Bölüm: 9 Urungu’nun Yarası
Dokuz Oğuz kağanı Baz Kağan, beğleri çağırmış otağında toplantı yapıyordu:
– “Beğler” dedi, “azlık olan Gök Türkler yeniden harekete geçtiler. Böyle giderlerse hepimiz için tehlike olacaklardır. Çünkü kağanları yiğit, veziri akıllıdır. Bu ikisi var oldukça bizi de, Çin’i de, Kıtayları’ı da yok edeceklerdir. Kıtaylar ve Çinlilerle birleşerek bunları ortadan kaldıralım. Çinliler güneyden Kıtaylar doğudan yürüsün. Biz de kuzeyden saldıralım. Kabilse bu Gök Türk kağanını ortadan kaldıralım. Ne dersiniz?
Beğler: “iyi olur” diye cevap verdiler.
Kağan, beğlerden birine döndü:
– Kuni Sengün!
– Buyur kağan!
– Sen hemen Çin’e gidip teklifimi bildireceksin!
– Buyruk senindir kağan!
Başka bir beğe hitap etti:
– Tungra Sem!
– Buyur kağan!
– Sen de Kıtay’a gidip aynı şeyi söyliyeceksin!
– Buyruk senindir kağan!
Baz kağan biraz düşündü. Sonra beğlere bakarak:
– “Hemen yola çıkacaksınız ve yaz sonunda Gök Türk karargâhında birleşmek üzere harekete geçmelerini sağlıyacaksınız” dedi.
***
Beğler Baz Kağan’ın otağından çıkarken, epey uzakta, bir yayanın dikkati çekmiyecek şekilde durarak kendilerini gözetlediğini farkında olmadılar. Bu meçhul adam biraz sonra Kunı Sengün’ün güneye, Tungra Sem’in de doğuya hareket ettiklerini gördü. O zaman Baz Kağan’ın otağındaki toplantıda bulunan beğlerden en küçüğünün, Yüzbaşı Kadır Bağa’nın çadırına yöneldi. Bu çadırın kapısında nöbetçi olmadığı gibi çevresinde de kimsecikler yoktu. Meçhul adam dört yanına şöyle bir baktıktan sonra yavaş yavaş adımlarla çadıra yaklaşıp çömeldi, kulağını içeriye verdi. Kadır Bağa birisiyle konuşuyor ve sesi dışardan, yarım yamalak da olsa işitiliyordu.
Dinleyici, şöyle, birden yüze sayacak kadar bir müddet sessiz ve hareketsiz durduktan gürültü etmemeğe çalışarak kalktı. Yavaş adımlarla uzaklaştı. Öğreneceğini öğrenen bu meçhul adam. Bilge Tonyukuk’un gönderdiği bir çaşıttan başka bir şey değildi. Gün kararırken atına atlayıp güneye doğru doludizgin sürdü.
Bilge Tonyukuk bu haberi aldığı gece uyku uyumadı. Sabaha kadar düşünerek tasarılarını hazırladıktan sonra İlteriş Kağan’a çıkarak düşüncelerini anlattı:
– İlteriş Kağan! Çin! Oğuz, Kıtay; bu üçü birleşip gelecek olursa tehlikede kalacağız. Bir şey yufka iken dermek, ince iken kırmak kolaydır. Yufka kalın olursa dermek güç olur. İnce yoğun olursa kırmak güç olur. Doğuda Kıtay’a, güneyde Çinli’ye, kuzeyde Oğuz’a iki üç bin çerimizle karşı geleceğiz. Bunun için de onlar birleşmeden harekete geçerek her biriyle ayrı ayrı savaşacağız.
İlteriş Kağan fazla düşünmedi:
– “Orduyu gönlünce ilet” dedi.
Bir iki gün sonra iki bin kişilik Gök Türk ordusu Dokuz Oğuzlar’ın üzerine yıldırım hızıyla yürüyordu.
Onbaşı Urungu’ya talih güler yüz göstermemişti. Çünkü o da ordunun gerisinde ihtiyatı teşkil eden ve Yüzbaşı Örpen’in buyruğunda olan yüz kişi arasında bulunuyordu. Hâlbuki içinden gelen kuvvetli bir duygu bu savaşta Ay Hanım’ı görebileceğini bildiriyordu. Böyle geride kalmakla Ay Hanım’ı görebileceğini aklı kesmediği için sıkılıyor, fakat elinden bir şey gelmiyordu. Bununla beraber Dokuz Oğuzlar’ın ordusu gözüktüğü zaman içinin garip bir heyecanla ürperdiğini sezdi.
Düşman üç bin kişi idi. Fakat on sekiz kişiyle başlıyan Gök Türk çerisi her vuruşu, her savaşı kazana kazana bu hale gelmiş, zaferle beslenmiş, yenmeğe alışmıştı.
Savaş göz kamaştıran bir oklaşma ile başladı. Sonra, oklar tükenince yıldırım hızıyla at koşturarak kılıç kılıca geldiler.
Yüzbaşı Örpen, atının üstünde vuruşmayı seyrediyor, fakat daha çok savaşa katılma buyruğunu bekliyordu. Urungu, on atlısıyla birlikte en solda ve böylelikle savaştan en uzak yerde bulunuyordu. Zaman bir türlü geçmiyor, savaş bir türlü bitmiyordu. Fakat Dokuz Oğuzlar’ın Tuğla ırmağına doğru geriledikleri farkolunuyordu.
Birden, bir Gök Türk atlısının Yüzbaşı Örpen’e doğru gelip ona bir şeyler söylediği görüldü. Arkasından Örpen’in buyruğu gürledi:
– Davranın! Ardımdan ileri!…
İhtiyattaki yüz kişi, can alacak zamanda savaşa karışarak işi Gök Türkler’in lehine bitireceklerdi. Örpen’in bölüğü büyük bir kavis çizerek Dokuz Oğuzları’ın çekilmeğe başlıyan çerilere saldırıyor ve şiddetle yağdırıyordu.
Dokuz Oğuzlar Tuğla ırmağına atılıyor, karşı kıyıya geçmeğe uğraşıyordu. Örpen onları bırakmadı ve verdiği buyrukla çerisini ırmağa daldırdı.
Her iki taraftan boğulanlar boğulmuş, karşı kıyıya geçenler arasında kovalamaca başlamıştı. Örpen büyük bir iş yapıyordu. Dokuz Oğuzlar’ın karargâhına doğru ilerliyordu. Karargâhta Baz Kağan’ın oklu muhafızları onları yiğitçe karşıladı.
***
Gün batarken iki taraf çadırların ve büyük kağnıların arasında boğuşuyor, ufak şeyler için büyük kahramanlıklar su gibi harcanıyordu. Çeriler kadar atlar da yaralıydı. Çerilerin çoğu yaya dövüşü yapıyordu.
Yüzbaşı Örpen bir düşmanla iki çadırın arasında kılıçlaşıyordu. Geniş bir yerde dağılmış oldukları için artık buyruk verme, düzgün ve toplu savaşma kalmamıştı. İkişer üçer dağılmış olan çeriler kendi başlarına çarpışıyor, vuruşuyor, dövüşüyor, boğuluyorlardı. Kılıçlar yaman bir güçle ve ustalıkla savruluyor, aynı ustalıkla ve sertlikle çeliniyor ve demirin demire çarpmasından çıkan sesler bütün alanı dolduruyordu. Örpen, karşısındaki Dokuz Oğuz’un değme bir beğ olduğunu kılığından ve kılıç kullanışından anlamıştı. Bazan bir iki adım ilerliyor, sonra onun sert saldırışları karşısında gerilemeye mecbur oluyordu. İkisi de yaralanmıştı.
Onbaşı Urungu, savaş alanında gördüğü çadırların birini hedef edinmiş, oraya varmak istiyor, karşısına çıkanlara bu maksat için vuruşuyor, yağının kendi ardından geleceğini düşünmeden onu yarıp çadıra gitmek istiyordu. Deminden beri karşısında duran Dokuz Oğuz aynı adam mıydı, yoksa Urungu birkaç kere hasım mı değiştirmişti, bunun farkında değildi. Hattâ yaralarından kan sızdığını görmüyor, sezmiyor, anlamıyordu.
Hedefi olan büyük çadıra girdiği zaman birdenbire durdu. Ay Hanım, çadırın en gerisinde, elinde yayı olduğu halde gözlerinden ateş saçarak duruyor, çadıra girmiş bulunan ve kendisini tutsak etmek istiyen üç Gök Türk çerisine karşı savaşa hazırlanıyordu. Urungu, kendi erlerini tanıyarak onlara “kılıç indir” buyruğunu verdikten sonra bir iki adım ilerledi ve dizini yere vurarak ay Hanım’ı selâmladı. Sonra kendi erlerine çıkmalarını emretti.
Ay Hanım savaş durumuyla her zamankinden daha güzeldi. Bir müddet sessizce bakıştılar. Her tarafta sesler dinmişti. Uzaktan bazı yaralıların iniltisi işitiliyor, bir de çadırın dışında ve hemen yanında iki kişinin kılıçla vuruştuklarını anlatan demir sesleri geliyordu.
Çadırda Urungu’nun hüzünlü sesi yükseldi:
– Erler saygısızlık ettilerse bağışla Ay Hanım! Senin kim olduğunu nereden bilecekler?
– Savaşı kazandınız Urungu. Babam kağanı da galiba öldürdünüz.
Urungu başını önüne eğdi:
– Savaştır Ay Hanım. Her şey olur.
Ay Hanım’ın sesi yavaşladı:
– Evet. Hattâ tutsaklık bile.
– Ay Hanım! Sen tutsak olmazsın. Tutsak edersin. Nice zamandır seni düşünüyorum. Gönlümü şenlendirir, Onbaşı Urungu’ya varır mısın?
Kağan kızı acı acı gülümsedi:
– Demek onbaşısın ha? Ama beğ değilsin. Bir kağan kızı karabudundan biriyle nasıl evlenir?
Urungu sarsıldı. “Kür Şad’ın oğluyum” diye haykırmak istedi. Fakat söyliyemedi. Şimdi ne yapacaktı? Bunu düşünmeğe vakit kalmadan çadırın dışındaki kılıç sesleri yaklaştı. Sonra içeriye hızla birinin girdiği görüldü. Elinde kılıcı olan bu savaşçı:
– “Ay Hanım! Tez davran! Kaçıyoruz” diye bağırdıktan sonra kapıya doğru döndü ve arkasından gelen başka bir savaşçıya karşı vaziyet aldı. Urungu bir anda ikisini de tanımıştı: ilk gelen Kadır Bağa, ikincisi Örpen’di.
Deminden beri otağın dışında vuruşan iki yüzbaşı, şimdi Ay Hanım’ın karşısında yeniden dövüşe başlıyacaklardı. Birdenbire Kadır Bağa, Urungu’yu tanıyarak bağırdı:
– Sen misin Urungu? Seninle vuruşalım diyeceğim ama bu arkadaşın bırakmıyor ki.
Örpen cevap verdi:
– Rahat kaçmak istiyorsun, değil mi?
Sonra Urungu’ya buyruk verdi:
– Urungu! Galiba kağan kızının yanındayız. Ben işimi bitirinceye kadar sen de onu tutsak edip gözle!…
Örpen bunu söyliyerek yeniden Kadır Bağa’ya saldırdı. Fakat işler başka türlü yürüdü: Urungu, yüzbaşıdan aldığı buyruğu yerine getirmek için ilerlerken Ay Hanım’ın yayı gerilerek vınladı ve fırlıyan ok, Urungu’nun yüreğiyle küreğinin arasını delerek onu yere serdi. İkinci ok daha yamandı. Çünkü Ay Hanım, Yüzbaşı Örpen’e aman vermemiş, onu tam yüreğinden vurarak cansız bir halde yere devirmişti.
Kadır Bağa bu durumdan hemen faydalanmak istiyordu. Ay Hanım’a bakarak:
– “Vakit kaybetmiyelim” dedi.
Ay Hanım hiç telaş etmeden otağın kapısına doğru yürüdü ve hüzünlü gözlerini kendisine diken Urungu’ya bakmadan çıktı. Kadır Bağa yorgundu:
– “Urungu! Ay Hanım’ın oku sana kıymaz da ilerde yine karşılaşırsak yarım kalan vuruşumuzu bitiririz” dedi ve hızla davrandı.
Bu ok yarası onu elbette öldürmezdi. Bir Gök Türk onbaşısı için küreğini delip çıkan okun yarası neydi ki?… Onu asıl öldüren yara Ay Hanım’ın sözleri olmuştu:
– Beğ değilsin. Bir kağan kızı karabudundan biriyle nasıl evlenir?
Urungu yanı başında cansız yatan Yüzbaşı Örpen’e baktı. Keskin nişancı olan kağan kızı Yüzbaşı Örpen’i yüreğinden vurduğu gibi kendisini de aynı yerden vurabilirdi. Demek ki kendisine acımış, onun için öldürmemişti.
Sevdiği kızın, kendisini reddeden kızın, acıyarak canını bağışlaması, birden Urungu’ya çok ağır geldi ve sanki ok, yüreğini delmiş gibi orasının sızladığını hissetti. Son bir gayretle kalkarak otağın kapısına doğru ilerledi. Tutunarak dışarı adım attı. Ortalık alaca karanlıktı. İki atlı dörtnala kuzeye doğru gidiyordu. Urungu, sessizce Ay Hanım’la Kadır Bağa’nın uzaklaşan gölgelerine baktı. Sonra gözleri kararak toprağa düşüp kaldı.