandur bugün
Cümlenün kalbin ferahla toldur Allah’um meded
Niçe demlerdür ki İslam eli dir Allah bes
Vaktine merhûndur zahir husule bu heves
Menzil-i maksuda irgür gösterüp râh-ı savab
Sure-i innâ fetahna hakkı’çün kıl feth-i bâb
Hakkı-i bî çarenün eyle du’asın müstecâb
Niçe günlerdür ki gam-gîn-dildür Allah’um meded[11]
Horasan ve Türkistan erenlerinin kaleme aldığı tasavvuf? eserlere Selçuklular devrinde yenileri eklenmiş, bir kısmı daha önce yazılan eserlere yapılan şerhlerin yanında telif eserler de kaleme alınmıştır.
Selçuklularla birlikte oluşmaya başlayan tarikatlar tasavvuf dünyasına yeni bir görünüm kazandırmış, tarikatların yaygınlaşması dergâhların adedini çoğaltmış, dolayısıyla tasavvufî kültürün halka ulaşması kolaylaşmıştır. Osmanlılarla birlikte tasavvufî konuları Türkçe olarak ele alıp inceleyen eserler de kayda değer bir gelişme görülmektedir.
Türk Dünyasının his ve fikir birliğine hizmet eden eserlerden bir grubu da derviş şairlerin divanlarıdır. Yunus Emre’nin Divan’ı başta olmak üzere, Eşrefoğlu, Niyazî-i Mısrî, Kemal Ümmî, Kuddusî, Üftade, Hüdayî, İsmail Hakkı, İbrahim Hakkı, Şeyh Galip, Osman Şems gibi şahsiyetlerin manzumeleri asırlardan beri besteli-bestesiz insanların gönül ve beyinlerini beslemektedir.
Fuzûlî’nin Nağmeleri
XVI. yüzyılda Bağdat’ta yaktığı ışıkla hem Buhara’yı hem de Bursa ve Bosna’yı aydınlatan bir başka deha da Fuzulî’dir (öl.1556) Onun yüzlerce nüsha çoğaltılarak bütün Türk dünyasına ulaşan eserleri bir tarafa sadece Türkçe Divan’ının son iki asırda Tebriz, Taşkent, Bulak, Baku, Hive ve İstanbul’da defalarca basılması da önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Kullandığı şive ile Türk dünyasının tam ortasında olan bu “köprü” şahsiyetin Kerbela’daki mezar taşında bulunan beyti bir başka gerçeği mi gösteriyor:
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
Fuzulî’nin yüz kadar eseri de değişik formlarda ve farklı coğrafyalarda yaşayan musikîşinaslarca bestelenmiştir.
Filibeli İsmail Fennî’nin bestesi şöyle başlıyor:
Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidadı var
Âşık-ı sâdık benem, Mecnûn’un ancak adı var[12]
Edirneli Emin Ongan’ın bestenigâr şarkısı şöyle:
Perişan hâlin oldum sormadın hâl-i perişanım
Gamından derde düşdüm kılmadın tedbîr-i dermanım
Musul’da doğan Bağdat’ta vefat eden Osman Efendi’nin ilahisi hüzzam makamındadır:
Vaslın bana hayat verir firkatin memat
Sübhane Hâlıku haleke’l-mevte ve’l-hayat
Bursa Ramazan Baba dergâhında şeyh olan Bektaşî Süleyman Baba ise tanzim ettiği vakfiyede her yıl Muharrem ayında Fuzulî’nin Hadikatu’s-Süedâ isimli eserinin, 10 Muharrem’de ise hatim okunmasını istemiştir.[13]
Tel ve Ses Kudreti
Kültür ve medeniyetlerin “vazgeçilmezlerinden birinin de musıki olduğu bilinmektedir. Musikînin dili “edebiyatın dili”nden daha geniş bir alana nüfuz edebildiğinden önemi bir kat daha artmaktadır. Farsça bilmeyen bir insan Mevlânâ’nın şiirinden fazla bir şey anlayamaz. Ancak aynı şiirin âyin olarak bestelenmiş şekli insanı değişik ufuklara taşıyabilir.
Türkistan bölgesinde güfte ile bestenin en muhteşem terkibi Divân-ı Hikmet’le ilgilidir. Asırlardan beri bu eserdeki hikmetler makamla tek başına ve toplu olarak okunmakta, bu yolla insanlar dinî coşkuyu yakalamakta ve yaşamaktadır. Hikmetleri kadın cemiyetlerinde okuma geleneği “Yesevîhan Kadınlar” tarafından bugün de yaşatılmaktadır.[14]
Bu geleneğin Osmanlılardaki karşılığı Bursalı bir derviş tarafından kaleme alınan Mevlid’dir. Mevlid XV. yüzyıldan beri doğumdan ölüme kadar her çeşit merasimde makamla okunan ve zevkle dinlenen bir şaheserdir. Kısmen veya tamamen değişik dil ve lehçelere; Arapça, İngilizce, Almanca, Rumca, Arnavutça, Tatarca, Kürtçe, Çerkesçe’ye tercüme edilmiştir.
Bosnalılarla Mevlid’in ilişkisi nasıldır? Boşnakça tercümeleri var mıdır? Bu soruların cevabını Bosnalı alim M. Tayyib Okiç (öl.1977) uzun bir makalesiyle vermiştir. Bosna’dan kalkıp Erzurum Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’nde hocalık yapan Okiç’in Çeşitli Dillerde Mevlidler ve Süleyman Çelebî Mevlidinin Tercümeleri başlıklı makalesi, söz konusu Fakülte dergisinin I. sayısında yayımlanmıştır (Erzurum 1976). Burada Boşnakça tercümeler hakkında verilen bilgiler tekrar edilmeyecektir. Ancak Okiç’in annesiyle ilgili anekdotu -Yesevîhan kadınları – hatırlayarak okumak faydalı olacaktır:
“Mevlid cemiyetleri, bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi, Bosna’da da kökleşmiş dinî bir an’ane haline gelmiştir. Bilhassa gençlerin, Kur’ân-ı Kerim hatimlerinden sonra en çok karşılaştıkları merasim, Mevlid cemiyetleri olmuştur. Rahmetli validem -Türkçe bilmediği halde-Süleyman Çelebi Mevlidini, gerek kadın Mevlid cemiyetlerinde dinlemek, gerek harekeli taş basma Mevlid’leri okumak suretiyle, zamanla ezbere öğrenmiştir. Bir vesile ile Ankara’ya geldiğinde, komşularla sohbet ederken, söz Mevlid’den açıldı. Kendisi hemen oracıkta Süleyman Çelebi Mevlid’inden bir bahrı gayet kolaylıkla ezberden okuyuvermiştir. Dinleyenler bunu hayretle karşıladılar. Türkçe Mevlid’le paralel olarak Hâfız Salih Gaşeviç’in Boşnakça tercemesini de ezber biliyordu. Dînî mekteplerimizde de yıllık Mevlid merasimleri parlak bir şekilde yapılırdı. Böylece küçük yaştan itibaren, Süleyman Çelebi Mevlidi ve onun Boşnakça tercemesi ile ünsiyet kesbettiğimiz gibi, Mevlid’e ve dolayısıyla Ulu Peygamberimiz’e olan sevgimiz arttı. Paris’teki Türkoloji hocamız müteveffa Profesör Jean Deny, bir vesile ile ders esnasında Süleyman Çelebi ve Mevlid’den bahsederken, Mevlid’in hakikaten bir şaheser, müellifinin ise iyi, son derece samimi ve ince ruhlu bir şâir olduğu hükmünü verdiğinde, bundan gurur duymuştum. Kendisi bu nevi merasimlere ehemmiyet verirdi. Mevlid’in dışında, bilhassa Balkanlar’da, âdet haline gelmiş ve ekseriya bir ölünün ruhuna ithafen tertib edilen ‘tevhid’ cemiyetleri üzerinde durmuştur. Onun bahis ettiği tevhidler, Bulgaristan Müslümanlarında an’ane haline gelmiş merasimlerdir (bu tevhidlerin bir çeşidi olarak da ‘Yetmiş Bin Tevhid’-ki bu Türkçe ta’biri de oralarda olduğu gibi kullanılmaktadır-keza sık sık tertib edilmektedir) ki, Bosna Müslümanları arasında da halâ devam etmektedir. (Bugün dahi Bosna ve Yugoslavya’nın Müslümanlarla meskun diğer mıntıkalarında Mevlid merasimi çok yaygındır. İki ayda bir çıkan Meşîhat-ı İslâmiye organı olan ‘Glasnik’ ile İslam Din Görevlileri Cemiyeti-Cemiyet-i İlmiye-organı olan ve on beş günde bir çıkarılan ‘Preporod’ dergisinin hemen hemen her sayısında Mevlid törenlerine mahsus resimli yazılar neşredilmektedir: hele yeni inşa edilen veya tamiri biten eski camilerin açılışı vesilesiyle Mevlid merasimi vazgeçilmez hale gelmiştir”[15]
Kaşgar’la Bosna’nın Buluşması
Türkistan, Anadolu ve Balkanlar arasındaki kültürel alışverişin en dikkate değer buluşmalarından biri Kaşgarlı Seyyid Yakup’la ilgilidir. Kaşgar İmareti’nin elçisi olarak İstanbul’da bulunduğu yıllarda Bosnalı Tevfik Efendi’ye (öl. 1866) intisab etmiş, böylece Türk dünyasının adeta doğu ucu ile batı ucu Osmanlı başkentinde bir araya gelmiştir. Klasik Türk musikîsinin en büyük temsilcilerinden Abdulkadir Töre’nin (öl.İst. 1946) babası olan Kaşgarî (öl. 1897) Fusûsu’l-Hikem’i şerhettiği gibi Fahreddin Irakî’nin Lemeât’ını da şerhetmiştir.
Kaşgarî’nin şu rubâisi oğlu tarafından bestelenmiştir:
Yakub ki ne hangâh ehli ne deyr
Ne âlim-i vakfedir ne vakf-ı seyr
Hem fatiha hem hâtimesi cümlesi sen
Fethen bi’l-hayri vahtim bi’l-hayr[16]
Osmanlı dünyasını tel ve ses kudretiyle birbirine bağlayan bir başka derviş de Mevlevî Mustafa Itrî Efendi’dir (öl.1712) Bayramlarda okunan o muhteşem eser “Tekbir” ve teravih namazı kılınırken okunan “Salât-ı ümmiye”nin bestekârı olan Itrî, Halvetî dervişi olan diğer bir musıkî dehası Hafız Post’tan (öl. 1694) feyz almıştır.
Üsküplü Yahya Kemal Beyatlı 1940 da yazıp ömrünü Türk dünyasındaki tarihî eserleri korumaya vakfeden Rıfkı Melül Meriç’e (öl.1964) ithaf ettiği şiirine
Büyük Itrî’ye eskiler derler
Bizim öz musikîmizin piri
beytiyle başlamış
Musikîsinde bir taraftan din
Bir taraftan bütün hayat akmış
Her taraftan Boğaz o şehrâyin
Mavi Tunca’yla gür Fırat akmış
***
O ki bir ihtişamlı dünyaya
Ses ve tel kudretiyle hakimdi
beytiyle devam etmişti.
Eski Musikî başlıklı şiirinde ise Itrî Seyyid Nuh Hafız Post ve Dede Efendi’yi zikrederek vatanla musıkî arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir:
Bu neslin ortada dâhîcedir başardığı iş
Vatan nasıl karışır musıkiyle göstermiş
Netice
Türk dünyasının son on asrını doğru değerlendirip, isabetli tahlil ve tenkidini yapabilmek için bilinmesi gereken anlayışlardan biri de tasavvuftur. Ahmed Yesevî ile dünyamıza giren tasavvuf, kişinin dinî-hissî-ruhî hayatıyla yakından ilgili olduğu için ferdin ve toplumun zihniyetini oluşturan ve yönlendiren mekanizmaların başında yer almaktadır. Orta Asya’da tohumları atılan Yeseviye, Kübreviye, Halvetiye, Nakşibendiye, Ortadoğu’da günışığına çıkan Kadiriye, Sühreverdiye, Rifaiye, Sa’diye nihayet Orta Anadolu’da oluşan Bektaşiye, Mevleviye ve Bayramiye ile Türklerin din ve dünya hayatı arasında kopmaz bir bağ kurulmuştur.
Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılarla Buhara’dan Bursa ve Bosna üçgenine ulaşan bu mesaj medeniyetimizin “olmazsa olmaz” üç damarını da değişik oranlarda beslemiştir: İlim, fikir, sanat. Sözkonusu üçgen Kaşgar, Kahire, Kazan; Herat, Hama, Hersek veya Mezar-ı Şerif, Kudus-i Şerif ve Üsküp olarak da ele alınsa mesele değişmez. 1000 yıldan beri tasavvufla haşır neşir olan Türk dünyası bu beraberliğini “var” oldukça sürdüreceğe benzemektedir.
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 561-568