Bozkır toplumlarının ateşi nasıl buldukları ya da hangi amaçlarla kullandıkları gibi sorulara yapılan araştırmalar sonucunda cevaplar bulabiliyoruz. Burada ilk göze çarpan olgu bozkır topluluklarının ateşin bulunuşuyla ilgili farklı görüşleri ortaya koymalarıdır. Bozkır toplumlarındaki Şamanistlerin inancına göre doğada beş kutsal unsur vardır: Ateş, demir, toprak, su, ağaç. Bu beş element beş tarafı temsil etmekteydi. Ve bu şaman inancına göre tanrı Ülgen insanlara ateşi şöyle öğretmiştir: Ülgen gökten biri kara, biri ak iki ateş gönderdi. Kuru otları avucunun içinde ezerek bir taşın üzerine koydu, sonra eliyle bu otların üzerine vurdu. Çıkan kıvılcımlardan otlar ateş aldı. [1]
Bozkır topluluklarından Göktürkler’in, ateşin ortaya çıkışı ile ilgili görüşlerinin şu şekilde olduğu kaydedilmiştir: Göktürkler’in ataları, Hunların kuzeyinde bulunan Sou ülkesinden çıkmışlardı. Göktürk atalarının yedi kardeş olduğundan bahsedilir. En küçük kardeşleri kurttan doğmuştu ve tabiatüstü bir güce ve özelliğe sahipti. Rüzgârın esmesi ve yağmurun yağması için emirler verebiliyordu. Onun, Yaz ve Kış tanrılarının kızlarından olan iki karısı vardı. Bu eşlerinden doğmuş dört oğlu vardı ve en büyüğü oymağı ile birlikte bir yenilgiden sonra dağların üzerinde yaşamak zorunda kaldılar. Bu dağların çok soğuk olmaları nedeniyle onun oymağı soğuktan çok sıkıntı çekiyor ve ısınmanın yolunu bulamıyorlardı. Bu dört çocuğun en küçüğü orada ateşi bulmuş ve oymağını ısıtabilmişti. Böylece oymak Halkı da ölmeden yaşamanın bir yolunu bulmuştu. Bunun üzerine diğer üç kardeş toplanarak onu başkan seçmişler ve ona Türk unvanını vermişlerdi.[2] Bir başka bozkır topluluklarından olan Yakut Türklerine göre ateş, göklerin üçüncü katında oturan Ulu-Toyon tarafından ateş kargası yoluyla insanlara gönderilmişti.[3]
Ateşin bulunması ile ilgili diğer inanışlar, masallarda da yer alır. “Bir Buryat masalında ateşin mucidi olarak kirpiye benzeyen bir hayvan kabul edilir. Önceleri karısıyla yalnız yaşayan bir insan olan kirpi, ateş yakmasını bilen tek kişiydi. Bir gün haylaz çocuklar onu kızdırdığı zaman sırrını (ateşin nasıl yakıldığını) kimseye söylemeyeceğine dair söz alarak karısına söyledi. Fakat Tanrıların adamın sırrını açıklamak için yolladıkları bir şahin; kirpinin karısına çakmak taşının nerede olduğunu, çeliğin nasıl yapıldığını ve ikisiyle ateşin nasıl yakıldığını anlatarak dinledi ve bu sırrı Tanrılara söyledi ve buradan insanlar ateş yakmayı öğrendiler. Sonra bu kirpinin nesli “Porcupine” denilen kuş haline geldi.[4] Yine burada ateşin bir ongun ile ortaya çıktığı görülmektedir.
Zerdüştlükteki ateş kültü ile Göktürk ateş kültü yalnızca dış görünüş itibariyle benzerlik göstermektedir. Bu inanışa göre, İran’da ateşe tapılırken, Göktürkler’de ateşle kötü ruhlar kovulmakta, yani ateş büyü unsuru olarak kullanılmaktadır.[5] Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki Türklerde ateş bir tanrı değildir. M.S. 7. Yüzyılda Bizans tarihçisi Th. Simokattes, Göktürklerin, kutsal saydıkları ateşe, suya, toprağa kutsiyet atfettiklerini söylemiştir, fakat yalnız, yerin ve göğün yaratıcısı saydıkları Tanrı’ya taptıklarını belirtmiştir.[6] Ateş, Türklerin “Türk” adlı bir atası tarafından keşfedilmiş veya bir Altay Destanı’na göre ise Tanrı, dağlardaki taşları ve ağaçlardaki kavları insanlara göstererek ateş yakmalarını öğretmişti. Böylece Türk düşüncesinde ne insan ruhu ateşten yaratılmıştır ne de insanın yaratılışında en üstün vasıflı unsur ateştir.[7]
Kuzeylerde eski Türk geleneklerinde ateş kendi kendine doğmuş ve yanmıştır. Ne yıldırımlara ne kıvılcımlara ve ne de odunun, herhangi bir yardıma ihtiyacı olmadığı anlayışı mevcuttur. O başlangıçtan beri kendi kendine bir varlıktır.[8] Ateşin güneş ve aydan geldiğine, yani gökten geldiğine inanılmış ve ona kutsiyet atfedilmiştir. Bu suretle Göktürkler ateşe olağanüstü bir saygı gösterirler.[9] Bunun içinde bazı şaman dualarında “ay ve güneşten ayrılmışsın”, “İlker yıldız arkadaşın Tanrıdan fermanlısın” denilmiştir.[10]
Bozkır Kavimlerinin Kültürlerinde Ateş
Bozkır toplumları sosyo-kültürel hayatlarında ateşi sadece bir araç olarak değil, ayrıca temizlenme, arınma ve iyileştirici özellikleriyle saygı duyulan bir unsur olarak görmüşlerdir. Kültürel hayatlarında bir araç olarak kullandıkları ve saygı duydukları ateş arkeolojik verilerin ışığında gün yüzüne çıkarılmıştır. Aşağıda da değineceğimiz konular bozkır toplumlarının yaşamlarında ateşin sosyo-kültürel yeri hakkındadır.
Ateşi baba bulup yakar, ocağın başında ocak işleri için ise ana oturur. Bir Altay şaman duasında şöyle deniyordu: “Atamızın yakmış olduğu alevli ateş, anamızın gömdüğü taş ocak”. Üç ateşi tutuşturup veren, üç ocağın saç ayaklarını bağlayıp veren de, Tanrı Ülgen, yani bir erkek ata idi. [11]
Diğer taraftan Türklerdeki ateş kültü ile ocak arasında da yakın bir ilişki bulunmaktadır. Zira “ocak” sözü Eski Türkçe’de Ateş anlamına gelen “od” kelimesinden çıkmış bir kelimedir. Ocak ateşin bulunduğu yer demektir.[12] Yakut Türkleri eski evdeki eski ateşi, yeni eve taşıyorlardı. Ailenin en büyüğü, eski ateşin korlarını, bir kürek içine koyuyor ve yeni evin ocağına okuyup, yeni bir ateş yakıyordu. Bundan sonra da, “Ateş-Ana” için bir dua söylüyorlardı. Kardeşler evlenip, ayrıldıkları zaman da, en küçük oğul eski ateşin sahibi oluyordu. “od-tegin” yani ocağın Prensi gibi unvanlar Türklerde küçük oğullar için söylenirdi.[13] “Otçiğin” ateş prensi adında ailenin bir küçük çocuğu vardı. Onu otçiğin yani ateşe bağlı olan ve evi koruyan olarak adlandırıyorlardı. Türklerin ve Moğolların geleneklerine göre mirasın paylaşılmasından sonra kalan her şey en genç oğula verilmekteydi.[14]
Türkler, ateşe kutsal bir unsur olarak saygı duymuşlardır. Eskiden beri Türk toplulukları arasında ateşin gökten indiği ve onun temizlenme, arındırma ve saflaştırma gücüne sahip olduğu inancı yaygındı. Altay ve Yakut Türkleri, ateşin varlığında bulunduğuna inandıkları bu güce veya ruha, bugün “ot idi”, yani “ateş sahibi” adını vermektedirler. Ateş vasıtasıyla varlıkları ve eşyaları temizleme, arındırma ve saflaştırma inancına hemen hemen bütün Türk topluluklarında rast gelinmektedir. Mesela, Göktürk kağanını ziyaret eden Bizans elçisi, iki ateş arasından geçirilmek suretiyle her türlü kötülükten arındırılmıştır.[15]
Aynı şekilde Yakut Türkleri de, ava çıkmadan önce ateşin üzerinden atlamak ve tütsülenmekle elbiselerini ve silahlarını temizlediklerine inanıyorlardı. Bu inançtan dolayı özellikle kadınların adet görme ve doğum hallerinde silah takımlarına dokunmamaları gerekiyordu. Dokundukları takdirde ise bu silah takımlarının ateşte temizlenmesi gerekmekteydi.[16]
Göktürklerin kötü ruhları yok ettiği anlayışını, 6. yy’da Batı Göktürkleri İstemi’ye elçi olarak giden Bizanslı Zemarkhos’tan öğrenilmekteydi. Zamarkhos ve elçilik heyeti, Hakan’ın huzuruna çıkmadan önce, yanmakta olan ateşin etrafında döndürülmüş ve böylece kötülüklerden arındırılmaya çalışılmıştır.[17] Bizans elçisi burada şu bilgileri vermiştir: “Çalıdan Ateş yakmışlardı ve Göktürk diliyle Bizanslılarca anlaşılmaz bir takım sözler homurdanarak, zillerle, davul eşliğinde dehşetli bir ahenk tertiplemişlerdi. Sonra gürültü gittikçe artmış ve nihayet kötü ruhları ortadan kovmak için, yanan dalları gezdirirken, çılgınca tepinip haykırmaya başlamışlardı. Göktürklerle Sogdların, hepsinin şeytanları kovalanmıştı, lakin bu garip törenden Bizanslılar da yakalarını kurtaramadılar. Ayrı bir saygı alameti olarak Zemarkhos’u Göktürkler kendi ateşlerinden geçirdiler”.[18] Bizans elçisine şunu açıkladılar; “Bu ateşin arasından büyük bir huzurla geçiniz. Çünkü bunu sadece efendimize karşı herhangi kötü bir emeliniz olmasına veya zehir getirmeniz olasılığına karşı yapmaktayız. Bu durumda Ateş her türlü kötülüğü ortadan kaldırmaktadır.”[19] Türk hükümdarı Tong Yabgu, ateş unsuruna gösterdiği saygıyı, ateş özü olduğu sanılan ağaç unsuruna da gösteriyor ve ağaçtan bir tahta oturmak istemiyordu. Gardizi’ye göre Türklerin ateşe olağanüstü saygısı bu unsurun her şeyi temizlediği düşüncesine dayanıyordu.[20]
Ateş tanrısı ile ilgili inanışlar Hıtay Devleti’nde yapılan devlet törenlerinde görülmektedir. Bu törenlere Hıtay İmparatoru da katılıyordu. “… Yılın son gününden Bir gün önce büyük bir vezir.. sarayın ileri gelenlerinin toplanmalarını emrediyordu.. tuz ile koyun yağı, yakılmak için bir sobanın üzerine konuyordu. Şamanlar ve baş şaman kendi protokolleri içinde ateş tanrısını çağırmak için ilahiler okuyorlardı. Bundan sonra yapılan törende Hitay imparatoru göğe iki tane ok atıyordu. Ondan sonra ateş yakılıyordu..” Bahaeddin Ögel’in görüşüne göre bu ateş Tanrı ile haberleşme olarak nitelenmektedir. Ayrıca ok atmayı da bunun bir delili olarak göstermektedir.[21] Ateş, İmparatorun tahta çıktığını, göğe haber veriyor. Vezirler, kurban sunmak üzere bir çeşit sunak olan “altar” dikilmesini emrettiler… İmparatorun tahta çıkışını göğe haber vermek için odun yığını yakıldı.[22]
Altay Türkleri arasında ateşin güneşin elçisi olduğuna dair bir inanış vardır. Büyük Türk topluluklarının devlet törenlerinde büyük bir ateş yakıldığı ve bu büyük ateş vasıtasıyla göğe, yani Tanrı’ya haber ulaştırıldığına şahit olunur. Bu bilgiden anlaşılmaktadır ki, Türklerde ateş; Zerdüştlükte olduğu gibi tanrısal bir güç olarak algılanmamakla birlikte Tanrı ile insanoğlu arasında iletişim kuran bir araç olması hasebiyle kutsal kabul edilmiştir.[23]
Altay Türklerinde yabancılar ateş kültü ile ilgili seremonilere katılamıyorlardı. Evlenme yoluyla başka bir aileye geçmiş olan kızlar da bu haklarını kaybetmiş oluyorlardı. Yakut Türklerinde de, yabancılar bir evin ocağının ışık çizgisi denen bir sınırı, aşıp ocağa yaklaşamazlar. Nişanlı kızlar da nikâh gerçekleşmemişse ocağın ateşinden hiç bir şekilde yararlanamazlar ve kullanamazlardı, yani o eve henüz yabancı sayılırlardı.[24]
Yakut Türkleri ailece sofraya oturdukları zaman, özellikle akşam yemeklerinde, ilk lokma veya içkinin ilk yudumu ilk önce ocağa veriliyordu. Sofradaki kişiler bu saçıyı yapmadan yemeğe başlamıyorlardı. Yakut Türklerine göre bu çok eski bir gelenek idi ve ilk lokma, ilk kaşık, ilk yudum ocağın hakkıdır diyorlardı. Ocak ateşinin üzerimizde bir hakkı olduğuna inanıyorlardı.[25]
Ölümle ilgili her şeyin, savuşturulması gereken büyük bir tehlike içerir. Ölenin akrabalarının ve onun evinde yaşayan herkesin kendilerini ateşle arındırması gerekir. Ölen kişilerin yatak takımlarını iki ateş arasından geçirerek temizliyorlar ve ölene ait her şey ateşle arındırılmasına dek bir kenara konmaktadır. Aynı şekilde yıldırımla çarpılmış her şey de arındırılmaktadır.[26]
Bozkır toplumlarının en eskilerinden olan İskitler, ölüyü gömdükten sonra kendilerini temizlerler başlarını iyice ovarak yıkarlar, gövdelerini temizlemek için bir tören yaparlar. Yere üst uçları birbirine eğik üç kazık çakarlar, üzerine çepeçevre keçe sararlar keçelerin içerisinde ve kazıkların ortasında bir tekne vardır, iyice kızdırılmış birçok taş getirilip bu teknenin içine koyarlar. İskitler kenevir tohumunu alırlar ve anlattığımız keçe örtülerin içerisine girerler ve bu tohumları kızgın taşın üzerine atarlar, tohum taşa deyince tütmeye başlar ve buhar çıkarır. Bu, onlar için bir yıkanma yerine geçer. Çünkü gövdelerine hiç su değdirmezler.[27]
Göktürk çağında Kırgız Türkleri, yani bugün ki Yenisey Yazıtlarının çevrelerinde, o çağda yaşayan Türkler ölülerini yakıyorlardı. Bunu hem Çin hem de Arap kaynakları yazıyorlardı. Çin imparatorunun Göktürk Kağanı İl-Kağan’a yazdığı bir mektubunda, “Göktürkler’in artık ölülerini yakmadıklarını atalarının yolundan ayrıldıkları için tanrının hışmına uğrayacaklarını”, yazıyordu. Başka bir yerde Göktürkler’in ölülerini yaktıklarına dair herhangi bir belge yoktur.[28]
Yakutlar “and” törenlerini Ateş ve Ocak karşısında yaparlar. And yapıldığı sırada kişiler arasında “büyük babamız ateş karşısında… and ediyorum..” diye başlar “yemeklerimden attığım alevli Ateş ile and ediyorum” söylemiyle bitmektedir. Şamanistlerin yaptığı her törende muhakkak Ateş bulunur. Kurbanlık hayvan herhangi bir ruh için olur olursa olsun bir parçası önce Ateş ruhuna sunulur.[29]
Yeminler, ateş yanan ocak yanında ateş üzerine yapılır. Ocağın takdisi, ateş kültünün atalar kültü ile irtibatını hatıra getirmektedir. Altaylılar ve Yakutlar’da, ocağın ilk ata tarafından yakılmış olması dolayısıyla ailenin sembolü kabul edildiği anlaşılıyor. Ataların canları, yakılan ocağın içinde tecellî eder. Bu itibarla bir evde ocağın devamlı yanması, o ailenin saadet ve sürekliliğine işaret sayılmıştır.[30]
Bozkır toplum hayatında ateş maden işlenmesi ve eritilmesinde de son derece önemli bir yer tutuyordu. İlk işlenen maden bakır idi. Bozkır atlı kültürü çevresinde de ilk işlenen metal tabiî ki bakır olmuştur. Erken devir bakırdan yapılmış alet ve edevata Türkmenistan’da rastlanılmıştır. Bozkır atlı kültüründe, bakırın topraktan alınması, ocaklarda dökme kazan veya benzeri bir araç içerisinde eritilmesini metalin ilk evresi olarak düşünüyoruz. O günün şartları içerisinde ilkel tekniklerle de olsa bugünkü teknolojik gelişimin temelleri atılmıştır.[31] Türklerin diğer toplumların üzerinde kolayca siyasi hâkimiyet kurmalarını, demir madeni sağlıyordu. Onların fetih hareketlerinde asıl rol oynayan maden, daha önceki çağlarda da bilinen bakır, tunç ve altın değil, demir idi. Demir farklı kültür coğrafyalarında bilinse de gerçek demir çağı bu madenden bol miktarda alet ve silah yapımıyla başlamıştır.[32] Göktürkler demiri işlemek ve bu madenden silah yapmak suretiyle uzun süre gelişmişler ve güçlü bir kavim haline gelmişlerdir. Daha doğrusu, demircilik Göktürklerin ata sanatı durumundadır. Hatta onlar, meslek tecrübelerini kullanarak, yani demir dağı eritmek suretiyle Ergenekon’dan çıkabilmişlerdir. Demir dağın eritilmesinde ve Göktürklerin kurtuluşunda, şüphesiz ateş de rol oynamıştır. Bundan dolayı ateş, Türklerin hayatında önemli bir unsur haline gelmiştir.[33]
Bozkır toplumları ateşten bayramlarda da büyük ölçüde yararlanmışlardır. Baharın gelişi Nevruz ateşi ile kutlanmıştır. Nevruz törenlerinde ateşle ilgili pratikler bulunmaktadır. Nevruz ateşinden atlayanların hastalıklarından arınacağına ve yıl boyunca hastalanmayacaklarına inanılmaktadır. Aynı zamanda Nevruz, Türklerin Ergenekon’dan çıkışının da yıldönümüdür. Bu yüzden örs üzerinde demir dövülmesi de bu günkü kutlamalar arasında yer almaktadır.[34]
Halk hekimliğinde, ateşin bütün halklarda kullanılmasına da yansımıştır. Ateşin bütün tedavi edici fonksiyonlarını sıralamak zordur: Hastalıklı yerin soba közüyle yakılması, tütsüleme, isleme, tedavi araçlarını kutsama vb.[35] Ayrıca bütün bozkır Türk kavimlerinde ateşin iyileştirici özelliği bilinmektedir. Dudaklarda peyda olan kabarcıklara Türkler “uçuk” demektedirler. Şamanistlere göre bu “uçuk” ruhların darılmasından ileri gelmektedir. Bunun tedavisi ise özellikle çakmak taşından yakılan ateştir.[36] Bu ateşin uçuk üzerine değdirilmesiyle iyileştirildiği düşünülmektedir.
Türk kültür çevresinde dağlamanın köklü bir geleneği vardır. Dağ ve dağlamayla ilgili çeşitli terimler geçmişte olduğu gibi günümüzde de geniş çevrelerde kullanılmaktadır. Dağ kelimesi farklı şekillerde açıklanmaktadır. Dağ “kızgın bir demirle vurulan, damga, nişan” karşılığı olarak kullanılmaktadır. Dağ, “iyileştirmek için vücudun hastalıklı bölümünde kızgın bir araçla yapılan yanık” olarak da tanımlanmaktadır. Mecazi anlamda ise, “büyük üzüntü, acı” olarak belirtilmektedir. Dağ, “yanık yarası” olarak da bilinmektedir. Dağın “yakı” manasına geldiği de açıklanmaktadır. İnsan üzerine bedeni ve dimağı güçlendirmeye yönelik dağlama yapıldığı gibi, hasta uzvu tedavi etmek için de dağlama yapıldığı bilinmektedir. Hayvan üzerine de iki şekilde yapılmaktadır. Birincisinde hayvanın hastalıklı uzvu kızgın bir demir aletle dağlanmaktadır. İkincisinde ise hayvanların, özellikle daha çok at türü hayvanların tanınmasına yönelik damgalama işlemi dağlama şeklinde olmaktadır.[37] İskit kadınlarının ise sağ memeleri yoktur. Çünkü kızlar daha çocuk iken anaları, bu iş için yapılmış tunçtan bir aleti şiddetle kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlarlar. Böylece memenin büyümesi önlenir. Bu sayede bütün kuvvet sağ omuz ve kola iner.[38]
Bozkır Kavimlerinin Mitolojilerinde Ateş
Milattan önceki son yüzyıllarda kaydedilen rivayetlere göre bozkır kavimlerince kutsiyet atfedilen ateş ögesi gökte zirveye vardığı zamanda doğan çocukların fazla ateşli, kuvvetli, uzun boylu, saçlı ve isyana eğilimli kimseler olduğuna inanılıyordu.[39] Atalar kültünde ata törenlerinin odağı ve Türk kültürlerinin en kalıcı ve yaygın simgesi “ocak”tı. Adanan yiyecekler ve içecekler ocaktaki ateşe atılı ya da ataları temsil eden ve ocağın çevresine konan tahta veya keçe “put”larının ağzına sürülürdü. Ocak ateşi ailenin devamlılığını simgelediği gibi, ocağın kendisi de büyük bir mekânsal ve kozmolojik öneme sahipti. Annenin kazarak açtığı ocak öteki dünyadaki atalara açılan kapı anlamına geliyordu. Yuvarlak keçe çadırın ortasında yer alır, dünyanın merkezini simgelerdi. Dumanın göğe yükseldiği delik sayesinde ocak evrenle aynı eksende yer alıyordu. Ocak etrafında düzenlenen ayinler, çocuklara yaşam veren, duman deliğinden girip aileye şans getiren ya da bir hükümdara tanrının buyruğunu ulaştıran yaşam gücünü “kut”u sağlardı.[40]
Kutun, ateş aracılığıyla alındığı inancı Yakutlarda da yaygındır ve bu inanış Ocak’taki kömürlerin canlı olarak algılanması ve dolayısıyla kömürün ocak içerisinde parçalara ayrılması yasağına da yansımıştı. Aksi takdirde ocağın içerisinde kömürlerin ateşte parçalanmasından dolayı, doğan çocukların kutlarına ve sürülerine zarar verebildikleri inancı vardır. Kırgızların inanışlarına göre çocuk ve hayvan kutu, ateş tanrısı aracılığıyla kadın tanrıça Umay tarafından gönderilmekteydi. Kut yukarıdan, bacadan koyu kırmızı renkli, buzlu madde şeklinde inerdi. Eğer şekli insana benziyor ise çocuk kutu, hayvan görünümlü ise hayvanların üreme kutu idi.[41]
Yakut Türkçesinde “ağl” sözü “koruyucu ve muhafız” demektir. Aile ocağı ve mukaddes ateş gibi anlayışlar da bu sözle anlatılıyordu. Yakut Türkleri’ne göre aile ocağı hiçbir zaman sönmemesi gereken mukaddes bir ateş idi. Bu ocağı koruyan ayrıca bir Ocak ruhu da vardı. Ocakta yanan ağaç özellikle meşe ağacı da mukaddes sayılırdı.[42]
Gece ateşin üzerine kül örtülür sabahleyin de bu ateş kolaylıkla canlandırılırdı. Ancak çok kuzeylerdeki Yakut Türkleri bunu başka türlü yorumluyorlardı. “Ateş gece uyuyor” diyorlardı. Ateşin sönmesi uğursuzluk getiriyor, zarar verebilecek bir şey, günah gibi olumsuz durumların ortaya çıkabileceği şeklinde yorumluyorlardı. Bunun için ocak her zaman canlı tutuluyordu. Altay Türklerinde komşular, yeni gelinin evine odun veya yakacak getiriyorlar ve ocağa yerleştirerek ocağın hiçbir zaman sönmesin diye dua ediyorlardı.[43]
Ögel, Plano Carpini’nin gezi raporunda şöyle dediğini belirtiyor: “ateşin karşısında bir bıçak ile eti doğrama veya bıçağı göstermek günah sayılırdı. Hele bıçakla ateşi karıştırma Büyük bir suç sayıldı. Bıçak veya demirle Ocak karıştırılınca ateşin yaralanabileceği düşünülürdü. Ateşe tuz veya kötü kokular da atılmazdı. Onlara göre bunlarla ateşin gücü zayıflardı. Ocağı karıştırma yasak edilmiş, hele ocağı su ile söndürme büsbütün yasaktı”[44] Ayrıca Turan, Carpini’ye dayanarak Carpini’nin, hükümdarın huzuruna alınmadan önce iki ateş arasından geçirildiğini, kendisine: “Han’a karşı fena bir şey düşünmeyesiniz veya zehir taşımanız ihtimali dolayısıyla bütün fenalıkları uzaklaştırmak için bunu yapacağız. Bu sebeple korkulacak bir şey yoktur.” denildiğini; o da şüpheli bir kişi olmamak için bu iki ateş arasından geçtiğini belirtmektedir.[45]
Yakut Türklerine göre ateş ruhu, bir canlı gibidir, nefesi dumandır, yiyeceği kuru odundur, yatağı kurum ve isle kararmıştır, ateş koru onun yastığıdır. Yorganı ise küldür.[46] Yakutlar Ocak’taki külün kıpırdadığını görürlerse “Og kuta oynuyur” çocuk ruhu oynuyor derler ve ateşin ailede bir çocuk doğacağını haber verdiğine inanırlar. Bir şey hakkında düşünürken ateş içerisinden insan ıslığına benzeyen bir ses işitilir ise o şeyin olmayacağına hükmederler.[47]
Alas kelimesi Altay Şaman dualarında çok geçer. Şaman ayinlerinde okunan manzum dualardan birinde Ateş ruhu şöyle takdis edilir: “30 dişli ateş anam, 40 dişli kaynanam gündüzleri bizim için çalışıp çabalıyorsun, karanlık gecelerde bizi kötü ruhlardan koruyorsun, gelenlerin başındasın gidenlerin arkasından…”[48]
Türklerin yılın belirli bir günü toplanarak hükümdar adına büyük bir ateş yaktıkları, hükümdarın yüksek bir yerden ateşe doğru eğilip baktığı ve kâhinlerin ateşe karşı bir şeyler söyledikleri belirtilmektedir. Bu sırada yukarı doğru bir çehre yükselir. Eğer çehre yeşil ise yağmura ve bolluğa, beyaz ise kuraklığa, kırmızı ise kan dökülmesine, sarı ise hastalıklara ve vebaya, siyah ise hükümdarın ölümüne veya uzak yolculuğa delalet eder. Burada da ateşten çıkan renge göre gelecekle ilgili yorumların yapıldığı görülmektedir.[49] Bu bilgiye ek olarak A. İnan Çin kaynaklarına dayalı olarak şu bilgiyi vermektedir: “Buna göre, rengi ne olursa olsun, mızrakların ucunda peyda olan ateş başarılı savaşa işaret sayılırdı. Bu bilginin ait olduğu millet ise Türk Ulusu olması pek mümkündür” .[50]
Yula, ruhun görsel cismi insanın bedeninden çıkıp dolaşan ve parlayan bir ateş parçası olduğu düşünülebilir. Kuttan farklı olarak yula “ateş” “meşale” anlamıyla ilk kez 11. yüzyıla ait yazılı kaynaklarda kaydedilmiştir.[51] Ulu ateş, mukaddes doğuda yakılıyordu. İkram ise, batıda yakılan küçük ateş Kiçik-ot’tan, pişiriliyordu. Tanrı’nın payı, ulu ateşten iletiliyordu. Ancak bu Ulu Tanrı, ateş tanrısı olarak nitelendirilmemiştir.[52]
Ocak yeri yaparken kurban kesilir, kurbanın kanı ocağa sürülür ve ateşe serpilirdi. Yapılacak evin kutlu olması, ocağın mukaddes ateşinin daima yanması, nesillerin çoğalması, hayvanların verimli olması için dua ederler ve “uruy” diye bağırarak, kaşığı havaya fırlatılır. Ateşe bakıp dua ederler. Bundan sonra düğün gibi bir tören yapılır. Ondan sonra yaşlılardan biri şöyle dua eder: “ateşi, alevli yak! Yaktığın ateşin kıvılcımları sönmesin, kışın oturduğun ev bereketli olsun yazın oturduğun ev kutlu olsun”.[53]
Manas Destanı içinde Ak-saykal Hatun nikâhı kıyıldıktan sonra söyle deniliyordu: “Ak-Saykal eve girdi, eğilip selam kıldı, ateşe gelip Ak-Saykal, ateşe selam kıldı!”.[54] Asya Türklerinin çoğu ateşe bakarak fal açmışlar ve gelecek hakkında bilgi edinmişlerdir. Manas Destanı’nda anlatıldığına göre, Manas’ın babası Çakıp Han ateşe bakarak, gelinlerinin mukadderatını söylemiştir.[55]
Sonuç
Bozkır toplumlarının geniş bir coğrafyaya yayılmasından dolayı, çeşitli inançların da etkisiyle, farklı inanç sistemleri geliştirdikleri görülmektedir. Bozkır toplumları bulundukları coğrafyada, komşu oldukları diğer toplumlarla da etkileşim içinde olmuşlardır. Bu suretle ateşin keşfedilmesi ile ilgili, kültür ve mitolojilerinde belirttikleri görüşler, yaşadıkları coğrafyaya ve döneme göre farklılıklar arz etmektedir. Ateş bazı toplumlarda birey tarafından, bazılarında ise tanrı tarafından bireye verilerek keşfedildiği inancı bu coğrafi farklılıklardan kaynaklandığı söylenebilir.
Her toplum kendi duygu ve düşüncesi çerçevesinde ateş unsuru hakkında kültürlerini ortaya koymuşlardır. Bu bağlamda genel hatlarıyla belirtecek olursak, ateş; bozkır toplumlarında bir tanrı gibi görülmemiştir. Ateş, toplum içerisinde bir birey olarak düşünüldüğü ortaya çıkarılmıştır. Hatta onun tanrı ile iletişimde aracı olarak kullanılması, hastaları iyileştirmesi, bolluk ve temizliğin unsuru olarak görülmesi, toplumda saygın bir yeri olduğunu göstermektedir. Bu saygın yer ile birlikte ateşin ortaya çıkışına ait, çeşitli mitolojik olguların etkilerinden dolayı ateşe kutsallık verilmiştir.
Bozkır toplumlarının her birinin kendi inanç sistemine göre ateşe karşı belli bir tavır ve anlayışı olmuştur. Bu anlayış içerisinde her toplumda ateşe kutsiyet atfedecekleri bir yeri olmuştur. Özellikle ailede ateşin kutsiyetine bağlı olarak, onun bir ruh taşıdığı anlayışıyla, sönmemesi ve daima saygı duyulması gereken bir unsur olarak kabul görmüştür.
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi
Alıntı Kaynak: Cappadocıa Journal Of Hıstory And Socıal Scıences Yıl: 2016 Sayı: 6