Bu Demokrasi İle Türkiye Nereye Gidiyor?
Günümüz Türkiye’sinde bir geçer akçe varsa o da demokrasi… Başka ne değer varsa hepsi unutturuldu. Bir tek boyutluluk ki demeyin gitsin: Ne çağdaşlık, ne eşitlik, ne adalet, ne ahlak, ne yurtseverlik, ne kalkınma… Varsa, yoksa demokrasi… Bir yaygaradır gidiyor, mangalda kül bırakılmıyor. Bana sorarsanız bu demokrasi tellalları samimiyetsizdir, art niyetlidir. Çünkü demokrasi böyle gelmez. “Ona benzer bir şey var ama…” derseniz, o da Amerikan patentli “Truva Atı demokrasi”… Yalnız “Truva Atı” mı, aynı zamanda lider demokrasisi!…
Bir gazetede okumuştum: 1950’li yıllarda yere tüküren bir adamı “yasak kardeşim” diye uyarmışlar, adam “artık yasak yok, memlekette demokrasi var” demiş. Ben de hatırlıyorum çocukluğumdan böyle bir olayı. Tesadüfe bakın, benimki de 1950’li yıllara rast geliyor. Yaşım 15’ler olmalı. Bir gün sokakta yürürken, iki amcanın konuşmasına kulak misafiri oluyorum. Yaşlıca olanı, genç olana sesleniyor:
-Sen nerelerdesin Ali, Annen evinde yalnız, perişan. İnsan annesini bir arayıp sormaz mı?
Genç adam yanıtlıyor:
-Ne sandın, memlekette demokrasi var. İstediğimi yaparım, kimse karışamaz bana.
İşte demokrasi aşağı yukarı böyle anlaşıldı Türkiye’de, bugün de öyle. Demokrasinin aynı zamanda bir adam olma, bir ahlak, insana saygı ve kurallar düzeni olduğu işlenemedi kafalara. Bir ülkeye demokrasiyi yerleştirmek isteyenler, aynı zamanda, onunla birlikte müthiş bir eğitim-öğretim seferberliği başlatmak ve sonuna kadar götürmek zorundadır. Bu temel koşul, Türkiye’de ne yazık ki yerine getirilemedi. Başlangıçta büyük bir heyecan ve gayretle yürütülen çalışmalar zamanla gevşedi, zayıfladı.
Sonuç ne oldu peki? Ne olacak, rejim kolayca Emperyalizm’in Truva atı haline geldi. Bilindiği gibi demokrasi İsmet Paşa zamanında Amerika tarafından dayatılmıştır ülkemize. Bence bugünkü perişan halimizin ilk sorumlusu İsmet Paşa ve kadrolarıdır, sonrakileri saymıyorum. Atatürk gerçekçi ve uzak görüşlü idi, iki deneme yaptı, tehlikeyi gördü ve hemen geri adım attı.
Peki, dışardan rejim dayatmanın anlamı nedir? Yanıtım şudur: Derin Merkez; Çevre ülkelerine “Liberal Demokrasi” adı altında, sadece emperyalist sömürüye hizmet eden bir tür “sahte demokrasi düzeni”ni, içerdeki adamlarıyla işbirliği yaparak zorla uygulamayı bir strateji olarak benimsemiştir. Onun ve işbirlikçilerinin demokrasi avukatlığı, ilk bakışta çoğu insana iyi bir şeymiş gibi görünür. Oysa kazın ayağı, öyle değildir. Dayatılan rejim aslında bir Truva Atı işlevi görmekte; Çevre ülkelerinin, örneğin Türkiye’nin yapılarını, ihtiyaçlarını ve çıkarlarını hesaba katmamaktadır. Çoklukla bilgisiz, hamiyetsiz ve işbirlikçi kadrolara iktidar yolunu açarak, başta ABD olmak üzere, Emperyalizm’in ve onun yerli ortaklarının çıkarlarını güden bir düzen halini almaktadır. Bu sonucun bir sebebi de, aydınlarımızın Batı’dan bir şeyler alırken, onu kendi yapımıza, kendi koşullarımıza -bilerek ya da bilmeyerek- uydurma zahmetini göstermemeleridir.
İki değerli yazarımız, bakın neler diyor bu konuda…, önce Cem Yağcıoğlu:
“Demokrasi dedikleri, kapitalizmin tetikçisinden başka bir şey değildir! Faşizmin taşıyıcı annesi demokrasiyle bir yere varılmaz!” Ve ekliyor : “İnsanlar neden demokrasiye bir türlü toz konduramazlar? Oysa demokrasi, kapitalizm denen sömürü aracının bir numaralı payandası değil midir? ABD denen, çakma demokrasinin en vahim yaşandığı bir ülkede, başkan seçilebilmek için çıkar gruplarından ve lobilerden habersiz bir adım atamazsınız.
Ve Barış Doster: Günümüzde demokrasi sözcüğü tam bir psikolojik harp malzemesi, toplum mühendisliği aracı haline dönüşmüştür. Soros, iktidarları “demokrasi” adına devirmiş, ABD Afganistan ve Irak’ı “demokrasi” adına işgal etmiştir. Türkiye “demokrasi”, hem de “ileri demokrasi” adına bölünmektedir.
“Son yetmiş yılın Türkiye’sinin tarihini birkaç sözcükle özetle” deseler bana, şöyle derim: Demokrasi diye diye devlet gitti, elde demokrasi kaldı. O da demokrasi olsa, gerçek demokrasi olsa… Bir “ucube” desem yeri… İthal demokrasi, “eğreti demokrasi” ancak bu kadar olabiliyor. Toplum eğitim fukarası olunca “ithal demokrasi”de iktidar ayaktakımının oluyor. Bir yandan da rejim “lider demokrasisi”ne dönüşüyor. Aynı zamanda devlet teşkilatı da kalitesiz insanlarla dolduruluyor. Böylelerinden başka ne beklenebilir ki? Amerika gibi haydut bir devlet, onun anası Avrupa, bu iflah olmaz sömürgeciler ve işbirlikçileri boşuna mı cehaletin yaygın olduğu, henüz uluslaşmamış toplumlarda “demokrasi” dayatması yapıyor?
Bugün Atatürk Türkiye’si kimlerin eline geçmiş bulunuyor, bir bakın: Devlet yönetiminde deneyimi olmayan, bu alanda başarısı görülmemiş, denenmemiş, gelişigüzel kimselerin elinde Türkiye… Bir göstermelik “demokrasi” rejimi uğruna Devletimizin ve Milletimizin aziz varlığı düşük kıratta, türedi insanların keyfine mi bırakılmalıydı? Bu Türkiye’ye reva görülen şey, “demokrasicilik oynayacağız” diye Türkiye Cumhuriyeti’ni bozuk para gibi harcamak değilse nedir? Kime yarıyor bu ölçüsüz “cici demokrasi” putperestliği? Yalnızca Amerika’ya ve onun yerli ortaklarına yarıyor, kendilerini AB kisvesi altına gizleyen emperyalist güçlere, parababalarına, ulusötesi şirketlere yarıyor. Kanıt mı istiyorsunuz, alın size eski CIA ajanı Philip Agee’nin itirafları:
-“Liberal demokrasi ve çoğulculuk denen şey sonuçta amaçlarımız için bir araçtı.
-Özgür seçimler demek, gerçekte bizim desteklediğimiz adaylara gizliden para ödeyerek müdahale etmemiz demekti.
-Hür sendikalar demek, bizim kendimize bağlı sendikalar kurma hürriyetimiz demekti.
-Basın özgürlüğü demek, bizim hazırladığımız materyalleri kendisi yazmış gibi yayınlayan gazetecilere ödeme yapma özgürlüğümüz demekti.
-Seçilmiş bir hükümet, ABD’nin iktisadi ve siyasal çıkarlarını tehdit etmeye başlarsa görevden uzaklaştırılmalıydı.
-Sosyal ve ekonomik adalet, halkla ilişkilerde hoş kavramlardı, hepsi o kadar… “
Böylesine çarpıtılmış, yozlaştırılmış bir rejimin oluşturduğu heyetler, Türk ulusunun çıkarlarını koruyabilir mi? Tekrarlıyorum: Türkiye’de gerçek demokrasi yok! Çünkü bir ülkede belirli çıkar grupları halk yığınlarının iradesini saptırıyorsa, o rejim kesinlikle demokrasi değildir, olsa olsa oklokrasidir.
***
Demokrasinin eğitim-öğretim koşulu üzerinde ne kadar durulsa yeridir…, öyleyse duralım. Alman filozof Nietzsche
Neithezcheğini çalan zalim…… ve madrabaz hainlerd(Niçe)’nin ünlü bir sözüyle başlayalım: Cahil bir toplum özgür bırakılıp kendine seçme hakkı verilse dahi hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir.
Nietzsche öz olarak “cahil toplumla demokrasi olmaz” demek istiyor. Haklıdır, ancak -dolaylı olarak- çözümü de gösteriyor bize: “Ey yurtsever aydınlar! Bir araya gelin, el ele verin, halkınızı olabildiğince cehaletten kurtarın.”
Atatürk’ün bizden istediği de bu değil miydi?
Gerçek demokratik rejim, ithal yoluyla değil, ancak bilimle, eğitim ve sanayileşme ile birlikte, onlarla yan yana gerçekleşir ve gelişir. Ne var ki Türkiye’de bu birliktelik, demokrasinin yerleşmesi için elverişli ortam, gerekli nesnel koşullar oluşturulamadı. Halk yığınlarının çağdaş eğitimden yoksun bırakılması, halka bilgi ve gönencin götürülmemesi; demokrasi uygulamasının, biçimsel, içi boş kalması sonucunu doğurdu. Bilgisizliğin kol gezdiği bir ortamda, gerek halk egemenliği, gerekse halk lehine politikalar kolayca engellendi.
Böyle bir rejimde halk iradesi rahatlıkla saptırılabiliyor. Halkın temsilcileri halk aleyhine kararlar alabiliyor. Oysa gerçek demokrasi halkın lehine işler. Bir şahsiyetin haklı olarak dediği gibi, halkın iradesini saptıran demokrasi, demokrasi değildir. Bizim demokrasimiz, kendimizi aldatmayalım, gerçek bir demokrasi değil, demokrasi örtüsü altında bir tür oligarşi rejimidir, “sadaka demokrasisi”, “lider demokrasisi”, bir “dostlar alışverişte görsün demokrasisi”dir. Güçlü menfaat gruplarının kendi çıkarlarını sağlama, maksimumlaştırma ve sürdürme aracından ibarettir. Gerçek demokrasi, Atatürk’ün Halkçılık ilkesine dayanan, millî iradeyi ve millî egemenliği tam olarak yansıtan, gerçekleştiren, katılımcı bir demokrasidir. Yukarda değindim, Atatürk iki kez çok partili rejime geçiş denemesi yaptı. İkisinde de kısa sürede geri adım attı. Çünkü yurtseverdi, gerçekçi idi, ufkun ötesini görüyordu.
Biz bu durumdan şu dersi çıkarmalıyız: Evet, halkımız böyle, halkımız şöyle[1]… İyi de biz ne yapmalıyız? Benim yanıtım şudur: Bu kuşak yitirildi, gelecek kuşakları kazanmalıyız! Bütün gücümüz ve birikimimizle halka koşup onu kucaklamamız, aydınlatmamız, onunla el ele vererek gerçekler hakkında bilinçlendirmemiz lazım, başka çıkış yolu yok. Atatürk de bu yolu göstermişti bize.
Demokrasiyi disipline etmek, halkımızı eğitmek zorundayız. Halk seçti diye, meclis seçti diye devleti, milleti, bütün geleceğimizi acemi, bilgisiz, ahlaksız kaptanlara teslim edemeyiz. Okyanusta, fırtınalar içinde yol alan bir geminin kaptanını yolcular mı seçmiştir? Diyelim ki kaptan aklını yitirdi, işini yapamıyor; yeni kaptanın seçimini yolculara mı, onların takdirine, oylarına mı bırakacağız? Bertrand Russell ne diyor: Yanlış bir şeyi milyonlarca insan söylese de, o yine yanlıştır.
Öyleyse, ne gerekiyor? Elbette ne teslimiyet gerekiyor, ne başka bir rejim!… Yalnız ve yalnız eğitim…, Atatürk’ün yana yakıla, âdeta paralanarak öğütlediği gibi! Halkın, oy verenlerin, demokrasinin terbiye edilmesi gerekiyor! Peki nasıl? Elbette bilimle, elbette sosyal ahlakla!…
Türkiye’deki uygulaması ile demokrasi halk yığınlarının en vahşi ölçülerde sömürülmesi sonucunu doğuruyor. Cem Yağcıoğlu’nun vurguladığı gibi: “Demokrasiyi yazıldığı gibi değil, okunduğu gibi algılamalıyız. Siz hiç demokrasi denen illetin masaya yatırılıp, tartışıldığını gördünüz mü? Göremezsiniz, Görmeniz engellenir. Zenginliğe doymayıp ‘daha daha’ diyenlere bu imkânı tepside sunan sistemin adı demokrasidir! Seçtiğinizi sandığınız seçilmişler tarafından yolunduğunuz sistemin adıdır demokrasi!”
Bu sömürünün önlenmesi yalnızca halkın yeterli derecede bilgili olması, uyanık olması ve en etkin şekilde örgütlenmesi ile mümkündür. Halk çeşitli dernekler, meslek kuruluşları,… şeklinde örgütlenmeli ve bu örgütlere en ileri derecede sahip çıkmalıdır. Örgütler mevcut siyasal iktidarı en sıkı şekilde takip ederek, kontrol ederek, halkı bilgilendirerek, halkın dış ve iç mutlu azınlık tarafından sömürülmesine karşı elinden geleni yapmalıdır. Eşit oy’un sakıncalarını gidermenin en sağlam yolu da, bilim ve ahlak yönünden ülkede insan kalitesini olabildiğince yükseltmektir.
***
Demek ki iş halkın önüne sandık koymakla, birilerini milletvekili seçmekle, mecliste çoğunluğu ele geçirmekle bitmiyor. Asıl iş ondan sonra başlıyor. Seçilmişlerin, kim olursa olsun, bir şahsın emrine girmemesi gerekiyor. Türkiye’de olan ise bunun tam tersidir, gerçek aydınlarımızdan, yüksek ahlaklı politikacı ve devlet adamlarımızdan Kâmran İnan’ın vurguladığı gibi: Türkiye’de parti, liderin mülküdür. Ne teşkilat, ne parlamenterler lidere ters düşemez. Fikir özgürlüğü yoktur. Lider mutlak egemendir. Dışarıya karşı demokrasiyi savunan siyasi partilerimiz, iç yapı ve işleyişleri itibariyle demokratik olmaktan uzaktır.
Bugün öyle bir noktaya geldik ki Türkiye’de artık Yasama’yı da, Yürütme’yi de, Yargı’yı da belirleyen ve güdüp yönlendiren tek kişidir! Bu demektir ki ülkemizde egemenlik tek bir şahsa aittir. Söyleyin o zaman, bu nasıl bir demokrasidir?
Atatürk bu tehlikeyi çok önceden görmüş. Doksan yıl öteden, bakın nasıl sesleniyor bize:
– Milletimizin biricik ve hakiki temsilcisi TBMM’dir. O yalnızca milletimizin emrine itaat etmekle yükümlüdür.
-Millet egemenliğini elinde tutar. Bu yetki asla tek bir adama verilemez.
-Kendilerine milletimizin kaderi emanet edilmiş insanlar, Meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet şu yükümlülüklerini çok iyi kavrayıp benimsemiş olmalı, bu konuda asla ihmal göstermemelidir: Kendilerini iktidara ve yetkili makamlara getiren irade ve egemenliğin sahibi, Türk milletidir. İktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Milletin kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakikî ve sağlanabilir menfaatleri yolunda kullanmakla yükümlüdürler.
-Ey Milletim, egemenliğini geçici de olsa tevdi edeceğin meclislere bile gereğinden fazla güvenme. Çünkü meclisler de doğru yoldan sapabilir, despotluk yapabilir. Üstelik bu, şahsî despotluktan daha tehlikeli olabilir. Vekiller ve temsil edilenler arasında temel sorunlar üzerinde anlaşmazlık çıkabilir. Öyle kararları olabilir ki meclislerin, milletin hayatına giderilmesi imkânsız zararlar verebilir. Millet her olasılığa karşı egemenliğini korumaya mecburdur.
***
Milletimizin yetiştirdiği değerli düşünürlerden, erken yitirdiğimiz, felsefeci, bilim adamı Durmuş Hocaoğlu[2] bir makalesini şu güzel satırlarla taçlandırıyordu: “Demokrasi karmaşık bir sistem, zor bir sistem, pahalı bir sistem, bedeli yüksek bir sistem; çünkü bir “fazîlet rejimi” olma iddiasında ve yine çünkü kendi kendini yönetebilme ehliyet ve liyâkatini hâiz kaliteli bir insan topluluğunu âmir. Böyle bir insan topluluğu yoksa, Demokrasi çürür ve Demokrasi’nin çürümesi de oklokrasiyi yaratır.”
Ve Türkiye… “İlerde Türkiye, “bir zamanlar bir ülke vardı, öyle câhildi, öyle câhildi ki, işçileri câhildi, köylüleri câhildi, okumayanları câhildi, okuyanları câhildi, hattâ âlimleri bile câhildi; çöküşü de câhillikten oldu” diye kayda geçecek. Sığlık bu mertebede…”
Koca düşünür ne kadar doğru söylemiş, akıllanmazsak, sonumuzu nasıl da haber veriyor bize!
- Halkımızın %80’i gazete okumuyor, %75’i eline kitap almıyor, 13 milyon insanımız ilkokulu dahi bitirmemiş, 4,5 milyon yurttaşımız okuma yazma bilmiyor.
-
www.durmushocaoglu.com.