Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bölüm: 5 Ötüken’e Giderken

0 15.084

Ertesi gün, kafile kuzeye doğru yol alırken Urungu da onlara katılmış, Ay Hanımın izni ve buyruğu ile yanlarında yer almıştı. Yüzbaşı Kadır Bağa ile iki onbaşı epey önden gidiyorlardı. Ay Hanımın gerisinde binbaşı bulunuyor, bir şey konuşmak için işaret alınca at sürüp yanına yaklaşıyordu. Çerilerle at uşakları ve yük atları sıra ile arkadan geliyordu. İki onbaşı kafilenin sağında, solunda bulunuyorlar; arada sırada at sürüp açılarak sağı, solu gözlüyorlar, sonra yine kafileye geliyorlardı. En geride bir yüzbaşı artçılık yapıyor, bu da ara sıra geriye doğru at sürerek çevreyi kolluyordu.

Urungu arkada, artçı yüzbaşı ile yük atları arasında idi. Bu iyi giyimli beğler ve çeriler ararsında pek ayrı kalıyor, hem sıkılıyor hem de birlikte gitmekten hoşlanıyordu. Kendisine verilen kımızın, yapılan konukseverliğin karşılığı olarak onlara bir yardımda bulunmak istiyordu. Fakat bu yardımı nasıl, hangi fırsatta yapacaktı? Yolda hep bunu düşünüyor, kimseyle konuşmuyordu. Ara sıra artçı yüzbaşı bir şey sorarsa kısa cevaplar veriyor, böylelikle zamanı harcıyordu.

***

Bu yolculuk aynı üç gün sürdü. Üçüncü günün akşamı yine bir su başında çadırlar kurulup herkes yerli yerine yerleştikten sonra Dokuz Oğuz çerilerinden biri kopuzunu çıkarıp çalmağa, deyişler söylemeğe başladı. At uşakları ve çeriler, hatta onbaşılar yüzbaşılar kopuzcunun çevresine yığılmışlar, dinliyorlardı.  Ay Hanım bile, otağının kapısı önünde, at eyerlerinden yapılmış tahtında oturarak ezgiyi dinliyor, binbaşı da onun karşısında ayakta durarak aynı şeyi yapıyordu.

Urungu, yıllarca önce Çıbı Kağanın ordusunda genç bir  çeriyken birçok kopuzlar dinlemiş, heyecanlanmıştı. O orduda çok ozan vardı. Kanlı savaşların yapıldığı günlerin gecesinde onlar tellerini tıngırdatırlar, kanlı vuruşların, yürek delen okların, göğüs parçalıyan kargıların, baş uçuran kılıçların masalını anlatırlar, su gibi akan kanları, sayısız harcanan canları, bol bol yapılan yiğitlikleri överlerdi. Fakat Urungu yıllardan beri ozana raslamamış, her şey gibi kopuzun sesine de hasret kalmıştı. Şimdi bir Dokuz Oğuz ozanının tellere vurması onu yine kendinden geçirmişti. Kopuzcunun çevresindeki halkanın dışında, epey geride bağdaş kurmuş olduğu halde dinliyor, kendinden uzaklaşıyordu. Dokuz Oğuz ozanı neler söylemiyordu ki…

Sanma gönül dinlenir,
Ufukta gün batınca.
Bunalırım kederle
Gece gelip çatınca.

Bakışlarım puslanır,
Gönül dağım sislenir,
Göz pınarım ıslanır
Sevgi kuşu ötünce.

Sevgi yaman bir gerçek,
Yâr uzakta bir çiçek.
Sevgim sürüp gidecek
Ta dirliğim bitince.

Bir güzeli özleyiş…
İşte en güzel deyiş!
Ömür tüket, gönül deş
Sevgi seni unutunca.

Yâri her bir anışım
Bir ölümdür tanışım!
Belki diner yanışım
Son uykuya yatınca…

Ozan, deyişini söylemekte devam ediyordu. Fakat artık iyice kendinden geçmiş olan Urungu işitmiyor, yalnız beynine kazılan birkaç söz, aralıksız olarak içinde tekrarlanıyordu:

Belki diner yanışım
Son uykuya yatınca…

İşte durup dururken bu Dokuz Oğuz ozanı içini dağlamış, yüreğine od düşürmüştü.

O böylece dalmış, kaygılı bir gönülle uzaklara doğru kayarken geride Ay Hanım ile binbaşı onu konuşuyorlardı. Üç günlük yol arkadaşlığında onu epey görüp inceliyen binbaşı eski kılığına, yoksul durumuna rağmen belindeki bıçağın büyük değerini görüp anlamakta gecikmemişti. Ay Hanım’a, bunu anlatırken Urungu’nun karabudundan olmaması ihtimalini söylemiş, zaten buna inanmıyan Ay Hanım’ın şüphesini kuvvetlendirmişti.

Yatacak bir çadırı bile olmıyan bu Gök Türk’ün beğ olduğunu düşünmek biraz güçtü. Fakat bahadırlığına, durumuna, bıçağına bakınca da şüphelenmemek kabil değildi. İnsanların yüreğini okumakta usta olan Ay Hanım bile bu bilinmedik kişi hakkında kesin bir karar verememişti onun değerli bir adam olduğu muhakkaktı. Fakat işte o kadar… Daha çoğunu o da anlıyamamıştı.

Bir onbaşı: “Seni Ay Hanım çağırıyor” dediği zaman Urungu kendine geldi ve o zaman bu sözün kendisine iki defa söylenmiş olduğunun farkına vardı.

Güneş batmıştı. Ozan hâlâ çalıyor, epey ilerde atla gezen üç dört nöbetçiden başka herkes onu dinliyordu.

Urungu yere diz vurdu. Sonra kalkıp dimdik durarak Ay Hanım’ın söyliyeceklerini bekledi. Yanlarında binbaşıdan başka kimse yoktu. Kağan kızı yine gönüle işliyen sesiyle konuşmağa başlamıştı:

– “Bahadır! Yarın yollarımız ayrılacak. Bunun için ne düşünüyorsun?

Urungu’nun içi sızladı. Yalnız birkaç gün birlikte bulunacaklarını bilmekle beraber bu birkaç günün biteceğini hiç hesaplamamıştı. Sanıyordu ki, her gün böyle gidecekler, her akşam konaklıyacaklar kağan kızı otağına girip çıkarken onu uzaktan görecek, sonra kendisi en geride ve kağan kızına en uzak olduğu halde yola koyulacaklar ve bu böylece sürüp gidecek… Yarın yollarının ayrılacağını söylemekle kağan kızı onun içini sızlatmış oluyordu. Bir an için gözlerini yerden kaldırıp ona bakarak:

– “Bunun için yüreğim sızlıyor hanım” diye cevap verdi.

Binbaşı bu söz üzerine dikkat kesildi. Ay Hanım’ın yüzünde hiçbir değişiklik olmadı. Yeşil ala gözlerinin içi gülümsiyerek sordu:

– Neden?

– Beni buyruğuna alarak buraya kadar getirdin. Kımızını esirgemedin. Buna karşılık sana hiçbir hizmet edemedim bunun için yüreğim sızlıyor.

– Hizmet etmek elindedir.

Urungu’nun gözleri parladı. Yeniden gözlerini kaldırarak kağan kızına baktı. Bir şey demeden bakışlarıyla bu hizmeti nasıl yapılabileceğini soruyordu. Ay Hanım anlamıştı. Urungu’yu kendinden geçiren sesiyle devam etti:

– Seni babam kağana götürürüm. Onun çerisine girer, istediğin kadar hizmet edersin. Babam kağan senin gibi bir bahadırı elbette onbaşı yapar.

Sonra, sesinde başka bir ezgi, ürpertici bir ahenk olduğu halde yavaşça:

– “Sen buna lâyıksın” dedi.

Urungu’nun yüreği şimdi sevinçle çarpıyordu. Ay Hanımla birlikte gitmek, onun babasının ordusuna katılmak, ondan hiç ayrılmamak… Bunlar ne güzel şeylerdi!

Fakat ne yazık ki bu güzel şeylerin hiçbirisi gerçekleşemiyecekti. Dokuz Oğuzlarla giderse Ötüken’e varamaz, günün birinde çıkacağını bildiği Gök Türk ayaklanmasına katılamazdı. Kendi yapıları olan Dokuz Oğuzlar’ın çerisiyle birlik olursa Kür Şad’ın da konçuyunun da ruhları incinirdi. Urungu bunları düşünerek ciddileşti. Yeniden yere diz vurarak:

– “Beni bağışla! Baban kağanın çerisine katılamam. Ama bundan başka her buyruğuna cana minnet bilirim” dedi.

Sustular. Bu ay yüzlü kağan kızının içinden üzgün olduğunu binbaşı anlamıştı. Urungu’nun içinde ise boralar esiyordu. Bu boranın esişini durduran yine o büğülü ses oldu:

– Bahadır! Bizimle gelsen sevinecektim. Demek ki yarın ayrılıyoruz. Benden ne dilersin?

– Dileğim sağlığındır. Bir de, bilmiyerek adamlarınla vuruştuğum için beni bağışlamanı dilerim.

Ay Hanım bin bir çiçeğin açması kadar güzel bir gülümseyişle gülümsedi:

– Suç sende değil bahadır! Yüzbaşı Kadır Bağa börkünü delmeseydi bu iş olmıyacaktı. Sana onun deldiği börk yerine kendi börkümü veriyorum.

Bunu söyliyerek başından börkünü çıkardı, uzattı…

Urungu hızla yürüyerek dizini yere vurdu. Ay Hanımın uzattığı börkü alarak  öpüp başıan koydu:

– “Bana ün verdin Ay Hanım! Yarın sabah bunu giyecek ve ölünceye kadar başımda bir şeref hatırası diye tutacağım” dedi.

Bakıştılar. Bu bakış sırasında, Ay Hanım’ın eşsiz güzelliği ile dolup taşan Urungu, üç günlük iç hesaplaşmasının çözüldüğünü sezer gibi oldu: Galiba gönlüne od düşmüş, kağan kızına gönül vermişti.

***

O gece, bir güçlüğü çözen insanların rahatlığı ile uyudu. Düşünde hep kendisini bahtıyar bir kişi olarak görüyor, sık sık uyanarak çevresine bakıyor, epey uzaktaki bir nöbetçiden başka bir şey görmüyordu. Yalnız bir defasında düş mü, gerçek mi olduğunu pek ayırt edemeden, uzakta Ay Hanımın otağı kapısının açıldığını, kağan kızının gözükerek derin derin göğe, uzaklara ve çevresine bakındığını, sonra yeniden otağ girdiğini görür gibi olmuştu. Sabaha doğru ise  düşünde hep Kür Şad’ı, anasını, ablasını ve ölen karısını görmüş, sonra hepsi kaybolarak meydanda yalnız karısı kalmış, süslü ve alımlı giyimler arasında başı açık duran karısı ağlamış, ağlamıştı.

Urungu çok erkenden kalkarak atını tımar etti. Ay Hanım’ın verdiği börkü giymişti. Yine dirliğinin sıkıntılı günlerinden birini yaşıyacaktı. Bahtın kendisine yüklediği yükü çekmeği şikayetsiz kabul ediyor, bilâkis ara sıra talihin kendisine güler yüz göstermesine anlıyordu. Acıya alışmış, acı ile yuğurulmuş kişiye bahtıyarlık güneşinin, ışıklarını kısa bir an göstererek sonra yine onu karanlığa boğmasında sanki ne mânâ vardı?

Bu sabah kafile de her zamankinden daha erken uyanmıştı. Yola çıkarlarken biraz ilerde, küçücük bir tümseğin ardında Urungu’ya rasladılar. Ay Hanım geçerken atından atladı. Dizini yere koyarak onu selâmladı. O da gönüllere işliyen gülümseyişiyle Urungu’ya baktı. Ruhunu ürperten bir sesle:

– “Bahtın açık olsun bahadır!” deyip geçti. Kafile geçinceye kadar diz üstü kalan Urungu, bugün artçılık yapan Yüzbaşı Kadır Bağa’nın seslenmesi üzerine aydı, dikilerek ona baktı. Yüzbaşı ona bir çamçak kımız armağan ediyordu. Başka zaman olsa reddedeceği bu armağanı bugün nedense sevinçle kabul ediyordu. Kadır Bağa biraz durgun keyifsiz  gibiydi:

– “Urungu! Ay Hanım seni beğenmişti. Baz Kağan ordusuna gelmeyişin çok kötü oldu” dedi.

Urungu alıngandı. Tez cevap almak istiyen bir insan gibi sordu:

– Neden?

– Ayrılıp gidiyorsun. Ben seni bir daha nerede bulacağım da yarım kalan dövüşü bitireceğim?

– Dağ dağa kavuşmaz, kişi kişiye kavuşur. Bir gün yine buluşuruz.

Yüzbaşı gülümsedi:

– Hoşça kal!

– Bahtın açık olsun.

Urungu, kafile ufukta kayboluncaya kadar bir taş gibi kıpırdamadan onlara baktı.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.